5 Aralık 2025 Cuma

Bir hobi ve terapi olarak yemek yapmak

—- Bu yazı substack’te yayınlanmıştır. —-

 Bu satırları bir tepsi İzmir köfteyi fırına koymamın akabinde yazıyorum. Türk marketinden aldığımız yeşil biberleri boylamasına keserken aklıma geldi. Neden beni müthiş sakinleştiren ve iyileştiren bir şeyler hakkında yazmıyorum ki, dedim ve işte buradayım.

Muhterem kocamı İzmir’e uğurladığımın ertesi, geçen haftadan, muhtelif marketlere gide gele stokladığımız malzemeleri tüm hafta sonuna yayılan bir terapiyle önümüzdeki haftanın öğünlerine dönüştürmemi tek başıma değil, birlikte kutlayalım istedim, çok şey mi istedim?

Annemin ömrümün sonuna kadar hep gülümseyerek hatta ufaktan kahkaha atarak hatırlayacağım birkaç anektodu var. Biri gün yüzü görmemiş feci cinsel içerikli “lafı gediğine koyan vecizeleri” (bu, bırak blog yazısını, lügat olur, roman olur ama vakti var daha…) diğeri tüketim çılgınlığına bilgece yaklaşımı olan “ne gereği var” sorusu, ve nihayet asla hiçbir şeyi atmamak üzerine nakşettiği “değerlendirelim” mottosu…

Bu hafta sonu bolca Zahide sultanın “değerlendirelim” mottosuna atıfta bulundum, kulakları çınlamıştır. Tek çöp atmadım, anamın kızıyım diyebiliriz.

Buyrun başlayalım;

İndirimden alınan mevsim dışı çilekler… 

Yarım su bardağı sütü bir yumurtayla çırpınız, üzerine bir su bardağından bir parmak az unu ekleyiniz ve çırpmaya devam ediniz. Kabartma tozu ve vanilyayı katmanın akabinde tavayı ısıtıp tereyağını ilave ediniz. Bir kepçe yardımıyla hamur karışımını tavaya koyduktan sonra tavanın kapağını kapatınız ki, pan cakeleriniz puf puf olsun.

Çilekler bir ergen oğlanın kahvaltısında tüketilir… Mutlu son.

(Tam burada annemin tarif defterini hatırlayarak gülümsüyorum. Baking powder da neymiş? O tariflerdeki “pekin povder” … sen bizim bebeğimizsin…)

Nedeni bilinmeden buzdolabına istiflenmiş kestane ve shitake mantarları…

sabah kahvaltısına omlet: ince kıyılır zeytinyağında sotelenir, kırmızı biberler eklenir, çırpılmış iki yumurta ve tuz karabiber, yanına yeşilliklerle yüksek protein kahvaltısı olarak servis edilir, afiyet olsun…

Fakat o da ne? Mantarlar bitmemiştir, ne yapılabilir? Evet…

Mantarlar kalın şeritler halinde kıyılır, shallot soğanların ve ezilmiş sarımsakların sotelenmesinin akabinde, tavaya alınır, aman sakın tuz konmaz -vaktinden evvel suyunu salmasını istemeyiz - , sadece karabiber… öyle bir kokar ki, iki lokma atarsın ağzına. Ötede yıkadığın basmati pirincini de mantarlarla birlikte kavurdun mu, bir, bilemedin iki çay kaşığı soya sosu ekle, uzak doğu havaları… bire iki ölçek tavuk suyunu (ah unuttum! Üç tavuk budunu soğan sarımsak, tane karabiber, limon kabuğu havuç, oregan, biberiye ve defne yaprağı ile haşlamıştın - mercimek çorbasına suyunu, haşlanan butları da tavuklu pilav yapacaktın, ne ara unuttun? ) katarsın, on beş dakikaya mantarlı pilavın hazır, ince kıyılmış maydonoz katılması şiddetle önerilir artık yanına salata mı yaparsın, senin bileceğin iş.

Uzun saplı brokolinin akibetini hepimiz biliyoruz. 

Hızlı bir buharda haşlama derken buzlu suda şoklama, limon sarımsak zeytinyağı tuz karabiber sosuyla hemhal olacak, bu kadar. 

Sahi biz o brokolileri İlker yesin de bünyesine az sebze girsin diye almamış mıydık? Görüyor musun bak, yemeden kaçtı. Abicim sen o lezzetli brokolileri İzmir’de nerde bulacaksın? (Soruyu sorarken bile bana bir gülme geldi! Ayol adam otun çöpün alasını bulur oralarda yeter ki istesin! İstiyor mu? Hiç sanmıyorum ama buralarda kocamın beslenmesini irdeleyecek değilim)

Bu arada İzmir köftenin üzerindeki ıslak fırın kağıdını çıkardım, patateslerin fırında üstü kızararak pişmesini istiyorum, zira o salçalı sos, suyunu çekti mi lezzetini verir, yoksa at tencereye pişsin, değil mi ya? Değil, fırında pişecek, pişerken hafif kızaracak ki, coşalım!

Evdeki tüketilesi malzemelere dönecek olursak…

Muz alınmış hepsi tüketilememiş, iki tanesi kimsenin yemek istemeyeceği ve lakin biri kurabiye olacak kadar diğeri uzun vadede dondurulmuş ananaslarla smoothie yapılmak üzere buzluğa atılmak üzere olgunlaşmış. Bu durumda ne yapacağız? Tahinli, muzlu kakaolu kurabiye. 

Allah biliyor ya orijinal tarifinden şahsım adına çok memnunum, lakin bizim ergen şeker ister… Göz kararı kattık nitekim, ne yapalım, önümüz iki hafta Arca’nın bitirme sınavları, önümüz iki hafta evde sütün yanına atıştırmalık istenir, şerit dilimlenmiş havuç ve salatalığın sütün yanında işi ne? yüksek proteinli bol şekerli atıştırmalık lazım gelir… 

O tavuk butlarından bahsetmiştim, suyuna mercimek çorbası demiştim. Hava buz, sınav sonrası eve gelen ergen bir sıcacık tavuk suyuna mercimek çorbasına ekmek doğramasın mı? Ana yüreği der ki: Evet! 

İşin sırrı, bir yandan tencerede soğandı, havuçtu sotelenirken, mercimeği suda çırpa çırpa kirini akıtmakta… Sonra kavur mercimeği soğanla havuçla, kat üzerine tavuk suyunu ve elbet bolcana karabiber ile iki defne yaprağı… aman yarabbi yarım saate kalmadan küçülsem de o tencereye balıklama dalsam dersin şerefsizim! Rakı şişesinde balık olsam misali… Fark ettiysen un yok, un mercimek çorbasına girmez, girerse olmaz, çok rica ediyorum, mercimeğin dokusunu bozmayalım.

Ötede küflene yazmış karnabahar ile iki kabak sana boynu bükük bakmaktadır, nedir yani geri dönüşüme mi gideceklerdir? Katiyen! Değerlendirelim mi? Elbette! 

Karnabahar minik çiçeklerine ayrılır, aman diyeyim biraz öyle bırakıver, nerden hatırlamıyorum, karnabahar böyle bir süre bekledi mi içindeki besin değerleri ortaya çıkıyormuş, benim işime geliyor , o arada kabakları rendeliyorum.

Zeytinyağı, acı tozbiber, zerdeçal, sarımsak tozu ile tuz karabiber çırptığım sosu, fırın tepsisine serdiğim karnabahar çiçeklerine buluyorum, fırın 200 C 3D havalandırma moduna ayarlanmış, yaklaşık otuz dakika içinde sarımsaklı yoğurda banmalık karnabaharlarım hazır, hatta bir küçük saklama kabı arttı da, sefer tası yapıveririm. 

Kabaklarım canım…

Suyunu iyice sıkınca içinde rendelenmiş havuç, ince kıyılmış taze soğan, nane, maydonoz, tuz karabiber, iki yumurta, kırmızı biber ve aldığı kadar un (ay en sevdiğim tarif tabiri - tabii ki kulak memesi kıvamından sonra!) Fırın tepsisine pay ettikten sonra ve 180 derece 3D fırına vermeden önce, üzerlerine susam ekliyorum, aman yarabbi, lezzetin doruklarında seyrediyoruz. Sarımsaklı yoğurt bu fırında pişirilmiş sebzelerin pezevengidir, demedi deme! 

Derken…

İzmir köfte pişti yanına pilavı da yaptım. Bizde pilav kavrulmuş şehriyeyle, illa ki et suyuyla, olmazsa olmaz suyuna şeker ve limonla hazırlanır. Demlenirken İzmir köfte de ötede bekledi, tabağa servise hazır oldu. 

Buzdolabındaki her bir malzemenin önümüzdeki hafta içi tüketilecek öğünlere “değerlendirilmesine” on puan, bunları yaparken yazarken ve de çok muhtemel yerken yaşayacağım kişisel tatmine onyüzbin puan! 

Terapi değil de ne?!

17 Ekim 2025 Cuma

Ne vakittir…

Blogda bir şeyler yazmamışım. Ya da substack yazılarımdan kopyalamamışım. 
Haller haberlerde bu aralar diyelim…

Evren’le buluştuk. Yıllardır bir araya gelemeyen eski blog dostları. Belçika’ya gezmeye gelmişler, merkezdeki işlerimi denk getirdim, kısacık da olsa sarıldım. Hala yazıyoruz ve hala blogların o eski paylaşımlarının olduğu samimi zamanları özlüyoruz. Bak mesela şimdi belki bu yazıya yorumlar gelecek ve ben yine onları adamakıllı cevaplayamacağım ya da bir başka blog yazarının yazılarına anonim yorum yapmaya uğraşacağım. Benim galiba en büyük sıkıntım bu teknik zorluklarla uğraşmak istememem. Ama biliyorum ki, yazılarım bloga düşmeye devam edecek, ne zamana kadar onu bilmiyorum işte ;) 

Substack’te Elif’in konuğu oldum. Öncesinde yazıştık ve hiç yüz yüze tanışmadan nasıl arkadaşmışız gibi hissettiğimizden bahsettik, biraz da bu blog - substack ayrımından… O yazıda yayınlanmadı bu kısım, ben burada yayınlayayım :)

Bence birisiyle arkadaş olduğunu hissetmek için yüz yüze tanışmaya gerek yok, yani ben yıllar içinde blog sayesinde tanıştığım kadınlarla arkadaş olduğumu hissedince gerek olmadığını fark ettim.

İnternet üzerinden birisine arkadaş demek bazılarına garip geliyor ama yeri geliyor, en büyük yakınlığı ve anlayışı o çevrimiçi insanlardan görüyorsun, ve bir bakmışsın “arkadaşım” diyebilmişsin. 

Blogla substack ayrımını henüz düzgünce yapamadım. Aslında amacım tamamen substack’e geçmekti, fakat sık sık blogun sıkı takipçilerinden substack’e alışamadıkları yorumunu alınca, son aylarda bazı yazılarımı iki platforma da kopyalamaya başladım. Bir yerde blog koca bir yaşam arşivi, bırakamıyorum, hala dönüp dönüp kendi yazılarıma dalıyorum, çıkamıyorum, yani blogdan bir türlü vazgeçemiyorum. 

Dediğim gibi hala el yordamıyla blog-substack ayrımını yapmaya çalışıyorum. Galiba tek amaç yazmak olunca, nerede yayınladığım kısmını önceliğimden çıkarmışım. Bırak dağınık kalsın, diyelim 🙃

Demiştim.

Neyse biz haller haberlerden devam edelim.

İlker’i İzmir’e yolcu ettik, neredeyse on gün olmuş. Yokluğunu iliklerime kadar hissediyorum özellikle de Arca cücesinin hasta olduğu bu günlerde. Evden çalışmak zorunda kalıyorum, öğle tatilimde çorba yapmak, ve mızmız oğlanı doktora götürmek. Genelde böyle zamanların kurtarıcısı İlker olunca yokluğu dokunuyor.

Bir de Arca eşşeğini bir temiz paylamamız gerektiğinde yalnız olmayı sevmiyorum. Evet silkelenmesi lazım. İki hafta üst üste hem futbol kulübünden hem de okuldan davranışları ile ilgili uyarı aldı. Hatta ceza! Az önce elime geçen ara karnesi için öğretmenlerin ortak paydası “notlar iyi davranışlar değil!” 

Sınıfı kışkırtmak, ukalalık yapmak, itlik piçlik hepsi ve daha fazlası. Arkadaşları da ceza almış ama hepsi efendi çocuklar, bizimkinden şüpheleniyorum, ve asla “benim çocuğum yapmaz” diyemiyorum. Ayol en başta benim çocuğum yapar. Evde ne ki, sınıfta ne olsun…

Sonra kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Kötü arkadaşları veya alışkanlıkları yok, terbiyesiz değil (herhangi bir yetişkine sorsanız efendi bile derler!) diyerek teselli bulmaya çalışıyorum ama allah aşkına okul gezisinde gırgır şamata ve birbirini dürtüklemek nedir ya?! 16 yaşında bir insan da böyle bir sebepten ceza almamalı! 

Neyse…

Ben ne yapıyorum? Bu akşam için bir doğumgünü partisi vesilesiyle üzerimden geçen haftayı uğurlamak niyetindeydim ama doğumgünü çocuğu rahatsızlanınca program iptal oldu. Bu akşamın sosyalleşmesine çok ihtiyacım varmış. Şimdi fark ediyorum. 

İş ortamında hissiyatım aynı anda birkaç cephede birden savaşan askerin hissettikleriyle aynı kanımca. Yoruldum. 

Şimdiden iki ay sonraki noel tatilini iple çekiyorum. 

Bu arada bol bol okuyorum. Son okuduğum kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Yüzümde bir gülümseme ile okudum, ihtiyacım olan buymuş diyerek… Leonard ve Hevesli Paul

Bugünlerde elimden bırakamadığım muhteşem bir kitap var, nasıl oldu da kitaplığımda bunca yıldır dururken okumamışım? Aslında başka bir kitabı okuyordum, Sütçü. Çok da keyifle okuyordum. Birden ne olduysa, dedim ki, bu aralar hiç memleketimden bir şeyler okumuyorum, Sütçü tam da başka bir ülke gerçeği… Bizim gerçeğimize ihtiyacım var. Göçmen psikolojisi midir nedir? İnce Memedlerden devam edecektim ama Kindle okuyasım gelmedi, kitaplık raflarını kurcaladım, kucağıma düşüverdi: Hakkari’de bir mevsim. Hayatımda hiç bu kadar şiirli bir anlatıma denk gelmemiştim, şiirsellik romanlarda aradığım bir özellik bile değil. Ama bu roman… içime dokundu.


Okumadığım ve çalışmadığım zamanlarda sosyal medya dayatmalarına sorgulamalar çektim. Sahi 5 a.m. club kadınlar için gerçekten uygulanabilir bir şey miydi? 

İşte böyle… 

Önümde bomboş iki günüm var. Sıfır plan, sıfır yapılacaklar listesi… Hiç benlik değil biliyorum 😏 

2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yaşlandığını nasıl anlarsın? Vol.12

 Üç haftalık ayrılıktan sonra, sidikli gökyüzünden iniş yaptığın an, serin havayı ciğerlerine çekip “oh be dünya varmış, nasıl da özlemişiz, gözünü sevdiğimin Brüksel havası” diyorsan, evet yaşlanmışsındır! 

Eski komşumuz, altmışlarında Belçikalı bir çift, bütün yazı Brüksel’de geçirirdi, - yaz boyu terastaki çiçeklerimize bakmalarından ne kadar hoşnut olsam da - merak ederdim, niye tatile gitmiyorlardı? 

“Havası” derdi, Dominique, “Brüksel’in yaz havası iyi geliyor, Ekim gibi güneye gidiyoruz, bu yaşta yaz aylarında güneyin sıcağı bize iyi gelmiyor.”

Tam da şimdi, sağanak yağmurla uyandığımız cumartesi sabahına gülümseyerek bakarken içimden “bana da iyi gelmiyor” diyorum.

Daha geçen yaz “iliğim kemiğim ısınsın” diyerek saatlerce güneş altında yatıp, yatarken de biramı, çiğdemimi eksik etmezken, bu yaz sabah ve akşam suyunda yüzmek bahanesinden gayrı sahile in(e)memişsem…

Mesleğime ihanet edercesine senelerce klimaya mesafeli konumumu korumuşken, bu yaz koştur koştur AVM’lerde klima altı aramışsam… Ablamın menopoz yelpazesine hallenmişsem…

Sıcaktan, bırak yemek yemeyi, bir duble buzlu rakıyı bile içemez hale gelmişsem…

Evet, sıcaklar beni bu denli etkiliyorsa… Yaşlanıyorum demektir.

Kabul etmek lazım. Kafa kağıdımızda yazan tarihten mi kaçacağız? Yüzümüzdeki çizgilerden mi? 

Kaçmak demişken, ben doktora gitmekten kaçarım, yani artık sürünüyorsam veya çok ciddi bir rahatsızlıktan tırsıyorsam giderim. Bu yaz tatili, ablamın (benden sadece 4 yaş büyük) kan değerlerinin nasıl düzeltilmesi gerektiği çerçevesinde istişarelerle geçti. Muhterem kocamın da durumu iyi değil, ve bu bir sır değil, acil kilo vermesi gerektiğini t-shirtlerini geren göbeğinden anlayabiliyorsunuz. Beni asıl korkutan aynı yaştaki arkadaşlarımın da kolestrol, karaciğer yağlanması, şeker gibi sınır üstü değerlerinden bahsetmeleri oldu. Bir de muhterem demez mi, “çok kilolu olmayabilirsin ama aynı şekilde besleniyoruz, bir de alkole düşkünsün, senin kan değerlerin de kötü çıkabilir!” Bana bir titreme geldi ki, sorma. Pazartesi sabahı kan vermek üzere doktora gidiyorum, hem de kendi isteğimle… 

Düzenli kan tahlili düşüncesine sıcak bakmaya başlamışsam… biliyorsunuz, cümleyi tamamlamayayım.

Bazen de senelik kontrolleri üç seneye çıkarınca (doktordan kaçtığımı söylemiştim) ve artık yaş kemale erince, boynunu büküp doktora gitmen gerekiyor. Özellikle de jinekoloğa. Genelde şikayet etmem, ama bu defa elimde uzun bir liste vardı. Gece terleyerek uyandığımdan, içkiyi daha zor tolere ettiğimden, regl öncesi dönemin uzadığından ve korkunç geçtiğinden, acilen menopoza girip tüm bu tantanadan kurtulmak, özgürlüğümü ilan etmek istediğime kadar tüm şikayetlerimi sakince dinledi. 

Bana hormon testi yaptıracağından, sağlam bir ilaç tedavisine sokacağından emindim. Cerrahi bir müdahale beklemiyordum tabii ki ama beni sıkıntılarımdan kurtaracak her türlü çözüme de açık olduğumu hissediyordum.

Doktor, derin bir nefes aldı, menopoz filan yok dedi, bir kağıda, ne zaman progesteron hormonunun fazla salgılandığını, tüm bu şikayetlerin şimdilik bu hormon dengesizliğinden kaynaklanabileceğini grafiklerle anlattı. Sonra ekledi “bir şeyin yok” ve sihirli cümleyi söyledi: “sadece yaşlanıyorsun”. 

“Daha iyi hissetmek için, sağlıklı yaşlanmak için, yapman gereken tek şey, bedenine iyi bakmak. İyi yemek, spor yapmak, iyi uyumak, ve stresle başa çıkmak.”

Doktorunuzdan “yaşlanıyorsun” teşhisini de aldıysanız, eh artık kabullenmenin vakti gelmiştir diyebilir miyiz?