Pazar sabahı dokuz buçuğa on var. Böyle söylemesi komik geliyor değil mi? Flamancada böyle söyleniyor. Dokuzu yirmi geçiyor de, geç. Ne uzatıyorsun?
Yukarıdaki dört beş cümleyi yazdıktan sonra önce Arca sonra İlker odamı işgal ettiler. Evde başka yer yokmuş gibi, küçücük odaya sığıştılar, nerden akıllarına geldiyse Arca’nın sınıf fotoğrafı üzerinden benimle dalga geçmeye çalıştılar. Neymiş ben sınıftaki çocukları tanımıyormuşum, isimlerini sallıyormuşum. Yok öyle bir şey, bak yazıyorum işte buraya. Kayıt altına alıyorum. Ayrıca çocuklar bu yaşta hemen değişiyorlar nasıl takip edeyim.
Blog yazımın içine edilmesini müteakip bir de havuzdan yana satıldım. İlker hiç gelmez de, havuz arkadaşım Arca’yı kafalarım diyordum, nerde…
Ben sabah altı buçukta kalkmışım, okumalarımı yapmış, sabah sayfalarımı yazmışım, okuduklarımdan altını çizdiklerimi defterime kaydetmişim, gelmişim, şurda bir güzel bloga yazacağım ki okuyanlara da bir küçük faydam olsun, yok! İçine edildi. Havuza da gidilmedi. Dedim bari yürüyelim. Arca yine yan çizdi, tembel oğlan. Gözümü İlkere diktim, gidilecek dedim, yürünecek, ilk öğünden evvel açık havada mis gibi 3 derecede en az bir saat. Yan çizemedi. Yürüdük, rotamız önümüzdeki yıl yaşamaya başlayacağımız bölgeydi. Kırsala yakın, sakin sessiz.
O kadar iyi geldi ki…
Hep konuşmadık, bazen sadece sessizce yürüdük. Güneş almamış çimlerin ve çalıların üzerinde kristalleşmiş çiy damlalarına hayret ettik, tarlanın birinin en ortasında daha önce hiç görmediğimiz bir kuşa denk geldik, türü hakkında pek tartışmadık, hayvanlar alemine uzağım biraz. Ayakta uyuyan bir midilliye rastladık, Mehmet diye seslendik baktı, adı Mehmet miydi acaba? Yürüye yürüye parka ulaştık, ve artık dizimin ağrısı sinyal verince döndük.
Diz ağrısı dünden kalma. Dün kendimi sokaklara attım ben. Bir başıma dükkanlara gire çıka alışveriş yapa yapa beş saat yürümüşüm. Neden dersen …. Hafta içinden kalma Yeliz enkazını iyileştirmek için.
Tam da bunu demiştim, cuma akşamı son toplantıdan çıkarken, genel müdürüm sormuştu, her Belçikalı gibi… “hafta sonu planların neler” ne olabilir ki, enkazı ayağa kaldıracağım.
Hep böyle olmuyor mu? Pazartesi bir enerji başlıyorsun, bir iki derken üst üste günlerce yük biniyor üzerine. Bu hafta üstüne tuz biber eken departman müdürünün birkaç aylığına başka bir bölgenin satışına destek vermesi için bizi bırakması oldu. Genel müdür destek olacakmış bu arada, iyi bari.
Yılbaşı ertesi üzerime binen yüklerden (hani pazar filan çalışmak zorunda kaldığım) bir fazlası daha eklenmiş oldu. Bu defa pazar çalışmak istemediğim için - gerçekten pazar çalışmak haftayı batırmak için bire bir - sabah yedide işbaşı yaptım iki gün. Sabah yedi! Belçikalılaşmayayım derken Japonlaşıyor muyum neyim!
Nihayet cuma günü geldi. Sadece akşam üzeri VP için bir rapor toplantısı var, bütün gün tek yapmam gereken sunumu son haline getirmek ve fazla lafı dolandırmamak için önceden prova yapmak. Derken bir toplantıya çağrıldım, yılbaşı sonrası büyük olay patlayan yeni proje gündeme geldi. Ben henüz araştırma devam ediyor, biz size dönelim dedikçe öbür uçtaki adam sürekli beni hedef alıp beni ve bölümümü yapmış olduğumuz iletişim tarzımızla eleştiriyor üstelik de bilmediği halde varsayımlarla hareket ederek “siz ne iş yapıyorsunuz”a getiriyor. 1-2-3 derken … olmaktan korktuğum yerdeydim. Tuzağa düştüm.
“Kişisel algılama” tuzağı. Ve tabii ki bastım yaygarayı. Sonunda da toplantıyı terk ettim çıktım.
Haklı iken haksız duruma düşme… Kendine güvenen ve iddialı konumdan agresifliğe dönüşme… Ve tüm bunlara başkalarının şahit olması…
Toplantıdan çıktım, yarım saat kendime gelemedim. Ağladım bile. Sinirden. Kime kızdım… Görünürde karşımdaki adama. Ama biliyor musun aslında kendime. Tuzağa düştüğüm için.
O tuzağı görüp sakinliğimi muhafaza edip sakince tuzağın etrafından dolaşamadığım için.
Kişisel algılama, bencilliğin en üst mertebesidir der Don Miguel Ruiz “Dört Anlaşma” kitabında. Kişisel algılamak aslında dünyanın merkezine kendimizi koymaktır. Her şeyin kendimizle ilgili olduğunu varsaymaktır. Karşımızdakinin sözleri bizi etkiler ve eğer rahatsız ederse haklı çıkmak için ve kendi fikirlerimizi karşımızdakine dayatmak için yoğun bir çaba içine gireriz. Ve kaos başlar, aynı döngünün içinde döner dururuz.
Kendimizi kanıtlamaya, onay almaya, kabul görmeye çabalar dururuz.
Halbuki karşımızdakinin sözleri, düşünceleri bizimle değil kendisiyle ilgilidir. Karşımızdaki iyi ya da kötü ne söylerse söylesin bizi etkilememesi ancak kendimizi olduğu gibi olduğu haliyle kabul etmiş olursak mümkün olur.
Bunları bu sabah okudum, tekrar tekrar. Dört anlaşmanın ikincisi “Hiçbir şeyi kişisel algılama”.
Bütün taşlar yerine oturdu. Artık biliyorum, neden öyle davrandığımı, neden tuzağa düştüğümü, neden kendimden hoşlanmamama sebep olan davranışlarda bulunduğumu. Keşke cuma eve geldiğimde okusaydım, böylece belki bütün akşamımı kendimi çalışma odasına kapatıp, My Best Friend’s wedding izlerken şarap içip kocaman bir kase patlaşmış mısır yerken salya sümük ağlamazdım.
Bu aşağıdaki fotoğrafı buraya koyayım;
Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak bir başına dükkan gezmek ve yorulunca sıcak bir çorba içmek.
Çorba her zaman iyi gelir. (Dedi günün çorbası blogunun yazarı :)))