İlker de ben söyleyince fark etti, "a sahi" der gibi gülümsedi.
Akşam pişirdiği etlerden payıma düşenin bir kısmını ertesi güne neden bırakacağımı Arca'ya anlatıyordum. İlker'in özenle pişirdiği etler ve benim soslu spagettimden oluşan tipik bir cumartesi sofrasındaydık. Arca'nın kendisini hem dışlanmış hissettiği hem de deli gibi merakla dinlediği üniversite yılları anılarımız sofranın sohbet konusuydu.
Her ne kadar benim vücut ölçülerim "henüz" pek çaktırmasa da, evvel ezel boğazına düşkün bir çift olduk. Karşılıklı oturup uzun uzun akşam ne pişirsek sohbetleri benim en sevdiğim karı koca muhabbetlerinden biri. Ya da bir lokantaya gittiğimizde önümüze gelen tabağı analiz etmek. "Hmm bence içine zerdeçal koymuşlar?" "O ne be?" "Hiçbir fikrim yok o yüzden salladım. Alalım ama bir gün bir şekilde deneyelim. "yok abicim bence almayalım, koca paket kişniş kendisini kullanacağımız günü iki senedir bekliyor yazıktır"...
Bir evde bu kadar yemekle ilgili ve iyi yemek yapan iki insan varken Arca'nın yeni lezzetlere olan muhalefetinden son derece rahatsızız, yeri gelmişken öz evladımı şikayet etmeden geçemeyeceğim. Yaptığımız hiçbir alengirli menüyü heyecanla karşılamıyor, sade makarna yiyor şerefsiz! Ulan benim gibi kadına benim gibi makarna soslarıyla kitap yazacak kadına yapılır mı lan! Kuru fasulye pilavcı cüce!
Bir parça etin ertesi güne bırakılması anısına gelirsek... Tamamen nostaljik bir dürtü. Efendim biz üniversitedeyken bu İlker'in Beşiktaş'ta bir evi vardı. Akaretler'den (o vakitler Akaretlerdeki binalar metruk şimdiki gibi concon bir ortam yok) Ihlamur'a erişen caddeye el arabasıyla bir amca gelirdi. Köfte ve biftek pişirir, ekmeğin arasına kor, içine rus salatası ve şimdi pek hatırlamadığım başka salatalarla soğanla filan servis ederdi. Gecenin o vakti o lezzetin peşinden emin ol fizana gidersin. Ne yerdik yav! Baktım İlker mezeciden rus salatası almış, yarın olayım budur abicim dedim.
Artık nasıl anlattıysam sofradan kalktığımızda ertesi güne üç parça et bırakılmıştı.
Geçen hafta içinde bir gündü. Muhteremi aradım, "naber napıyon" demek maksadım, işten bunalmışım, bir sesin duyayım dedim. "Dur" dedi, "hemen bir şey soracağım."
"Tamam".
"Biz seninle elli yaşına filan gelsek Çeşme gibi yazlık bir yerde yaşasak mesela, sıkılır mıyız?"
"Ne elli yaşı be? Bu yaşımızda yaşasak sıkılmayız! Yeter ki geçinecek kadar sabit bir gelirimiz olsun."
Derken laf döndü dolaştı, hayatın bize dayattıklarına ve karmaşasına geldi, ulen dedik bu Arca'yı iyi okullarda düzgün bir gelecek sunmak adına okutma amacımız olmayaydı, en kısa zamanda tası tarağı toplar, yerleşirdik kırsala... Arca'yı geldiği yere geri de gönderemiyoruz iyi mi? Kaldı başımıza ne bok yedik? Yok lan iyi yaptık biz bu veledi, komik bir çocuk, gıcık, çok konuşuyor ama sevimli it, aferin biz yaptık bence oldu. Böyle iğrenç bir sohbet işte...
Neyse sonra iç geçirip telefonları kapattık ve günün gündemin gerçekliğine, iş ekmek kavgasına geri döndük.
Bazen diyorum ki, biz bu muhteremle ara sıra birbirimize gıcık olup didişmesek, harbi efsanevi aşk diyeceğim bizimkine... Sonra diyorum ki bizimkisi "gerçek".
3 yorum:
Ne kadar içten ve güzel yazmışsın :)
Bence de gerçek bir aşk sizinkisi :)
İmrendim. Aşkınız, mutluluğunuz, huzurunuz daim olsun... Sevgiler.
Öyle bir aşk yok zaten. Ve sizin ki buradan çok güzel görünüyor. Maşallah diyelim.
Yorum Gönder