10 Temmuz 2014 Perşembe

Middlesex

Çok karakterli romanın merkezindeki karakter bir hermafrodit yani çift cinsiyetli bir insan. Bu genetik bir farklılık aslında. Ve hepimizin aşina olduğu homoseksüellik, travestilik veya transeksüellikten çok farklı bir şey. Dişi olarak doğup hayatının belli bir dönemi kız çocuk olarak yaşadıktan sonra erkek oluyor kahramanımız. Ama tam erkek oluyor diyebilir miyiz? 


Hayır! Bence hayır. O tam anlamıyla bir üçüncü cins. Ne dişi ne erkek…ve üremesi mümkün değil. Aslında bu cins oldukça nadide bir tür. Belki de böyle olması, doğa ananının bize bir uyarısı. “Bak yavrum akraba evliliği yapmayın, yoksa çekinik olan bu gen açığa çıkar ve çift cinsiyetli çocuklarınız olur. Bu çocuklar üreyemez ve neslinizin devam etmesi mümkün olmaz” diyor. Aman ha neslimiz kurumasın : )


Middlesex ilginçtir ki sadece bir hermafroditin yaşadıklarını anlatmıyor. Bunu anlatabilmesi için zaten çok gerilere gitmesi gerekir. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlara. Azınlıklara özgü o kendini koruma içgüdüsü, akraba evliliklerine, hatta aile içi evliliklere dayanıyor. Ve bu aslında çekinik olan gen, kardeş ve kuzen evlilikleri ile kuşaklar sonrasında çıkıyor. Middlesex, bu kuşakları, yaşadıkları dönemlerin önemli olayları ile çarpıcı bir şekilde anlatıyor ve kahramanımız  her olağandışı insan gibi çok çetin bir içsel süreçten geçerek günümüze geliyor.

Middlesex’te ne ararsan var. Özellikle de bir “çok satan”da olması gereken ne varsa… Yakın tarih, savaş, Amerikan’ın buhran dönemi, iç ayaklanmaları, ergen cinselliği, ensest, önyargı, hoşgörüsüzlük… Say say bitmiyor.. Üstelik oldukça akıcı bir üslubu var, çevirisi de son derece başarılı. 

Merak ettiğim bizim ülkemizden de izler taşıyan hatta Bursa’da doğan, İzmir’i anlatan (özellikle de o yılların çokuluslu, çok dinli, hoşgörülü İzmir’ini)  ve 1922 yangınının ardından Detroit’te göç ile devam eden bu roman nasıl oldu da ülkemizde yeterince ilgi görmedi? 

1 yorum: