Kitap kulübünün bu ayki
kitap konuğu Saramago’dan “Ölüm bir varmış bir yokmuş” idi.
Saramago, Ölüm bir varmış bir yokmuş |
Ben okurken önce
yadırgadım, zira sana anlatır gibi anlatıyor yazar, konuşur gibi. Diyaloglarda tırnak
işareti yok, sonra bir kahraman yok, dahası kimsenin ismi yok. Alışageldiğim
tarzın oldukça dışında bir tarzı vardı romanın.
Sonra baktım, kitap
şahane. Anlatmak istediğini öyle güzel hicvediyor ki, gülümsemeni tutamıyorsun.
En sonlara doğru yine
daral geldi, itiraf ediyorum. Bu sebepten kulüpte kitabı çok sevenlerden değildim.
İşin ilginç tarafı, toplantıda öyle keyifle tartıştık ki, ölümü, kitap hakkında
fikrim değişti.
Saramago, zaten derin
felsefeye girmemiş, ucundan göstermiş, düşünmeye sevk etmiş okuru. Kitabı bu
kadar keyifli yapan da sanırım bu “ver kaç” yöntemi. Konuyu çok sade ve
yüzeysel geçiyormuş gibi görünürken, bir taraftan okura sorgulaması için
ipuçları veriyor ve okuru düşündürüyor.
Ölüm, hepimizin bir gün başımıza
geleceğini bildiğimiz halde, görmezden gelerek, yok sayarak başa çıkmaya
çalıştığı bir gerçek. Kimimiz metanetle karşılıyor, normalleştiriyor, kimimiz
fikrine bile tahammül edemiyoruz. Bu kişiden kişiye, kişide de dönemden döneme
değişebilen bir durum aslında.
Bu yaşımda ölümle ilgili
düşünebildiğim tek şey çocuğum, onu arkada bensiz bırakmak korkusu. Ama bir
vakitler yirmi bir yaşında iken, ölümle burun buruna geldiğimde bambaşka şeyler
düşünmüştüm.
17 ağustos depremi. Üç katlı yurt binasının çatı katındayım, etüt salonunda
tek başıma ders çalışıyorum. Önce köpekler uludu, sokak hayvanlarının
huzursuzluğu hissedildi, gecenin sessizliğinde, sonra başladı. Aklımdan türlü
düşünceler geçiyor…
Bacaklarım titriyor… “Çok şiddetli bu bizim İzmir depremlerine benzemiyor”
diyorum… “Bitmedi, niye bitmiyor, başka bir şey mi bu?”... (etüt salonundaki
masaların üzerinde öğrencilerin bıraktığı boş fincanlar birbirine çarpıyor) “duvarlar
gidip geliyor mu, ben mi kafayı yedim” …
“Tamam burada duracağım çatıdayım en fazla kafama çatı iner, yıkım
başladığında, masaların altına girerim ama şimdi kapı eşiği iyi, iyi tutunursam
düşmem, ben böyle kalayım” … “neden bitmiyor”… “İlker Allahtan giriş
katında, çıkmıştır dışarı”… “merkez üssü bizim burası bence. Yok lan kayalık
tepenin üzerindeyiz nasıl burası olsun… ama çok şiddetli …ya üs burası değilse?”...
“çok uzun sürdü, başka bir şey mi bu?” … “hayır deprem biliyorum ben depremi”…
“hmm demek böyle ölecekmişim…”
(not: gevezeyim demiş miydim? Evet, gevezeyim, kendi kendime konuşuyordum ölümle
burun buruna geldiğimde. Tam da burada “ölümün gevezeliğimden başı şişti,
eflatun zarfını bana vermekten vazgeçti herhalde” diye kitaba gönderme yaparak konuyu
bağlardım ama o gece hayatını kaybeden yüzbinlerce insana, onların yakınlarına
saygısızlık olacağını biliyorum. Allahtan hepsine rahmet diliyorum.)
On beş sene geçti aradan.
Geçen akşam arkadaşlarıma bu olayı anlattım ve dedim ki; bu hayatta gerçek
anlamda bilemediğim ve aslında acayip merak ettiğim buymuş, o yaşlarda, nasıl
ve ne zaman öleceğini bilmek. İşin garip tarafı “hmm demek böyle ölecekmişim”
dedikten sonra kabullenmiştim. Tamam, bu işte, bu kadar, ötesi yok.
Şimdi ise, belki yine kabullenirim metanetle karşılarım ama ya çocuğum?
Arkada kaldıkça ben, giden kim olursa olsun, yanıyorum, geride kalmışlığıma. Bu
kadar yanarken, sevdiğimi yakmak ister miyim hiç, yalnız bırakmak ister miyim?
Ölüm korkusu dediğin bende bundan ibaret işte.
Yazının son paragrafı dağıttı beni , Gamze ve Atakan'a yazdığı mektuplar geldi aklıma :(
YanıtlaSil