23 Mart 2024 Cumartesi

Baharı beklerken

Ortalama bir Belçikalı için bahar gelmiş olabilir ama benim için henüz değil, bekliyorum.

Baharı beklerken maaile hasta olduk. Tabii ki virüsü eve Arca getirdi, İlker aman asla pas geçmedi, ben yırttım yırtıyorum derken perşembe sabahı yakalandım ve iki seksen yamuldum. Ben hasta olunca sürüne sürüne işe gidenlerdenim, ya da en azından evden çalışanlardanım. Bu defa yapmadım, onca yetiştirmem gereken iş ve girmem gereken toplantı varken sürünme fikrine bile dayanamayacak kadar bitkindim, bu defa doktora gittim. İyi ki de gittim, boğazım için sprey, çalışmamam için de iki gün rapor verdi. Alırken hala “yani ben bunu alıyorum ama belki kullanmam, evden çalışıveririm yarın belki iyi oluveririm” diyordum. 


Oluveremedim tabii ki, perşembe öğleden sonra uyudum, akşamına çay çorba devam, cuma bitkin hissettikçe uyumalarla ancak akşamına toparlayabildim. İşe gitsem hafta sonunu ayak geçiremezdim. 


Baharı beklerken, fark ettim ki herkes Bahar’ı bekliyor. Yani Bahar dizisini. Ben de! Ne vakittir, içimizi açan bir yapıma denk gelmemişsek demek ki, kalbimiz pır pır. Ben en son böyle keyifle “İkinci Bahar” dizisini beklediğimi hatırlıyorum. Baharlar iyidir. 


Baharda doğduğum için annemin adımı Bahar koymak istediğini öğrendiğimde, tüh demiştim ne güzel olurdu. Ama kardeşlerin isimlerinin benzer olması modasına kurban gitmişim meğerse. Yeşim Yeliz. Öyleydi bizim zamanlar. İlkerin de kardeşi bundan sebep İlknur. Burcu - Duygu vardı arkadaşım. Burcu Banu Ebru vardı mesela. İşte o ilk kardeşe verilen ismin senin ismine etkisi olması ne fena.


Ben yine de ismimden şikayetçi değilim, ecnebiler kolay telaffuz ediyor en azından. 


Baharı beklerken…




Bahar dalları da geçit töreni gibi… Bizim sokaktaki minik beyaz çiçekli ağaçların yapraklanma sırası geldi, çiçeklerini döktü de bütün sokağı beyaz puantiyelerle bezedi. Arabaların üstü dahil her yer beyaz benek. 


Manolyaların iri taç yapraklarını dökmesini müteakip çiçeklenme sırasını kiraz ağaçlarına bırakmasını bekliyoruz. Sokaklar sümbül kokuyor, yakındır yerlerini lalelere bırakacaklar. Bluebell çiçeklerini bir Hallerbos ormanından açar sanıyorsanız yanılıyorsunuz, tohumlarının döküldüğü her yer Hallerbos onlara, evlerin bakımsız bahçeleri bile. 


Baharı beklerken Flamanca A1 sertifikamı üçüncü defa aldım. İlkini iş yerinin kursundan almıştım. Araya Covid girdi, benim Flamanca güme gittiydi. Sonraki kursa gitme girişimimle A2’yi bile atmıştım cebe, hatta B1’e başlamıştım. Araya işte yeni sorumluluklar ve fazla mesailerle iş seyahatleri girince kalıvermişti öylece. Baktım kursla olacak gibi değil, daha gerçekçi hedefler koydum kendime ve her bahar gibi bu bahar da harekete geçtim, bu defa uygulama üzerinden. Derslerin üzerinden geçip güya hemen B1 atlayacaktım, ama yok öyle değilmiş, tek tek alıyorum sertifikaları yeniden. En çok A1 sertifikası alan insan olarak rekorlar kitabına geçmeden A2’yi almam lazım. 


Baharı beklerken martiniçkalarım da kolumda bekliyor baharı ve göçmen kuşları. Buralar ayaz buralar kış, göçmen kuşlar ne zaman uğrayacak da benim dilekler olacak? Peki ben o kuşların göçmen kuş olduğunu nasıl anlayacağım? Leylek olmasa da mesela karga olsa, ya da ördek? Burda ben hiç leylek görmedim, kargayla halledemez miyiz? Yok mu bunun bir oluru? Göçmen kuşların bile uğramadığı buralara biz geldik göçtük, ne acayip ne deli sorular bunlar…


Baharı beklerken delirmeye az mı kaldı nedir?

18 Mart 2024 Pazartesi

Yaşlandığını nasıl anlarsın vol.10

 Evde bulunmama müsaade edilen tek yerdeyim, odamdan bildiriyorum. Neymiş,ben salona ya da mutfağa gidince Galatasaray gol yiyormuş. Bir su alayım yok, gelme! Peki işte attılar beni evin öte tarafına. 

Evin öte tarafında ütü yapıp, Kızılcık şerbeti batağında debelendim bir süre, sonra aldım klavyeyi elime. 


Birkaç gündür Duru bizde. Bu Duru başka, yani ablamın kızı olan 22’lik değil, uzaktan eltim Zeynep’in 17‘lik Duru’su. Bir gün mesaj attı bana, vizem var, birkaç günlüğüne geleyim dedi, bayıldım. Atladı geldi, hatta geldiği gün ben Milano’daydım iş için. Paris’e günübirlik gidebilir miyim sence demişti, “iş için defalarca gittim gidilir ne var” dedim, ayarlamış biletini bir de Paris’i gördü, Antwerp’ten sonra. Seneye sınava girecek, mimar olmak istiyor, Teknik üniversite istiyor, yapar mı yapar. Cumartesi Arca’nın maçı vardı biz bütün günü kız kıza geçirdik, şahaneydi. Baktım baktım, bizim oğlan iki seneye bu mertebeye gelir mi dedim, hmm belki on iki seneye o da inşallah. 



Duru’yla birlikte altı senedir yaşadığım şehre yeniden turist gözüyle baktım, fena değil aslında, keyifli şehir. Duvar resimlerini, her an bir yerlerden çıkan ufak tefek sürprizlerini, parklarını, kozmopolitliğini, ve bundan sebep gelen herkese açık oluşunu seviyorum. 


Neyse bu arada maçı yendik, benim arka odaya atılmam sayesinde yenmişiz. İyi bari işe yaradı. 


Maçtan sonra İlker akşam yemeğini hazırlarken Arca’yla Duru da Arca’nın Fransızca ödevi için yemek tarifi video çekimi yaptılar. Müthiş eğlendiler. Eski fotoğraflarını buldum çıkardım. Nasıl da gözümüzün önünde büyüdüler, nasıl da kocaman bireyler oldular…. Zalimsin zaman. Onlar büyüdükçe bizim yaşlanmamız peki? Ona ne demeli… 


Yaşlanmak deyince aklıma geldi. Geçen Milano’ya fuar gezmek için gittim. Günde on beş binden fazla adım atınca dengem bozuldu, resmen perte çıktım. Yaşlanma farkındalıklarında daha da kötüsü varmış, otel odasının büyüteçli aynasında gördüm, bir süre kendime gelemedim. Kim bilir kaç zamandır orada olduğunu bile fark etmediğim çene kılı! Evet! Çıktığına mı yanarsın, çıktığını görmediğime mi? Her şekilde sebep aynı yaşlanıyorum! Bu korkunç tecrübeyi derhal İlker’e bildirdim. “Kıllanıyorum ve bunu görmüyorum!” “E tamam işte yaşlanıyorsun” Sağ ol be tertip! Senin nüfus cüzdanın daha yeni sanki. 


Yok yok benim kafalar değişti bacım kardeşim. Ben artık kırk beşi geçtim, kabullenmenin eşiğindeyim. Mesajım net; yaşlanıyorum evet, ama huzurlu, keyifli neşeli yaşlanalım. Bunun için de tabii ki sağlık önşartı var. Ki geçen hafta bağırsaklarımın ağrısından öyle çektim ki, neredeyse doktora gidecektim. Gitmem lazım zaten, korkumdan ne kan testi yaptırıyorum, ne de kontrole gidiyorum. Tüm hafta içi sırt bel ağrıları çektim. Hani sürekliliği de yok, olsa soluğu doktorda alacağım. Ara sıra yokluyor, gidiyor. 


Benim kafalar değişince blog da yaşlı emekli bloguna döndü. Elimize doğanların yetişkinliğe adım atışlarını anlatıyorum, götüm başım ağrıyor diye şikayet ediyorum, nasıl bir batağa savrulduğunuzun farkında mısınız? Aman kaçın kurtarın kendinizi. 


10 Mart 2024 Pazar

Manolyalar, kamelyalar, bahar dalları vesaire

 İçim sıkılıyordu, dün akşam üzerine kadar üzerimdeki depresif hali atmak mümkün olmadı, ne uyumak kar etti, ne yazmak… Ancak akşam üzeri İlker aradı, güzel bir konuşma yaptık, ilişkiler üzerine, şanslı olduğumuz hakkında ve birbirimizi çok özlediğimizden bahsettiğimiz… 

Yürürken karşıma çıkanlar vol.1847741819

Bir bira açtım, bir haftadır kafamı gömdüğüm dizi batağından bir bölüm daha devirdim, içimdeki sıkıntıları hayra yormayı telkin ettim kendime, yemeğin üzerine bir demlik çay içtim, sayfalarca kitap okudum ve papatya çayımı müteakip uyumuşum. 


Sabaha içimde güzel bir enerjiyle uyandım. Biraz sırtım ağrıyordu, yoga yaptım, biraz karnım ağrıyordu bir sıcak su içiverdim, meditasyon yaparken… Bugün çok iş yapmaya niyetliydim, madem dünü depresyona ve Arca’ya şoförlüğe kurban etmiştik, yarınlar yokmuşçasına iş yapacaktım hatta rapor hazırlamakla yediğim cuma günümün kalan işlerini de bitirebilirdim, bir bilgisayar açmaya bakardı. Bunları yazmıştım sabah sayfalarıma. Hatta birilerinden alamadığı eski bir alacağına üzülen kocam için de para ne ki ya zaten zengin filan olmayacağımızın farkındayım ki, o para da eksik kalıversin yazmıştım. 





Derken işten arkadaşımın doğumgünü olduğunu hatırladım, tam elime telefonu aldım, İlkerin keyifsiz sesi. Bir başka para mevzusu. Olmasa iyiymiş de olmuş işte ne yapalım. Ama onu öyle üzgün duymak benim de bütün keyfimi kaçırdı. Giden paradan ziyade, kaçan keyiflere takıyorum ben. 


Üstüne bir bardak su içtim de, için soğumadı. Üstüne üç çeşit yemek pişirdim, menemene ekmeği şamandıra daldım da geçmedi. Dellendim, banyoların temizliğine girdim, girmek ne kelime paraladım, para etmedi. Attım kendimi sokağa. Günün tek şansı güneş açmasıydı, güneş kremi sürmüştüm işe yarayacaktı, ne mutlu! Hayat bana büyük maddi mucizelerle gelmiyorsan, küçük avuntularla gel ki, dayanmak kolaylaşsın. 


Bir saatten fazla yürüdüm, manolyaların, kamelyaların fotoğraflarını çektim, kulağımdaki kitapta kısır gömüyorlardı, canım çekti, eve geldim, kinoa haşladım. Kısır yapacağım ya, gaz mı yapsın bulgur kinoayla yapacağım tabii…


Bazı küçük denk gelişlerle mutlu olan, böyle bir mutlu olma haline de hala şaşıran saf salak bir yapım var. Şöyle ki, sabahın bulaşıklarını dizdiğim bulaşık makinasıyla, aylardır temizlik yüzü görmeyen banyo paspaslarını tıktığım çamaşır makinası ve hatta kısırı yaparken karıverdiğim kekin pişmesi yok dur arttırıyorum, kısır soğusun diye beklerken yapıvereyim dediğim ütülerin bitmesi aynı dakikalara denk geldi. 


Sokağa çıkınca güneşin yüzünü göstermesi gibi tatlı bir gülümseme kapladı yüzümü. 


Kısırı gömdüm. Üzerime tüm günün yorgunluğu çöktü, halbuki ben sunumumu bitirecektim, hay allah, bir yarım saat kestirmişim. Uyandığımda yağmur başlamış, hava serinlemişti, Arca ise yan kanepede maç izliyordu. Kekimin yanına bitki çayı yaptım. Annem sarma gönderiyormuş, yarının yemeği çıktığına göre sabah pişirdiğim barbunya ve bamyayı yiyelim bari başka yemekle uğraşmayalım, diye karar verdik, iç sesim ve kendim. 




2 Mart 2024 Cumartesi

Kayıtlara geçsin

 Tütsümü yaktım, çayımı koydum, televizyonu kapattım. Bugünü kayıtlara geçirmek için geldim.


Başarı, mutluluk gibi günümüzde hedeflere konan olgulara uzun süre kafa yordum. İşin içinden çıkamadığım, ikilemde kaldığım zamanlar oldu, kafamda bir yere oturtmak zaman aldı, ama oldu. Artık benim için başarı da mutluluk da net. 


Yapabileceğinin en iyisini yapıyorsan ve sonuçta tatmin olduğunu hissediyorsan, başarılısındır. 


Huzurunu ve neşeni, hiçbir şeyin kaçırmasına izin vermiyorsan, dengeni muhafaza edebiliyorsan mutlusundur.


Mutluluğun formülü çok açık ama sen ben ve bebek değil tabii ki. Denge. 


Bir toplantıdan diğerine sürüklendiğin, aralarda birileri seninle konuşmak isterken çişini yapmayı unuttuğunu fark ettiğin günlerde denge kurmak her zaman kolay olmuyor. Böyle zamanlar için evden çalışma opsiyonu süper bir icat! Neredeyse pandemiye şükredeceğim. 


Sabah yedide işbaşı yapmayı da sağlıyor, çamaşırları yıkamanı da, hatta öğle tatilinde zeytinyağlı taze fasulye pişirmeyi de. Laf aramızda pek güzel yaparım, hem de bizim ayşekadın fasulyesi bile değil, Fas’tan çalı fasulye peh!


Neyse sabah yedide işbaşı yapınca, girmeme gerek olmayan toplantıları atlayıp tüm hafta yoğunlaşamadığım işlerime vakit ayırınca, hem az önce saydığım tüm ev işlerini hallettim hem de üç buçukta dükkanı pardon bilgisayarı kapatıp kendimi dışarı attım. 


Önce internetten aldığım pantolonu iade etmek için postaneye uğradım. Bayılıyorum Brüksellilerin Flamanca konuşamamasına. Gişedeki kız, mahçup oldu, Flamanca konuşamıyorum filan diye kıvrandı, hemen ingilizceye döndük, canıma minnet. 


Sonra atladım tramvaya merkeze indim. İşlerimi, yarın Arca’nın maçından sonra da halledebilirdim ama neden cumartesi günümü koştur koştur iş halletmeye vakfedeyim ki?


Kuafördeyken içip çok beğendiğim, - hatta Zeynep’e (Tea Pot) o karışımdan numune gönderecektim de yap bunu iyi satar dediydim - çayın dükkanı açılmış merkeze, çocuk gibi sevindim. Hemen bir paket aldım, bir an evvel eve dönüp çayı içmeyi hayal ettiğime şaşırdım. Harbiden bu nasıl bir naifliktir? 


Tramvaya binmeden hemen önce alıp bez çantaya attığım taze çekilmiş kahveler, paketin üzerinden mis gibi koktu, tramvayı kokuttu. Eve geldiğimde Zeynep’in kızı Duru’dan mesajlar vardı, bize geleceği tarihle ilgili yazıştık, çayı bulmuştum, Duru geldiğinde annesine götürebilecekti, Türk çay severleri de çok yakında benim favorime ulaşacaktı.


Çayımı demledim, Arca’yı beklerken İlker’le konuştum. Evet kendisi İzmir’de üç gündür, her gece rakı balık. Allah sonumuzu hayır etsin. Ki tembihledim, yeme dedim, az ye az iç dedim ama kim sallıyor ki beni? 


Arca geldi, mis gibi taze fasulyemizi gömdük. 


Her akşam olduğu gibi, porselen demliğimde Türk çayımı demledim, Türk dizimi açtım, ve işte buradayım.


Bugünü bitirmeden önce, kayıtlara geçirmek için.


Bugün aferin dedim kendime. Evden çalıştığım için, işlerin altında yığılmadığım için, hayır diyebildiğim için, fazla mesai yapmadığım için, kendimi eve kapatmadığım için….


Bugün kendimi başarılı ve mutlu hissettiğim için. 


Bir de bunları yapamadığım başka bir gün blog sayfalarıma sığınacak olursam, bu satırları okuyup kendime gelmek için.

24 Şubat 2024 Cumartesi

Bir ergenle yaşamak

Fırına gitmek için çıkarken kulaklıklarımı almamışım, mecburen şehrin müziğini dinledim. Sabah kuşları hava sıcaklığı beş derece civarında ötmeye başlıyorlar. Bir de bütün geceki yağmurun kokusu vardı havada. Bu kokuyu her aldığımda gülümsüyorum, bizim oğlana adını verdiği için. 

Arca ismini ilk duyduğumda çok hoşuma gitmişti, anlamının Türkçede “temiz” olmasından ziyade eski Rumcada “yağmurdan sonraki toprak kokusu” olmasından etkilenmiştim.


Neyse işte ufaktan gözlerim doluvermiş yürürken. Ne de olsa bugün analığımın on beşinci yılını kutluyoruz. Kutlamalar çerçevesinde ergen beyimiz pain au chocolat sipariş ettiler de, ana yüreği dayanamadım sabahın köründe fırına yollandım. 


Kutlamalar zaten yemek çerçevesinde dönüp duruyor. Bizim oğlan asla party animal değil, yıllar var ki doğum günü partisi yapmıyoruz, en son Belçika’ya taşınmadan önce bütün sülaleyi çağırdığımız bir parti vermiştik. Ondan sonra taşınmaya karar verdiğimiz için mi acaba Arca’da parti travma oldu? Ya da belki de anne babasıyla güzel yemekler ve pasta ile kutlamayı tercih ediyordur. Yani umarım…


Bak işte bunları düşünürken de gözlerim doldu. Analık fena. 


Bugün on beş yaşını bitirecek bir ergen var bizim evde.


Ergen velet şahane bir deneyim, herkese tavsiye ederim. Hoş, etmesem ne olacak, illa ki bu zevk tadılacak.


Dumur diyaloglar tam gaz devam;

Y: Arca beni sinir ediyorsun!

A: Asla! Bence sen, sinir olmayı seçiyorsun.


Çok didiştiğimiz oluyor ama, bakma, çok eğleniyoruz. Gerçekten çok komik bir çocuk Arca. Doğum günü hediye listesinde iki tane parfüm var mesela ki ben buna da şükür diyorum. Benden fazla parfümü var. Ici Paris parfümeri zincirinde çalışanlar Arca’yı tanıyor, neden? Çünkü sürekli parfüm numunesi topluyor. Sadece kendisi değil, bizi de arkadaşlarını da bu organizasyona dahil ediyor. İsimler elimizde parfüm numunesi topluyoruz. En beğendiğini seçebilmek için yoğun araştırmalara giriyor, cepleri parfüm tester kağıtlarıyla dolu. Asla şaka yapmıyorum.


Bir akşam bizi odasına davet etti, parfüm seçecekmişiz. Bütün gün o dükkan senin bu dükkan benim gezmiş, tester toplamış, üstlerine isimlerini yazmış, alt notaları üst notaları ne haltsa kategorize etmiş, bize danışacakmış. Kahve kavanozunu da aldık yanımıza, iki yetişkin bir ergen ha boyna kokluyoruz. Neden sonra, “abi n’apıyoruz biz ya” diye aydım. Millet ailece film izler, ne bileyim, kutu oyunu filan oynar biz ailece bizim oğlana parfüm seçiyoruz. Buyrunuz o akşamdan bir hatıra.




Sadece parfüm değil, kokoşluğun her türlüsü bizimkinde. Mesela mutfağa gidecek, yolda tuvalete uğrayıp aynada saçlarına ve kaslarına bakıyor. Zaten sürekli Hulk vaziyetinde dolaşıyor. Günde iki defa duş alıyor, ter kokusuna asla müsade etmiyor, terlerse günde iki kat kıyafet değiştiriyor.


Saçları dökülüyormuş, acilen doktora gidilmeliymiş, bir ilaç versinmiş. Oğlum baban da kel, senin de muhtemelen akibetin bu olacak, çok da şeetme diyorum, gözlerini kısıp bakıyor, artık içinden genlerine nasıl sövüyorsa…


Ayna demişken, bizim odaya çöreklendi, boy aynası varmış. Odadan sepetliyoruz, çıkıyor evden asansörü çağırıyor, aynasından kendine bakmak için. Yılbaşı hediyesi olarak odasına boy aynası aldık, kurtulduk. 


Sadece saç, kas filan olsa neyse, benim her türlü kişisel bakım malzememe ortak. Serumlar, maskeler, gülsuyu, deodorant paylaşımları sıradanlaştı, velet benim gua sha taşıma da ortak! İzmir’e gittiğimde mesajlar atıyor, neredeymiş gua sha yoksa yanımda mı götürmüşüm? Neymiş efendim, gece yüzü şişmiş ödemden, sabah düzeltmeliymiş. 




Bunları arkadaşlara anlatınca teşhisi koyuyorlar, kız var diyorlar, kesin birinden hoşlanıyor. Dürtüyorum arada, var mı lan birileri diyorum, yok diyor, olursa söylerim diyor. Yerim. Gerçekten Arca ergen filan ama kafa hala bıdık oğlan. Sadece Playstation, futbol, antrenman, futbolcular, maçlar, öküz gibi yemek, kişisel bakım, parfüm ve polisiye romanlar okumak dışında pek bir şeylerle ilgilenmiyor. Kızlarla hele hiç! Biz bunun babasını bilmesek… Neyse bakalım. 


Bugün on beşini bitiriyor bu göbekteki velet. 



Hem bu kadar hızlı geçmesi bu yılların, hem de yüzyıl kadar uzaktaymış gibi doğduğu gün… İnanılır gibi değil. 


23 Şubat 2024 Cuma

Atomik alışkanlıklar

 Okurken Pixies’den “Where is my mind” çalsın kafanızda, çünkü benim kafa öyle

küçük alışkanlıklardan ibaret yaşamlarımız. Küçük tesadüfler ve gülümseten küçük anlar var ya oradan yakalıyorsun. 

Her akşamın küçük rutini, yemeğe otururken çay demlemek. Sonra da ne yapıyorsak, televizyon mu, sosyal medya mı bir şeyler okumak mı fark etmez, elimizde çay bardaklarımız, öylece yayılıyoruz, bir demliğin dibini görüyoruz. 

Yorgunluğa çaydan başka şifa düşünemiyorum. 

Ama bu akşam… Yemekten sonra çay mı demlesem yoksa direkt papatya çayı yapıversem diye ikileme düştüm. Zira İlker ve Arca yemekten sonra arkadaşlara gidip maç izleyeceklerdi, koca demlik çayı tek başıma mı devirecektim? Hiç içimden gelmedi. Ama yemek sonrası yorgunluk iyice çökünce, yok dedim demleyeceğim, ne olacaksa olsun.

Demledim, mis gibi. Bardak dolabını açtım ve iki bardak iki tabak çıkardım, ikisine de çayları koydum, işte burda Pixies canlar basıyor yaygarayı “where is my mind” 

19 Şubat 2024 Pazartesi

Blog içerik listesinden yapay zeka endişesine (Bölüm 2)

 Nerede kalmıştık? Yapay zeka ve korkutan gelecek. (Bölüm 1 için tık lütfen)

Blog içeriği listesinden buraya nasıl geldik hiç bilmiyorum. Ama umuyorum benim yazarken keyif aldığım kadar okuyanlar da okumaktan keyif alıyordur. Belirtmeme gerek yoktur sanıyorum, bu iki yazı içerik listemde yoktu bile!


ChatGPT’nin ilk çıktığı zamanlar yürüyüş yaparken dinlediğim Özgür Mumcu ve Eray Özer’le yeni haller podcasti (Yapay Zeka) beni epey korkutmuştu. Bana çok uzak sandığım gelecek, burnumun dibindeydi ve bilmezlikten gelen o korku keyfimi kaçırmıştı. Lakin yine de bize daha uğramaz diye teselli ediyordum kendimi. Ta ki, önceki postta bahsettiğim örneklere kadar. Evet ekip arkadaşlarım kullanıyordu, evet hayatımızın içindeydi. Ne kadar detay verirsek o kadar doğru bir data veriyordu bize, bizim verdiğimiz datalar ne oluyordu? Kimse bilmiyordu. 


O büyük veri bulutunun içinde bize ait her şey yok muydu? Bu kadar bilebilen, öğrenebilen bir zeka varken insana ne gerek vardı?


Bugün işlerimizi kolaylaştıran bu teknoloji, yarın işlerimizi yapacaksa, bize ne gerek vardı?


Zaman içerisinde yok olan sektörlere, tedavülden kalkan mesleklere tanık olduk. Makinalar işleri devraldıkça, meslekler dönüştü, yeni iş alanları ortaya çıktı. 


The Intern filmini bilirsiniz, Robert De Niro ve Anne Hathaway başrollerde yetmişlik bir stajyer ve onu genç patronunu oynar. Patronun ofis binası yıllar önce telefon rehberi yapan bir fabrika ve stajyer de orada kırk yıl çalışmış. Filmin odaklandığı jenerasyon farkı konusunun yanı sıra en güzel mesaj, işlerin dönüştüğü, hızlıca akıp giden iş hayatının değişimleri içinde baki olan tek şeyin bizi insan yapan özelliklerin değerini hiç kaybetmemesiydi bence. 


Bugün gelinen noktada yapay zeka hızlı, mükemmel, vs olabilir ama insani dokunuşlara sahip olabilir mi? Şimdilik hayır, şimdilik.


Peki biz ne yapabiliriz? Öncelikle öğrenebiliriz, anlayabiliriz, merak ve öğrenme hevesi ile yapay zekayı anlamakla başlayabiliriz. 


Ve kendimizi sürekli geliştirebiliriz, analitik ve yaratıcı düşünme yeteneklerimizi artırmanın yollarını bulabiliriz. Zira bir robotun kusursuz ve hızlı yapabileceği bir üretim bandında hala insan çalıştırma ısrarı bugün ne kadar komikse, gelecekte bir yapay zekanın verebileceği operasyonel işi üstümüze almak da o kadar saçma olacak. 


İflah olmaz iyimserliğimle, üzerimizden operasyonel iş hamaliyesini alarak bize daha fazla yaratıcı düşünme vakti vereceğini ummak istiyorum. Bizi insan yapan özellikleri nereye kadar öğretebiliriz?


Acaba bir yapay zeka bu blog yazısını yazsaydı, böyle mi yazardı, yazardı da okuyan “blog içerikleri listesinden” “yapay zeka endişesi”ne evrilen götü başı başka blog yazısı bulabilir miydi? Bu şapşik insan dokunuşu değil mi bize iyi gelen? 


Peki hadi ben daldan dala blog yazan, küçük okur çemberiyle paylaşan bir blog yazarıyım. Ama bizi bu çemberde birleştiren şey, ortak yanlarımız, farklılıklarımız ama hepsinden önemlisi yaşanmışlıklarımız değil mi? 


Bilgi her yerde, peki ya tecrübe? Intern filmine dönecek olursak, oradaki en kıymetli insani dokunuş, tecrübe ve yürekten liderlik idi. Bizi birbirimizden uzaklaştıran teknoloji ise de, birbirimize yaklaştıran tecrübelerimiz.