Derhal soluğu terasta aldım, ellerimle çalışmalı, kurumsaldan kendimi kurtarmalıydım. Kurumuş sardunya dallarını , yapraklarını temizledim. çürümüş çilekleri, geçmiş gitmiş petunyaları... dirseklerime kadar girdim toprağa ve yokluğumu fırsat bulmuş da boy atmış yabani otları söktüm ama biri fena halde yaktı tenimi, ısırgan otlarının arasına girmişim gibi yanıyorum. Ama huzurluyum, teras kışa hazırlandı mis gibi... Üstelik isabet de olmuş zira birkaç günlük parçalı bulutlu ve açık havadan sonra yine yağmurlar başladı. Artık bir hafta sürer.
Kim hatırlamıyorum, biri, asla Avrupa'da yaşayamayacağını, çünkü güneş göremediği gün çok mutsuz olduğunu söylemişti. Yadırgamıştım, ama benim yağmursever olmam herkesin de öyle olacağı anlamına gelmiyor. Ama ben güneşten de pay çıkarıyorum, yağmurdan da... kendi payıma hep keyif düşüyor... Yağmurun romantizmi, güneşin neşesi... Mavisine ve gün ışığına kurban olduğum memleketim ile ömrümün bu dönemine düşen yeşil ülkem... (Brüksel çok yeşil değil ama biz görece yeşili bol bir mahallesinde oturuyoruz)
Bir cuma akşamı aktivitesi olarak mumlarımı ve tütsülerimi yaktım, çayımı demledim, ayağımı uzattım, blog yazıyorum... Fonda, bugün keşfettiğim ve defalarca dinlediğim şarkı: Sevdaliza - Oh My God. Siz de dinleyiniz, videosunu bırakıyorum.
"Neden bu kadar erken yatıyorsun, tavuk musun" diyen bir muhterem kocam olmadığı için erkenden yatağa gidiyorum. Şimdiden uyku perileri omuz başımın arkasından belirdi, hadi diyor, uyu, yarın sabahın köründe kalkacaksın, Arca'yı turnuvaya götüreceksin....
"Muhterem geri dön!" serisi mi yapsam? Muhterem gideli bir hafta olmadı, ben Arca'yı dördüncü maçına götüreceğim! Uyku perisi "sonra yaparsın, hadi yat zıbar!" diyor... Hadi bana eyvallah!
eğlenceli anlatmışsın :)
YanıtlaSil