17 Ekim 2025 Cuma

Ne vakittir…

Blogda bir şeyler yazmamışım. Ya da substack yazılarımdan kopyalamamışım. 
Haller haberlerde bu aralar diyelim…

Evren’le buluştuk. Yıllardır bir araya gelemeyen eski blog dostları. Belçika’ya gezmeye gelmişler, merkezdeki işlerimi denk getirdim, kısacık da olsa sarıldım. Hala yazıyoruz ve hala blogların o eski paylaşımlarının olduğu samimi zamanları özlüyoruz. Bak mesela şimdi belki bu yazıya yorumlar gelecek ve ben yine onları adamakıllı cevaplayamacağım ya da bir başka blog yazarının yazılarına anonim yorum yapmaya uğraşacağım. Benim galiba en büyük sıkıntım bu teknik zorluklarla uğraşmak istememem. Ama biliyorum ki, yazılarım bloga düşmeye devam edecek, ne zamana kadar onu bilmiyorum işte ;) 

Substack’te Elif’in konuğu oldum. Öncesinde yazıştık ve hiç yüz yüze tanışmadan nasıl arkadaşmışız gibi hissettiğimizden bahsettik, biraz da bu blog - substack ayrımından… O yazıda yayınlanmadı bu kısım, ben burada yayınlayayım :)

Bence birisiyle arkadaş olduğunu hissetmek için yüz yüze tanışmaya gerek yok, yani ben yıllar içinde blog sayesinde tanıştığım kadınlarla arkadaş olduğumu hissedince gerek olmadığını fark ettim.

İnternet üzerinden birisine arkadaş demek bazılarına garip geliyor ama yeri geliyor, en büyük yakınlığı ve anlayışı o çevrimiçi insanlardan görüyorsun, ve bir bakmışsın “arkadaşım” diyebilmişsin. 

Blogla substack ayrımını henüz düzgünce yapamadım. Aslında amacım tamamen substack’e geçmekti, fakat sık sık blogun sıkı takipçilerinden substack’e alışamadıkları yorumunu alınca, son aylarda bazı yazılarımı iki platforma da kopyalamaya başladım. Bir yerde blog koca bir yaşam arşivi, bırakamıyorum, hala dönüp dönüp kendi yazılarıma dalıyorum, çıkamıyorum, yani blogdan bir türlü vazgeçemiyorum. 

Dediğim gibi hala el yordamıyla blog-substack ayrımını yapmaya çalışıyorum. Galiba tek amaç yazmak olunca, nerede yayınladığım kısmını önceliğimden çıkarmışım. Bırak dağınık kalsın, diyelim 🙃

Demiştim.

Neyse biz haller haberlerden devam edelim.

İlker’i İzmir’e yolcu ettik, neredeyse on gün olmuş. Yokluğunu iliklerime kadar hissediyorum özellikle de Arca cücesinin hasta olduğu bu günlerde. Evden çalışmak zorunda kalıyorum, öğle tatilimde çorba yapmak, ve mızmız oğlanı doktora götürmek. Genelde böyle zamanların kurtarıcısı İlker olunca yokluğu dokunuyor.

Bir de Arca eşşeğini bir temiz paylamamız gerektiğinde yalnız olmayı sevmiyorum. Evet silkelenmesi lazım. İki hafta üst üste hem futbol kulübünden hem de okuldan davranışları ile ilgili uyarı aldı. Hatta ceza! Az önce elime geçen ara karnesi için öğretmenlerin ortak paydası “notlar iyi davranışlar değil!” 

Sınıfı kışkırtmak, ukalalık yapmak, itlik piçlik hepsi ve daha fazlası. Arkadaşları da ceza almış ama hepsi efendi çocuklar, bizimkinden şüpheleniyorum, ve asla “benim çocuğum yapmaz” diyemiyorum. Ayol en başta benim çocuğum yapar. Evde ne ki, sınıfta ne olsun…

Sonra kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Kötü arkadaşları veya alışkanlıkları yok, terbiyesiz değil (herhangi bir yetişkine sorsanız efendi bile derler!) diyerek teselli bulmaya çalışıyorum ama allah aşkına okul gezisinde gırgır şamata ve birbirini dürtüklemek nedir ya?! 16 yaşında bir insan da böyle bir sebepten ceza almamalı! 

Neyse…

Ben ne yapıyorum? Bu akşam için bir doğumgünü partisi vesilesiyle üzerimden geçen haftayı uğurlamak niyetindeydim ama doğumgünü çocuğu rahatsızlanınca program iptal oldu. Bu akşamın sosyalleşmesine çok ihtiyacım varmış. Şimdi fark ediyorum. 

İş ortamında hissiyatım aynı anda birkaç cephede birden savaşan askerin hissettikleriyle aynı kanımca. Yoruldum. 

Şimdiden iki ay sonraki noel tatilini iple çekiyorum. 

Bu arada bol bol okuyorum. Son okuduğum kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Yüzümde bir gülümseme ile okudum, ihtiyacım olan buymuş diyerek… Leonard ve Hevesli Paul

Bugünlerde elimden bırakamadığım muhteşem bir kitap var, nasıl oldu da kitaplığımda bunca yıldır dururken okumamışım? Aslında başka bir kitabı okuyordum, Sütçü. Çok da keyifle okuyordum. Birden ne olduysa, dedim ki, bu aralar hiç memleketimden bir şeyler okumuyorum, Sütçü tam da başka bir ülke gerçeği… Bizim gerçeğimize ihtiyacım var. Göçmen psikolojisi midir nedir? İnce Memedlerden devam edecektim ama Kindle okuyasım gelmedi, kitaplık raflarını kurcaladım, kucağıma düşüverdi: Hakkari’de bir mevsim. Hayatımda hiç bu kadar şiirli bir anlatıma denk gelmemiştim, şiirsellik romanlarda aradığım bir özellik bile değil. Ama bu roman… içime dokundu.


Okumadığım ve çalışmadığım zamanlarda sosyal medya dayatmalarına sorgulamalar çektim. Sahi 5 a.m. club kadınlar için gerçekten uygulanabilir bir şey miydi? 

İşte böyle… 

Önümde bomboş iki günüm var. Sıfır plan, sıfır yapılacaklar listesi… Hiç benlik değil biliyorum 😏 

2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yaşlandığını nasıl anlarsın? Vol.12

 Üç haftalık ayrılıktan sonra, sidikli gökyüzünden iniş yaptığın an, serin havayı ciğerlerine çekip “oh be dünya varmış, nasıl da özlemişiz, gözünü sevdiğimin Brüksel havası” diyorsan, evet yaşlanmışsındır! 

Eski komşumuz, altmışlarında Belçikalı bir çift, bütün yazı Brüksel’de geçirirdi, - yaz boyu terastaki çiçeklerimize bakmalarından ne kadar hoşnut olsam da - merak ederdim, niye tatile gitmiyorlardı? 

“Havası” derdi, Dominique, “Brüksel’in yaz havası iyi geliyor, Ekim gibi güneye gidiyoruz, bu yaşta yaz aylarında güneyin sıcağı bize iyi gelmiyor.”

Tam da şimdi, sağanak yağmurla uyandığımız cumartesi sabahına gülümseyerek bakarken içimden “bana da iyi gelmiyor” diyorum.

Daha geçen yaz “iliğim kemiğim ısınsın” diyerek saatlerce güneş altında yatıp, yatarken de biramı, çiğdemimi eksik etmezken, bu yaz sabah ve akşam suyunda yüzmek bahanesinden gayrı sahile in(e)memişsem…

Mesleğime ihanet edercesine senelerce klimaya mesafeli konumumu korumuşken, bu yaz koştur koştur AVM’lerde klima altı aramışsam… Ablamın menopoz yelpazesine hallenmişsem…

Sıcaktan, bırak yemek yemeyi, bir duble buzlu rakıyı bile içemez hale gelmişsem…

Evet, sıcaklar beni bu denli etkiliyorsa… Yaşlanıyorum demektir.

Kabul etmek lazım. Kafa kağıdımızda yazan tarihten mi kaçacağız? Yüzümüzdeki çizgilerden mi? 

Kaçmak demişken, ben doktora gitmekten kaçarım, yani artık sürünüyorsam veya çok ciddi bir rahatsızlıktan tırsıyorsam giderim. Bu yaz tatili, ablamın (benden sadece 4 yaş büyük) kan değerlerinin nasıl düzeltilmesi gerektiği çerçevesinde istişarelerle geçti. Muhterem kocamın da durumu iyi değil, ve bu bir sır değil, acil kilo vermesi gerektiğini t-shirtlerini geren göbeğinden anlayabiliyorsunuz. Beni asıl korkutan aynı yaştaki arkadaşlarımın da kolestrol, karaciğer yağlanması, şeker gibi sınır üstü değerlerinden bahsetmeleri oldu. Bir de muhterem demez mi, “çok kilolu olmayabilirsin ama aynı şekilde besleniyoruz, bir de alkole düşkünsün, senin kan değerlerin de kötü çıkabilir!” Bana bir titreme geldi ki, sorma. Pazartesi sabahı kan vermek üzere doktora gidiyorum, hem de kendi isteğimle… 

Düzenli kan tahlili düşüncesine sıcak bakmaya başlamışsam… biliyorsunuz, cümleyi tamamlamayayım.

Bazen de senelik kontrolleri üç seneye çıkarınca (doktordan kaçtığımı söylemiştim) ve artık yaş kemale erince, boynunu büküp doktora gitmen gerekiyor. Özellikle de jinekoloğa. Genelde şikayet etmem, ama bu defa elimde uzun bir liste vardı. Gece terleyerek uyandığımdan, içkiyi daha zor tolere ettiğimden, regl öncesi dönemin uzadığından ve korkunç geçtiğinden, acilen menopoza girip tüm bu tantanadan kurtulmak, özgürlüğümü ilan etmek istediğime kadar tüm şikayetlerimi sakince dinledi. 

Bana hormon testi yaptıracağından, sağlam bir ilaç tedavisine sokacağından emindim. Cerrahi bir müdahale beklemiyordum tabii ki ama beni sıkıntılarımdan kurtaracak her türlü çözüme de açık olduğumu hissediyordum.

Doktor, derin bir nefes aldı, menopoz filan yok dedi, bir kağıda, ne zaman progesteron hormonunun fazla salgılandığını, tüm bu şikayetlerin şimdilik bu hormon dengesizliğinden kaynaklanabileceğini grafiklerle anlattı. Sonra ekledi “bir şeyin yok” ve sihirli cümleyi söyledi: “sadece yaşlanıyorsun”. 

“Daha iyi hissetmek için, sağlıklı yaşlanmak için, yapman gereken tek şey, bedenine iyi bakmak. İyi yemek, spor yapmak, iyi uyumak, ve stresle başa çıkmak.”

Doktorunuzdan “yaşlanıyorsun” teşhisini de aldıysanız, eh artık kabullenmenin vakti gelmiştir diyebilir miyiz?

19 Temmuz 2025 Cumartesi

İki roman ve ergenlik üzerine

 Kitap okuma alışkanlığı edinmemi, leş gibi sıkıldığım ergenlik yıllarımın yazlarına borçluyuz.

Elime ne geçerse okudum. Yazık ki ailemin tavandan zemine kitap raflarıyla dolu bir kütüphanesi yoktu. Dolayısıyla elime geçenler, babamın 1960’lardan kalma Tübitak Bilim ve Teknik dergileri ve annemin beyaz dizileri ile sınırlıydı. 

“Geniş omuzları ve uzun boyuyla odayı dolduran” yanık tenli, güçlü, zengin erkek ile sahnenin en ateşli yerinde “erkeğin güçlü parmaklarıyla mengene gibi sıktığı kolu”nu hışımla çeken “narin, güzel, tecrübesiz” kadın… 

Hepsinde aynıdır. Biliyorum çünkü bizim evdeki bütün seriyi o bıkkın yazlarda bitirdim. Utanmıyorum derken şimdi utanmıyorum. Geçmişimle yüzleşebilecek olgunluğa eriştim çok şükür. Yoksa o yaz tabii ki ulu orta okumadım beyaz dizileri. 

Odayı dolduran adamların güçlü kollarının sardığı narin kadınlara ait erotik hikayeleri okuduktan sonra bir metre altmış beş santim boyunda kocalarıyla yatağa giren kadınların psikolojisini hiç anlayamadım. 

Belki de o yüzden aşk romanları yazarı olmakla mühendislik arasında fazla tereddüt etmeden fen lisesine gittim. Aşktan anlamıyordum, bilim ve teknolojiye, en azından 1960’ların teknolojisine - dergiler sağ olsun - hakimdim. 

Sonraları, okuma zevkim bir ergene yakışan şekilde evrildi. Ablam klasiklerine, Aziz Nesin’lerine ve Agatha Christie’lerine çökmeme izin vermeseydi, ne olurdum hiç bilmiyorum. İyi okur olma tohumlarını ablam ekti, yıllar içinde yollarımın kesiştiği kitap kurtları ise, yeni yazarlar edinmemi, okuduklarımın çeşitliliğini sağladı.

Tavsiyelerin kıymetini, ancak evinde tavandan zemini kitaplık rafları olmayan okurlar bilir. Nitekim benim de tavsiyelerine kulak verdiğim, alışveriş sepetimi siparişe dönüştürmeden evvel, son bir tur “ne okumuşlar” diye bakıp “ne tavsiye etse okurum” dediğim iyi okur bildiklerim var. 

Şahsımın da başkaları için böyle bir kategoride olduğunu bir instagram DM’sinden öğrendim, hattın öbür ucundan “okuduklarınızı nerede paylaşıyorsunuz, ben sizin tavsiyelerinizi hep keyifle okudum” diye bir mesaj alınca fark ettim ki, ne vakittir okuduklarımı paylaşmıyorum. 

(devamı tavsiyedir, ilgilenmeyenler yazıyı terk edebilir 😀 )

Türkiye’de yaşarken gündemden kaçma planlarımın en başarılısı her zaman kitaplar oldu. Kitap kurdu olmamı berbat ülke gündemine borçluyuz. 

Bu yaz öyle bir gündemin içine düştük ki, daha memleket hava sahasına girmeden ablamların evine teslim edilen kitap siparişime dua ettim. Kitap kulesine yan gözle bakan muhterem kocamı da “ben bunları burada bitiriveririm sen merak etme” diyerek teskin ettim. O anda Belçika’ya dönüş bavullarına gizlice koyacağım yeni kitap siparişinden haberi yoktu. 

Veronica Raimo’dan “Yalan Dolan”a başladım. 

Son zamanlarda bu kadar keyifle okuduğum başka bir roman oldu mu, hatırlamıyorum. Kahkaha attığım bile oldu, hem de en hüzünlendirecek kısımlarında.

İnsan kendisiyle dalga geçebildiği sürece başına gelen her türlü dertten kurtulabilir kanımca. 

Hayatta kalma dersi 101: Kendinle dalga geçmeyi öğren.

Vero büyüme sancıları içinde, kontrol manyağı kaygı bozukluğu sınırında bir anne ve her dehşet verici hadiseye yorumu “paradoksun doruklarındayız” olan bir baba, ailenin gözbebeği dahi bir ağabey üçgeninde kıvranıyor. Bize de su gibi akıp giden romanın sayfaları arasında yüzümüzden gülümseme eksilmeden kaybolmak düşüyor.

İyi ki bu kitapla yollarımız kesişmiş. Kadın yazarları yayınlayan Medusa Yayınlarıyla tanıştığım kitap oldu.

Bu kitaptan hemen önce bitirdiğim “Yetişkinlerin Yalan Hayatı” da usta yalancı süper zeki bir ergeni merkeze alıyordu. “Ne yazsa okurum” kategorisindeki yazar listemin ilk sıralarında yer alan Elena Ferrante yazmış, okumayacak mıyız? 

İki kitabın bir ortak noktası İtalyan kadın yazarlar ise, bir diğeri de usta yalancı süper zeki ergenleri merkeze almasıydı. 

Ergenlikte hayatta kalma dersi 102: Yalanlarla günü kurtar.

Bu iki kadın yazmasaydı, ergenlikte hayatta kalmanın kitabını ben yazabilirdim; ergenliğin zor günlerini katlanılabilir kılan tek şey bazen iyi tasarlanmış yalanlar oluyor. Yani en azından benim için öyleydi. Kendi hayatımı korumanın başka yolu yoktu ya da söylediğim yalanlar bana ne kadar zeki olduğumu kanıtlıyordu, bilmiyorum. Fark etmez de, zaten. Günü kurtarıyor muydum? Evet! 

“Yetişkinlerin Yalan Hayatı” mizah unsurunu “Yalan Dolan” kadar kullanmamış olduğundan, daha katmanlı bir roman izlenimi veriyor. Bir ergenlik mağduru kız çocuğunun varoluş sınavı, çürümüş aile kavramı şoku ve bir bileklik etrafında kurgulanan romanı okurken sık sık kendi ergenliğime döndüm. Büyümek ne kadar zor ve ne kadar kendine has bir şey. Herkes on sekizine gelince büyümüş olmuyor bazılarımız otuza kadar bazılarımız on ikisinde… Kimimiz hep çocuk kalıyor.