Pazar sabahı 11 aralık. Yalnız uyandım. İçimde karşı konulamaz bir yazma isteğiyle.
Ne yazacağımı, neler neler yazacağımı biliyorum zira haftalardır biriktiriyorum. Kendimle sohbet ettiğim zamanlarda - evet bence ben çok iyi bir dinleyiciyim ve hayır, deli değilim - “ben bunu blogda yazsam ya” dediğim onlarca konu var.
Beni bir türlü rahat bırakmayan zihnimi ancak yazarak huzura erdirebilirim. Yani hayır, rüyamda görmedim, sadece bugün ihtiyacım olan yazmak.
“Bugün neye ihtiyacım var?”
Son bir yıldır bu soruyu sormak rutinden alışkanlığa dönüşmeye başladı. Özellikle de meditasyon yaptığım sabahlar. Galiba zaten meditasyon dediğim şey de bundan ibaret. Birkaç nefes egzersizi, ve bu soru. Büyülü bir şekilde cevap geliyor hem de hep doğru cevap geliyor. Gelen cevaba asılıyorum, azimle!
Örneğin yazının başına oturmadan önce Arca’nın kuzeniyle PS oynadığını duymuş müthiş sevinmiştim, uzun bir süre rahatsız edilmeyecektim.
Sırf yerimden kalmamak için taze demlediğim kahvemi termosa koymuştum da öyle oturmuştum. Büyük bir şevkle yazmaya başladığım satırlar, tam dört kere Arca tarafından acıktığı, tuvaleti feci halde tıkadığı, kuzeniyle PS maçının ertelendiği bilgisi, akşam noel pazarına kaçta gidileceği ve nerede ne yeneceği gibi konu başlıkları, fırına ekmek koymanın detayları ve en nihayetinde benim “çık dışarı” çığlıklarımla sekteye uğradı.
Azme gel, hala yazıyorum. Çünkü “bugün buna ihtiyacım var” :) Evladına vakit ayırmamakla ilgili vicdani bir sorunum yok. Zira Arca’nın yoğun ilgi ve sevgi ihtiyaçları her nedense ekranla bir ilişiğinin olmadığı ve ders çalışmak zorunda olduğu zamanlarda tavan yapıyor.
Ergenimin kahvaltı ihtiyacını - bir somun salçalı ekmek arasında kızarmış sucuklu peynirli yumurta karışımı - gidermenin akabinde tüm mutfağı temizledim de geldim. An itibariyle temizliğin bitişini ilan eden asılı sarı bezden deterjanlı sular damlıyor olmalı. Nerde kalmıştık?
- Blogumun adı neden Günün Çorbası sorusuna başka açıdan cevap bulmalar -
Bugün yazmaya ihtiyacım var diyordum. Her gün değişiyor. Dün yemek yapmaya ihtiyacım vardı mesela. Sadece benim değil, cümle ev halkının da . Zira önümüzde, İlkersiz bir hafta var.
Bu hafta, Arca’nın sınav haftası yani Arca okula sadece sınavlar için gidip gelecek, üç öğün evde yiyecek.
Bu hafta, Yeliz’in noel tatilleri öncesi haftası yani Yeliz her gün ofise gidecek, hatta ofis etkinlikleri çerçevesinde bir günü ve akşamı Gent’te geçirecek, diğer akşamlar dil kursuna gidecek, evde sıfır öğün yiyecek ama zaman darlığından dolayı yemeklerini yanında taşıyacak.
Allah biliyor ya, yemek yapmak için mutfağa girdim mi, saatler sonra neler yapmış olduğuma ben bile şaşırıyorum. Üstelik kendimi müthiş yenilenmiş hissediyorum.
Sıfırın altına düşen hava koşulları, tavuk suyuna çorba ihtiyacını zirveye çıkarmıştı, ergenimle karar verdik, bir tencere tavuk suyu çorba ikimize de iyi gelecekti. Hem Arca’ya göre en iyisiydi bu çorba etli filan - bir mağara adamının et yemesi gerek - hem de benim için zira evde yokken Arca’nın yapması gereken tek şey mikrodalgada ısıtmak.
Buzlukta butları ayrılarak ayrıca vakumlanmış bir tavuğun gövdesi vardı, kemikli filan. Buzdolabında kereviz-havuç, kasalarda soğan sarımsak, terastaki saksılarda ise henüz donmamış biberiye, kekik, oregan. Hepsini attım düdüklü tencereye, ben temizlik yaparken eve mis gibi tavuk kokusu doldu. Evi, ev yapan en önemli şey koku, özellikle de pişen yemek kokusu.
Bazı akşamlar, asansörden inerken burnuma gelen ve istemsizce gülümsememe sebep olan kokuyu alıyordum ve evet, aslında aldığım koku değil duyguydu, yuvaya dönme duygusu.
Temizliği bitirdiğimde, tavuk suyu da hazırdı, soğuması gerekiyordu.
Benim markete gitmem gerekiyordu.
Ama her şeyden önce buzdolabının temizlenmesi ve eksiklerin belirlenmesi gerekiyordu.
Dilimlenmiş balkabağı çıktı dolaptan. Geçenlerde fırında otlarla közleyip ıspanak salatasına koymuştuk, epey artmış. Ispanak salatası en iyi çilekle hadi bilemedin elmayla güzel oluyor, balkabağı mevsimsel bir zorlama. Ama tabii bu benim şahsi kanaatim ve şu an konumuzla bir ilgisi yok.
Dolaptaki artık balkabağının durumu iyiydi ve benim markete gitmeden önce biraz dinlenmeye ve sıcak bir şeylere ihtiyacım vardı.
Fırını 200C’ye getirdim, soğan ve balkabaklarını kabaca dilimledim, sarımsak tuz karabiber, zeytinyağı ile harmanlayıp fırın tepsisine boca ettim. Saatimi yarım saat sonrasına kurdum, ders çalışmakta olan ergenime anne uykusuna çekildiğimi (on beş yirmi dakikalık gün ortası uykularımı biliyor) rahatsız edilmek istemediğimi bildirdim ve yarım saat uyandığımda, sonra tavuk suyunun kokusuna közlenmiş balkabağı kokusu karışmıştı.
Balkabaklarını tencereye alıp bızlatırken aklıma geçenlerde okuduğum bir hikaye geldi.
Birkaç yüzyıl önce et suyuna nefis çorbalar yapan Parisli bir aşçı bir gün dükkanının camına Latince şu cümleyi yazmış:
Venite ad me omnes qui stomacho laboratis et ego vos restaurabo.
Meali: Midesi mutsuz olanlar bana gelsin, ben onları iyileştiririm.
İşte, aşçının kullandığı Latincedeki "eski haline getirmek, güçlendirmek" anlamına gelen “restaurare” fiili zaman içinde yemek mekanlarını ifade eden “restaurant” kelimesini doğurmuş.
Bızlattığım karışıma birkaç kepçe tavuk suyu ilave edip içtim, iyileştim :)
Markete yürürken fark ettim ki, sadece yemek değil, yemek pişirmek de iyileştiriyor. Özellikle çorba. Peki siz benim blogumun adını neden “günün çorbası” koydum sanıyorsunuz? Okuyan da, yazan da iyileşsin diye.
——- devamı sonraki yazıda —-
Günaydın sabah erken okuduğum için Günaydın. Bloğun adının anlamını öğrendim. Sevgiler.
YanıtlaSilGünaydın ben de bu anlamı çok beğendim
SilEvet bana her zaman iyi geliyor burada yazılanları okumak. Ve evet, bir evi ev yapan mutfaktan gelen yemek kokusudur. Sevgiler :)
YanıtlaSilbana da senin yazdıkların çok iyi geliyor iyi ki yazıyoruz
SilHep okuyorum sizi ve hep öğreniyorum. Bana çok iyi geliyorsunuz ve ısrarla okunuyorsunuz. Sakın bırakmayın yazmayı, hem kendiniz hem de biz sessiz okurlar için. Sevgiler..
YanıtlaSilçok teşekkürler
Sil