Muhteremin slim fit dönemlerine ait az yıpranmış gömleklerini yatağın altında bir poşetin içinde muhafaza ediyorduk. Slim fit dönemi çok uzun sürmediği için (:P) gerçekten de yepyeniydi hepsi. Ama biraz buruşmuş biraz da toz kokmuş. Yıkandı, ütülenecek. Fark ettim ki, bazılarını ilk defa ütülüyorum. Demek o kısa dönem evde ütüleri bana bırakmayan Ümit abla ile Nadire abla arasına bir zamana denk gelmiş.
Hey gidi zengin günlerimiz diyecek oldum İlker’e, bak şu gömleği ütülemek nasip olmamış bile. Şikayet etmiyorum, zira muhteremle birlikte ev işlerini iyi kotarıyoruz bence, hatta kendimizle gurur duyuyorum. Lakin yaşam tarzımızda ciddi bir sadeleşme yoluna girdiğimizi de fark ediyorum.
Bu fakirleşmemizden ziyade algı ve seçimlerle alakalı biraz da.
Biraz da farkındalıklarımızın duruşumuza etkisi...
Misal, NA rahatsızlığı sebebi ile ayrılmak zorunda kaldığında yerine bir başkasını tercih etmedik (onun gibisini bulamadık, tabii bunun etkisi büyük:P) kendimiz hallederiz dedik, şimdilik idare ediyoruz.
Birkaç yıl önce muhteremin arabasını satarak evdeki araba sayısını teke düşürmüştük. Önceleri bir bakalım idare edebilecek miyiz, derken artık araba ile işe gidip gelmeyi hiç düşünmüyorum. Sanırım ben arabayı prestij olarak değil araç olarak görenlerdenim. Zira bir yere toplu taşıma ile gidebiliyorsam, arabaya gereksinim duymuyorum.
İlker’in eski gömleklerini kurcalarken, İstanbul’da yaşadığımız dönemde giyime ne kadar çok para harcadığımızdan da bahsettik. Sahi şu gömleğe bilmem ne kadar vermiştik, hatırlıyorduk, hem verebiliyorduk, hem de vermek koymuyordu demek. Daha çok kazandığımızdan ziyade öyle gerektiğine inandığımız içindi belki de. Belki de o kadar çok çalışıyorduk ki, hak ediyorduk bu harcamaları yapmayı? Mı acaba?
Önceki yıllarda satın aldıklarımıza bakacak olursan, - iyi marka giyim, lüks restoranlarda yemek, 5 yıldızlı otellerde tatil, ev işlerimiz için yardım, iki arabanın masrafları – yaşam standardımızın oldukça yüksek olduğunu düşünebilirsin. Ya da şimdikinden çok daha zengin olduğumuzu…
Hayır sadece o vakitler, sistemin bizden beklentilerini fazlasıyla karşılıyorduk. Sistem bizden tüketmemizi bekliyor, tüm ekonomi bundan ibaret. Bir vakitler krizi aşmak için kamu spotlarında dönen “al ver ekonomiye can ver” repliğini hepimiz hatırlıyoruz. İtici olduğu kadar gerçek, ne yazık ki… Sistem 8 saatlik iş günlerinin sonunda, aldığı parayı dibine kadar harcayarak kendini mutlu etmeye çalışan bireylerin üzerine kurulu, yani bizlerin.
Geçenlerde facebook’ta çok iyi bir yazıya denk geldim. Diyor ki, sisteme karşı durmak için illa ki dağ başına taşınmanıza gerek yok, sistemin sizden beklentisinin farkında olun yeter.
Kusursuz tüketici olmayın. Kimdir sistemin beklentisini karşılayan “kusursuz tüketici”?
Memnuniyetsiz fakat umutlu, kişisel gelişimiyle ilgisiz (yani farkındalıkları düşük), televizyona önemli ölçüde alışmış (yani yüksek dozda reklama maruz kalan), tam zamanlı çalışan, fena olmayan bir gelir sağlayabilen, boş zamanlarında keyif çatabilen bir insan. (yani vaktini çalışarak geçirip kendine kalan zamanlar için yüksek harcama yapma potansiyeline sahip birey)
Sadeleşme hareketi, satın almama mücadelesi, televizyonu hayatından çıkarma, sahip olmaya değil, kişisel gelişime para harcama, kapitalizmin senden beklentilerine direnmenin neden ilk adımları olmasın?
Sen buna tatlı su direnişçiliği diyebilirsin ama bir adımdır, ufak ufak, kenardan kenardan...
Sistemin içinde iken sisteme direnmek, belki de gerçek direniş budur.
Belki de..
YanıtlaSilbence tam da kendisi.
YanıtlaSilTurkiyedeyken tuketimin nasil da normallestigini gordum. herkes surekli bir seyler aliyor. surekli. ve alinanlar ovunme meselesi. Biz yersizlikten zaten bir sey alamiyoruz ama almak da istemiyorum. Hamile pantalonu aldim 2 tane -ise giyecek kiyafetim yok- icime oturdu. 4 ay giyilecek seye para verdim diye. satacagim onlari nasilsas az giyilmis olacak. hele cocuk tam bir tuketim araci olmus. Herkes surekli cocuguna bir sey liyor ve mumkunse marka aliyor. hasbinallah. O yuzden evet yaptiginiz direnisin tam da kendisi Yelizim. Yanindayim :)