Yokluğumda çok kitap okudum... diye başlamayı isterdim ama hayır, çok değil.
Yokluğumda çok yoğundum, çok yorgundum, çok hastaydım ve dolayısı ile çok uzaktım her şeye.
İki hafta evveldi, İstanbul'a aylar öncesinden belirlenen bir workshop için gidecektim, Mayıs ayı içinde toplantı yapmak isteyen İtalyanlara da isterseniz gelin, ben mayısta yokum dedim. Oh my God! dediler, vallahi dediler. Onların işi için geçen eylülden beri o kadar çalıştım o kadar destek oldum ki, galiba işten ayrılacak olmam küçük çapta bir panik yarattı. Genel müdürlerinin bizimkini arayıp Yeliz'in gitmesine çok üzülüyoruz demesinin, ziyadesiyle dötümü kaldırdığını inkar edecek değilim. Bunlar güzel şeyler. Toplantıyı öne alıp gelmeleri, duygu yüklü bir veda konuşması yapmaları da... Bu insanlar hepi topu sekiz aydır birlikte çalıştığım, iş arkadaşlarım.
Workshop için Almanya merkezden gelenler ve Çin'deki arkadaşlar da çok üzüldüler. Ama daha çok da şaşırdılar. Türkiye'den ayrılıp Belçika'da yaşama fikri garip geldi onlara. Eh ben de bu ülkeye rakı balık, kebap, güneşli hava penceresinden baksam ben de garipserdim sanırım.
İstanbul'daki toplantılar süresince katılımcıların hasta olması ve bizlerin bütün gün aynı atmosferi paylaşmamız, o mikrobun bünyeye davetiyesiydi. Bütün kışı gripsiz, nezlesiz geçirdikten sonra nisanın ortasında şifayı kapmak iyi olmadı. Yerime işe aldıkları arkadaşı da bir haftalığına işlerimi anlatmam ve devretmem için yanıma göndermeleri de tam tuz biber oldu. Hasta olmak kötü, hasta hasta bir insana tüm işlerimi anlatmam kötü ve bunu sabahtan akşama kadar yapmam daha da kötü! Her akşam eve gelip yattım. Böyle soyut ve berbat bir hafta geçirdiğimi hatırlamıyorum. Düşün ki facebook'a bakmamışım, bana emaille bildiriler göndermeye başlamış. Cuma akşam üzeri tükenmiştim, arkadaşı havaalanına uğurlayıp soluğu evde aldım. Hala da kuyruğu doğrultmuş değilim. Ama var ya, şuraya iki satır yazmayı özlemişim.
Az önce blogu takip eden Serap'ın mailine cevap verirken fark ettim. Referandum sonuçlarından sonra kararımızın ne kadar doğru olduğunu söyleyen bir maildi. Halbuki ben son dakikalara kadar hayır çıkacağından nasıl da emindim.
Pazar akşam üzeri, arka odada ütü yapar radyo dinlerken sonuçların açıklanmaya başladığını duyup televizyon karşısına koştum. Ağlamamı durduramadım. Nasıl olur? Bir insanın oy hakkına, seçimine saygı duymak zorundayım ama nedenini anlayamıyorum. Hala anlamıyorum.
Var oluşunun sebebi olan cumhuriyetin ortadan kaldırılmasına bir millet nasıl evet der? Nasıl bir kindir ki bu, nasıl bir intikamdır ki, özgürlüğünden haklarından vazgeçmeye bu kadar gönüllü olur?
Hiçbir zaman anlamayacağım. "Oh nasıl da koyduk" mesajlarına denk gelmemek için sosyal medyanın çok takipçili hesaplarındaki yorumlara bakmadım bile, günlerce. Hastalığımın sebebinin İstanbul'daki mikrop kadar bu üzüntü olduğundan da eminim. Bağışıklık sisteminin ruh hali ile doğrudan bağlantısı var.
Gecenin ilerleyen saatlerinde hayır oylarının artması, referandumun külliyen yalan ve geçersiz olması gerçeği bile moralimi toparlayamadı. Hayır oylarının %80 olması lazımdı, ite kaka değil, hezimet olmalıydı cevap, öyle bir sonuç olmalıydı ki, hile hurda yapılamamalıydı. Bundan sebep benim bu millete inancımdaki son umut kırıntısını da kargalar mideye indirdi.
Yokluğumda (ya da hayattan soyutluğum sırasında mı demeli?) Belçika tarafıyla da hiç ilgilenemedim. Halbuki İlker, canım muhterem kocam, taşınmayı düşünebileceğimiz semtlerin haritalarını plotter'cıdan proje boyutunda renkli çıktılarını alıp yemek masasının üzerine yayarak her sokaktaki okul ve evleri post-it'lemişti. O kadar ilgilenemedim ki, evraklarımın çalışma izni için devlete iletilip iletilmediğinden bile bihaberim.
Dedim ama yokluğum tam bir soyutlanma! Hayata küstüm lan!
Bu blog yazısı vesilesiyle hayata dönüyorum, dönüşümün detaylarıyla daha sonra başınızı ağrıtırım şimdilik burada can sıkıcı "ara verdim ama bi' sor niye verdim?" temalı postumu nihayete erdiriyorum. İlker uyudu, Arca uyudu, artık Fi dizisini açabilirim, ayağımı uzatıp biramı yudumlayabilirim, oh mis;)
Arayı çok açmayın bence. Zaten çok uzak kalamiyoruz blogtan dönüp dolaşıp geliyoruz
YanıtlaSilBen de seni merak ettim ama sebebi tahmin ettiğim gibiymiş. Benim oğlum o kadar çok üzüldü ki ben üzülemedim. Çünkü ona moral vermem gerekiyordu. Yılmayacağız, mücadeleye devam edeceğiz gibisinden bol bol konuştum mecburen. Oğlum uyuyunca da oturup bir güzel ağladım. Artık Atatürk fotoğraflarına bakarken çok utanıyorum. Ne olacak bundan sonrası bilmiyorum derken meclisin 23 Nisan oturumunu izleyince anladık ne olacağını.
YanıtlaSilİyiler başka yerlere giderse daha kolay olmayacak mı cahilleri kandırışları, geride kalanları sindirişleri, bizim olanı yıkışları...
YanıtlaSilG.
Alman ve Cinli arkadaslarinin sasirmasina sasirdim ben. Hadi Cinli bi derece de, Alman olanlar hic mi haberlere bakmiyor arkadas? Gecmis olsun bu arada.
YanıtlaSil