30 Eylül 2023 Cumartesi

Eylül

 Nasıl da geçti geçiverdi…

Çorbacıgillerde eylül, evvela okul telaşı, Canım muhteşem kadınlarımızın voleybol maçları, üzerine Duru’nun ve arkadaşının ziyareti, ve sonrasında Nadire ablanın da gelmesiyle epey hareketli geçti diyebilirim.


Mahallede yürüyüş - sonbahar 🍂 ufaktan hissediliyor

Ev kalabalık oldu mu neşe, sohbet eksik olmuyor. Zihinler hep ne yapalım, ne pişirelim, ne içelim etrafında epey işliyor. Daha Nadire abla bizdeyken iş seyahati için Prag’a gittiğimden evin düzenine el atmak ancak bugüne nasip oldu. 


Çalışma odası airbnb odasından eski haline dönüştürüldü, an itibariyle kitaplığımın yanındaki canım koltuğumdan yazıyorum. 


Dolaplar hafiften sonbahara dönen havalara göre düzenlendi. Makine makine çamaşır yıkandı. Akşamın rakı sofrası için ciğer böbrek ekmek alışverişleri yapıldı. 


Geceden yağan yağmur taç yapraklarına havuz yapmış 

İlker bu hafta doktora gidecek, kanımca kendisine yasaklanacağını hissettiği tüm gıdalarla jübile yapma derdinde. Evet sindirim sistemi alarm veriyor, elim kalbimde.


O, bütün yaz pek dikkat etmediğimiz yemeklere bağlarken ben stres ve sıkıntının da payı olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum, bilmiyorum, sadece elim kalbimde. 


Elim ayrıca vatandaşlık başvurumuzun haftaya sonuçlanmasını beklediğimiz için de kalbimde. Neden bilmiyorum, ama öyle.


Bugün İlker’le ilk öğünümüzü hazırlarken sohbet ediyorduk. Kısa süreli seyahatlerle şöyle bir havası değişiveren annemler için, ne iyi yapıyorlar diyorduk. Neşeleri yerine gelmişti, İstanbula adalara gideceklerdi. Tebdil-i mekanda ferahlık vardı, vardı da, acaba dönmelerini müteakip kaç gün daha yetecekti o ferahlık onlara? Hadi sonra biraz annem memleketine gidecek, babam yazlıkta takılacak, belki vize aldılar mı, bir yurtdışı yapacaklar… Peki. Peki ama bu ferahlıkların raf ömrü ne kadar olacaktı? 


Huzur, neşe insanın içinde değil miydi? İnsan kendi içinde dünyayla barışık olmadıktan sonra dünyayı gezse ne kıymet?




Kıymet sağlıkta bacım, sağlıkta. Huzur da neşe de enerji de sağlıkla geliyor. Şimdi benim gündemim bu ya, bir rahatlık gelsin sağlıkla, o zaman neşeme de huzuruma da geri döneceğim, varsın başka dertlerle uğraşıverelim, hayat böyle işte, hep mücadele, elim hep kalbimde.



24 Eylül 2023 Pazar

NA :)

 Yirmi derece rüzgarlı fakat güneşli bir pazar öğleden sonra.

Saatler 15:26’yı gösteriyor. Yer Brüksel’in kuzeydoğu sınırına yakın bir mahallesi, sakin yeşil ve sessiz. 


Elli faktör güneş kremimi yüzüme boca etmişim, az önce makinadan çıkardığım çarşaflarımı güneşe sermiş, kitabımı okurken terasta ayaklarımı uzatmış, biramı yudumluyorum. Yetmişine merdiven dayamış yan komşularımla selamlaşıyoruz, Belçikalıların ayçiçekleri gibi güneşe dönen yüzlerindeki aynı ifadeyi paylaşıyoruz, aman yarabbi Belçikalılaşıyor muyum? 



Asimile olmayı nasıl da isterdim. “Français? Nederlands?” Diye hangi dille konuşacağımız konusunda anlaşma sorusuna lütfenden ve de hafiften de utanarak English please… dememeyi nasıl isterdim. İlker pratik yapmak istiyor diye, futbol velileri masasında yavaş yavaş Flamanca konuşan velileri kelime yakalarım diye sanki anlıyormuşum gibi can kulağıyla dinlemeden de sohbete dahil olabilmeyi. 


Bitmek bilmez Flamanca öğrenme sürecimi , her eylül yeni hedeflerle ve fakat bebek adımlarıyla kat edemediğim sefilliğimi…. İyi de ingilizceyle hallediyorum Brükselde, iyi de göt kadar ülkenin üç dilinden hangisini öğreneyim allahsızlar… türünden mesnetsiz bahanelerle dil bilmezliğime ne çok küfrettiğimi… bir ben bilirim bir de dünya alem. 


Ama soğuk öğle birası ve yirmi derecede güneşlenilen pazar öğlenden sonralarım tam bir Belçikalı ve sadece bu kültür adaptasyonu için bile vatandaşlığı hak ediyorum. 


Henüz hak etmedim ama - yaram var ki gocunuyorum - hiçbir dili bilmeden ve fakat beş yıl kesintisiz vergi ödeyerek vatandaşlığı hak eden arkadaşıma bir başkasının - ki kendisi masterı burada yapmış ve bir Belçikalı ile evli olmaktan dolayı iki dili de bilen bir Rus -   “Hiçbir dili bilmeden nasıl vatandaş oldun anlamıyorum” şeklinde yargı bildirimi yapmasına (bunu bir Belçikalı söylemiyor dikkatinizi çekerim) dalacaktım! Çok affedersin ama bu adamın vatandaşlığı hak etmesine sen mi karar vereceksin sen mi yargılayacaksın diye dalacaktım ki bilirsiniz dalarım! Arkadaşımın “evet objektif olarak dil bilme kriterine bakmaları gerekirdi, bakmadılar ve verdiler” diye efendice omuz silkmesi ile dalmama gerek kalmadı. 


Fark ettim ki , o Rus’un o dilleri bilmeye ihtiyaç duyarken (entegre olması kocasının belçikalı olması vs…) benim arkadaşımın dil öğrenme zahmetine girmeden aynı haklara erişmesi içine oturmuştu. O noktadan bakınca büyüklendiğini farz etmek yerine eziklendiği gerçeğiyle avunmak, bana zalimce bir zevk verdi. tebessüm ettiren bir farkındalık yaşadım!


Neyse ne diyecektim… Ben bir silkelendim bir fark ettim, ne yapıyoruz ne yapıyorum diye… Kaç gündür içimi yiyen mutsuzluğumun bir kısmı muhteremin sağlık sıkıntıları olmasının yanında ve sebebiyle buralarda ne yaptığımızı sorgulamaktı. Göçmenlikteki altıncı yılı doldurup tam anlamıyla entegre olamamış her makul insanın geldiği noktadaydım, “doğru mu yaptık?” 


Arca açısından bakarsak, cevap netti, evet! Benim açımdan bakarsak, on dört yıllık kıdemimle bir türlü ilerleyemediğim Türkiye’deki kurumsal bir Alman şirketinde ne uzayıp ne kısalacağımdan emin olduğumuz noktadan bugünkü kariyerime bakarsak da evet! İlker açısından bakarsak, hayır. Bir gün olsun şikayet etmeyen muhteremin mutsuzluğu sağlığından çıkabilir miydi? Bunca yıl üretmiş insan, pandeminin etkisiyle de hedeflediğimizin çok daha gerisinde miydi? Maalesef. Muhterem mutfakta olmanın ötesinde potansiyele sahip miydi? Evet! 


Tam bu zamanda yıllardır görüşemediğimiz NA çıktı geldi. 


NA, Nadire abla, canım Nadire abla.


Arca’nın biricik Ümit teyzesi torununa bakmak için Arca 2 yaşındayken ayrıldığında yine onun arkadaşı olmak referansıyla bakıcı mertebesinin en üst seviyesindeki - bizimle çalışmaya tamam dediğinde İlkerle birbirimize bakıp “too good to be true” diyerek bize ve Arcaya mucizevi dört beş yıl yaşatan Nadire abla. 


Bana “tebessüm ettiren farkındalıkların çok olsun” gibi cümlelerle mesajlar atan Nadire abla. “Ne zamandır sebze yemediniz” diye gelirken bir kilo ıspanak alıp pişiriveren, Arca’ya okuma yazmayı dört buçuk yaşında öğreten, akşam üstü benden önce eve gelen İlkerle tatlı tatlı sohbet ettiği için kıskançlığımı saklayamadığım Nadire abla. 


Bizden sonra baktığı kız çocuğu büyümüş Amsterdamda üniversiteye başlayacak diye buralara onu yerleştirmeye gelip InterRail ile bir aylığına Avrupa’yı gezmeye karar verdiğini bize bildirince ve Brüksel’de bir bira içeriz deyince, şiddetle karşı çıktığımız, Airbnbsini iptal ettirip Belçikada geçireceği birkaç gün için bizim evin misafir odasını teklif ettiğimiz Nadire ablamızlayız. 


Dün akşam yemekten maç sebebiyle erken ayrılan Arca ve İlkeri uğurlayıp, bir şişe şarabımızla uzun uzun sohbet ettik. Hava şurup, şarap nefis, sohbet boğazda düğümlüydü. Döküldük birbirimize. Pandemiyi, çok sevdiği eşini kaybedişini, buraları, halimizi, hallerimizi…. Cevabı verdi, “iyi yaptınız!” Dedi, ne yapacaktınız, gelecektiniz tabi!” “Yapacaksınız beraber halledeceksiniz, ne var” dedi. Dedi de dedi


.


Mücadelenin kitabını yazmada eline kimsenin su dökemeyeceği bu kadın, altmışına yaklaşırken her şeyi geride bırakıp gençlik hayali olan trenle tek başına Avrupayı gezmeye gelmişti. Parasının ve keyfinin yettiği yere kadar, burdan Parise oradan Barcelonaya, İtalyaya Avusturyaya Macaristana geçecek, sıkıldığı yerden trene binip ya da uçağa, memlekete geri dönecekti. 


Yeni yerler görmek, evet ama derdi aslında yeni şeyler öğrenmekti, yepyeni insanlar, şehirler, yeni şeyler, ve yeni farkındalıklar…


Neredeyse on yıl önce bir whatsapp mesajında dediği gibi, “tebessüm ettiren farkındalıklar” ;) 




20 Eylül 2023 Çarşamba

Bana ne ya!?

 Öylesine bir hüzün halindeyim. 

Ota boka ağlamak istiyorum istemekle de kalmıyorum, kenarda köşede ağlıyorum. Kendimi sosyal medyada fittirmeye ve kitaplara gömüyorum yine de kar etmiyor. İçimden bir şarap açayım, bir bira devireyim demek bile gelmiyor- ki bak bu iyi, hüzünlüyken içmektense çay koyarım mis- . 


Ütü yapmam lazım, karşılıklı oturduk birbirimizi süzüyoruz. Bir uyduruk film seçsem de iki parça ütü yapsam, hani sırf dağınıklık kalksın diye.


Ve sırf ütü yapmayı ertelemek için kitabı yarıladım: Behice’nin yarım kalan işleri


Ya benim yarım kalan işlerim?


Az önce Flamanca öğrenmeye kastığım uygulamadan bildirim geldi, nerdesin diyor, yarım bırakma dersleri diyor. 


Heh işte bir başka yarım kalan işim.


Depresyon mu acaba? Yok daha ziyade bir şeylerin sonuna yaklaşırken duyulan o his, hüzünle bitkinlik arası melankoli mi? Hani ne olduğunu bilsem adını koyuversem kaybolacak gibi. 


Gözümü kapatsam günlerce uyurum gibi. Olur ya öyle üzerinden bir tır geçmiş gibi uyuşursun. Üniversite sınavından sonra 24 saat uyumuştum mesela, olmuştu bitmişti, uyuyunca tüm o yılın stresi silinivermişti.


İçeriden maç izleyen pipililerin sesi geliyor, benimse içimden hönküre hönküre ağlamak. Sahi benim üzerimden ne geçti? Galiba koca bir altı yıl. 


Bana ne ya! Ben neşemi geri istiyorum! Mıçarım hüznüne!

İspanya tatilinden bir fotoğrafla hüznü dağıtma çabaları


17 Eylül 2023 Pazar

Pazarın iyisi

 Günün bu saatini görmek de varmış oh be! 

Pazar akşamının dağ gibi bulaşığını yıkarken - ki dostlarım yemek yapmak kadar ılık suyla bulaşık yıkamak da bir tür terapidir - beynimde yarın ofise götüreceğim lunch box fikirleri dolanıp duruyordu. Durdum. 

Sahi ben ne kadar da yorulmuştum bugün. Dün, önceki gün, haftalardır, aylardır ne kadar yorgundum. 


Ben ne kadar yorgunum… 


Yaz bitti ama ben kendimi yeni sezona hiç de hazır hissetmiyorum. O kadar yoğun bir yazdı ki, hiç gerçek anlamda dinlendim gibi gelmiyor. Regl öncesi kramplar da, aldığım kiloların verdiği hantallık da, hiç ama hiç yardım etmiyor. 


Bugün yaz döneminin sondan bir önceki misafirini canım Duru’yu uğurlarken ne kadar kısa ama ne kadar yoğun bir on gün geçirdiğimizi fark ettim. 


Son günümüzü car-free day sebebiyle trafiksiz sokaklarda yürüyerek ve sohbet ederek geçirdik. Sokaklara bistrolarını atıp şarap ve birayla arabasız günün tadını çıkaranları, evin önüne tabure atıp çiğdem çitleyen teyzelere benzettik aynı anda! Park müthiş bir ferahlık verdi, bisikletlerin istila ettiği caddeler sokaklar çok başka bir hayatın nasıl olabileceğini fark ettirdi. Ortamdaki o neşe, o renk cümbüşü Almodovar filminden çıkmış gibiydi. 

Canım Duru’yla bizim mahallenin parkı


Ve sonra eve döndük ve sonra sabahtan pişirdiğim zeytinyağlı taze fasulyelerimizi yedik ve sonra Duru gitti.


Evdeki o neşeli kız çocuğu sesi kayboldu. 


Pek çok şey için endişeleniyorum, hani derler ya endişelendiğimiz şeylerin neredeyse hiçbiri gerçekleşmez, ben bazen biz onlara endişelenip önlemlerimizi aldığımız için başımıza gelmediklerini düşünüyorum. 


Mesela dün Walibi’ye (roller coasterlı filan eğlence parkı) beni götürmemeyi kabul ettiklerinde kendime ait koca bir günüm olduğu için çok sevinçliydi, instagram köşelerinden bile ilan ettim. Kendimle kalabilmeyi nasıl özlediysem demek. İlker’in bıraktığı sangria tarifiyle cebelleşirken telefon geldi, arabanın anahtarı bir oyuncaktayken İlkerin cebinden düşmüştü. Peki acaba o anahtar biraz azıcık küçücük minicik bir endişe duyularak daha emin bir yere konsaydı, belki de düşmeyebilir miydi… ya da acaba ben hep kötü şeyleri aklıma getirdiğim için mi kötü şeyler oluyordu? Bilmem belki. 


Belki ben orada olsaydım, anahtarı çantama koyacaktım. Hatta şehir dışına her çıktığımızda yaptığım gibi yedek anahtarı cüzdanımda taşıyacaktım. (Evet çünkü anahtarı arabada bırakınca araba kilitleniyor ve giremiyorsun. Ancak yedek anahtarla açabiliyorsun.) Ve kaybolsa bile eve dönebilecektik. Ama ben kendimi İlkerin telefonu Almanya tatilinde göle düştüğünde de suçlayacak kadar manyak olduğum için önceden endişelenmeyip de tüm bu kötü senaryolara kendimi hazır etmediğim ve bana hediye edilen günün tadını çıkarmaya çalıştığım için mi acaba o anahtar kaybolmuştu yoksa içimde bir yerlerde ben hep kötüyü mü çağırıyordum? 


Peki tüm bu ahval ve şerait içinde benim kendimi sevmem nereye yerleşiyor? Ben söyleyeyim hiçbir yere! 


Her neyse, İlkerin merkezdeki işini halletme işi bana verildi, onlar anahtarı bulan birileri olduğunu duymuşlardı, bekleyeceklerdi ki adamlar insafa gelsin, infoya getirsin. Merkeze giderken içimden dedim ki, her ihtimale karşı ben yanıma şarj bankasını, yağmurluğumu, kitabımı, yedek anahtarı alayım da olur ya gel derler, 1-2 saatlik bir tren yolculuğuyla ulaşayım. 


Bil bakalım ne oldu? Evet saat dört itibariyle kimse anahtarı getirmediği ve park altıda kapanacağı için ve üç kişi birden trenlerde sefil olmasınlar diye bana trene binmem söylendi, bindim. Dura kalka Wallonia’nın minik ve yemyeşil kasabalarını birer birer geçerken, tren değiştireceğim istasyona varmadan birkaç dakika önce anahtarın bulunduğu bilgisi geldi. Beni aktarma istasyonundan aldılar ve döndük. 


Arabaya bindiğimde, Arca “anne ya olan sana oldu, bütün günün yollarda geçti yine de hepsi boşunaymış bak biz seni almaya geldik” dedi. Günün kahramanı olamamıştım, ucuz kahraman peh! 


Ve üzerimde tüm bu maceranın her nedense benim yüzümden yaşandığına dair yoğun bir his var. Dün akşam ve bugün tüm gün. Bu hissin beni yormasına izin vermek saçmalık, belki sadece alınganlık ama öyle… (ya da acaba karma mı olabilir mi ?) 




Bana vaadedilen günüm benden çalınmıştı. Pazarım bütün akşam içtiğim sangrialar yüzünden biraz akşamdan kalma biraz da regl ağrılarıyla diş sıkma şeklinde ama hala iki tencere zeytinyağlı, çocuklara kahvaltı, ütü, İlkerin nefis bir yemek karşılığı bıraktığı dağ gibi bulaşıkla geçmişti, Duruyla yaptığımız şahane yürüyüş de olmasa o nefis akşam yemeği olmasa hani neredeyse tesellisiz bok bir pazardı diyeceğim… 

Elde yıkadığım her kesme tahtasına ne tencere tavaya değdi 😋


Ama değil, hatta bulaşıkları yıkarken tam da bunu düşünüyordum. Pazar bitmedi. Şimdi ya yarınki öğle yemeğimi hazırlamaya girişir, bir türlü mutfaktan çıkamamanın fiziksel ve mental yorgunluğuyla duş bile alamadan yığılırım, ya da yarın öğlen kantinden dandik bir şeyler yemeye ve de çay demlenesiye kadar kendimi severim.


Şu anda bu satırları okuduğunuza göre hangisini seçtiğimi anlamışsınızdır ;) 


Evvela sümüklerim ağzıma giresiye ağladım banyoda, oh elemimi kederimi akıttım. Sonra sıcak duşa girdim, uzun uzun tadını çıkara çıkara… mis. Saçlarıma maske yaptım, kıl tüy işlerini hallettim, çayımı koydum, yüz maskemi yaptım, biraz da tırnaklarımı toparladım, tütsümü yaktım, on gündür özlemişim odama yerleştim, derken ikinci üçüncü bardak çayımı blog yazarken yudumluyorum. 


Yarın ofise ne giyeceğime karar vermeyi müteakip cilt bakımlarımı yapıp yatağa gireceğim. Pazarın iyisi nasıl mı olur? Tabii ki kendini sevmekle olur. 


11 Eylül 2023 Pazartesi

Kitap, kaybolmak, yolunu bulmak ve hep ayağa kalkmak üzerine

 Belçika’da üst üste üç gün otuz derecenin üzerinde seyretmesi Türkiye’de bile haber olmuşken, mayışan beynim yüzünden markette komşumu tanıyamamam gayet normal değil mi? Ya da yaşlılık mı? Belki bilmiyorum, havalar normale dönünce tekrar irdelemek lazım. 

Yaşlılık mı dedim? etrafımdaki gençlerin enerjilerine tanık olunca daha iyi fark ediyorum ki, yaşlanıyorum. Doğal bir süreç fakat insan hayret ediyor…. 


Etrafımda gençler var, evet. Duru geldi. Ve arkadaşı Ayşegül. Ayşegül yirmi dört saat hemen hiç uyumadan yolculuk etmişti, Amsterdam otobüsünden aldık, eve getirdik. Muhterem yine mutfağa girmiş, lazanya yapmıştı. Bir kadeh şarap da içtiler mi, yatar uyur kızlar diye düşünürken baktım duşlar alınmış, nerde bira içmeye gidelim diye soruyorlar. Ertesi sabah Antwerp’e oradan da Gent’e gittiler, trenler, tramvaylar in bin yürü gez, gecenin yarılarında döndüler. Ve en sonunda da Amsterdam’a … Ve tüm bunları mevsim normallerinin rekor üzerinde hava koşullarında yaptılar, yapıyorlar. Ben anlatırken yoruluyorum. 


İlker, biz de onların yaşında buralarda olaydık biz de buraların tozunu attırırdık dedi. Sahi keşke olaydık be! Şimdi kırklarımızda, çocuklu yaşamımızda bu hız nerdeee…


Kendi tempomda bile bazen çok hızlı olduğumu düşünüyorum. Frene basma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü beyin yorgunluğu genç olsan bile altından kalkılabilecek bir şey değil. İhtiyaç duyduğun şey: rahatlama. Ben bunu farkında olmadan yapıyormuşum, sabah yedide mesaiye başlayıp öğlen olmadan beşinci toplantıma girdiğim ve oturmaktan basurumun nüksettiği bir evde çalışma günümde kendimi sokağa atınca anladım. 



Hızlı bir öğle yemeği yedim, öğlen birdeki toplantıya red cevabı gönderdim ve spor ayakkabılarımı giyip mahallede yürüyüşe çıktım. Kulağımda müzik, rota belirlemeksizin yürüdüm. Ve tabii dönüşte kayboldum. Altı yıldır yaşadığım mahallede kaybolmak da ancak benim başıma gelecek bir şey. Derken bir yol çıktı karşıma. Gül yolu. Genişliği ancak bir metre hani yan yana iki kişi zor yürürsün, bırak arabayı bisiklet geçişi yasak. Ve bu yolun duvarları resimler, çeşitli el işlemeleri, minik kutular , tek kalmış bebek çorapları ve türlü çiçeklerden saksılar boyu bir sergiye dönüştürülmüştü. Günün geri kalanının bu güzel sürprizle kutsandığını, bana nasıl da iyi geldiğini ve yük olmadan müthiş bir verimlilikle geçtiğini söylesem, abartmış olmam. 


Bugün elimdeki kitabın son bölümüne geldiğimde “rahatlama”, bu anı düşünüp gülümsedim, insana aradığı geliyor.


Elimdeki kitap “5 seçim”. 



Aralık ayında bu eğitime katılamamıştım, çok da umursamamıştım zira zaman yönetimi ise mesele, kitabını yazarım diye büyüklenmiştim ama departman müdürüm ısrar etti, hızlandırılmış da olsa kısa bir eğitim vereyim departmandan eksikli kalma dedi. Yoğunluğun az olduğu Ağustos’a ayarladık. Yeni ve ilginç yaklaşımları vardı, zaten bildiğim pek çok yöntemi saymazsak, uygulanabilirliği olan dahası sadece iş değil, hatta işten daha fazla özel yaşamı kapsayan uzun lafın kısası, verimliliği hayatın merkezine koyan bir anlayış sunuyor. Stefaan kitabı da var, sen çok okuyan birisin, belki ilgini çeker deyince, kitaba aydım ve sıcağı sıcağına Türkiyeden ablamlarla getirttim. 


Eğitimin üzerine kitabı ana dilde okumak epey pekiştirdi. 


Kitabın ve eğitimin bence püf noktası beyne odaklanması ve beyni her anlamda sağlıklı tutma önerilerini bir arada toplaması. İşte rahatlama 5.seçimde devreye giriyor. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözünün vücut bulmuş hali diyelim.


Kitabı, itiraf ediyorum, İlkeri düşünerek okudum. Ve İlkerle ilişkimizi. 


Hayattaki rollerinizi modellemenizi istiyor kitap. Anne, baba, kardeş, evlat, lider, sporcu vesaire… Hayatta pek çok rolümüz var. Her birinde neredeyiz? Ve nerde olmak istiyoruz? Bunu hayatının odağına koymanın bize getirisi ne olur?


Eş olarak şahane bir rolüm olduğunu düşünürken birden bundan daha iyi ne yapabilirime odaklanınca ne çok eksiğim ihmallerim olduğunu fark ettim. 


Ben İlker’in en iyi arkadaşı olarak onun hayallerini gerçekleştirmesinde ne kadar katkıda bulunuyordum? Burada ne yapmak istediği ile ilgili hayatına ne kadar müdahildim? Halbuki o,  buraya gelirken anlaşmaya vardığımız iş bölümü ve rol paylaşımında olması gerekenin de ötesinde bir performans sergilerken ben ne yapmıştım? Cömertçe bana sunulanı kabul ederken iş bölümündeki kendi rolüme - kariyer yapmak - fazlaca dalmış ve ihmalkar davranmıştım. Nasıl ki ilk geldiğimizde kendimi aptal gibi hissedip daha azına razı olacakken İlker bana benden fazla inanıp destek olduysa, benim de onun için yapabileceğim bir şeyler olmalıydı. 


Kendimden yola çıkarak konuşmaya başladığım bu konu artık bende bir tıkanmışlık olmaktan çıktı. Belki geç kalınmış bir adımdı ama ve lakin hiçbir şey için geç değildir.