3 Nisan 2015 Cuma

Ölüm bir varmış bir yokmuş

Kitap kulübünün bu ayki kitap konuğu Saramago’dan “Ölüm bir varmış bir yokmuş” idi.
Saramago, Ölüm bir varmış bir yokmuş
Ben okurken önce yadırgadım, zira sana anlatır gibi anlatıyor yazar, konuşur gibi. Diyaloglarda tırnak işareti yok, sonra bir kahraman yok, dahası kimsenin ismi yok. Alışageldiğim tarzın oldukça dışında bir tarzı vardı romanın.

Sonra baktım, kitap şahane. Anlatmak istediğini öyle güzel hicvediyor ki, gülümsemeni tutamıyorsun.

En sonlara doğru yine daral geldi, itiraf ediyorum. Bu sebepten kulüpte kitabı çok sevenlerden değildim. İşin ilginç tarafı, toplantıda öyle keyifle tartıştık ki, ölümü, kitap hakkında fikrim değişti.

Hep diyorum, "okumak güzeldir, birlikte okumak daha güzeldir."
Saramago, zaten derin felsefeye girmemiş, ucundan göstermiş, düşünmeye sevk etmiş okuru. Kitabı bu kadar keyifli yapan da sanırım bu “ver kaç” yöntemi. Konuyu çok sade ve yüzeysel geçiyormuş gibi görünürken, bir taraftan okura sorgulaması için ipuçları veriyor ve okuru düşündürüyor.

Ölüm, hepimizin bir gün başımıza geleceğini bildiğimiz halde, görmezden gelerek, yok sayarak başa çıkmaya çalıştığı bir gerçek. Kimimiz metanetle karşılıyor, normalleştiriyor, kimimiz fikrine bile tahammül edemiyoruz. Bu kişiden kişiye, kişide de dönemden döneme değişebilen bir durum aslında.

Bu yaşımda ölümle ilgili düşünebildiğim tek şey çocuğum, onu arkada bensiz bırakmak korkusu. Ama bir vakitler yirmi bir yaşında iken, ölümle burun buruna geldiğimde bambaşka şeyler düşünmüştüm.

17 ağustos depremi. Üç katlı yurt binasının çatı katındayım, etüt salonunda tek başıma ders çalışıyorum. Önce köpekler uludu, sokak hayvanlarının huzursuzluğu hissedildi, gecenin sessizliğinde, sonra başladı. Aklımdan türlü düşünceler geçiyor…
Bacaklarım titriyor… “Çok şiddetli bu bizim İzmir depremlerine benzemiyor” diyorum… “Bitmedi, niye bitmiyor, başka bir şey mi bu?”... (etüt salonundaki masaların üzerinde öğrencilerin bıraktığı boş fincanlar birbirine çarpıyor) “duvarlar gidip geliyor mu, ben mi kafayı yedim” …

“Tamam burada duracağım çatıdayım en fazla kafama çatı iner, yıkım başladığında, masaların altına girerim ama şimdi kapı eşiği iyi, iyi tutunursam düşmem, ben böyle kalayım” … “neden bitmiyor”…  “İlker Allahtan giriş katında, çıkmıştır dışarı”… “merkez üssü bizim burası bence. Yok lan kayalık tepenin üzerindeyiz nasıl burası olsun… ama çok şiddetli …ya üs burası değilse?”... “çok uzun sürdü, başka bir şey mi bu?” … “hayır deprem biliyorum ben depremi”…

“hmm demek böyle ölecekmişim…”

(not: gevezeyim demiş miydim? Evet, gevezeyim, kendi kendime konuşuyordum ölümle burun buruna geldiğimde. Tam da burada “ölümün gevezeliğimden başı şişti, eflatun zarfını bana vermekten vazgeçti herhalde” diye kitaba gönderme yaparak konuyu bağlardım ama o gece hayatını kaybeden yüzbinlerce insana, onların yakınlarına saygısızlık olacağını biliyorum. Allahtan hepsine rahmet diliyorum.)

On beş sene geçti aradan.

Geçen akşam arkadaşlarıma bu olayı anlattım ve dedim ki; bu hayatta gerçek anlamda bilemediğim ve aslında acayip merak ettiğim buymuş, o yaşlarda, nasıl ve ne zaman öleceğini bilmek. İşin garip tarafı “hmm demek böyle ölecekmişim” dedikten sonra kabullenmiştim. Tamam, bu işte, bu kadar, ötesi yok.

Şimdi ise, belki yine kabullenirim metanetle karşılarım ama ya çocuğum? Arkada kaldıkça ben, giden kim olursa olsun, yanıyorum, geride kalmışlığıma. Bu kadar yanarken, sevdiğimi yakmak ister miyim hiç, yalnız bırakmak ister miyim? Ölüm korkusu dediğin bende bundan ibaret işte.

1 yorum:

  1. Yazının son paragrafı dağıttı beni , Gamze ve Atakan'a yazdığı mektuplar geldi aklıma :(

    YanıtlaSil