Günün bu saatini görmek de varmış oh be!
Pazar akşamının dağ gibi bulaşığını yıkarken - ki dostlarım yemek yapmak kadar ılık suyla bulaşık yıkamak da bir tür terapidir - beynimde yarın ofise götüreceğim lunch box fikirleri dolanıp duruyordu. Durdum.
Sahi ben ne kadar da yorulmuştum bugün. Dün, önceki gün, haftalardır, aylardır ne kadar yorgundum.
Ben ne kadar yorgunum…
Yaz bitti ama ben kendimi yeni sezona hiç de hazır hissetmiyorum. O kadar yoğun bir yazdı ki, hiç gerçek anlamda dinlendim gibi gelmiyor. Regl öncesi kramplar da, aldığım kiloların verdiği hantallık da, hiç ama hiç yardım etmiyor.
Bugün yaz döneminin sondan bir önceki misafirini canım Duru’yu uğurlarken ne kadar kısa ama ne kadar yoğun bir on gün geçirdiğimizi fark ettim.
Son günümüzü car-free day sebebiyle trafiksiz sokaklarda yürüyerek ve sohbet ederek geçirdik. Sokaklara bistrolarını atıp şarap ve birayla arabasız günün tadını çıkaranları, evin önüne tabure atıp çiğdem çitleyen teyzelere benzettik aynı anda! Park müthiş bir ferahlık verdi, bisikletlerin istila ettiği caddeler sokaklar çok başka bir hayatın nasıl olabileceğini fark ettirdi. Ortamdaki o neşe, o renk cümbüşü Almodovar filminden çıkmış gibiydi.
Canım Duru’yla bizim mahallenin parkı |
Ve sonra eve döndük ve sonra sabahtan pişirdiğim zeytinyağlı taze fasulyelerimizi yedik ve sonra Duru gitti.
Evdeki o neşeli kız çocuğu sesi kayboldu.
Pek çok şey için endişeleniyorum, hani derler ya endişelendiğimiz şeylerin neredeyse hiçbiri gerçekleşmez, ben bazen biz onlara endişelenip önlemlerimizi aldığımız için başımıza gelmediklerini düşünüyorum.
Mesela dün Walibi’ye (roller coasterlı filan eğlence parkı) beni götürmemeyi kabul ettiklerinde kendime ait koca bir günüm olduğu için çok sevinçliydi, instagram köşelerinden bile ilan ettim. Kendimle kalabilmeyi nasıl özlediysem demek. İlker’in bıraktığı sangria tarifiyle cebelleşirken telefon geldi, arabanın anahtarı bir oyuncaktayken İlkerin cebinden düşmüştü. Peki acaba o anahtar biraz azıcık küçücük minicik bir endişe duyularak daha emin bir yere konsaydı, belki de düşmeyebilir miydi… ya da acaba ben hep kötü şeyleri aklıma getirdiğim için mi kötü şeyler oluyordu? Bilmem belki.
Belki ben orada olsaydım, anahtarı çantama koyacaktım. Hatta şehir dışına her çıktığımızda yaptığım gibi yedek anahtarı cüzdanımda taşıyacaktım. (Evet çünkü anahtarı arabada bırakınca araba kilitleniyor ve giremiyorsun. Ancak yedek anahtarla açabiliyorsun.) Ve kaybolsa bile eve dönebilecektik. Ama ben kendimi İlkerin telefonu Almanya tatilinde göle düştüğünde de suçlayacak kadar manyak olduğum için önceden endişelenmeyip de tüm bu kötü senaryolara kendimi hazır etmediğim ve bana hediye edilen günün tadını çıkarmaya çalıştığım için mi acaba o anahtar kaybolmuştu yoksa içimde bir yerlerde ben hep kötüyü mü çağırıyordum?
Peki tüm bu ahval ve şerait içinde benim kendimi sevmem nereye yerleşiyor? Ben söyleyeyim hiçbir yere!
Her neyse, İlkerin merkezdeki işini halletme işi bana verildi, onlar anahtarı bulan birileri olduğunu duymuşlardı, bekleyeceklerdi ki adamlar insafa gelsin, infoya getirsin. Merkeze giderken içimden dedim ki, her ihtimale karşı ben yanıma şarj bankasını, yağmurluğumu, kitabımı, yedek anahtarı alayım da olur ya gel derler, 1-2 saatlik bir tren yolculuğuyla ulaşayım.
Bil bakalım ne oldu? Evet saat dört itibariyle kimse anahtarı getirmediği ve park altıda kapanacağı için ve üç kişi birden trenlerde sefil olmasınlar diye bana trene binmem söylendi, bindim. Dura kalka Wallonia’nın minik ve yemyeşil kasabalarını birer birer geçerken, tren değiştireceğim istasyona varmadan birkaç dakika önce anahtarın bulunduğu bilgisi geldi. Beni aktarma istasyonundan aldılar ve döndük.
Arabaya bindiğimde, Arca “anne ya olan sana oldu, bütün günün yollarda geçti yine de hepsi boşunaymış bak biz seni almaya geldik” dedi. Günün kahramanı olamamıştım, ucuz kahraman peh!
Ve üzerimde tüm bu maceranın her nedense benim yüzümden yaşandığına dair yoğun bir his var. Dün akşam ve bugün tüm gün. Bu hissin beni yormasına izin vermek saçmalık, belki sadece alınganlık ama öyle… (ya da acaba karma mı olabilir mi ?)
Bana vaadedilen günüm benden çalınmıştı. Pazarım bütün akşam içtiğim sangrialar yüzünden biraz akşamdan kalma biraz da regl ağrılarıyla diş sıkma şeklinde ama hala iki tencere zeytinyağlı, çocuklara kahvaltı, ütü, İlkerin nefis bir yemek karşılığı bıraktığı dağ gibi bulaşıkla geçmişti, Duruyla yaptığımız şahane yürüyüş de olmasa o nefis akşam yemeği olmasa hani neredeyse tesellisiz bok bir pazardı diyeceğim…
Elde yıkadığım her kesme tahtasına ne tencere tavaya değdi 😋 |
Ama değil, hatta bulaşıkları yıkarken tam da bunu düşünüyordum. Pazar bitmedi. Şimdi ya yarınki öğle yemeğimi hazırlamaya girişir, bir türlü mutfaktan çıkamamanın fiziksel ve mental yorgunluğuyla duş bile alamadan yığılırım, ya da yarın öğlen kantinden dandik bir şeyler yemeye ve de çay demlenesiye kadar kendimi severim.
Şu anda bu satırları okuduğunuza göre hangisini seçtiğimi anlamışsınızdır ;)
Evvela sümüklerim ağzıma giresiye ağladım banyoda, oh elemimi kederimi akıttım. Sonra sıcak duşa girdim, uzun uzun tadını çıkara çıkara… mis. Saçlarıma maske yaptım, kıl tüy işlerini hallettim, çayımı koydum, yüz maskemi yaptım, biraz da tırnaklarımı toparladım, tütsümü yaktım, on gündür özlemişim odama yerleştim, derken ikinci üçüncü bardak çayımı blog yazarken yudumluyorum.
Yarın ofise ne giyeceğime karar vermeyi müteakip cilt bakımlarımı yapıp yatağa gireceğim. Pazarın iyisi nasıl mı olur? Tabii ki kendini sevmekle olur.
Niye bu kadar zor özşefkat :(
YanıtlaSilBelki gec bir yorum oldu ama endiselerin gerceklesmemesi ilgili dusunce dogru degil ne yazik ki. Cok dusunulen olmasindan korktugumuz seyler, biz onu dusunmeye devam etmesek de bilinc altina kayit oldugu icin ve bilinc alti biz farkinda olmadan ilgili seyler ile karsilastigimizda bunu hatirlayip tekrarladigi icin gercek olur. Dusundugumuz seylerin tekrari miktari ve siddeti arttikca etkisi de artiyor.
YanıtlaSilGeCe