11 Kasım 2023 Cumartesi

Yazgını sev

 Benim ekipteki arkadaşlardan biri bu hafta istifasını verdi. Ne yalan söyleyeyim, bekliyordum. 

Son bir yıldır üzerindeki motivasyonsuzluk bulutunu ne yaptıysak dağıtamamıştık, maaş artışı, daha iyi koşullar, iyi vakit geçirdiğini düşündüğümüz iş seyahatlerine ilk onu göndermeyi düşünmek… 


Birkaç defa konuşmuştuk, hani sadece ben de değil, departman yöneticisi diğer bölüm müdürü arkadaşım, hani onlar erkek ya belki erkek erkeğe daha rahat konuşurlar dediydim ama yok olmadı. Ona sorsan bir şey yok diyordu, peki diyorduk ama tatile çıkıyor, mutsuz dönüyor, hemen her hafta sürekli bir gün birkaç saat izin alıyor, moralsiz ve üst üste hastalık izinleri… Başka bölümlerden insanlar bile fark ediyordu, neden sessizdi, neden sürekli hasta veya izinliydi… 


Dediğim gibi bekliyordum. Şaşırmadım. Sebebinin ben olmadığımı hatta bizim departman olmadığını duyduğumda da şaşırmadım, zira elimden gelenin de fazlasını yapmıştım, içim rahattı. Sadece ayrılma sebebini duyunca ufaktan bir gülümsedim, on yıl önceki Yelizi hatırlattı bana.


Otuzlarının başındaki arkadaşım, hayatta ne yapmak istediğini bulmak istiyordu, yeni neslin “gap year” dediklerinden yani… Henüz ne yapmak istediğini bilmiyordu ama ne yapmak istemediğini gayet iyi biliyordu: Şimdi yapmakta olduğu şeyleri yapmak istemiyordu. Bu kadar basit. 


Eğer şimdi her şeyi bırakmazsa, omuzlarına aile kurmak gibi ilave sorumluluklar bindiğinde hiç yapamayacağından, çok geç olacağından korkuyordu. 


Kimilerinde şaşkınlık yaratan bu oldu, nasıl yani B planı yok muydu, eh iş piyasası kötüye gidiyordu, ya istediği zaman iş bulamazsa ne olacaktı, mis gibi iş, istediği gibi bir ortam, sürekli motivasyonunu ayakta tutmaya çalışan müdür, iyi ekip arkadaşları neyine yetmiyor, dediler. 


Ben demedim. 


Onu motive etmekten, yokluğunda her işini devralmaktan, ve koca adamı çocuk gibi avutmaktan bıktığım için değil, anlıyordum çok basit anlıyordum. 


Hak veriyordum, hatta takdir ediyordum, on yıl önceki Yeliz olsaydım cesaretine imrenirdim hatta kıskanırdım. Zira ben yapamamıştım.


Tam da on yıl önce. Bu yol ayrımlarına geldiğimde. O zamanki sorumluluklarım olmasaydı da yapamayabilirdim, en acı tarafı da bu. 


Bugün benden on yaş kadar genç arkadaşlarımla buluştum, onların yanında kendimi genç hissediyorum, bana çok iyi geliyorlar. 


Konu bu sorgulamalara geldiğinde ne tesadüftür ki, benzer düşünceleri vardı. Ne yapıyoruz diyorlardı, bir hayatın tüm tahmin edilebilirlikleriyle tüm başarmışlıklarıyla sarılıyız, her şey planlandığı gibi ama bu hayatı bu şekilde devam etmek istemiyoruz. Konfor alanı de, yeni sorumluluklar de, en dibe batmadan yüzeye çıkamamak de… Neler vardı o sohbette. 


Benim on yıl önce yaşadığım her şey…


Hatta eve gelip blogun arşiv sayfalarına girince, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti son on yılım. 


Evin genel giderlerini karşılamaya ancak yetecek bir maaş veren fakat hiç keyif vermeyen bir iş, türlü arayışlar, kendine iş kurma çabaları, yazar olma ve hatta erken emeklilik hayalleri (evet yanlış okumadınız, otuz beş yaşında emeklilik hayalleri kuruyordum)…. Ha bir de Gezi üzerimizden yeni geçmiş, ülke sorgulamaları zirveye oynamak üzere. 


Bugün kızlar “e sonra” diye sordular. 


Tüm bu ahval ve şerait içinde… ne mi yaptım?


Herkese göre kolay ama bana göre en zorunu seçtim.

Yazgımı sevmeyi öğrenmeyi seçtim. 


Amor fati.


Şimdi on yılıma dönüp baktığımda, ufaktan içim sızlıyor ama pişmanlık duymuyorum katiyen. Hayat pişmanlıklarla harcanmayacak kadar güzel ve kısa. 


İyi ki yapmışım. Yazgımı sevme yolculuğunda yanımda ablam, arkadaşlarım, kitap kulübü dostlarım, tabii ki edebiyata sığınmalarım, canım kocam, hiç farkında olmasalar da bana yoldaş oldular, hatta rehber oldular. 


Bugün olduğum insandan razıysam, neden pişman olayım?


On yıl önce demişim ki….


Yıllar geçer ve bir de bakmışsın “hayatım şöyle olacak” dediğin yaşlardan “böyle bir hayatım var” dediğin yaşlara gelivermişsin. Büyümek bu olsa gerek…


Ve bir başkasında ise demişim ki “aman yarabbi benim beş yıllık bir planım yok! Ne halt edeceğim!”


Ufaktan bir kahkaha attım, kız Yeliz alemsin. O dediğimin üzerinden daha beş yıl geçmemişti ki, Belçika’ya taşındım, on küsür sene boyunca çalıştığım bir kurumu bırakıp başka birine alttan bir kariyer basamağından başladım, ve yine o basamakları çıktım, terfi ettim, kendime yeni bir kariyer planı çizdim ve on yıl geçmemişti ki, Belçika vatandaşı oldum. 


Ve bir daha asla “böyle bir hayatım var” dememeye karar verdim. 


Hayat, “işte böyle artık ötesi yok” demek için çok uzun, pişmanlıklar için çok kısa. 


Ve çünkü her şey değişir, bazen bir günde değişir bazen değişim yıllar sürer ama mutlaka değişir. 


İstifa eden arkadaşıma da dediğim gibi, “sürecin sana huzur getirsin, huzuru kendi içinde bulamadığın, kendini bulamadığın sürece bugün bizi bırakırsın, yarın başka bir işi, dünyanın öbür ucuna da gitsen aradığın her ne ise, onu bulamazsın. Aradığın her şey senin içinde, bu gap year da sana aradığını bulmanda yardımcı olsun, umarım.” 


Bitirirken, on yıl önceki Yelizi bilmeyenler için dev hizmet, arşivde kaybolmayın, ilgili yazıları aşağıya linkliyorum, hadi iyisiniz.


http://gununcorbasi.blogspot.com/2013/07/hayatm-soyle-olacak-dedigin-yaslardan.html


https://gununcorbasi.blogspot.com/2013/11/dusun-dusun-boktur-isin.html#more


https://gununcorbasi.blogspot.com/2013/11/umit-kotuluklerin-en-kotusudur-cunku.html



















1 Kasım 2023 Çarşamba

“Geçenler”

 Canım Duru, yeğenim, küçükken bir olay anlatmaya başlarken nedense “geçenlerde…” diyemez hep “geçenler” diye başlardı. Yaş üç bilemedin dört. 

Şimdi yirmi bir yaşında muhteşem bir genç kadın oldu, okuyor çalışıyor, önümüzdeki yıl mezun olacak. Evlendiğimiz yıl doğması bizim için büyük şans zira kaç yıldır evli olduğumuzu saymayı bıraktığımızdan bir anda hatırlayamıyor, Duru’nun yaşını söyleyiveriyoruz. Gözümüzün önünde küçücük bir kız çocuğunun bir yetişkine dönüşmesi gibi ortak hayatımız da her geçen yıl evriliyor, dönüşüyor. Birlikte yaşayabilmek için imza atmıştık yok biz nerden baksan 27 seneyi devirdik.


İşte “geçenler” biz bu imzanın yirmi birinci yılını devirmeyi kutladık. Ufak tefek ızgara deniz mahsülleri, kabak çiçeği dolması ve birer duble ouzo ile. O kadar. 



Sonra yine diyetimize geri döndük. Pardon rejim. Anneannem gençken az yediğimizde “recim mi yapıyonuz” diye darlardı bizi. Ben de İlker’i darlıyorum ama yapsın diye. 


Yapıyor da nitekim. Kırmızı et yemiyoruz artık, Arca isyanlarda malum “bir mağara adamının et yemesi gerek!”(*) Ha boyna balık tavuk. Karaciğere iyi gelen gıdaları eksik etmiyoruz, enginar salatası, mümkün mertebe brokoli, ıspanak. Yolumuz uzun gençliğimiz var (?)


Geçenler ne diyordum? Bir şeylerin değişimlerin eşiğindeyim sanki diyordum. Korkulur benden. Korkun benden! Evet büyük değişimin bilgisi geldi, evimizi satıyorlar. Tahminimizden uygun - ama bize uygun değil - bir fiyatla satışa çıkacağı için çok kısa sürede satılacağını ve bizim de çok kısa sürede evden çıkmamız gerekeceğini sanıyorum. Ev arıyoruz, hele ben deli gibi ev bakıyorum.  Aklımızda Brüksel’in biraz dışı var, Flaman bölgesi, bakalım evrene bütün mesajları ilettim, artık evren tüm güçlerini birleştirip bize bir ev nasip etsin amin.


Bu evi çok sevdik, çok seviyoruz ama o kadar bütçemiz olsaydı da buraya verir miydik? Sanmıyorum. Her şeyin bir ömrü var. Bana da burası sanki bize yuva olma misyonunu tamamlamış gibi geliyor. Şahane bir mahalle ve nazik sevimli insanlar, her yere toplu taşımayla kolayca ulaşma gibi avantajları var, ama işte sanki buraya kadarmış gibi. Bir yandan çok sevdiğimiz komşularımız İdil’le Yiğit taşındı, Arek ve Ayşe de taşınmak üzere. Arca, okul arkadaşlarının yakınlarında bir yerlere taşınmak istiyor. Bize de Flamanca konuşulan bir yer daha iyi olur gibi geliyor. Öyle işte… 

22 Ekim 2023 Pazar

Televizyon

 Doksanlarda bizim evde dört televizyon vardı, kişi başına bir adet düşüyordu. Bunu zenginliği vurgulamak için söylemiyorum, zengin filan olduğumuzdan da değil hani. Zengindiysek bile televizyon zenginiydik diyelim. 

Biri salondaydı, hemen hiç açılmayan salonlar vardır, temizlikten sonra kapısı kapatılır ve salon ancak misafir gelecekse açılır. Ben bizim salonu çocukken unutuverirdim de arada gider kapısından başımı uzatır hatırlamaya çalışırdım eşyaları. 

Salonun bu derece günlük hayatın dışında olduğu evlerde oturma odası vardır. Bizim de vardı. Küçük, az eşyalı, tabii ki televizyonlu. Annemlerin evinde hala oturma odası var, ama artık birlikte televizyon izlemiyorlar, salon ve salon televizyonu babama, oturma odası anneme ait. 


Mutfaktaki de anneme ait. Annem iş yaparken, yemek yaparken o televizyon hep açık olacak. Akşam yemeklerimize televizyondaki haber bültenleri eşlik ederdi, Kral TV çıkınca o televizyon döndür döndür klip yayınlardı. Vardı televizyon hep vardı. Ablam liseyi o mutfaktaki televizyonun karşısında bitirdi, üniversiteye de girdi, o televizyonla, hatta fakülteyi dört senede bitirdi. İşe girdiğinde ilk yaptığı odasına televizyon almak oldu, dördüncü televizyon. 


Ben? Televizyon sevdasının genlerle bir ilgisi varsa, ben evlatlık olmalıyım. 


Televizyon 

Anneme gittiğimde ilk yaptığım mutfaktaki televizyonu kapatmak oluyor, zaten az işitiyorlar, evde herkes bağırıyor hele televizyon bu duruma hiç yardımcı olmuyor. Ben kapatıyorum, annem açıyor, ses olsunmuş evde. Allahım o ses beni bitiriyor. Yaşlandığımdan değil, gençliğimde de böyleydim. Sırf millet yatsın, televizyonlar kapansın diye gece ders çalışırdım. Oh sessizlik, mis…


İlker yıllarca yatak odasına televizyon almak istedi, zinhar izin vermedim. Feng shui filan değil vallahi, benim kafam kaldırmıyor.


Radyo öyle değil işte. Radyo başka. Yurttaki odamıza benim katkım radyoydu. Radyomuz hep açık olurdu, Power FM, Ankaralı Elvanın hediyesi Capital Radio… Hey gidi. O radyo şimdi nerde acaba? 


Neyse televizyon diyorduk, hiç mi izlemiyorsun diye soracaklara “hep belgesel hep belgesel” demeyi çok isterdim ama belgesel sevmiyorum ve evet televizyon izliyorum. 


Netflix izliyorum, film izliyorum, Friends izliyorum, ama televizyonu bşr şey izlemek istediğim zaman açıyorum, bütün gün açık bir televizyonla yaşamıyorum. Hatta ütü yaparken kitap dinlemiyorsam illa ki Türk dizisi izliyorum pardon atlaya atlaya dinliyorum diyelim. 8


Geçen Aile dizisi açıktı ütü yaparken, ütü bitti, dizi bitmedi, malum iki buçuk saat. Ama ben de merak ettim, oturdum devam edeyim dedim. Aman yarabbi, sadece ekrana bakmak suretiyle izlenmesi mümkün değil, derhal manikür pediküre daldım. 


Aile dizisi demişken, bir sahne vardı, Devinle Aslan çamurlarda filan… Neyse Devin Aslandan önceki hayatına dair ufak tefek birkaç anı anlatıyor, hani şu anda Aslan hiç olmayaydı hayatı nasıl olurdu gibilerinden…


İşim vardı diyor, çok da iyiydim işimde. Sonra diyor ki, yorgun olduğum akşamlar, bazen bir şarap açardım, kitap okurdum bu vakitler, ya da bir film izlerdim… 


Özlemini çektiği sıradan, sakin, küçük ve sade geçmişi.


An itibariyle futbol maçı evin duvarlarında yankılanmaktayken çalışma odama kaçtım, ben de şarabımı aldım, ayağımı uzattım. Kitabımı okurken o sahne geldi aklıma. Küçük ve sade bir an… sakin sessiz… 


Ve müthiş keyifli. 



20 Ekim 2023 Cuma

Gençlere tavsiyem

 Aşık olmayın. Mümkünse yani.

Kimseyi öyle çok fazla sevmeyin çünkü onun kılı dönse senin canın yanıyor. Kaybetme korkusu, kaygı bozuklukları, allah ne verdiyse tüm enerjini ele geçiriyor. Yani en azından bana böyle oluyor. 


Ağrı eşiği çok yüksek olan ve mızmızlanmak gibi bir adeti olmayan muhterem kocam, son iki aydır sürekli bir karın ağrısı şikayetiyle tüm neşesini, enerjisini kaybetmiş haldeydi. Ya ben? Çok affedersin bok gibiydim. 


Allah biliyor ya, hastalık sevmiyorum, bir yerim ağrısa bilmezden gelirim, başkası hasta olsa sinirlenirim. Şefkat yoksunu iğrenç bir insanım, muhtemelen savunma mekanizması. 


Fark ettim ki, hayat denen yolun engebeleri ne olursa olsun neşemi koruyabiliyorum da, bir tek sağlık söz konusu olunca tökezliyorum, hatta tepetaklak geliyorum. Geçtiğimiz iki ayın farkındalığı da bu olsun, n’apalım. 


İlker’in tomografi sonuçları çıktı, biz de soluğu doktorda aldık. Yalnız gönderir miyim! Ben de gideceğim ki, kendim duyacağım. Toplantıları filan ona göre düzenledim, gittik. Pis muhterem, doktorla flamanca konuşuyor bir de diyor ki “ciddi bir şeylerse Flamanca söyle, değilse ingilizce söyleme sakın.” anlamadım sanıyor. Bende durum “anlıyorum ama konuşamıyorum” seviyesi nitekim, anladım ve bastım yaygarayı. İngilizce konuşulacak!Konuşuldu. 


Ameliyattan korktuğumuz safra kesesinde sorun yok, karaciğer fonksiyonları fena. Şimdilik ilaç vermedi - bu Belçikalı doktorların ilaçtan yana elleri pek korkak maalesef - ama diyet dedi, kolesterolü düşüreceksin dedi, altı ay sonra bir daha bakacağız dedi. Ve ben de dedim ki, yaşam stili değişecek, her gün spor yapacak, o göbek gidecek, o karın ağrısı bitecek gerekirse vejeteryan olunacak … dedim ama kimse pek sallamadı. 


Evvela doktorun dedikleri İlkerin aklına pek yatmadı, karaciğer yağlanmasından bu kadar ağrı çekilir miymiş, bu daha ciddi bir şey olabilir miymiş? Sonra saatlerce tıbbi makale okudu, ikna oldu. 


Aman pek iyi oldu. Karaciğeri düzeltmek için ne gerekliymiş her şeyi öğrenmiş oldu. Muhterem kocam asla vejeteryan olmayacak biliyoruz - zira daha dün Master Chefte sakatat tariflerine halleniyordu- ama en azından kırmızı eti haftada bire düşürmeye, her hafta balık yemeye, bazı sebzeleri hayatımıza katmaya (liste pek kısa) ve brokoli salatasını fırın tavuğun yanında yeme konusunda bir motivasyon inşa etti, mutluyum gururluyum. 


Hayır tam da “muhterem mutfakta” konseptiyle instagram videoları çekmeye içerik üretmeye ikna etmiştim, o motivasyon güme gitti, ona yanarım. Aman yemişim içeriğini, benim muhterem ameliyat filan olmayacak ya… varsın ot çöp yesin, varsın kırmızı et yemesin… 


Benim neşe loading back ;) 


Bkz. Fırın tavuk göğüs ve brokoli salatası. Allahım bu menüleri de mi görecektik 🤣



15 Ekim 2023 Pazar

Dozunda, kararında…

 Az önce Arca’yı odamdan postaladım, yallah dedim, anne zamanı. Her ne kadar arkadaşında yatıya kaldığı için dün sabahtan beri görmemiş olsam da, bir günlük ayrılıkta pek çok özlemiş olsam da, anne zamanı hakkım baki.


Silent room hakkı, anne zamanı hakkı, gün ortası on beş dakikalık anne şekerlemesi hakkı, tuvalette rahat bırakılma hakkı (kimse kusura bakmasın icraat halindeyken kapının arkasında sürekli konuşan biri beni strese sokuyor)…


Cadı mıyım neyim? 


Günün belli bir saati kendime ayırmazsam daha pis cadılaşıyorum, dolayısıyla bu haklarımı sonuna kadar savunmak benden çok onların yararına. 


Uzun bir hafta sonunun son saatlerinden, kendime ayırdığım dakikalardan bildiriyorum. Çayım, tütsüm, kitaplarım canım koltuğumdan…



Uzun hafta sonu çünkü cuma gününü izin aldım. İlker’in kan değerleri (kolestrolden tut da, trigliseride kadar) kötü çıktığı için doktor tomografi istedi, şansımıza da erkenden randevu bulunca (aynı hafta içinde radyolojiden randevu bulmak hiç kolay değil, parasını bastıralım da özelde çektirelim desen, özel diye bir şey yok, mecbur bekliyorsun) hemen izin aldım. İlkere sorsan gerek yokmuş, olsun, bir arkadaşlık oldu, beklerken muhabbet ettik, öğlene işimiz bitti, sonrasında çalışsam ne olacak, Arca’nın okulda olduğu bir günün tadını çıkardık birlikte. Özlemişiz.


Akşamına bizim şirketin 50.yıl partisi vardı. Gitmedik. Hiç parti havasında değiliz ki… Ne enerjimiz var, ne tadımız… Evde çayımızı demledik. Bana da iyi oldu, zira spontane bir “gelebilenlerle toplaşalım” kulübü yaptık, aylar geçmiş, en son şubatta buluşmuşuz. Herkesin koşturmacası, pandemi sonrası seyahatleri, araya giren deprem, olmadı olamadıydı. 



Kızlar bana her zamanki gibi müthiş iyi geldi. Son bir aydır evin tüm gündemini işgal eden İlker’in sağlık sıkıntılarını, hem iş hem de evdeki streslerimi unutuverdim. Hayattan, okuduklarımızdan, izlediklerimizden, beraber ne okusak’lardan bahsettik, bir demlik çayı devirivermişim.


Benim dönüp durduğum çarklardan çıkmam lazım. Hayat boktan giderken enerjin o kadar düşük seyrediyor ki, çarkın içinden çıkıvereyim demek mümkün olmuyor. Günü kurtarıyorsun sadece. Halbuki ben, artık üzerimdeki her şeyden, özellikle de o ölü toprağından kurtulmak istiyorum.


Ablam, arkadaşlarım ve onlarla konuşmak iyi geliyor. Olumlu şeylere odaklanmak, tüm kalp sıkışmalarına rağmen (kaygı bozukluğu fena arkadaşlar, İlker’in tansiyonu çıksa helva kavurma aşamasına geliyorum hani kalp sıkışması derken gerçekten normal tepkiler verebilen sağlıklı bir mentalitem yok bence.) keyifli bir şeyler yakalamak ve gülmek hep gülümsemek de iyi geliyor. 


Ama bir partide tepinmek, bir şişe şarabı tek başına bir gecede devirmek, hareketsiz saatler geçirmek, her allahın günü yirmi yaşındaymışım gibi yemek nasıl iyi gelmiyorsa, zorlama etkileşimlerde mecburiyetten bulunmak, zorlama sadeleşmeler, zorlama yavaşlamalar, zorlama yapılan herhangi bir şey de bana artık iyi gelmiyor. 


Dozunda kararında …


Demişken anne zamanını da kararında bırakmak lazım, daha ütü yapılacak, hafta içi sefer tasları hazırlanacak, iş çok ben hala blog köşelerinde sallanıyorum. 


8 Ekim 2023 Pazar

Silent room meselesi ve sonrası

 Bu allahsızlar (bizim ofisin düzenleyici takımı) anket yapıp benim silent room hakkımı gasp edeceklerdi, yer miyim yemedim lobi aktivitelerimi yaptım.

Anlatmıştım, okumadıysanız okuyun bir tık yeter.


Lakin biraz geç kalmış olacağım, anket sonuçlarına göre benim istediğim seçenek ikinci çıktı. Ve lakin tehditlerim isabet etmiş olacak, toplantı odası yapılsın seçeneği, açık ara önde olmasına rağmen, odayı biraz küçülterek benim istediğim gibi muhafaza etmeye karar vermişler. 


Demiştim, benim silent room hakkım engellenemez!  


Anket demişken evden çalışma meselesi pek çok şirkette olduğu gibi bizde de tekrar gündeme geldi. Şöyle anlatayım, biz pandemiden sonra son bir yıldır haftada iki gün evde çalışma şeklinde hibrit bir sisteme girdik ama girerken de bir yıl deneneceğini, bir yıl sonra değiştirilebileceğini söylemişlerdi. 


Nitekim, bir yılın bitmesine yakın söylentiler başladı. Aman efendim, iptal ederler mi, yok efendim, uzatma imkanı yok mudur… Zira iş hayatına pandemide atılmış, dolayısıyla hiç tam zamanlı ofise gelme deneyimi yaşamamış çok sayıda gençle çalışıyoruz. Hatta iki günün az bile olduğunu düşündüklerini, yazın ya da bazı tatil zamanlarında memleketlerinden çalışmanın esnek olmasını istediklerini biliyorum. Yeni işe alımlarda esnek çalışma adaylar için resmen seçim kriteri. 


Bizim departmandakilerin şaşkın bakışları altında, iptal edilirse ortalığı yıkacağımı söyledim. Bilirler yaparım, lakin şaşırdıkları şey ortalığı yıkmam değildi, “iyi de sen doğru düzgün evden çalışmıyorsun ki, niye savunuyorsun” dediler.


Dedim ki, öncelikle sizin esnek çalışma istediğinizi biliyorum. (Liderlik ders 101 :P) Hiç sektirmeden her hafta mutlaka iki gün evden çalıştıklarına göre, ofise gelme meraklısı olmadıklarının farkındayım. Ayrıca evden çalışma motivasyonlarını artıyor. Bunu destekliyorum. Hatta iş seyahatlerini birkaç günlük kaçamakla birleştiren ya da mama Cirilloya birkaç gün evvelden kavuşup akşamları ailesiyle geçirirken gündüzleri İtalyadaki evinde çalışmak isteyen Marconun bu taleplerini gizli kalmak koşuluyla kabul ettiğimden bu uygulamanın meşru olmasına benden çok kim sevinebilir? 


Sadece bekarlar mı?  iki çocuklu Marijke bile her yıl bir ayını geçirdiği İtalya’daki evinden bir hafta olsun fazladan kalıp işlerini toparlayıvermek istemez miydi? Pek ala isterdi! Hele ki hiç evden çalışmanın olmayacağı fikri onu çok daha fazla etkileyebilirdi, zira çocuklara göre istediği gün evden çalışabiliyor, ta Gentten gelmenin zor olduğu günlere göre ayarlıyordu.


Ben? Ben evden çalışma olasılığını seviyorum. 


Onlar gibi her hafta mutlaka 2 gün evden çalışamıyorsam, sebebi, ya Japon yöneticilerle yüz yüze toplantılar, ki onlar üç yıldır hala evden çalışma fikrine alışamadılar… ya da evin misafirden yana çok kalabalık olması. Yoksa evden çalışmak gayet de şahane bir şey. 


Bak mesela dün çalışırken makinaya çamaşır attım, astım, bir ara dellendim, evi robot süpürsün diye düzenledim, (mesaide temizlik yapmadım tabii ki) öğle yemeğimi İlkerle 11:30’da yedim, zira sabah 06:30’da mesaiye başlamıştım ve bu sebepten 15:30’da paydos edip sonbahar güneşinin eğik ışıklarının tadını çıkara çıkara yürüyüş yaptım. Oldu bunlar. Şimdi bunu sırf sadece bir gün yapabiliyorum diye nasıl evden çalışma iptal olsun, yok efendim bir güne insin filan diyebilirim! Katiyen. Vallahi değiştirmeye yeltenenin iki elim iki yakasında! 


Hatta yeni öneriler getirdim ankette, üç güne çıkarılsın dedim, dedim ki insanlar memleketlerinden de çalışabilsinler, ve içimden dedim ki, ben de kendimi İzmir’e şöyle bir iki hafta önceden atayım, toplantılara filan yazlığın terasından gireyim, dükkanı kapattım mı atayım kendimi denize, ve üstüne yapayım tatilimi… dedim vallahi. Yapabilir miyim? Ne bileyim ihtimali bile güzel…


Neyse ki şirketin Belçikalı yöneticileri karşı değil, lakin soruyorlar, Avrupa’da bunu uygulayan şirketler var mıymış ki biz yapalımmış. Şimdi fellik fellik emsal arıyorum. 


Japonlar? Japonlar, Avrupa’ya elli sene önce yatırım yaparken beni bir gün işe alacaklarını bilseler, bir daha düşünürlerdi:)