Saatlerdir durmaksızın yağan yağmur yüzünden, açık havada yürüyüş yapma planımı erteleyip duruyorum. Evde yapılacak dünya kadar iş varken (duş temizliği, ayakkabı dolabı düzenlemesi, blog yazmak :) ) yürümek de ne? İşte tam da bu yüzden yürüyüşe çıkmalıyım bence. Çünkü bana yürümek ve açık hava iyi geliyor.
İki gündür departmanla takım çalışması adı altında Durbuy’deydik. Akşam yemek içmek, sabah toplantı yapmak ve doğa yürüyüşü ile kapanış. Yağmur çamur ve türlü mücadeleler (kalçayı kırmayalım, kaymayalım mücadele bu yani :))) bana müthiş bir enerji verdi. Hatta inanmazsın aklım daha iyi çalıştı, çalışanların yararına diye anlatılanlardan bir türlü “şirkete ne faydası var”ı çıkaramamışken bir anda tüm meseleyi çözdüm mesela.
Durbuy minik bir Valon şehri. Valonya Belçika’nın Fransızca konuşulan bölgesi, güney kısımlar. Doğası, yeşili ile müstesna bir bölge Ardennes ve yabancı turistler ne kadar biliyor emin değilim ama Flamanlar için çok kıymetli buralar. Bizim departmandaki Belçikalılar hep Flaman, çok sevmelerine rağmen dün Valonyayı yabancı bir ülke gibi gördüklerinden bahsediyorlardı.
Otel odasından |
Hem kendi ülkeleri hem değil.
Bu köprüden geçip ormana yürüdük |
Belçikalılar değişik, hala çözemedim, mesela açıkça sordum, nasıl bölge sınırları belirlendi? Dil tek etken mi ki? Zira Brüksel sadece Belçika’nın değil, Flanders (Flamanların bölgesi)’ın da başkenti. Flamanca da resmi dil olmasına rağmen ve Flamanca okullar da bulunmasına rağmen (ki Arca da böyle bir okula gidiyor) Brüksel nüfusunun sadece 5% ‘i Flamanca konuşuyor. Gerisi büyük oranda Fransızca ve diğer diller (Türkçe oranı bile daha yüksek) hatta Avrupa Birliği komisyonu sebebiyle o kadar çok İngilizce konuşuluyor ki, Brüksel bölgesinin üçüncü resmi dilinin İngilizce olması tartışılıyor.
Bir şekilde kendi dillerini konuşmanızı beklemiyorlar gibi bir izlenim ediniyorsunuz, mesela beş yıl aralıksız çalıştıysanız, resmi dillerden herhangi birini konuşmanız şart değil. Bu derece bir esneklik, bir yandan bu ülkeyi sevmenizi kolaylaştırırken bir yandan da turist kalmamak için kendinizde disiplin oluşturmanızı zorlaştırıyor, en azından Brüksel’de yaşıyorsanız.
Diğer Avrupa ülkelerinde bu esneklik yok diye düşünüyordum, - belki Hollanda? Ya da İsveç belki - ama mesela Almanya benim için her zaman dil bakımından daha katı bir imaja sahip oldu, Almanca bilmiyorsan, hayatta kalman imkansız. Bunu ırkçılıklarına bağlıyordum, ya da katı Alman disiplinine. Fakat daha farklı düşünmeye başladım özellikle Berlin tatilinden sonra. Berlin’de her milletten insan var, kafede, bırak müşterisini, kendi aralarında bile İngilizce konuşuyorlardı. Berlin’e bu esnekliği getiren kozmopolitliği ve insanların İngilizce bilmesi. Sanmam ki ülkenin diğer şehirlerinde mümkün olsun.
Sonrasında Belçikalı arkadaşlardan öğrendim ki, Almanlardaki dil katılığının önemli bir sebebi İngilizce bilme oranının özellikle de eski kuşaklar için çok düşük olması. Derken taşlar yerine oturdu.
Yaklaşık 20 yıl önce Alman şirketine İngilizcemle girebilmemin tek sebebi Almanya ile değil, distribütörlüğünü yaptığımız Koreli şirketle çalışacak olmamdı. Ama şirkete girince gördüm ki, her şey Almanca. Her şey derken… bilgisayar programları bile, Autocadi Almanca menülerden kullanıyordum mesela… Ve şirketin yarısı Almancı, bunlar müşteri temsilcisi diye geçiyor ama yaptıkları, Almanya merkezle lokal satış mühendisleri arasındaki işleyişi sağlamak. Ve kriter de Almanca bilmek. Uluslararası bir şirket olmana rağmen resmi dilin ingilizce değil ve seninle konuşacak insanların Almanca konuşmasını şart koşuyorsun. Yıllar boyunca bu inadı anlamadım fakat yavaş yavaş değiştiğini gözlemledim. Şimdi Linkedin’de her şeylerini İngilizceye döndürdüklerini görüyorum. Nesil değişiyor. Tüm o inadın ardında yatan şeyin, şirketinde merkezinde çalışanların Almanca bilmemesi olduğunu şimdi fark ediyorum.
Dil bana çok sihirli bir şey gibi geliyor. Hani söz büyüdür derler ya… öyle işte. Belki elli yıl sonra dil bilmeden birbirimizi anlayacağız. Yani bariyer olmaktan çıkacak bilmiyorum, ama bugün için ne kadar çok dil bilirsen o kadar çok ufkun açılıyor gibi geliyor. Çok zorlansam da, beceremesem de, çok uzun zaman alsa da dil öğrenme serüvenime sıkı sıkı sarılıyorum. Muhtemelen hiç bitmeyecek bir serüven olacak benim için…
Beni burada büyüleyen şey, - itiraf ediyorum biraz da kıskandıran şey - burada insanların çok sayıda Avrupa dili konuşabilmesi ve dillerin üzerine yenisini kolaylıkla koyabilmesi. Bunun altında yatan tek sebep dile yetenekleri olmaları ya da bir dilin diğerine çok benzemesi değil sadece, aldıkları eğitim de bunu mümkün kılıyor. Orta öğrenimde Latin sınıflarına devam edenlerin diğerlerine göre bir adım önde olmasını sağlayan şey de, bana büyülü gelen o fark da işte bu.
Dün Latince öğretmeniyle toplantıya girmeden önce Durbuy’den birlikte yolculuk ettiğimiz Flaman arkadaşlarıma açıkça sordum: Eğitim sisteminizde Latinceyi bu kadar önemli yapan ne? Marijke’nin anlattığı şey çok acayipti, annesi orta öğreniminde Latinceden mezun olmuş, mimar (yani Latincesini kullanabileceği doktorluk ya da eczacılık filan yapmıyor) ve hiç bilmediği konuşamadığı herhangi bir dili mesela Portekizce okuyabiliyor ve anlıyor. Lizbon’a Gece trenindeki baş karakter gibi! Bunu anlattığımda Arca, ben de biraz anlayabiliyorum dedi, hadi len dedik, daha şurda iki sene oldu, belki ancak liseyi bitirebilirsen…
Dünkü toplantının sebebi de Arca’nın arkadaşlarının etkisiyle Latince sınıfını bırakmak için “zor, sıkıcı” gibi bahanelerin arkasına sığınmaya başlamasıydı. Öğretmeni şaşırdı, sınıftaki en yüksek notu alıyordu, tarihe müthiş meraklıydı, okuduğu kitaplar, izlediği filmler hep bir şekilde Latinceyle ilgiliydi, tek yapması gereken sabretmesi ve şimdi zor gelen gramer eşiğini atlamasıydı, sonra her şey daha eğlenceli olacaktı. Ay hadi inşallah.
Toplantının tamamında Arca’nın İngilizce konuşmasından etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Çocuk baktı anası bir türlü Flamanca öğrenemiyor, bari ben İngilizce konuşayım da tercüme etmekten kurtulayım dedi herhalde :)
Bitirirken… Hala yağmur yağıyor. İlker ve Arca maçta donlarına kadar ıslanmışlar, az sonra damlayacaklar ve ben evle ilgili hiçbir şey yapmadım, yürüyüş de yapmadım, günün yarısını blog yazmakla tükettim, neymiş, dilmiş, büyülüymüş, kalk kız kaldır totonu, totonun izini çıkarttığın koltuktan da biraz ev işi yap!
Lizbon'a Gece Treni'ni okuyorum şimdi senin yazını okuduktan sonra almıştım. Çok güzel bayıldım:)
YanıtlaSilAhu