Akşam
Arca uyuduktan sonra kahve yaptım, İlker kendisi için kaydettiğim Poyraz
Karayel dizisini izlerken ben de Napoli Romanları serisinin üçüncüsünü okuyordum.
Televizyon açıkken bile okunabilen kitapları seviyorum.
Elena’nın var olma
çabasını okumak beni kendi gerçeğimle yüzleştirdi. Birinin annesi ve birinin
eşi olmak için mi okuyor, kendimizi yetiştiriyorduk? Neden hiçbir erkek birinin
babası ve birinin eşi olmuyordu da bu birinin bir şeysi olma sorgulamasını biz
yükleniyorduk?
Ara sıra İlker’den
dizinin ne şahane, başrol oyuncusunun ve mafya baba karakterlerinin ne kadar
iyi olduğuyla ilgili cümleler geliyor kulağıma. Senaristinin Oğuz Atay hayranı olduğunu
anlamak zor değil, “tutunamayan” karakterleri samimi ve içten aktarmış.
Sahneler de orijinal çekilmeye çalışılmış. Nihayetinde İlker’in hoşuna gidiyor.
Bense hala vakit kaybı olarak görüyorum. Sadece Oğuz Atay aklıma düşüyor,
Tehlikeli Oyunlar’a başlamıştım, bir devam etsem mi diye düşünüyorum.
Bu ara deli gibi okumaya
sardım, farkındayım. Tüketircesine bir iştah var. Allah hayra çıkarsın. Üstelik
kafam da müthiş dolu. Zaten bu yüzden daha sakin, akıcı kitaplara yönelmiştim.
Napoli Romanları iyi geldi.
Paylaştığım masalı bir
dolap kitap’ın şahane ikilisi Yıldıray ve Banu’ya da iletmiştim. Okuyanların
sevmesi çok değerli ama teknik açıdan değerlendirilmeye çok ihtiyacım vardı ve
bunu yayınevleri yapmıyor. Muhtemelen kendilerine gelen yüzlercesi arasından,
bir ışık görmediklerini geliştirme yönünde öneriler bulmaya vakit
ayıramıyorlar. Çok normal. Fakat Yıldıray öyle yapmadı, yapıcı eleştirileri ve
önerileri ile kendimi geliştirebileceğimin sinyallerini verdi. Önerdiği
kitapları – bir kısmının basımı tükenmişti ama sahaflardan buldum – hemen sipariş
ettim ve derhal okumaya başladım. Galiba okumak, yazmaktan kaçmam için bir
bahane oldu. Güzel bir bahane :) Geldiği gibi yazıyorum ve üzerinde çok
çalışmıyorum, yazarken duyduğum heyecanı kaybetmemek için sık sık geriye
dönmüyorum. Bu sebepten blog yazılarım da çalakalem oluyor zaten, teknikten ve
kurgudan yoksun, geldiği gibi…
Samimiyetle söylüyorum
bazen bana ait zamanlara ihtiyaç duyuyorum. Aynı Elena karakteri gibi. Kendimi
sadece okumaya vereyim, uzun yürüyüşler yapayım, soluklandığımda günde bir saat
olsun bir şeyler yazabileyim istiyorum. Sadece okuduklarımdan pasajlar yazsam,
bu bile yeter ama olmuyor. Galiba kendimi disipline etme döneminde değilim.
Hani insanların o tutulma zamanları vardır, spor yapmak ister yapamaz, diyete
bir türlü başlayamaz, elindeki kitap sürünür, ev ve iş bile tam rayına
oturamaz, günü doldurur, anı kurtarır ama yapmak istediği hiçbir şeye vakti yokmuş
gibi hisseder işte öyle bir dönem.
Biraz plan, biraz
program, biraz organizasyon yapmak lazım. Yine yapılacaklar listesi, yine
okunacaklar, izlenecekler listesi çıkarmak lazım. Dağılmamak, toparlanmak
lazım. Biraz da tazelenmek lazım. Neyse ki hafta sonu…
Evet tam da o durumdayım. Sadece kitap okuyabiliyoum.
YanıtlaSil