28 Ocak 2024 Pazar

Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak çorba

 Pazar sabahı dokuz buçuğa on var. Böyle söylemesi komik geliyor değil mi? Flamancada böyle söyleniyor. Dokuzu yirmi geçiyor de, geç. Ne uzatıyorsun? 

Yukarıdaki dört beş cümleyi yazdıktan sonra önce Arca sonra İlker odamı işgal ettiler. Evde başka yer yokmuş gibi, küçücük odaya sığıştılar, nerden akıllarına geldiyse Arca’nın sınıf fotoğrafı üzerinden benimle dalga geçmeye çalıştılar. Neymiş ben sınıftaki çocukları tanımıyormuşum, isimlerini sallıyormuşum. Yok öyle bir şey, bak yazıyorum işte buraya. Kayıt altına alıyorum. Ayrıca çocuklar bu yaşta hemen değişiyorlar nasıl takip edeyim.

Blog yazımın içine edilmesini müteakip bir de havuzdan yana satıldım. İlker hiç gelmez de, havuz arkadaşım Arca’yı kafalarım diyordum, nerde… 

Ben sabah altı buçukta kalkmışım, okumalarımı yapmış, sabah sayfalarımı yazmışım, okuduklarımdan altını çizdiklerimi defterime kaydetmişim, gelmişim, şurda bir güzel bloga yazacağım ki okuyanlara da bir küçük faydam olsun, yok! İçine edildi. Havuza da gidilmedi. Dedim bari yürüyelim. Arca yine yan çizdi, tembel oğlan. Gözümü İlkere diktim, gidilecek dedim, yürünecek, ilk öğünden evvel açık havada mis gibi 3 derecede en az bir saat. Yan çizemedi. Yürüdük, rotamız önümüzdeki yıl yaşamaya başlayacağımız bölgeydi. Kırsala yakın, sakin sessiz.

O kadar iyi geldi ki…

Hep konuşmadık, bazen sadece sessizce yürüdük. Güneş almamış çimlerin ve çalıların üzerinde kristalleşmiş çiy damlalarına hayret ettik, tarlanın birinin en ortasında daha önce hiç görmediğimiz bir kuşa denk geldik, türü hakkında pek tartışmadık, hayvanlar alemine uzağım biraz. Ayakta uyuyan bir midilliye rastladık, Mehmet diye seslendik baktı, adı Mehmet miydi acaba? Yürüye yürüye parka ulaştık, ve artık dizimin ağrısı sinyal verince döndük. 

Diz ağrısı dünden kalma. Dün kendimi sokaklara attım ben. Bir başıma dükkanlara gire çıka alışveriş yapa yapa beş saat yürümüşüm. Neden dersen …. Hafta içinden kalma Yeliz enkazını iyileştirmek için. 

Tam da bunu demiştim, cuma akşamı son toplantıdan çıkarken, genel müdürüm sormuştu, her Belçikalı gibi… “hafta sonu planların neler” ne olabilir ki, enkazı ayağa kaldıracağım. 

Hep böyle olmuyor mu? Pazartesi bir enerji başlıyorsun, bir iki derken üst üste günlerce yük biniyor üzerine. Bu hafta üstüne tuz biber eken departman müdürünün birkaç aylığına başka bir bölgenin satışına destek vermesi için bizi bırakması oldu. Genel müdür destek olacakmış bu arada, iyi bari. 

Yılbaşı ertesi üzerime binen yüklerden (hani pazar filan çalışmak zorunda kaldığım) bir fazlası daha eklenmiş oldu. Bu defa pazar çalışmak istemediğim için - gerçekten pazar çalışmak haftayı batırmak için bire bir - sabah yedide işbaşı yaptım iki gün. Sabah yedi! Belçikalılaşmayayım derken Japonlaşıyor muyum neyim! 

Nihayet cuma günü geldi. Sadece akşam üzeri VP için bir rapor toplantısı var, bütün gün tek yapmam gereken sunumu son haline getirmek ve fazla lafı dolandırmamak için önceden prova yapmak. Derken bir toplantıya çağrıldım, yılbaşı sonrası büyük olay patlayan yeni proje gündeme geldi. Ben henüz araştırma devam ediyor, biz size dönelim dedikçe öbür uçtaki adam sürekli beni hedef alıp beni ve bölümümü yapmış olduğumuz iletişim tarzımızla eleştiriyor üstelik de bilmediği halde varsayımlarla hareket ederek “siz ne iş yapıyorsunuz”a getiriyor. 1-2-3 derken … olmaktan korktuğum yerdeydim. Tuzağa düştüm. 

“Kişisel algılama” tuzağı. Ve tabii ki bastım yaygarayı. Sonunda da toplantıyı terk ettim çıktım. 

Haklı iken haksız duruma düşme… Kendine güvenen ve iddialı konumdan agresifliğe dönüşme… Ve tüm bunlara başkalarının şahit olması…

Toplantıdan çıktım, yarım saat kendime gelemedim. Ağladım bile. Sinirden. Kime kızdım… Görünürde karşımdaki adama. Ama biliyor musun aslında kendime. Tuzağa düştüğüm için. 

O tuzağı görüp sakinliğimi muhafaza edip sakince tuzağın etrafından dolaşamadığım için. 

Kişisel algılama, bencilliğin en üst mertebesidir der Don Miguel Ruiz “Dört Anlaşma” kitabında. Kişisel algılamak aslında dünyanın merkezine kendimizi koymaktır. Her şeyin kendimizle ilgili olduğunu varsaymaktır. Karşımızdakinin sözleri bizi etkiler ve eğer rahatsız ederse haklı çıkmak için ve kendi fikirlerimizi karşımızdakine dayatmak için yoğun bir çaba içine gireriz. Ve kaos başlar, aynı döngünün içinde döner dururuz. 

Kendimizi kanıtlamaya, onay almaya, kabul görmeye çabalar dururuz. 

Halbuki karşımızdakinin sözleri, düşünceleri bizimle değil kendisiyle ilgilidir. Karşımızdaki iyi ya da kötü ne söylerse söylesin bizi etkilememesi ancak kendimizi olduğu gibi olduğu haliyle kabul etmiş olursak mümkün olur. 

Bunları bu sabah okudum, tekrar tekrar. Dört anlaşmanın ikincisi “Hiçbir şeyi kişisel algılama”.

Bütün taşlar yerine oturdu. Artık biliyorum, neden öyle davrandığımı, neden tuzağa düştüğümü, neden kendimden hoşlanmamama sebep olan davranışlarda bulunduğumu. Keşke cuma eve geldiğimde okusaydım, böylece belki bütün akşamımı kendimi çalışma odasına kapatıp, My Best Friend’s wedding izlerken şarap içip kocaman bir kase patlaşmış mısır yerken salya sümük ağlamazdım. 

Bu aşağıdaki fotoğrafı buraya koyayım;


Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak bir başına dükkan gezmek ve yorulunca sıcak bir çorba içmek. 

Çorba her zaman iyi gelir. (Dedi günün çorbası blogunun yazarı :)))

21 Ocak 2024 Pazar

Cinsiyet Önyargısı üzerine

 Belçika’ya yerleşeli altı yılı geçti hala Avrupa’nın göbeğindeki cinsiyet önyargısına şaşırıyorum.


Ne gibi mi? Eve ekmek getirenin erkek olması önyargısı mesela. İlk aylar Arca’ya okul ararken okullara hikayemizi anlatan bir yazı yazıyordum, işte ben çalışmaya geldim ailem de 1-2 aya gelecek, oğlumuza şimdiden okul arıyorum vesaire. Cevaplar hep Bay Minareci ile başlıyordu.


Vergi beyannamesinde gelir gösteren benim ama İlker’in beyannamesi yazılıyor, çünkü ailenin erkek bireyi. Eşcinsel evlilik var, aynı cinsten olabilirsin ama erkek birey ataması yapıyorsun ki beyannameyi o veriyor olsun. 


Vatandaşlık başvurusunu da evvela ben hak ettiğim için ben yaptım ama dilbilmezliğimden İlkeri de hep yanımda taşıdım, hep onu başvuruyor sandılar. Bir de soyadı hikayemde mavi ekrana bağladılar yazık. Yener doğum belgesi, sonra Minareci olmuşum. Yasa çıkmış, Yener Minareci yapmışım soyadımı. Cemi cümle Yeneri benim göbek adım sanıyor o ayrı da devlet makamları bir kadının niye iki soyadını olduğunu bir türlü anlamadılar, belgeler vesaire göbeğimiz çatladı. (Belçikada kadınlar evlenince kocasının soyadını almıyor)


Ev satın alma aşamasında da aynı terane. Kredi benim üstümden ama hep İlker’in adına belgeler, hadi baştan düzelt. 


Bunlar hadi resmi işler dersin ki adamların eskiden kalma alışkanlıkları. İnsanları da böyle. Mutfakçıya gidiyoruz, İlker her şeyi çizmiş, anlatıyor filan, adam bana dönüyor dolabı şöyle mi koysak nasıl rahat edersiniz yemek yaparken diyor, İlker cevap veriyor, mutfakçı şok; ay siz mi yapıyorsunuz yemekleri? Diyorum ailemizin et yemesi için onun yapması lazım, zira ben salata sebze o şekilde …. Beni vejeteryan sanıyor, yok diyorum, muhteremin pişirdiği etleri lüpletiyorum lakin benim et pişirmem yasak. 


Vejeteryan demişken bak bu da komik, benim işten arkadaşım - erkek birey - vejeteryan, eşi de benim muhterem kadar olmasa da etçil bir kadın birey. Dışarı yemeğe gittiklerinde vejeteryan tabakları hep kadının önüne koyuyorlarmış. Ayol resmen bizim bar muhabbeti! 


İlker alevli ışıltılı kokteyl sever, ben şişede bira. O kokteyl hep mi benim önüme konur? Evet hep! 


17 Ocak 2024 Çarşamba

An itibariyle…

 İçimdeki o şapşik İzmir çocuğunun gülümsemesini durduramıyorum. Kar yağdı ve her yer bembeyaz. Yaaa…



İnsanın hava şartlarıyla gülümsemesi çok şapşik ama işte o manzara, kar yağarken havanın o tazeliği sakinliği… 


Bugün tüm gün toplantıdaydım ve sadece 10 dakika arada kendimi dışarı attım. Sadece yağan karı hissetmek için. Sonra eve geldim, bir şarap açtım ama içim içime sığmıyor. İlker hadi çıkalım dedi, ay nasıl sevindim. Romantikli kar yürüyüşü bıraktım kadehi çıktık ama evin ergeni de takıldı peşimize. Romantizmin içine edildi, zira evin pipilileri kar topu savaşı yaptılar. Yoldan geçenler hangimizi ayıpladı bilmiyorum, ben şahsen o iki oğlanı tanımazdan geldim. 



Birkaç kartopu yiyince eve kaçmaya karar verdim. İşte burdayım. Şarabım, pencere önü koltuğum, pijama ve sabahlığım ve tabii ki yüzümdeki o şapşik gülümseme. 

14 Ocak 2024 Pazar

Lüzumsuz bilgiler

 Lüzumsuz bilgilerle yine karşınızdayım sayın okuyucular. Boş vakti olanları buraya alalım :)


Ofisin tuvaletleri dört kabinli. Sabah bir tanesini belirliyorum ve tüm gün mutlaka aynı kabine giriyorum. Hani sanki köpekler gibi işeyip belirliyorum mıntıkamı. Öyle saçma bir huy. 


Madem iğrenç muhabbetlerden açtık konuyu, devam edelim.


Kol altı ter bezlerim görece her tarafımdan daha fazla çalışır. O kadar ter nasıl üretiliyor şaşıyorum. İşin kötüsü sadece sıcakladığımda ya da spor yaptığımda değil, strese girdiğimde - ki bu bir iş gününün olmazsa olmazı - bile foşur foşur terlerim. Gömlek ve t-shirtlerimi modası geçtiği ya da bedeni uymadığı için değil, kol atları sarardığı için atmak zorunda kalırım. Öyle ki her t-shirtten iki tane alırım yanıma zira gün içinde değiştirmem gerekir. 


Uzun süre siyah ve beyazdan başka bir üst giymedim, neden? Diğer renkler terleyince fena fark ettiriyor. Hayatımın ilk iş görüşmesinde açık mavi bir gömlek giyme gafletinde bulunmuşum, görüşmenin sonunda karşımdaki kişi kol atlarımın dirseklere kadar koyu mavi renk alması karşısında dehşete düşmüştü.


Terlemeyi önleyici deodorantlara karşıyım, zira kol atında kist oluşturma ihtimalleri var. Görüntü berbat peki ya his? O sürekli ıslaklık hissi tarif edilemez. 


Kokuyu her daim yanında masum deodorantlardan taşıyarak halledebiliyorsun da, o rahatsız edici ıslaklığın çözümü yok. Daha doğrusu yoktu. Zihni sinir projelerimden biri kol atlarıma günlük ped koymaktı. Eh ne de olsa kumaşa yapışan bir yüzleri var, diğer taraf da ıslaklık emme beklentisini karşılar diye umdum. Özellikle kuru temizlemenin müthiş pahalı olduğu Belçikada blazerlarımın kol altlarına günlük ped koyarak başladım. Benim ter seviyeme dayanamayan günlük pedleri sık değiştirmem, üstelik kolumu kaldırınca ped görünmesine bile stres yapmam işi iyice içinden çıkılmaz bir hale soktu. Normal ped de kullanamayacağıma göre?


Dedim bunun çaresi vardır, dünyada tek terleyen insan ben olamam. Araştırdım. Bingo! Kol altı pedi diye bir şey varmış. Şimdi rahatım. (Önce Amazondan bulmuştum ama sonra Trendyolda bir marka edindim, hem ucuz hem süper, şimdi sürekli stokluyorum Türkiyeden çok mesudum)


Ter ve tuvalete fazlaca alan ayırdık, biraz da kitaplara dönelim.


Uzun yıllar, kitap bitirmeden - ki bu bazı kitaplarda aylar sürüyordu - bırakmıyordum. Artık yarılamayı bekliyorum. Baktım sarmıyor, hop başkasına atlıyorum. Hayat kısa kuşlar uçuyor…


Kitap kokusu bağımlısıyım. Okumam gerekmiyor, ara sıra kitapçılara girip birkaç kitap koklayıp çıkıyorum. 


Arca’nın Türkçesinin iyi olmasına takığım. Gurbetçi aşağılaması değil katiyen! Nitekim ben Arca yaşındayken yazlıkta Türkçesi bozuk almancı arkadaşlar vardı, düşün bizim neslin çocukları oldu ve o gurbetçiler, o Türkçeleriyle çocuk yetiştiriyorlar ve çocuklarının Türkçelerinin bozuk olması anlaşılabilir. Dahası ana babası üçüncü kuşak olmasa da buralarda doğmuş çocuklar, okumayı Türkçe öğrenmemiş, belki bir tane Türkçe kitap okumamış, olabilir. Ama bunların hiçbiri Arca’nın bahanesi olamaz. Yani Arca gurbetçi Türkçesi konuşamaz. Bunu kendisine de bildirdim. Flamanca, Fransızca ya da İngilizce birer kitap okuyorsa, Türkçe iki üç kitap okuyacak, o Türkçe bozulmayacak! İsterse bilingual - trilingual olabilir, isterse beş altı dil öğrenebilir liseyi bitirinceye kadar, fark etmez, değil mi ki, evde Türkçe konuşuluyor, okunuyor, Türkçesi herhangi bir Türkiye’de yaşayan yaşıtı seviyesinde olacak, yoksa dalarım!


Neyse ki Arca blogu okumuyor, yoksa dikilir tepeme “senin Flamancanı ne edeceğiz” diyebilirdi , hah çok da tın! Ben kırkımdan sonra öğrenmeye kasıyorum, olduğu kadar olmadığı kader!


Şahsımın lüzumsuz bilgilerini okudunuz, bir sonraki bölümde görüşmek üzere esen kalın.

13 Ocak 2024 Cumartesi

Filan…

 Başlayıp da yarım kalan blog yazılarımdan biri mi olacak yoksa yayınlayacak mıyım? ekranda önüme boş bir sayfa açınca ilk aklıma gelen bu oldu. Başlayıp da birkaç paragraf sonra bir şekilde ortada kalan yazılarımı derlesem roman olur. Yok ya ne romanı? Denemelerden derleme. 


Cumartesi öğleden sonra. Birazdan İlkerle bir randevumuz var çıkacağız. “Çok bunaldım az erken çıksak da yürüsek” dedim. Lakin bunu dediğimde randevu saatine epey olduğu için kendimi okuyarak oyalamayı seçtim. Körleşme. Bu kadar ürkütücü bir kitabın bu kadar keyif vermesi… Şaşılacak şey. Ne kadar okudum bilmiyorum, karnım acıkmasa daha devam ederdim.


Mercimek çorbası kalmış geçen günden, çocuk gibi sevindim. 


Muıhterem kocam mercimek çorbasını pek güzel yapar. Soğanını sarımsağını geçtim, bol tavuk suyunu ihmal etmez. Lezzetini tavuk suyunun hazırlanırken birlikte piştiği sebzeler ve taze otlar eyvallah lakin püf noktası mercimeğin temizlenmesi. Mercimeği suya koyup bir çırpma teliyle çırpa çırpa üç beş su temizleyeceksin ki o pisi kiri arınacak. Pişerken karabiberi taze çekilecek, illa ki de defne yaprağı konacak aman diyeyim. Muhterem havuç un filan koymaz, kıvam artırmak için minik bir patates ilave eder, tadını bile almazsın. Kuru ekmek de buldum, sıktım limonu, daldırdım kaşığı, oh be içim ısındı. 


Çorbanın insanın psikolojisine iyi gelen bir yanı var. Sanki sadece seni değil ruhunu da besliyor. Artık çorba mı iyi geldi, kitap mı mutlu etti, yoksa hava durumuna baktım da üç dereceyi gördüm de dötüm mü yemedi yürümeyi bilmiyorum, vazgeçtim, blog yazıyorum. Bak bu da çok ruh besleyici bir aktivite ;)


Soğuk sevmiyorum. Belçika havasında kışın iki seçenek var gibi, ya güneşli ve soğuk (derken -4 filandan bahsediyorum)  ya da yağmurlu ve ılık (işte +5 civarı diyelim). Hiçbir işe yaramayan güneşin çıktığı birkaç gün herkesin kahve makinası önü sohbetleri aynıydı… Ayyy güneş var ne güzel. Ne güneşi annem o gü ancak. Güneş dediğin ısıtır. Ben yağmuru tercih ederim deyince de şok oluyorlar. Yağmur seven tek insan olabilir miyim? Yok ya tek olamam. 


Geçen hafta sabahları yataktan çıkmayı bile istemediğim günler geçirdim. Evet yatak sıcak, evet dışarısı soğuktu. Ama daha ötesi ofiste stresli günler bitmek bilmedi. Yılbaşının ertesi başladı, neredeyse iki hafta oldu ve sorun çözmeye çalışmaktan planladığım hiçbir işimi yapamadım ve ziyadesiyle yıprandım. Bazen elinden geleni yapmak işe yaramıyor. Bundan sebep pazar günüm, planlayıp da tamamlayamadığım işlerim için çalışmakla geçecek ve biliyorum ki, pazar günü çalışmanın tüm keyifsizliği bütün haftaya yayılacak. Ve bu daha başlangıç, zira istifasını veren arkadaşım ay sonunda gidecek ve ben iş yığınlarının altında kalmamak ve dengemi korumak için sabahları yogalar meditasyonlar gün sonunda gevşemek için papatya çayları, şarap açmalarla geçireceğim günlerimi. Belki İlkerle komik bir şeyler izleyeceğim, güleceğiz, Arca yine beni hayrete düşürmeyi başaracak, derin nefesler alacağım, kitap okuyacağım, biraz yazacağım filan…


Filan…


7 Ocak 2024 Pazar

Kanepe üstü battaniye altından kitap tavsiyesi : Sınır

 Bütün cumartesiyi geçireceğimden neredeyse emin olduğum yerdeydim. Kanepe üstü battaniye altı. Üzerime iki beden büyük gelen eşofman altım ve tüylü kazağımdan oluşan kombinimle bol bol sıcak çay, kitap, netflix ve sosyal medya sarmalından bildirmeye hazırdım. 



Hormonlarıma kulak veriyordum, evet ihtiyacım olan tek şeyi bilmenin güveni içindeydim: kanepe üstü battaniye altı. 


Üstelik az önce İlker Arca’yı maçtan almaya gitmişti, evin sessizliğinde, çayımı içerken novellayı bitirdim: Sınır.


Önceki gece bitiremeden uyuyakalmıştım, tam da olayların çözümlenmeye başladığı yerde ve rüyamda kitabın sonunu yazmıştım, huzursuz bir geceydi, huzursuz bir son.


Novellanın bana ulaşması da, sonu da, konusu da kitap her şeyiyle ilginçti.


İzmir’deyken bir gün devasa alışveriş merkezine gittim. Giysi dükkanlarının hiçbiri ilgimi çekmedi, dümeni kitapçılara kırdım.


Sonunda dilini anladığım kitapların kokusu içinde kaybolmak, raflardan kitapları çekip sayfalarını karıştırmak, arka kapaklarını okumak (okuyabilmek) iyi hissettirmişti. 


Girdiğim son kitapçıda daha fazla oyalandım, çünkü zincir kitapçılar gibi oyuncak ve hediyelik eşyalardan ziyade tavandan zemine kocaman raflarıyla yüzlerce kitap vardı. Özellikle yeni çıkan Türkçe kitaplardan birkaç tanesinde karar kıldım, kolumun altına sıkıştırdım. 


İlginçtir, kitaplarımı genelde Belçika’dayken önden araştırma ve internetten sipariş etme gibi bir alışkanlığım vardır, lakin bu gelişim son ana kadar belirsizliğini koruduğundan sipariş bile vermemiştim. 


İşimi bitirmiş kasaya doğru ilerlerken bir çalışan yanıma yanaştı, önce Murat Gülsoy’un söyleşisinden bahsetti, cuma günüydü, gelmez miydim? yazık ki dönüşüme denk geliyordu, katılamayacaktım. Sonra Sınır’ı uzattı bana, “mutlaka okuyun” dedi, filmini izlemiş çok etkilenmiş, kitabı daha da vurucuymuş, çok ilginçmiş falan filan…Kuzey Avrupa edebiyatını sevdiğimden mi, adamın efendi ve bilgili oluşundan mı bilmem, ilgimi çekti ve bu novellayı da aldım. 


Ablamın dersten çıkmasını beklerken de aynı kitapçının kafesinde bir kahve içeyim dedim. Sonra ne dürttü bilmem hellimli salata söyleyiverdim. Hani şu İlkerle Arcanın beni şiddetle kınadığı salata! O koca avmde dönercisinden kebapçısına bir dünya yiyecek yer varken ne diye kitapçının kafesinde yemişim…. Neyse oraya dönmeyelim. Ben o meşhur salatayı yerken bu novelladan birkaç sayfa okuduydum. Sonra ablam geldi, sonra ben kitabı bir daha hiç elime almamıştım. Demek o birkaç sayfa sarmamış beni. Hatta bagaj sınırını aştığım için İzmirde bırakıverecektim de baktım incecik atıverdim el çantama. Ama uçakta da okumadım, dönüşte de, tatilde de… 


Sonrasında akşamları azar azar içine çekti. İlginç ve hayal gücünün sınırlarını aşan bir konusu var. Şimdi anlatmaya başlasam spoiler vermeden geçemeyeceğim o yüzden sustum. Fakat rüyama girmesi de huzursuz etmesi de ilginç. 


Özellikle Kuzey Avrupa edebiyatı ilginizi çekiyorsa, okuyun, ilginç ;)


1 Ocak 2024 Pazartesi

Hedeflere mi odaklanacaksın yoksa…

 Sabahları kişisel gelişim üzerine okumayı adet haline getirdim. Hem zihnim daha açık oluyor, hem elime kalem kağıt aldığım için notlar çıkarabiliyorum, malum sabah sayfaları. Gece uyumadan önce okuduğum da oluyor ama aklımda hiçbir şey kalmadığını fark ettiğimden beri akşama romanları, sabaha kişisel gelişimleri yerleştirdim. Hem aynı anda birden fazla kitap okunamayacağını kim söylemiş?


Ben! yani eski ben öyle derdim. Aman önce birini bitir, sonra öbürüne başla. İşkence seviyesine gelesiye kadar sarmayan bir kitabı bitirmenin gerektiğini de söylerdi şahsımın eski versiyonu. İnsan değişir, değişiyoruz nitekim. 


Bu sabah, İzmir’de kitapçıdan aldığım ve bir iki haftadır sindire sindire okuduğum kitabın (Toltek İç Özgürlük Rehberi) satırlarını çizer, defterime notlar alırken yeni bir şeyler öğrenmenin ne muhteşem bir keyif verdiğini fark ettim. Ve yeni yıla hiç dilek dilemeden hedefler koymadan girdiğimi. 


Galiba son yıllarda ne dilesem bir tarafımızda patladığı için yeltenmemiştim. Huzur diledim, savaşlar depremler patladı, sağlık diledim pandemi. Eh bu yıl bari biraz genel bir dilekte bulunayım, hani suya sabuna dokunmadan. Sabah keyfimi de birleştirip her gün yeni bir şeyler öğrenmeyi diledim, dileğimi de instagram postuna iliştiriverdim.  Evrim’in yorumuyla haaassss deyivermişim! Kadın haklı, sabıkam ortada, ne diye dilek diliyorsun, 2024’te cümleten bunarsak, bırak öğrenmeyi bildiklerimizi de unutursak, müsebbibini uzakta aramayın, buyrun benim!


Şaka bir yana dilek dilemek konusunda ne kadar kötüysem, hedefler koyma konusunda o kadar hevessizim  bu yıl. Kaç kitap okuyacağım (bunu Goodreads’e yazacağım ama muhtemelen sallamayacağım), kaç kilo vereceğim (ya da veremeyeceğim :P), kaç tane seyahat yapacağım… Yok hiçbiri cazip gelmiyor. Peki ya sana?


Ya da şöyle hedefler nasıl?


Her gün meditasyon ve yoga

Her gün egzersiz

Her gün bilmem ne kadar sayfa okumak

Her gün bilmem kaç sayfa yazmak

Her gün yarım saat Flamanca çalışmak


Peki yapamadığında? (Ki yapamama olasılığı çok yüksek kendimden biliyorum)


O zaman şuna ne dersin?

Bakış açısını değiştirmeye?


Öğrenmeye pek hevesliyim ya, bir kurumsal ikram olan şirket içi eğitim fırsatlarını da, bana kolaylık sağlayacağına inandığım kişisel gelişim içeriklerini, kitaplarını katiyen kaçırmam. 


Öğrendiğin teknikleri hayatına tamamen geçirebiliyor musun dersen…


Şöyle ifade edeyim, bu kurslar, aldığın sertifikalar, okuduğun kitaplar altını çizdiğin satırlar, hepsi birer bilgi yığını, hepsi araç. Bilgi ustalaştırmaz. Araçları hayata geçirmek ustalaştırır.


Bilgi, bana değişik bir açıdan bakma yetisi veriyor. Mesela son aldığım iletişim eğitimi, şimdiye kadar yaptığım müthiş büyük bir hatanın farkına varmamı sağladı. Bize öğretilen “sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de insanlara öyle davran”dır ya, iletişim kurmak için bu öğretide ısrar etmek, sana döngünün içinde kaybolma gibi bir lanet bahşeder. 


İletişimde yapman gereken, karşındaki insanın nasıl bir iletişim yoluna olumlu cevap vereceğini onun kişlik özelliklerinden tahmin edip ona göre iletişim kurmak. Örneğin ben, detay isterim. Karşımdaki yeterince detay vermezse sorularımla hayatından bezdiririm. Bu ihtiyacım, herkes için geçerli olacak değil, karşımdakinin içi kısa öz bir bilgi yerine benim toz ve bulut evresinden başlayan açıklamalarımdan balon gibi şişebilir. 


Eğitimler ve kişisel gelişim kitapları böyle bilgileri hap gibi vermiyor, sen çıkarımlarda bulunup kendi yolunu yeni bakış açından çiziyorsun. 


Hedefler konusundaki bakış açım da benzer şekilde kökünden değişti. Özümsemek için elbette pratik yapmanın önemi azımsanamaz, yine de henüz bu aşamada teorisi son derece içime sinmiş durumda.


Aslında çok basit.


Hedeflere değil, değerlere odaklanmak.


Değerlerim ne? Önceliklerimin ne olmasını istiyorum?

Nasıl bir insana dönüşmeliyim ki, değerlerimi, önceliklerimi gerçekleştirmem kolay olsun?

Dönüşmek istediğim bu insan, bu hedeflere ulaşmak için ne gibi özellikler yeterlilikler geliştirmelidir?


Örnek üzerinden gidelim.

Flamanca konuşan biri olmak istiyorum.

Böyle bir insan olmak için Flamanca seviyemi B2’ye getirmem lazım. 

Peki bunun için neye ihtiyacım var?

Disiplinli bir çalışma planına - her gün yarım saat elimdeki uygulama ile Flamanca çalışmalı, her gün 10 kelime öğrenmeliyim. 


Gibi… Örnekler çoğaltılabilir. 

Flamanca çalışmak hedef olmaktan çıkıp araç haline dönüşür ve o aracı kullanarak asıl önceliğin olan “dönüşmek istediğin insan - burada Flamanca konuşabilen insan” hedefin olur.


Peki tamam aynı bokun laciverti. Bakalım göreceğiz bu aracı hayata geçirince nasıl bir gelişim göstereceğim. Neyse ben gidem de Flamanca çalışam.

30 Aralık 2023 Cumartesi

Kendini kaybetmeler üzerine - lezzet

 Neredeyse bir haftadır tatildeyim. Instagram postlarımı takip edenler, sıklığından anlamıştır. Noeli yılbaşına bağlayan haftayı, birçok kurumsal şirket tatil yapıyor, isabet. Zira takvim dediğin ne kadar insan icadı da olsa, birbirinin aynı günlerin içine katılan bu küçük aralar, herkese ayrı iyi geliyor, benim her versiyonuma ayrı iyi geldiği gibi… 


Avrupalıların dini bayramı olduğundan ilk günler aile ile geçiriliyor elbet, bizim bayramlarımız gibi. Noel sonrası tatili olanlar bir yerlere dağılıyor. Yılbaşı kutlamak biraz partileme ve gençlerle sınırlı, bizimki gibi kocaman yılbaşı sofralarının kurulduğu adet değil. Takvimde 31 Aralık kutlamayı sevsem de, benim yıllık dönümlerimde üç önemli zaman var.


Yaş günüm tabii ki! 1 Mayıslar benim yıl dönümlerim, en keyif aldığım zamanlar. Kutlamalar, sevgiyle kucaklanmalar ve her sene her sene oturup da özdüşünüm (bayıldım bu kelimeye!) yaptığım zamanlar. 


Sonra 1 Eylül. Saçma ama öyle… özellikle Belçika’ya taşındığımızdan beri. Hangi güne denk gelirse gelsin 1 Eylül okulların açılma günüdür, ben de kendimi herkeslerin uzun yaz tatillerinden döndüğü eylül günlerinde hem iş hem de özelimde yeni bir döneme başlıyormuş gibi hissediyorum. Annemin yazlıktan dönmeye yakın zamanlarda, İzmirdeki evi temizleme yaz serkeşliğinden kış rutinlerine dönme heyecanını duyduğunu hatırlarım, o zamandan kalma bir alışkanlık da olabilir.


Ve yılın son dönümü… 21 Aralık. Her ne kadar takvimin yılbaşı 1 ocak ise de, benim için dönüşümün günü 21 Aralık, bilirim ki artık günler uzayacak, bilirim ki, kışın sonrası bahar, bilirim ki doğa canlanacak.


Bu sebepten noelden ve yılbaşından bağımsız, yılbaşı ağacını illa ki 21 Aralıktan önce kurmuş olmak, kendi küçük dünyamın küçük bir inanışı.


Bu yılın bu küçük arasını biz çekirdek aile olarak evde geçiriyoruz. Geçtiğimiz yılın bütçemizi sarsan ve yaşlanmakta olan bedenlerimizi ziyadesiyle yoran seyahatlerinden sonra evde tatil fikri müthiş iyi geldi. Ne diyorduk buna pandemi zamanı ? Staycation ;)


Noel filmleri ve ıvır zıvır diziler izliyor, Noel pazarlarını gezip sosisli yiyor, sıcak şarap içiyoruz. Bu konsept zaten sadece Noel zamanı keyif veriyor, bir hafta daha uzasa sıkar kanımca, her şey tadında. 



Noel pazarları ve Yılbaşı vesilesiyle diyete ara verdik. Ama her gün sapıtmıyoruz. Araya çorba salatalar, hafif menüler sıkıştırarak dengelemeye çalışıyoruz. Geçen Antwerp noel pazarına giderken gaza geldik, İlkerle yılbaşı menüsü yaptık, aylar sonra rakı içeceğiz, rakı menümüz olmasın mı? Gerçi muhterem için rakı bahane, muhterem kocam aylar sonra şöyle ağzının tadı, elinin lezzetiyle yemeğe girişecek, rakı içmese bile olur. 


Menüyü fena kaptırmışız, ikiye böldük. Yılbaşından iki gün önce deniz mahsüllü rakı menüsü ve yılbaşı gecesi tandırlı içpilavlı ciğerli rakı menüsü. İki gün üst üste olmasın diye de araya bir gün soktuk. Büyük fedakarlık. 


Yemek yerken, yemezken, her daim ne yiyeceğini konuşan başka insanlar var mı? Nasıl oluyor? Ne konuşuyorlar acaba? Yemek hazırlayacağımız için yaşadığımız heyecana tanık olan Arca gözlerini deviriyor. Salata bile yiyeceksek değişikli olmalı, sosun içine hangi baharatlar girecek? Çorbanın et suyu hazır mı? 


Benim muhteremi biliyorsunuz, gıdasına düşkün, gıdasının lezzet seviyesi mühim.

Gıda turizmine Antep’e gitmişliği var. Lezzet networkü geniş, bizim evin biber salçası, pul biberi bizzat Antep’ten gelir.


Ben İzmir’e gittiğimde kilolarca Uşak mercimeğini, siyez bulgurunu, nohutu, fasulyeyi Kemeraltındaki bakliyatçımızdan alıyorum; Değirmen. Görüntülü aramayla İlkere bağlanıyorum, bakliyatçıyla nohut cinsi üzerinden yapılan istişareler neticesinde  kilolarca yüklenip Belçika’ya getiriyorum. İzmirde yaşayan arkadaşlarım şaşırıyorlar, zira nohutu marketten alıveriyorlarmış. Tamam bizim de burda Türk marketinden nohut almışlığımız oldu, olmadı değil. 


Nitekim yarım paket kalmış kilerde, dedim, ziyan olmasın haşlayalım salatalar için buzluğa atalım. Muhterem naçizane önerisiyle geldi, “Haşlarken suyuna soğan sarımsak, kimyon defne, tuz karabiber kereviz sapı koy Yeliz, lezzeti yerinde olsun, neyin aromasını almak istiyorsan, ondan fazlaca koy” Allah seni inandırsın o nohutlar bir lezzetli oldu, buzluk paketlerine pay ederken bir avuç da sek yedim. 


Böyledir muhterem. Tencere yemeklerinden yeşil mercimek nam-ı diğer kara şimşek bizim evde hiç pişmediğinden benim de pek sevmediğim bir yemek-ti. Evlendiğimiz ilk yıllarda İlker’in nasıl sevdiğini annesinden öğrenip tarifine göre pişiriyordum, hala da kendi pişirdiğim bile olsa ben yemiyordum, bulgur pilavı yapıveriyordum, o akşam benim yemeğim bulgur pilavı oluveriyordu. Memnundu muhterem. Bu seneye kadar. Bir gün canı mercimek istedi. Benim yapmam mümkün değildi, neden hatırlamıyorum. Pişirdi, hayatında ilk defa. Ben kolayından arpa şehriye atıverirken içine, gitti İtalyan marketinden taze makarna aldı, erişte gibi kesti onları. Mercimeği hafiften haşlayıp kirli suyunu akıttı benden farklı olarak. Ve benden farklı ve bana söylemediği birkaç dokunuşla birlikte servis etti mercimeği. Ve inanmazsın ben de artık yeşil mercimek yiyorum. 


Ah bacım ben bu muhterem yüzünden daha neler neler yiyorum. Yanlış yediklerimden ve Yemediklerimden de azar yiyorum. Bkz. İzmir seyahatim, bakınız söğüş, bakınız hellimli salata. Instagramda kaçırmış olanlar için bir de buradan anlatayım:


Baba oğul karar verdiler; ben İzmir’e gitmeyi hak etmiyormuşum. Yazıkmış benim için verilen uçak bileti parasına. Yazıklar olsun bana. Neden? Çünkü ben bir gün bir kitapçı kafesine oturuvermişim, ve yiyecek onca şey varken hellimli portakal soslu salata yemişim. İzmir’deki kısıtlı öğünlerimden birini salataya kurban vermişim. Bir dürüm döner, bir börek, bir yumurtalı karışık, bir söğüş… aman yarabbi bir söğüş yemek varken ben gitmiş hellimli salata yemişim. Rezilsin Yeliz! Nitekim eve döner dönmez yaptılar söğüşü… Bu arada söğüş de benim muhteremden önce yemediğim bir sokak lezzetiydi. 


Daha neler neler… Hani Eat, Pray, Love filminde bu sırayla kendini buluyordu karakter hatırladın mı? Hah bizde böyle bir sıra yok biz sürekli yemek, yemek, yemek :))) O bakımdan kendimizi bulamıyoruz. Kendimizi mütemadiyen kaybediyoruz. Dün akşamki yılbaşı arifesi menüsü “deniz mahsüllü rakı sofrası” gibi. 



2023 yılı özdüşünümü niyetiyle başladığım yazıda da yemek muhabbetinin içinde kendimi kaybettim ya, alacağın olsun muhterem!