30 Haziran 2024 Pazar

Mayıs Haziran derken Temmuz’u ettik

 Yemeğin üzerine çay demledim. Ama demlenmesini beklerken bari bir limonlu soda içeyim dedim. Evet yine çok yemişim, regl iştahından nefret ediyorum. Baktım buzdolabında sodanın yanında tonik var buz gibi. Bir anda bol soda bol tonikli bir cin tonik içerken buldum kendimi. Sosyal medya algoritmalarının önüme 45 yaş sonrası alkol azaltımının önemini anlatan içerikler çıkarması tesadüf değil. 

Artık o içeriklerin etkisi mi, bilinmez, allah için azalttım ve bu bana bir kilo fark olarak kutsandı. Lakin regl dönemlerimin her şeyi canımın istediği dönemdeyim ve nankörlük etmeyeyim ama otuz beş senedir çektiğim bu dert beni alıştırıp güçlendireceğine kırılganlaştırıp, daha savunmasız bırakıyor. 

Sosyal medya içeriklerinin peri-menapoz minvalinde dönmesine gıcık oluyorum, hayır salak algoritma yaşıma bakıp beni menapoz kategorisine alıyorsun ama ben hala onbeşimdeki ağrılar ve iştahla döngülerime devam ediyorum. Başka kapıya!

Neyse ne diyecektim… 

Aslında bu bir “3N 1 ben” yazısı başlıktan anlamışsınızdır. 

Ne yapıyorsun diye soran olursa, “geziyorum” diyorum. Nisan’dan beri geziyorum, hatta Marttan beri. Seyahat etmenin her türlüsünü seviyorum. Beni günlük rutinlerimin dışına çıkarıyor, başka bir açıdan baktırıyor hayata ve müthiş keyif alıyorum. Uzaklaşmanın insana iyi gelen yönlerine odaklanıyorum, yeni kararlar alıyorum ve çok özlüyorum… seyahatteyken arkada bıraktıklarımı, dönünce de o seyahatlerdeki beni. 

Los Angeles İtfaiyecilerinin öğle yemeği molasında (1)

Bir Paris İki Milano üzerine bir Amerika ve Atina derken Haziranı evde tamamlamanın mutluluğu içindeyim. Arca’yı karnesini almayı müteakip havaalanından İzmir’e gönderdik, an itibariyle sevenlerinin ve özlediği İzmir lezzetlerinin sarmalında mutluluğun tadını çıkarıyor. Yarın Duru’nun mezuniyetine bizi temsilen gidecek. Evet ya evlendiğimizde birkaç aylık bebe olan Duru şimdi bilgisayar mühendisi diplomasını alıyor. Yakında Hollanda’ya mastera gelecek. Yıllar nasıl geçiyor…

Geçiyor işte, günler, saatler nasıl geçiyorsa öyle deli gibi bir hızla geçiyor. Bugün okuduğum bir yazıda Yunan mitolojisinde zaman kavramının bir sayısal - hani bir saat iki saat gibi ölçülebilir- bir de fırsat anlamına geldiği anlatılıyordu, hani izafi olan. Çocukken bir türlü geçmeyen ama büyüdükçe uçup giden…

İşte artık uçup giden zamanların içindeyiz, büyüdük ve zaman uçuyor. 

Öyle ki buz gibi cin toniğimi bitirdim, çaya geçtim, o arada usul usul serinleten bir yağmur başladı. Maç izleyen muhteremin çayını tazelerken, “ay ne güzel serinledik” dediğimde daha bu sabah İzmir havası için “ay 35 derece nasıl da kemiklerimiz ısınacak” şeklindeki cümlelerimi yüzüme vurmasa iyiydi. Bak buraya yazıyorum, şikayet etmeyeceğim, terleyeceğim, biliyorum ama o kadar özledim ki terlemeyi… 

Başka ne yapıyorsun dersen… 

Okuyorum! 

Seyahatlerdeki en yakın arkadaşım kitaplar tabii ki. Allende’nin Violeta’sını da Pinana’yı da seyahatlerde bitirdim. Denizin Uzun Taç yaprağından sonra Allende’nin beni yine o muhteşem büyüsüne çekeceği umuduyla başladığım ve öyle de başlayan Violeta, zor bitirdiğim, heyecandan yoksun, öngörülebilir bir romana dönüştü. Ana karakterin, yazarın aklına pandemi günlerinde düşmüş, iki pandemi arası yaşamış olmaktan başka ve de çocukluğu hariç hiçbir ilginçliği yoktu.  Son derece hollywoodvari bir karakterdi, yaşamının son kırk yılını ülkesinde gelişen feminist hareketlere yamanmış olarak geçirdiği izlenimini verdi. Bilmiyorum, beklentiler ve gerçekler… 

Uzun ekonomi sınıfı uçularının keyfi iyi bir kitapla çıkar ;)

Yine de elimden bırakmadım, sonuna kadar okudum. İçeriği beğenmesem de, anlatımını beğendiğim için.

Sonra tam da kızlarla kavuşma tatili öncesi, kadın hikayelerine ihtiyaç duyduğum bir anda kitaplığımda buldum. Galiba geçen yıl sipariş vermiştim de ablam göndermişti ya da getirmişti. Ayşe Başak Kaban hiç okumadığım bir yazardı, PiNAna’ya kadar. Çok tatlı, çok keyifli bir okuma benim için. Tasvirleri, karakterleri incelikle dokuyuşunu çok sevdim. İzmir’e gidince diğer kitaplarını da yüklenip geleceğim. 

Kindle’ın müthiş rahatlığına ve kolaylığına rağmen hala elime kitap almaktan, kitap koklamaktan müthiş keyif alıyorum. 

Nitekim İzmir’e taşıma pahasına yeni bir kağıt kitaba başlamış bulundum. Adaş. Henüz bir şey söylemek için erken ama sardı gidiyor diyelim. 

İşte tam bu noktada açık pencereden yağmurda ıslanmış çim kokusu geldi. Bak şimdi de “bunu nasıl özleyeceğim İzmir’in sıcağında” derdine düştüm!

Neler izliyorum? 

Tabii ki maçları izlemiyorum. Nereye gitsem peşimi bırakmayan maç sohbetlerinden daha şimdiden gına geldi. Maçlara ara verilen bir iki gün muhterem kocamla Bridgerton 3.sezonu izledik, o kadar. Manikür pedikür ve ütü yaparken ve de sosyal medya fittirirken yanda açık olan Kızılcık Şerbetinde atlaya atlaya neredeyse günceli yakalayacağım. BBG evi izler gibiyim, bir avuç insanın hayatını gözetliyorum sanki. Ama gideri var, allah için tüm o benzer diyalog döngülerinin içinde gidiyor işte. Bahar dizisi, tüm sezonun ihtişamına yakışmayacak bir sezon finaliyle hayal kırıklığına uğratmış olsa da kredisi büyük malum, yeni sezonu bekleyeceğiz. 

Ee… bayram tatillerinden dönüldü mü, neler dönüyor sizin cephede?

(1): ben tüm hanımefendiliğimle fotoğrafımı çekinirken önümden geçen Amerikalı kadın itfaiyecilere “take it off baby!” Diye bağırdı ve kanımca benden şüphelendiler :)) 


15 Haziran 2024 Cumartesi

Kalimera cınım

 Aldığınız en güzel doğum günü hediyesi hangisiydi?

Benim için en güzeli miydi belki çok daha güzelleri vardı bilmiyorum ama en anlamlısıydı. Zira ilk defa üniversiteden kızlarla kocasız çocuksuz tatile çıkmak hem de en çok ihtiyaç duyduğum bugünlerde.


“Çok kısa bir tatil için çok masraf olacak bütçemiz zaten gıdım gıdım hiç zamanı değil”, dediğimde ve evet arkadaşlarımın düşünmeksizin bu paraları ödeyebildiğine şaşırdığımı söylediğimde, muhterem kocam uçak biletimi satın aldı. Doğum günü hediyesi, dedi, bitti. (Galiba çok bıkbıkladım )



Ama şarkılarını bildiğimden bile emin olmadığım grubun konserine gitmemem konusunda hemfikir olduk. İşte böyle… sonra Elvanın vizesi çıkmadı, konser bileti o kadar pahalıydı ve ben gitmeme niyetinde o kadar nettim ki, Elvanın biletini almak aklıma bile gelmedi. Gerçi o, bileti gönderdi, sen git dedi. Bütçe ayırmamışım, hediye kabul etmek için çok yüksek bir fiyat yani nerden baksan içime sinmedi. 


Sonra ne oldu söyleyeyim. 


Cuma günü denize girdik. Benim karpuzları denize düşürdük nitekim. (Yazar burada şyşce semirmiş totosunun iki lobuna gönderme yapıyor) Cumartesi de Acropolis’e çıktık. Allah biliyor ya, keçi gibiyimdir, dağ taş demem tırmanırım. Çıktık, indik derken yemek yedik, yemekten sonra çarşıda gezerken ve de bir dükkanın önünde pipili gazoz kapağı açacaklarına gülerken dükkanın basamağında bileğim döndü, düştüm. 


E kocanı bırakıp pipili gazoz açacaklarına dalar gidersen Allah çarpar. 



Benim bileğim çok burkulur, yolda dönüverir düzelir, düşsem bile iki adım sonra yürümeye devam ederim. Alışkınım. Ve biraz da bundan sebep bu defakinin çok ciddi olduğunu anladım. Kendimi, kırık çatlak var mı diye düştüğüm basamakta yoklarken kızlara “durum ciddi acil buz bulun” diyebildim.  Karşı lokantadan buz koşturan garson ne kadar iyi bir insansın, gönlüne göre versin. Ben eve yollandıktan sonra da kızlara sormuş sağ olsun. 


Bir on beş dakika kaldırımda buz tedavisi sonrası Emelle eve döndük, diğerleri daha fazla buz bulmak için arkada kaldılar. Az sonra kırık olmadığından emin - malum kırık olsa duramazsın :)) - olunca kızlarla olayın istişaresine girdik. 


Nazar mıydı? 

Başkasının nazarı mıydı yoksa o kadar sevinmiştik de kendi kendimize mi nazar değdirmiştik? 

Hem zaten ben o konsere gitmeye hiç niyet etmemiştim acaba bilinçaltında bir yerlerde kendimi mi sabote etmiştim? 

Bana oldu daha mı iyi oldu acaba - tövbeler olsun iyi ne ya - zira kızlar deli paralar vermişlerdi konsere, ya o niyetle gelmiş olanlardan birinin başına geleydi?

Yok yok verilmiş sadakamız vardı da daha beter olmadı


İstişareler tüm gece sürdü. Bir kısım nazara enerjiye yorarken bir kısım “çağırmaya” başka bir kısımsa “anlam yüklemenin yanlışlığına” dikkat çekti. Ne olduysa oldu nihayetinde pazar fazla sokaklarda gezmeden eve konuşlandım, kızlar konsere gitti, ben de zaten planladığım üzere açtım dizileri filmleri, açtım yunan birasını terasta yaz akşamının tadını çıkardım.


Bu yazıyı buz koymadıkça şişmeye devam eden bileğimle ben uçaktayken yazdım. O günden beri buz jel tedavisi ve az yürümekle bileği beterinden kurtardık.


Her şeye rağmen şahane bir üç gündü. Kız arkadaşlarımla uzun uzun sohbet ettim, yüksek sesli kahkahalarla Atina sokaklarını şenlendirdim. “İyi geldi” demek hafif kalır. Seneye nerede ve ne zaman buluşacağımızı şimdiden konuşmaya başladık. Tabii bu defa Elvan da.. 


4 Haziran 2024 Salı

Macera dolu Amerika

 Nankörlük yapmış gibi olmayayım ama bu yılki müşteri ödül gezisine katılacağım netleştiğinde, “tüh ya keşke Japonya’ya gidilen geziye denk gelseydim” dedim, yalan yok. Bu yılki Amerika’ydı. San Francisco Silicon vadisindeki ofiste seminer gününü müteakip müşteri gezdirmece ve dolayısıyla kendin de gezmece. En iyi iş seyahati biçimi lakin Amerika’nın bir cazibesi yok. 

Filmlerde gördüğümüzden farklı ne gördün dersen, az buçuk Mission District turunu sevdim, gerisi aynı. Biz San Francisco Sokakları dizisiyle büyümüş nesiliz, Pretty Woman’ın alışveriş yaptığı caddeye hakimiz, Beverly Hills desen malumunuz. 



Kültür desen yok, tarih desen yok, mutfak desen büyük porsiyonlar işte o kadar. Ha bir de insanlarının hepsi mi high olur kardeşim? Bir dükkana giriyorsun, başlıyorlar “günün nasıl geçiyor?” Hem de büyük volumda… sana ne kardeşim benim günümden. Hayır yani ben enerjisi yüksek, pozitif, gülümseyen bir tip olarak tanınırım, bunların yanında nemrutun önde gideni oldum. 


Her yanda evsizler, ama bir o kadar da gösteriş, ışıltı öte yanda… Bir yanda deli gibi spor yapan tıfıl tipler, öte yanda obez çocuklar… Ülkece bipolar vaziyetler…


Bir de bir şey satın alayım diyorsun, vergisi bahşişi bilmem nesi hop etiketin üzerinden 20-30% giriyor. Ne ara nasıl? Zaten bahşiş vermezsen dayak yemediğin kalıyor, öyle acayip bir durum. Uzun lafın kısası, iş için olmasa o kadar yolu çekmeye değmez. Hani jet lagdan muzdarip olmaya meraklıysan bari Meksika, Şili efendime söyleyeyim Brezilya’ya, öte yandan Japonya’ya git de değsin bari. 


Gerçi Santa Monica bizim İzmir’e benziyordu, palmiyeleri, yaseminleri, begonvilleri filan sıcacık keyifli bir sayfiye gibi. Büyük yolları ve büyük arabaları ile karbon salınımını zerre sallamayan bu koca ülke Avrupa’dan gelen biz zavallı sürdürülebilirlik neferlerini üzdü. Bir de nasıl cahiliz, yolda gördüğümüz Coco’nun videolarını çekeceğiz diye yemeğin sahibini muhtemelen çileden çıkardık. Getir’in yerini Coco almış, insansız kurye aracı. İnsansız pek çok şeyden biri de taksilerdi. Uber’den bile ucuzmuş. Uber deyince, tabii ki Türk şoförlü bir tanesine denk geldik. Türk’ün olmadığı yer var mı? Her yerdeyiz.


Bizim üniversite öğrenciliğimiz zamanında Amerika’ya kapağı atmak gibi trend vardı. Fakülteden pek çok arkadaş master dil okulu vs için Amerika’ya gitmişti. Bizim vizyonsuzluğumuzdan mıdır nedir, hiç aklıma bile gelmemişti. Gidenler de hep kaldı, demek ki, benim hala görmediğim iyi bir şeyler var Amerika’da. Şimdi bakıyorum da, gençler daha çok Avrupa’yı tercih ediyor, ya da bendeki algı o şekilde, nitekim Duru seneye Hollanda’ya mastera gelecek.


Belçika’ya inice kendimi evimde hissettim. Avrupalının o gösterişten uzak hatta mesafeli duruşunu özlemişim, kimse bana günümün nasıl geçtiğini sormaması ne iyi!