14 Ağustos 2024 Çarşamba

Kabul günü

 Bir arkadaşım  değişmek için önce kabul etmek gerekir, demişti. Fark ettim ki, ben bunca yıldır evet en az son iki yıldır, kilo aldığımın ve vücudumun yağlandığının kabul noktasında değilmişim. Kendime aynada hiç adamakıllı bakmamış, kendimi incelememişim. Hep bir tatil sonrası kilolarım var demiş, ertesinde tartıda iki kilo eksiğini görünce, eh iyi hadi deyivermişim. Hadi dön gel başa sar olmuş. Muş diyorum, zira bugün fark ettim halimi ve tüm bunlar film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Çünkü fark etmemişim hem de hiç.

Bugün ne oldu dersen… 


Evden çalıştığım günler yaptığım gibi bugün de öğle tatilimde yürüyüşe çıktım. Bazı mağazalarda indirim vardı, H&M’e girdim. Ezberden 36 beden bir pantolon aldım elime, giyinme kabinine geçtim. Kabin öyle tasarlanmış ki, soyunurken bedenini neredeyse her açıdan görebiliyorsun. Kalınlaştığını nicedir fark ettiğim bacaklarımın her santimetrekaresi selülitle kaplıydı, hala iyi durumda sayılır dediğim üst bedenim, hatta sırtım bile yağlanmıştı. Görüntü beni rahatsız etmedi dersem yalan olur, hatta ben bu vücutla nasıl denize girdim diye düşündüm. Hani öz şefkat aman da bedeninizi sevin, canım kendim filan var ya, hikaye o! O görüntüde sevecek bir şey yoktu. Kırk altı yaşına geldiğimi hatırlatmak bile rahatlatmadı beni.


Beni rahatlatan şey şu oldu. Bedenimi görmekten gerçekten görmekten kaçıyormuşum nicedir, bu defa kaçamadım ve yüzleştim. Bu yüzleşmenin beni getirdiği noktada ince bir sızı halinde bir gerçeği daha kabul etmek zorunda kaldım. 


Belirtmeme gerek var mı bilmiyorum ama pantolonun içine giremediğimi ve artık 36 beden olmadığımı da kabul ettim.


Kabul günü gibi yemin ederim :))


Artık sınırdayım. 


Hani yaşamın ucuna yolculuk gibi, ya buradan böyle kötü beslenme ve kendimi kandırdığım kardiyo egzersizlerle, her yıl birer kilo daha üzerine koyarak menopoza ve ileri yaşlara kalitesiz bir yaşam tarzı ve aşırı kilolarla gireceğim, 


… ya da kendime bir taahhütte bulunacağım ve ucundan kıyısından o sınırı aşmaktan kendimi toparlayıp bugünden farklı bir düzenin içine gireceğim.


Bu kadar okuyorum, bu kadar aklıma yatıyor okuduklarım, bu kadar farkındayım meselenin, eh madem bir de kabul günümmüş bugün, kendime taahhütümün de kabul günü olsun madem. 


Hadi bakalım mübarek olsun.


11 Ağustos 2024 Pazar

An itibariyle… pazar sabahından

 Bizim departmanda bir yıldır çalışan Ayaka’mızı Japonya’ya uğurladık. Uğurlama öğle yemeği için ofisin etrafında açık bulabildiğimiz tek yer KFC idi. Neyse ki Japonlar KFC’yi çok seviyor. 

Ayaka’ya Belçika ile ilgili en çok neyi özleyeceğini sordum. Yaz havası dedi. Taze serin, hele de yağmur sapıtmazsa şurup … Katılıyorum Ayaka’ya. Bugünler hava en idealinde. Gündüzler güneşli, 20-25 derece, akşamlar 15 ve zaman zaman yağmurlu. Sabahları taze bir havaya uyanıyorsun. 


Önümüzdeki günler çok sıcak olacakmış (30 derece filan). Bu demek oluyor ki tüm gün eve giren güneş ışınlarından içerisi akşamları oturulamayacak kadar sıcak olacak ve bizim de artık terasta yemek ve akşamı geçirmek ihtiyacımız doğacak.


Sabah gözümü açar açmaz, bir yıldır dokunulmayan teras masa sandalyelerine el attım. Koltuğu tekrar temizledim, akşama doğru gölge geldi mi bir iki kova su da dökerim mis… Daha da uğraşmam, üç güne kalmadan yağmur yağar zaten.


Neyse ki temizlik standardlarım düşük, asgari hijyen ve misafir gelince rezil olmayalım bandında seyrediyor. Beden ve ruh sağlığınızı korumak için düşük temizlik standardlarını tavsiye ederim.


Dün Arca’nın yeni takımında hazırlık maçı vardı, eski takımdan da tanıdığım bir anneye de aynı tavsiyede bulundum. Kadın yalnız bir anne ve üç ergen oğlu var. Allah yardımcısı olsun.


Arca’nın yeni takım en üst ligin bir altıymış, bizim oğlan level atladı yani. Antrenmanlar haftada üçe çıktı, bütün yaz tatilde bile idman yaptı, hiç bu kadar ciddi görmemiştim kendisini, hadi hayırlısı.


Dün öğlen antrenman, sonra da maç akşama eve geldik. Nasıl bir yorgunluk çökmüş üstüme, uyuyup kaldım. Bir uyandım, Arca yok! Lionel ve Nathanla çıkmış, gece on bir olmuş piyasada yok. Meğer kuaföre gitmişler, saatler sürmüş, iki oğlan da siyah olunca afroları kes kes bitmemiş. Arada sadece babasını arayıp pazar sabahı başka takımın maçına götürmesini rica etmiş, hani iyi olduğunu filan ordan biliyoruz.


Kızdım tabii ama bir yandan da çok komik değil mi?


Bir cumartesi akşamını üç ergen oğlan kuaförde geçiriyor…

Onu geçtim, bizim halimiz çok komikti, evde gecenin bir vakti oğlanın gelmesini bekliyoruz, evet kuaförden! Hiç bu kadar yaşlı hissetmemiştim. 


Şimdi yazarken fark ettim ki, bir pazar sabahından bundan daha fazlasını bekleyemezdim. 


Erkenden kalkmak… Kahvem demlenirken terastaki temizliği halletmek, kahvemi içerken blog yazmak. 


Evde kimseler yok, İlker dün gece söz verdiği gibi oğlanları maç izlemeye götürdü. 


Aylardır sakat olan muhterem kocam sonunda yarın veteran takımıyla antrenmanlarına geri dönüyor. Futbol evimizin yadsınamaz gerçeği. Futbolun en sevdiğim tarafı - bizim oğlanları mutlu etmesinin dışında - bana da kendimle takılmam için alan açması. 


Hazır hala sabah serini varken ben de yürüyüşe çıkayım… 

4 Ağustos 2024 Pazar

Yavaş Pazar

 Tatil sonrası, tatil yorgunluğunu atmak için dinlemeye vakit ayırmak lazım. Bir nevi tatil tatili. 

Bu yıl tatil sonrası, değil bir gün, bir saat bile mola vermedim. Sabaha karşı uçağa bindik, sabah yıldırım riski yüzünden uçaktan inmek gecikti ve nihayetinde eve gelir gelmez bilgisayarı açtım. (Hatta uçakta yanaşmayı beklerken toplantı düzenlemelerini yapıyordum) 


Hafta sonunu yani bu anı iple çektim. Arafta iki günün ve erkenden uykuya teslim olduğum gecelerin ardından nihayet kendimi tam anlamıyla tatilden çıkmış, tazelenmiş ve dinlenmiş hissediyorum. Kendime not… Ne olursa olsun asla tatil tatilini ihmal etme!


Son posta çamaşırları astım. Üç sepet ütülenecekler bana göz kırpıyor, oralı değilim. Akşam başladığım masum kitaplık düzenleme aktivitesi, “çayı koyam da iki satır okuyam”a evrilince önüm arkam kitaplarla çevrili öylece oturuyorum. Sağımda “hayat 40’ta başlar” mottosuyla gazeteci bir kadının kitabı var. İçinde ablamın adı var 2018 diye tarih atmış, kırkıma hediye olsun diye vermiş muhtemelen. Ama verdiği anı bile hatırlamıyorum, dolayısıyla kitabı da unutmuşum. Deneme türü olduğu için ortasından sonundan birkaç yazıya bakıyorum. Neredeyse bitti. Ne verdi kitap sana, dersen… Bildiğimden fark ettiğimden farklı ve yeni bir şey vermedi. Geçiniz.


Ursula K.Le Guin’in deneme kitabı “Boşa Geçirecek Vakit yok” elime geçiyor. Kitabı okuduğumdan eminim lakin bitirmiş gibi hissetmiyorum. Ursula’nın ileri yaşlarında blogunda yazdığı yazılardan derleme bu kitabı sevmemin nedeni kendisiyle sohbet ediyormuş gibi hissettirmesi. Yer yer ülkesinin politikalarına eleştiri yapan yazıları var, beni bunlar sarmıyor tabii ki ama kimi yazıları var ki, o bilge Ursula teyze tadında… nasıl desem, tadından yenmiyor. 



“Yaratıcı olan bir yetişkin, sağ kalabilmiş bir çocuktur” sözünü irdelediği yazısı gibi. Bir vakitler söylemiş bu sözü ama içimizdeki çocuk kavramına bu denli anlam yüklemek yetişkinliği bu derece yermek, bize ne kazandırıyor? Kendi sözlerini bile tekrar süzgeçten geçirdiği düşünsel yazılarına bayılıyorum.


Ergenlik sıkıntılı yıllar kitabında cinsellikle ilgili kısma kadar okumuş bırakmışım, 15-20 sayfa daha okudum. Fikrim aynı, abartılmış bir kitap. Çocuğumun flört etmesinin, gelecekteki ilişkileri için faydalı olacağını bu kitabı okumasam da idrak edebilecek bir ebeveynim neticede. Bir de sadece ABD kaynaklı veriler üzerinden verilen örnekler her ülkeye kültüre uymuyor ve beni ABD’deki cinsellik yaş ortalaması vs pek ilgilendirmiyor, geçiniz.


Kitaplık düzenlemesine -pardon kitaplık düzenlemesi bahanesiyle kitap okumalara - ara verip kendimi sokağa attım. Otur otur, oku oku nereye kadar? 


Mahalleyi teftiş yürüyüşüne çıktım. Ne de olsa bir aydır yokuz buralarda, bakalım her şey yerinde mi? En son ıhlamurları kokarken bırakmıştım. Haziran ıhlamur ayıdır, bilir misin? Ben bilmezdim, buralı olunca öğrendim. Karşı caddenin köşesinde en az elli yıllık bir ıhlamur ağacı var, yürürken bir esinti geliyor ve zınk diye duruyorsun, kokuyu takip edip sarı çiçeklere ulaştın mı, kapat gözlerini ve ıhlamur kokusunu çek içine, keşfedilmemiş mutluluk diyarlarının kokusu gibi. 




Gittim baktım bugün, tohuma kalkmış ağaçlar koku filan hak getire. Mahalleyi bıraktığımda, çıtır güllerle kafam kadar ortancalar bahçelerin bitki örtüsüydü, şimdi tamamen değişmiş. Petunyalar ve adını bilmediğim minik çiçekler var. 

Kafam kadar ortancalar :)

Çıtır güller - sokak saksısı - Haziran

Hazirandan bir bahçe

Hazirandan bir bahçe

Belediye binasının petunyaları

Adını bilmediğim minik çiçekler hemen her evin bahçesinde

Kocaman bir sokakta fark edilen tek ev - tabii ki petunyalar :) sebep


Belçika’da temmuz sonu ağustos ortası hemen herkesin tatilde olduğu dönemdir. Yedi yıl önce işe bu zamanlar başlamıştım. Ev bulmak için gezdiğim mahalleler terk edilmiş gibiydi. Ürkütücü bir sessizlik. Bugün de aynı. Herkeslerin tatilde olduğunu bilen işletmeler, müşteri gelmeyeceğinin farkında, kapatmış, “tatildeyiz” yazıyor. Güzel havaya rağmen sokaklarda kimsecikler yok, pazar günü açık olan tek market bile boş. Şehre dönmek için şahane bir zaman!


Eve tam zamanında dönmüşüm, muhterem kocam spagetti bolonezin sosunu hazırlamaya başlamış. Benim katkım pek sınırlı, getir götür işte o kadar… Ama mutfaktan çıkasım yok, sosun hazırlanırkenki kokusunu duysan sen de mekandan ayrılmazsın ;) 


Depodan şarap getir, kalan kerevizleri torbala kaldır, balkondaki saksılardan kekik biberiye topla, yıka kurut ayıkla… bu kadar. Ha bir de sosa konan şaraptan kalanları kadehe koy, iç beklerken ;)


Hala kitaplığı tam düzenlemedim, hala sağımda solumda sayfalarını karıştıracağım kitaplar beni bekliyor…


Makarnanın suyu kaynamak üzere… totomu kaldırayım da makarna haşlayayım :))


Yavaş pazarımı okuduğunuz için sonsuz sevgiler… Sizin pazarınız nasıldı?

30 Haziran 2024 Pazar

Mayıs Haziran derken Temmuz’u ettik

 Yemeğin üzerine çay demledim. Ama demlenmesini beklerken bari bir limonlu soda içeyim dedim. Evet yine çok yemişim, regl iştahından nefret ediyorum. Baktım buzdolabında sodanın yanında tonik var buz gibi. Bir anda bol soda bol tonikli bir cin tonik içerken buldum kendimi. Sosyal medya algoritmalarının önüme 45 yaş sonrası alkol azaltımının önemini anlatan içerikler çıkarması tesadüf değil. 

Artık o içeriklerin etkisi mi, bilinmez, allah için azalttım ve bu bana bir kilo fark olarak kutsandı. Lakin regl dönemlerimin her şeyi canımın istediği dönemdeyim ve nankörlük etmeyeyim ama otuz beş senedir çektiğim bu dert beni alıştırıp güçlendireceğine kırılganlaştırıp, daha savunmasız bırakıyor. 

Sosyal medya içeriklerinin peri-menapoz minvalinde dönmesine gıcık oluyorum, hayır salak algoritma yaşıma bakıp beni menapoz kategorisine alıyorsun ama ben hala onbeşimdeki ağrılar ve iştahla döngülerime devam ediyorum. Başka kapıya!

Neyse ne diyecektim… 

Aslında bu bir “3N 1 ben” yazısı başlıktan anlamışsınızdır. 

Ne yapıyorsun diye soran olursa, “geziyorum” diyorum. Nisan’dan beri geziyorum, hatta Marttan beri. Seyahat etmenin her türlüsünü seviyorum. Beni günlük rutinlerimin dışına çıkarıyor, başka bir açıdan baktırıyor hayata ve müthiş keyif alıyorum. Uzaklaşmanın insana iyi gelen yönlerine odaklanıyorum, yeni kararlar alıyorum ve çok özlüyorum… seyahatteyken arkada bıraktıklarımı, dönünce de o seyahatlerdeki beni. 

Los Angeles İtfaiyecilerinin öğle yemeği molasında (1)

Bir Paris İki Milano üzerine bir Amerika ve Atina derken Haziranı evde tamamlamanın mutluluğu içindeyim. Arca’yı karnesini almayı müteakip havaalanından İzmir’e gönderdik, an itibariyle sevenlerinin ve özlediği İzmir lezzetlerinin sarmalında mutluluğun tadını çıkarıyor. Yarın Duru’nun mezuniyetine bizi temsilen gidecek. Evet ya evlendiğimizde birkaç aylık bebe olan Duru şimdi bilgisayar mühendisi diplomasını alıyor. Yakında Hollanda’ya mastera gelecek. Yıllar nasıl geçiyor…

Geçiyor işte, günler, saatler nasıl geçiyorsa öyle deli gibi bir hızla geçiyor. Bugün okuduğum bir yazıda Yunan mitolojisinde zaman kavramının bir sayısal - hani bir saat iki saat gibi ölçülebilir- bir de fırsat anlamına geldiği anlatılıyordu, hani izafi olan. Çocukken bir türlü geçmeyen ama büyüdükçe uçup giden…

İşte artık uçup giden zamanların içindeyiz, büyüdük ve zaman uçuyor. 

Öyle ki buz gibi cin toniğimi bitirdim, çaya geçtim, o arada usul usul serinleten bir yağmur başladı. Maç izleyen muhteremin çayını tazelerken, “ay ne güzel serinledik” dediğimde daha bu sabah İzmir havası için “ay 35 derece nasıl da kemiklerimiz ısınacak” şeklindeki cümlelerimi yüzüme vurmasa iyiydi. Bak buraya yazıyorum, şikayet etmeyeceğim, terleyeceğim, biliyorum ama o kadar özledim ki terlemeyi… 

Başka ne yapıyorsun dersen… 

Okuyorum! 

Seyahatlerdeki en yakın arkadaşım kitaplar tabii ki. Allende’nin Violeta’sını da Pinana’yı da seyahatlerde bitirdim. Denizin Uzun Taç yaprağından sonra Allende’nin beni yine o muhteşem büyüsüne çekeceği umuduyla başladığım ve öyle de başlayan Violeta, zor bitirdiğim, heyecandan yoksun, öngörülebilir bir romana dönüştü. Ana karakterin, yazarın aklına pandemi günlerinde düşmüş, iki pandemi arası yaşamış olmaktan başka ve de çocukluğu hariç hiçbir ilginçliği yoktu.  Son derece hollywoodvari bir karakterdi, yaşamının son kırk yılını ülkesinde gelişen feminist hareketlere yamanmış olarak geçirdiği izlenimini verdi. Bilmiyorum, beklentiler ve gerçekler… 

Uzun ekonomi sınıfı uçularının keyfi iyi bir kitapla çıkar ;)

Yine de elimden bırakmadım, sonuna kadar okudum. İçeriği beğenmesem de, anlatımını beğendiğim için.

Sonra tam da kızlarla kavuşma tatili öncesi, kadın hikayelerine ihtiyaç duyduğum bir anda kitaplığımda buldum. Galiba geçen yıl sipariş vermiştim de ablam göndermişti ya da getirmişti. Ayşe Başak Kaban hiç okumadığım bir yazardı, PiNAna’ya kadar. Çok tatlı, çok keyifli bir okuma benim için. Tasvirleri, karakterleri incelikle dokuyuşunu çok sevdim. İzmir’e gidince diğer kitaplarını da yüklenip geleceğim. 

Kindle’ın müthiş rahatlığına ve kolaylığına rağmen hala elime kitap almaktan, kitap koklamaktan müthiş keyif alıyorum. 

Nitekim İzmir’e taşıma pahasına yeni bir kağıt kitaba başlamış bulundum. Adaş. Henüz bir şey söylemek için erken ama sardı gidiyor diyelim. 

İşte tam bu noktada açık pencereden yağmurda ıslanmış çim kokusu geldi. Bak şimdi de “bunu nasıl özleyeceğim İzmir’in sıcağında” derdine düştüm!

Neler izliyorum? 

Tabii ki maçları izlemiyorum. Nereye gitsem peşimi bırakmayan maç sohbetlerinden daha şimdiden gına geldi. Maçlara ara verilen bir iki gün muhterem kocamla Bridgerton 3.sezonu izledik, o kadar. Manikür pedikür ve ütü yaparken ve de sosyal medya fittirirken yanda açık olan Kızılcık Şerbetinde atlaya atlaya neredeyse günceli yakalayacağım. BBG evi izler gibiyim, bir avuç insanın hayatını gözetliyorum sanki. Ama gideri var, allah için tüm o benzer diyalog döngülerinin içinde gidiyor işte. Bahar dizisi, tüm sezonun ihtişamına yakışmayacak bir sezon finaliyle hayal kırıklığına uğratmış olsa da kredisi büyük malum, yeni sezonu bekleyeceğiz. 

Ee… bayram tatillerinden dönüldü mü, neler dönüyor sizin cephede?

(1): ben tüm hanımefendiliğimle fotoğrafımı çekinirken önümden geçen Amerikalı kadın itfaiyecilere “take it off baby!” Diye bağırdı ve kanımca benden şüphelendiler :)) 


15 Haziran 2024 Cumartesi

Kalimera cınım

 Aldığınız en güzel doğum günü hediyesi hangisiydi?

Benim için en güzeli miydi belki çok daha güzelleri vardı bilmiyorum ama en anlamlısıydı. Zira ilk defa üniversiteden kızlarla kocasız çocuksuz tatile çıkmak hem de en çok ihtiyaç duyduğum bugünlerde.


“Çok kısa bir tatil için çok masraf olacak bütçemiz zaten gıdım gıdım hiç zamanı değil”, dediğimde ve evet arkadaşlarımın düşünmeksizin bu paraları ödeyebildiğine şaşırdığımı söylediğimde, muhterem kocam uçak biletimi satın aldı. Doğum günü hediyesi, dedi, bitti. (Galiba çok bıkbıkladım )



Ama şarkılarını bildiğimden bile emin olmadığım grubun konserine gitmemem konusunda hemfikir olduk. İşte böyle… sonra Elvanın vizesi çıkmadı, konser bileti o kadar pahalıydı ve ben gitmeme niyetinde o kadar nettim ki, Elvanın biletini almak aklıma bile gelmedi. Gerçi o, bileti gönderdi, sen git dedi. Bütçe ayırmamışım, hediye kabul etmek için çok yüksek bir fiyat yani nerden baksan içime sinmedi. 


Sonra ne oldu söyleyeyim. 


Cuma günü denize girdik. Benim karpuzları denize düşürdük nitekim. (Yazar burada şyşce semirmiş totosunun iki lobuna gönderme yapıyor) Cumartesi de Acropolis’e çıktık. Allah biliyor ya, keçi gibiyimdir, dağ taş demem tırmanırım. Çıktık, indik derken yemek yedik, yemekten sonra çarşıda gezerken ve de bir dükkanın önünde pipili gazoz kapağı açacaklarına gülerken dükkanın basamağında bileğim döndü, düştüm. 


E kocanı bırakıp pipili gazoz açacaklarına dalar gidersen Allah çarpar. 



Benim bileğim çok burkulur, yolda dönüverir düzelir, düşsem bile iki adım sonra yürümeye devam ederim. Alışkınım. Ve biraz da bundan sebep bu defakinin çok ciddi olduğunu anladım. Kendimi, kırık çatlak var mı diye düştüğüm basamakta yoklarken kızlara “durum ciddi acil buz bulun” diyebildim.  Karşı lokantadan buz koşturan garson ne kadar iyi bir insansın, gönlüne göre versin. Ben eve yollandıktan sonra da kızlara sormuş sağ olsun. 


Bir on beş dakika kaldırımda buz tedavisi sonrası Emelle eve döndük, diğerleri daha fazla buz bulmak için arkada kaldılar. Az sonra kırık olmadığından emin - malum kırık olsa duramazsın :)) - olunca kızlarla olayın istişaresine girdik. 


Nazar mıydı? 

Başkasının nazarı mıydı yoksa o kadar sevinmiştik de kendi kendimize mi nazar değdirmiştik? 

Hem zaten ben o konsere gitmeye hiç niyet etmemiştim acaba bilinçaltında bir yerlerde kendimi mi sabote etmiştim? 

Bana oldu daha mı iyi oldu acaba - tövbeler olsun iyi ne ya - zira kızlar deli paralar vermişlerdi konsere, ya o niyetle gelmiş olanlardan birinin başına geleydi?

Yok yok verilmiş sadakamız vardı da daha beter olmadı


İstişareler tüm gece sürdü. Bir kısım nazara enerjiye yorarken bir kısım “çağırmaya” başka bir kısımsa “anlam yüklemenin yanlışlığına” dikkat çekti. Ne olduysa oldu nihayetinde pazar fazla sokaklarda gezmeden eve konuşlandım, kızlar konsere gitti, ben de zaten planladığım üzere açtım dizileri filmleri, açtım yunan birasını terasta yaz akşamının tadını çıkardım.


Bu yazıyı buz koymadıkça şişmeye devam eden bileğimle ben uçaktayken yazdım. O günden beri buz jel tedavisi ve az yürümekle bileği beterinden kurtardık.


Her şeye rağmen şahane bir üç gündü. Kız arkadaşlarımla uzun uzun sohbet ettim, yüksek sesli kahkahalarla Atina sokaklarını şenlendirdim. “İyi geldi” demek hafif kalır. Seneye nerede ve ne zaman buluşacağımızı şimdiden konuşmaya başladık. Tabii bu defa Elvan da.. 


4 Haziran 2024 Salı

Macera dolu Amerika

 Nankörlük yapmış gibi olmayayım ama bu yılki müşteri ödül gezisine katılacağım netleştiğinde, “tüh ya keşke Japonya’ya gidilen geziye denk gelseydim” dedim, yalan yok. Bu yılki Amerika’ydı. San Francisco Silicon vadisindeki ofiste seminer gününü müteakip müşteri gezdirmece ve dolayısıyla kendin de gezmece. En iyi iş seyahati biçimi lakin Amerika’nın bir cazibesi yok. 

Filmlerde gördüğümüzden farklı ne gördün dersen, az buçuk Mission District turunu sevdim, gerisi aynı. Biz San Francisco Sokakları dizisiyle büyümüş nesiliz, Pretty Woman’ın alışveriş yaptığı caddeye hakimiz, Beverly Hills desen malumunuz. 



Kültür desen yok, tarih desen yok, mutfak desen büyük porsiyonlar işte o kadar. Ha bir de insanlarının hepsi mi high olur kardeşim? Bir dükkana giriyorsun, başlıyorlar “günün nasıl geçiyor?” Hem de büyük volumda… sana ne kardeşim benim günümden. Hayır yani ben enerjisi yüksek, pozitif, gülümseyen bir tip olarak tanınırım, bunların yanında nemrutun önde gideni oldum. 


Her yanda evsizler, ama bir o kadar da gösteriş, ışıltı öte yanda… Bir yanda deli gibi spor yapan tıfıl tipler, öte yanda obez çocuklar… Ülkece bipolar vaziyetler…


Bir de bir şey satın alayım diyorsun, vergisi bahşişi bilmem nesi hop etiketin üzerinden 20-30% giriyor. Ne ara nasıl? Zaten bahşiş vermezsen dayak yemediğin kalıyor, öyle acayip bir durum. Uzun lafın kısası, iş için olmasa o kadar yolu çekmeye değmez. Hani jet lagdan muzdarip olmaya meraklıysan bari Meksika, Şili efendime söyleyeyim Brezilya’ya, öte yandan Japonya’ya git de değsin bari. 


Gerçi Santa Monica bizim İzmir’e benziyordu, palmiyeleri, yaseminleri, begonvilleri filan sıcacık keyifli bir sayfiye gibi. Büyük yolları ve büyük arabaları ile karbon salınımını zerre sallamayan bu koca ülke Avrupa’dan gelen biz zavallı sürdürülebilirlik neferlerini üzdü. Bir de nasıl cahiliz, yolda gördüğümüz Coco’nun videolarını çekeceğiz diye yemeğin sahibini muhtemelen çileden çıkardık. Getir’in yerini Coco almış, insansız kurye aracı. İnsansız pek çok şeyden biri de taksilerdi. Uber’den bile ucuzmuş. Uber deyince, tabii ki Türk şoförlü bir tanesine denk geldik. Türk’ün olmadığı yer var mı? Her yerdeyiz.


Bizim üniversite öğrenciliğimiz zamanında Amerika’ya kapağı atmak gibi trend vardı. Fakülteden pek çok arkadaş master dil okulu vs için Amerika’ya gitmişti. Bizim vizyonsuzluğumuzdan mıdır nedir, hiç aklıma bile gelmemişti. Gidenler de hep kaldı, demek ki, benim hala görmediğim iyi bir şeyler var Amerika’da. Şimdi bakıyorum da, gençler daha çok Avrupa’yı tercih ediyor, ya da bendeki algı o şekilde, nitekim Duru seneye Hollanda’ya mastera gelecek.


Belçika’ya inice kendimi evimde hissettim. Avrupalının o gösterişten uzak hatta mesafeli duruşunu özlemişim, kimse bana günümün nasıl geçtiğini sormaması ne iyi! 

9 Mayıs 2024 Perşembe

Küçük bir Paris molası

 Son birkaç haftadır iyi değilim. Hatta birkaç aydır. 


Günde yedi sekiz toplantıya girerken, yeni gelen arkadaşla birebir ilgilenmemin gerekmesi, pazar günü çalışmak zorunda hissetmek, hiç hesapta olmayan yeni yapılandırılmalara dahil olmak, hesapta olmayan fazladan iş seyahatleri, iş baskısına dayanmakta zorlanan Z-kuşağı arkadaşların yükünü de üzerime almak, günde on iki saat çalışsam bile maillerimi okuyacak bile zamanı bulamamak, hazırlamam gereken raporlar ve tamamlamam gereken projeler yükü altında ezile-yazmak… 


Geçen hafta yıllık performans görüşmesinde aldığım, “bu kadar işi nasıl yapabiliyorsun?” Sorusunu “günde on iki saat çalışıyorum, ha bir de son üç haftadır pazarları ve yine de yetiştiremiyorum”, şeklinde cevaplayamadım. Neden biliyor musun? Çünkü bu şekilde çalışmak hiç doğru değil, bu şekilde çalışmak da, bu şekilde çalışırken üzerimdeki gerginlikle insanları kırmak da, kendimi hırpalamak da doğru değil. 


Doğru olan mola vermek ve ben Nisan sonu Arca’nın okul gezisini fırsat bilip, muhterem kocamla Paris’e kaçtığım için kendimle gurur duyuyorum. 


Arca’yı otobüsüne attık, kendimizi de yollara… Termoslarımızdan kahvelerimizi yudumlarken, İlker’le burn out sendromundan, üzerimdeki baskıdan konuştuk. Paris’in trafiğine girdiğimizde, üzerimdeki yüklerin bir kısmından kurtulmuş gibi hissetmeye başlamıştım. Güzel bir şey söyledi, “hatırlıyor musun İzmir’deyken tatile çıkardık, tatildeyken telefonlarımız susmazdı, hatta oturup çalışırdık, bak şimdi bu yok, şalterleri tamamen kapatıp gerçek bir mola verebiliyorsun” 


Haklıydı. 


“Tükenmişlik ya da işte burn out sendromunun tek sebebi iş olamaz, yoksa iyi kötü herkes motoru yakardı, ne stresli işler var… Özel hayat sorunlarıyla birleşince yükün altından kalkılamıyordur bence” de dedi, ve yine haklıydı muhtemelen. 


Üç gün boyunca ofiste ne fırtınalar koptu, muhtemelen ama bir defa bile telefonum çalmadı. Paris’in büyülü havasına girer girmez kestane ağaçlarının altında gözlerimi kapatıp mola kararıma ve tüm bu zorlukları konuşabildiğim kocama şükrettim. 


Paris ilkbaharda çok güzel olur. Bütün şehir çiçeklenen kestane ağaçlarının pembe beyaz yeşiline bürünür.




Şanslıysanız arada sırada güneş yüzünü gösterdiğinde bir cafedesinizdir.




Biz yıllar önce turistik gereklerin tamamını yerine getirdiğimiz için, bu defa Parisliler gibi takılmaya çalıştık. Parklarında gezdik, bistrolarında oturduk, yerlilerin lokantalarına girdik, bol bol yürüdük. 


Uzun ve mutlu ilişkilerin sırrını çözdüm diyemem ama bir fikrim var. Saygı, sevgi, anlayış hatta birlikte gülebilmek… Eyvallah. Ama bir de paylaşılan bir tutkun olacak. Sanat olabilir, edebiyat, spor, seyahat… Ya da bizimki gibi yemek!


Bizim en uzunundan en kaçamağına tüm tatil ve seyahatlerimizin ortak noktası nerde ne yiyip ne içeceğiz… Bunun için uzun saatler araştırmalar yapabiliriz. En iyisi neyse o gideceğimiz yerin, onu oranın en iyi mekanında yiyebilmek tutkusu.


Bu tutkumuzu Arca ile gittiğimiz restoranlarda yapabilmemiz çok mümkün olmuyor. Paris’in en iyi soğan çorbasını nerede yiyeceğimiz Arca’yı pek ilgilendirmiyor, on beş yaşında bir çocuktan ilgilenmesini de beklemiyoruz zaten. Neyse ki Arca’sız böyle bir kaçamak fırsatı çıktı da, Paris’in en iyi soğan çorbalarından birinin, apero gecesinin, creme brulenin ve de happy hour vakti bistroların tadını çıkarabildik.


Paris’te ne yenir içilir diye aratsanız önünüze zibilyon tane link düşer. Böyle bir rehber hazırlamama gerek yok, arkadaş tavsiyesi gibi birkaç yer önereyim, yeter.


Biz muhteremle Fransız mutfağı meraklısı değiliz, evet bize yakışmadı biliyorum ama gerçek bu. (Biz İtalyan seviyoruz)

Fransızların o yağlı ve ağır soslu tabakları, benim iştahımı kabartmıyor. Sadece peynirleri, tereyağı, ekmekleri, kruvasanları ve tabii ki şarabı olsun başka da bir şey aramam ama bir soğan çorbası aradım bu defa. Zira ilk gün, nisanın sonuna yakışmayacak bir soğuk karşıladı bizi. Sokaklarda gezerken öyle üşümüşüz ki, soğan çorbası şahane bir seçim oldu. 


Les Antiquaires


Tam bir Paris bistrosu, göt göte oturuyorsun, yan masaların sohbetinin içindesin. Hani “canım çekti senin salyangozdan bir tane alıverem mi” desen, dirsek komşun şaşırmayacak öyle bir samimiyet. Beyaz şarap ve sıcacık soğan çorbası öyle iyi geldi ki, başka tabak söylemek içimden gelmedi. Menüde beef bourguignon görünce bir de Fransa’nın en iyilerinden seçildiğini öğrenince muhteremle paylaştık. Ayrıca creme bruele seviyorsanız, muhterem kocam burada yemenizi öneriyor. (Ben sevmem, yiyemedim tabii ki)






Apéro ya da peynir-şarküteri tabağı mı demeli… Fransız kültüründe çok önemli bir yeri vardır. Fransız kültürünün yoğun etkisi altındaki Belçika’nın ve Belçikalıların apero tarzı akşam üzeri atıştırmalıklarına veya pikniklerine bayıldıklarını söylememe gerek yoktur sanırım. Arca’nın asla keyif almadığı ve de doymadığı bu yemek seçeneğini önceki gelişimizde elemiştik, bu defa es geçmedik. 



Listemizde olan, yerlilerin gittiği minik bir mekanda önceden rezervasyon yaptırmıştık. Büyük iki masa ve iki üç kişilik üç masadan ibaret bir mekan. Güzel müzik, uygun fiyatlı şahane Fransız şarabı, türüf mantarlı brie peyniri, etleri ve ufak tefek sebzelerle hazırlanmış tabak ve tabii ki belirtmeme gerek yok - hemen orada pişirilen sıcak Fransız ekmekleriyle kendimizden geçtik. 

(Oplato)


Croissant her yerde iyi çünkü mis gibi tereyağıyla yapıyorlar. Kahvaltı için girdiğimiz cafenin Fransa’nın en iyi flan ödülüne sahip olduğunu öğrenmek hoş bir tesadüf oldu. Ben malum pek tatlı seven biri değilim ama bu yediğim en iyi flandı gerçekten. ( mille & un )



Bitirirken birkaç tane de bütçe dostu öneri gelsin.


Fransız mutfağından lezzetleri uygun fiyata yemek istiyorsanız, Boulangerie Chartier şehrin birkaç yerinde var. Bu defa merkezden biraz daha uzak bir şubeye gittik, fazla sıra beklemeden girebildik. Masanın üzerine koydukları kağıtlar adisyon olarak kullanılıyor, birkaç tabak yemeği yirmi euro gibi komik bir rakama yiyebiliyorsunuz. Lezzet şahane değil ama ortam güzel. 


Paris bistrolarında ve cafelerinde happy hour yakalarsanız on euroluk kokteylleri altıya içebilirsiniz, üstelik tenha da olur. Bir akşam üzeri otele dinlenmeye gitmeden önce Felicie diye bir cafeye oturduk, garsonu da şahane ilgilendi bizimle.


Cafe ya da fırınlarda fiyatlar masa işgal edip etmeyeceğinize göre değişiyor. Croissant ve kahvelerinizi take away alıp parkta yiyebilirsiniz ya da öğlen sandviçlerinizi. 


Bistrolarda suyunuzu musluk suyu isteyebilirsiniz, para almıyorlar. Musluk suyu gayet güzel, temiz. Şişe su paralı.