24 Nisan 2023 Pazartesi

Göbek önden göt beriden

İki post evvel yemek için yaşayanlar kulübünden bahsetmiştim. Eşbaşkanlar ben ve muhterem. 

Muhterem bir tık daha manyak eminim. 

Şöyle ifade edeyim. 

Bir pazar sabahı düşünün. Brüksel’de pek nadir bir olay olarak güneş bulutların arasından günaydın demiş, allahım başımıza taş yağacak! Muhteremle sabah kahvelerimizi yudumlarken anlaşmışız, öğleye kalmadan yürüyüşe çıkacağız, hem de gezinti filan değil ha, yüksek tempo bir saat yürüyeceğiz. Belçikalıların meşhur uygulamasından baktık, teyit ettik, yağmur öğlene kadar yok. 

Spor kıyafetlerimizi giymiş, çıkmışız yola, hedef 1 saatte 6km”den fazla yürümek. 

Kiraz ağaçları çiçeğe vurmuş, kimi taçyapraklarını döküvermiş, yer pembe, dallar pembe ben pembe coşmuşum, her yeni gördüğüm çiçekte muhteremi dürtüyorum, bak geçen bunlar tomurcuktu, nasıl da açmış hey yavrum be!! 


Muıhterem ne dese beğenirsiniz? “Kahvaltıda ne yiyelim?” Ay ne bileyim peynir ekmek yumurta … “İtalyan marketine gitsek de mortadella salami alıp baget ekmeğe sandviç yapsak mı” yürüyüş yapıyoruz ya düzgün mü beslensek? Yok yok o sandviç çok iyi hem rotayı değiştirirsek hem markete gideriz hem de yine 1 saat yürümüş oluruz yağmurdan önce eve varırız. 

Serde oburluk var hayır diyebilir miyim? Demedim.

Yaptık aynen dediği gibi yaptık. Sandviçlerden sonra göbeğimizi kaşırken bundan sonraki pazar sabah yürüyüş rotamızı belirlemiş olmanın haklı gururuyla birbirimizi kutlamaktaydık. Evet yine bir etkinliği lezzete bağlamıştık.

O yazıda yorum yapan Ahu, acaba Brükselde yemek işine mi giriyoruz, acaba haber mi veriyoruz diye bir beklentiye girmiş, ayol biz o işe girsek iki günde batarız, pişirir pişirir biz yeriz. 

Yeriz ama iyi yeriz. Nitekim durumlar fena … neden dersen kilolar aldı başını gidiyor, yürüyüşmüş egzersizmiş efendime söyleyeyim yogaymış hikaye, bizim göbek önden gidiyor, göt arkadan çekiyor. 


Biraz dikkat mi etsek, az mı yesek, temiz mi yesek derken dün büyük bir özveriyle Antwerp’te bulduğumuz şahane dönerci teklifi ile üstüne cila atabileceğimiz falafelciyi reddettim. Kendimle gurur duyuyorum, tabii ertesi sabahına kolum kadar ekmeğe sandviç yemeyeydim iyiydi. Neyse ne diyordum gurur. Evet diyet konusunda kendimle gurur duyduğum tek konu yemekleri ofise evden götürmek. Diğer bir deyişle sefer tası ecnebicesi lunch box.

Konuyu ve iki evvelki postu bağlayacağım şey şu ki, evden işe sefer tası - lunch box götürüyorsanız da bunun bile bir özeni, raconu zevki lezzeti olacak. Ofiste lunch boxlarıma iltifatlar aldığımı fark edince, bana göre gayet sıradan olan bu rutinin başkalarına ilham vereceğini düşündüm ve Lunch box tariflerimi paylaşmaya karar verdim. Salata ağırlıklı bir seri olacak, baştan söyleyeyim ;)

23 Nisan 2023 Pazar

Yalnız kalma korkusu bir gizli toplumsal şantaj olabilir mi?

“Me time” mı diyorlar, ay hiç bilmiyorum, Türkçe meali kendinle geçirilen zamanlar. Yaşlandıkça bu süre artıyor. Neden biliyor musun? Çünkü yaşlandıkça kendini daha daha çok seviyorsun. Yani en azından ben daha çok seviyorum. 

Canım kendim. 

Tatlı kadınımdır ben, yani ben ben olmasam, arkadaşım olayım isterim yani. Bir tek şu var ki, ben biraz götün önde gideniyim. Yani bir an “hepinizi döverim” bakışı, bir an “seni sevgi manyağı yaparım” modu. Stabilite arıyorsan ya net içedönük ya net dışadönük insanla ilişki kurmak istiyorsan ben seni tutmayayım ama ben öyle ortaya karışık. 

Bu kişilik tipinin başkaları için kolay olmadığına eminim ama nasıl desem… kim takar? 

Diğer yandan kendimi pek çok sevdiğim zamanlar kimselere ihtiyaç duymamak ve müthiş keyif almak kendinden… işte bu, bacım-kardeşim herkese temenni ettiğim şahane bir özgürlük.Yalnız kalma korkusunu bir nevi sinsice gelişen şantaja bağlayıp son verseydik ve sadece kendimize tutunsaydık ne olurdu? Yemek yerken yalnız olmanın nesi kötü? Peki ya yalnız içmenin, yalnız alışveriş yapmanın nesi o kadar korkutucu? İlla bir refakatçi mi olmalı sosyal bir aktivitede?  

Dün sabah İlker Arca’nın maçını izlemek istedi, ben merkeze inip alışveriş yapmak. Beni yalnız bırakıyor endişesi vardı onda, bende oh be kendimle takılacağım hevesi. 

Dükkanlara girdim, reyonları gezdim, kendimle konuştum bazı bazı. Bundan bende var, allah giymek nasip etsin, baktın iyi hissettirdi, gelir alırsın, şimdi acele etme dedim kendime, bazen de ay bu Duruya iyi olur alayım, dedim, kendime hep kendime. Birkaç dükkan sonra yağmur bastırdı, şemsiyeden yana tedarikliydim, bir telaş arayan İlker’e burda da yağıyor sorun yok, keyifler yerinde dedim, ben ve kendimin. Evde mi yiyecektim? Bilmem acıkırsam girer bir lokantaya yerim diye düşünmüştüm, kimsenin bana göre plan yapmasına gerek yoktu, ay bu nasıl bir özgürlük keyfiydi… 

Acıktım ama, evde yumurta kırmayı tercih ettim - bütçemi aşan o kadar alışverişin üstüne - tramvayda kitap okudum, caddeleri seyrede seyrede geldim eve. Duraktan eve yürürken… Nasıl temiz sakin bir yağmur, ne rüzgar var ne sağnak… usul usul yağıyor. Tam “acıkmasam böyle bir bir saat daha yağmurun altında yürürüm” diyordum ki sitenin bahçesinde bu çıktı karşıma, merhaba lale ;)


18 Nisan 2023 Salı

Yemek için yaşayanlar kulübü eş başkanları

Sene 1996 bilemedin 1997…

Bir belediye otobüsünün arka koltuğunda “çıkma teklifi” (gençler bilmez, bizim zamanımızda çıkma teklif edilirdi)  alalı ve de naçizane kabul edeli bir sene olmamış daha…

90larda biz :)

Kordon’da gezerken bir de bakmışız ki aynı fakülteyi kazanmışız, aynı binada ders alıyoruz, her teneffüs her öğlen her allahın günü birlikteyiz, ne çabuk sevgili buldun diye soran yurttaki kızlara  “yok ben bulmadım yanımda getirdim” diye cevap verişim. o yıllarda üniversite tercihlerini ÖYS’den önce yaptığın için uğraşsan denk getiremezsin.


Kadere inanası gelir insanın, öyle bir tesadüf. 


Fakülte yıllarının ilkinde bir gün, fark ediyoruz ki biz akranlarımız gibi barlarda partilerde kopmaktan ziyade  restoranlara gidip yeni yemekler keşfetmeyi, yeni lezzetlerin peşinden olmadık yerlere girmeyi seviyoruz. Akranlarımız partilerde kopuyor biz şarap evlerinde panelenmiş peynirlerle şaraplar deniyor, akabinde muhteremin evinde deniyoruz yeni tadımları. Yılbaşı hediyesi Jack Daniels alıyorum daha yirmi yaşında değilim, biliyorum ki rafine zevklerine muhteremin, ancak Jack abi cevap verebilir. Bir muhterem kolay olunmuyor.


Bebekte iyi bir lokanta bulmuşsak ve dönüş yoluna cebimizde kuruş kalmadıysa, Beşiktaş’a kadar yürüyoruz, yürürken yediklerimizden sohbet ediyoruz, konu hep aynı “evde nasıl yapabiliriz?” Yaparız lan ne ki, bir de iyi şarap bulduk muydu…


Turistik bir mekan gezecek miyiz - Yerebatan Sarayı olur, Sultanahmet Aya Sofya olur - evvela oralarda ne yiyeceğiz, bunu araştırıyoruz, Google maps yok ki anasını satıyım. 


Lokantalarda yediklerimizi evde denemek birlikte yemek pişirmek bizim tutkumuz… Evet daha yirmilerimizin başındayız. O yıllar daha farkında bile olmadığımız ortak bir tutkumuz var, yemek.


İnternetin yaygın olmadığı yıllar, 2000 diyorum öyle bir zamanda, araştırıp da beğendiğim yemek tariflerini bir deftere yazıyorum, kendime çeyizim o defter ve  hala bizimle. 


Bu yemek tutkusu bana çok yeni değil aslında. Yani ilkerle baslamadi.


Kendimi bildim bileli mutfaktayım. Kalabalık akraba sofralarına mantı yapılacaksa, ben sarımsak ayıklar yoğurt çırparım, hamuru kurumasın diye hızlı hızlı kapatmalarda başroldeyim. Yaşım beş.


Yemeklerin salataları, cacıkları benden sorulduğunda daha ortaokula başlamamıştım. Ergen midemi sıvazlamak için akşam üzeri yarım ekmeğe bir sandviç yapardım, ablam çökerdi, bir tane de kendin yap derdi, yapardım. İlk zeytinyağlı dolmamı yaptığımda 16 var yoktum. Yurtta tek göz ocakta dört kişiye tencere yemeğinin yanına mis gibi tereyağlı pilav yapardım da, yurt müdüresi bile şaşırırdı. 


Demem o ki, yemek yaparım, iyi yaparım. Hep böyleydi. 


Annemin babamdan şikayet konularından (epey var) biri yemektir. Annemin sık sık “biz yaşamak için yemiyoruz yemek için yaşıyoruz” dediğini duyarsınız. Sebebini, az yemekle birlikte iyi yemek yiyen, gıdasından ve daha ziyade gıdasının keyfinden asla taviz vermeyen babamın boğa burcu olmasına bağlayabiliriz. Bu yaşıma kadar yemekten zevk almayan bir tane boğa burcu mensubu görmedim, göreceğimi de sanmıyorum.


Burçlara inanın inanmayın, bazı birtakım net özellikleri vardır burçların. Koç rekabetçidir, Başak düzenlidir, Oğlak disiplinlidir, Yengeç duygusaldır, Akrep kincidir, Terazi çalışkandır, estetiğe düşkündür, Kova özgürdür, Aslan liderdir, Balık duygusaldır … 


Boğa boğazına düşkündür. Yemek için yaşar. 


Yükseleni terazi olan bir boğa olarak yemeğin iyisine düşkün , velakin sadece yaşamak için yiyenlere hayran bir kimseyim. Mutfağı zaman zaman yasaklamak zorunda kaldığımız muhteremin boğa olduğunu belirtmeme gerek var mı bilemedim.


Yirmi yedi yıllık ortak tutkumuzun yemek olması ve bunun belki de boğa burcu olmamızdan kaynaklanması sürpriz olmasa gerek, baksana tüm taşlar yerine oturuyor.


Bu uzun girizgahtan diyeceğim şu ki… 


Bazı insanlar yemek yemeği unuturlar.

Bazı insanlar ne yiyeceklerini düşünmekten öyle sıkılmışlardır ki bilim iki hap atıp doyalım desin diye hayaller kurmaktadır.


Bazı insanlarınsa hayattaki tutkuları lezzettir.


Bu insanlar, bir lokantaya gittiklerinde yemeğin detaylarına inerler, var böyleleri, yediklerinin içindekileri tahminlerini romantik bir yıldönümünde karısına not aldıran.


Bunlar ki, sms okumaya üşenir ama ansiklopedik yemek kitaplarını hatmeder, vardır yani…


Bu gibi birtakım yemek düşkünleri sosyal aktivite olarak yemek yaparlar, yaptıklarını komşulara dağıtırlar. Böyleleri yemek yiyecek yer bulamaz, zira Michelin yıldızlı lokantalarda yiyemezsiniz onların yemeklerini, vardır böyleleri. 


Bir arkadaşım hayat arkadaşını seçerken ortak tutkularının ne olduğuna baktığını söylemişti. Evet yaş ilerlemişse farklı şekilde inşa edilmiş hayatları birleştirmek gençliğe nazaran zor olabilirdi, bunu kabul etmek lazımdı, lakin eğer bir çift tek bir ortak tutkuda buluşuyorsa bu, hayat arkadaşı olmalarına yeterdi. 


Yaşadığımız evlerin en kıymetli mekanlarının mutfak, en önemli sohbetlerin yapıldığı yerin mutfak masasının etrafı, en heyecan verici sohbet konularının ne pişireceğimiz olması tesadüf değil. 


Bugün yirmi yedi senelik aşkıma baktığımda fark ediyorum ki, bizi birbirimizden farklı kılan onlarca şey varken hala birimize bağlayan tutkularımız var, biri yemek yemek, diğeri yeni yerler keşfetmek - ama illa ki keşfettiğimiz yeni yerlerde ne yiyeceğimiz :))


Yaşasın yemek yemek!




16 Nisan 2023 Pazar

3N 1 ben: Nisan

 Nisan

Dün bahar şöyle bir göz kırptı ama fazla yüz vermeden kaçtı saklandı yine. Pazar sabahında yine bulutlarla birlikteyiz, bekleriz.

En Avrupalı özelliğimin havalardan şikayet etmek olması an meselesi. 

Ve de güneşi gördüm mü kendimi dışarı atma telaşesi.

Dünden, Louisa caddeleri: Güneşi gören masum Avrupalı kendini sokaklara atar


Asimile oluyorum a dostlar! 


Hemen her ay bloga naklettiğim (3N; ne okuyorum ne izliyorum ne yapıyorum) üçlememde Nisanın en önemli konu başlığı seçim. Hani N’ye sokarım bilmiyorum - ki bu da ne kadar önemli , onu da bilmiyorum - lakin seçim, bizim evin en önemli gündem maddesi. 


Her akşam twitter özenle açılıyor, gün içinde neler kaçmış yakalanıyor. Twitter benim, ana akım medya İlkerin paylaşım kaynağı, uzun uzun tartışıyoruz. Haberlerinde hiçbir heyecan olmayan Belçikalılar bizim gündemimizden haberdar. Nerede tatil yapacağız, akşam nerede rezervasyon yaptıralım, haftasonu barbekü mü yapsak gibi sorunları olan bir millet için Türkiye her yeni gün yeni bir renk. Hani derler ya vatandaşı olmasan şahane ülke, işte öyle…


Ne yapıyorum?


Mutfak penceresinden. Kavak ağaçları. Nadir bulunan az bulutlu bir günden.


3000 kilometrelik mesafedeki bir mutfak masasında memleketi kurtarmak, mutfak penceresinden kavak ağaçlarımızın yeni filizlenen sarı-turuncu minik yapraklarını izlemek ve son aylarda işten şikayet etmek dışında pek bir şey yaptığım söylenemez. İşimin en sevdiğim kısmı olan yaratıcılık, diğer öncelikler yüzünden sorun çözmeye kurban gidiyor. Sorun çözmek de yaratıcılık ister, o da bende ziyadesiyle var lakin bu aralar sorunlar o kadar büyük ki, altında ezildiğimi hissediyorum ve bu da bana stres olarak geri dönüyor. 


Geçen postta aynı döngünün içinden çıkamamaktan şikayet ediyordum ya, değiştirdim. Alışkanlığa dönüşmeye başladığını fark ettiğim iş dönüşü iki kadeh şarap içmeyi bıraktım. Alışkanlığı tetikleyeni bulduğunuzda ve de onun sağladığı ödülü fark ettiğinizde, ödül aynı kalmak koşuluyla rutinin yerine başka bir rutin koyarsanız alışkanlığı değiştirirsiniz. 


Ben de şarabın yerine birayı koydum puhahahhah

Her günün çorbası :)))


Yok lan şaka yapıyorum. Tetikleyen, stresi atma, gevşeme ihtiyacı, ödül ise sakinleşmek, gevşemek ve de keyif almaktı. Aynı ödülü verecek başka şeyler soktum araya, mekanizma işledi. Ne mi? çay, aromatik yağlar, uzun banyolar ve kişisel bakım ve de komedi izleyip okumak. 


Bu yukarıda bahsettiğim mekanizmayı “Alışkanlıkların gücü” kitabında okumuştum. Belki alkolikler veya madde bağımlıları için uygulaması zordur ama benim için zor olmadı, üstelik alkolün ertesi günü baş ağrısı gibi, uykusuzluk gibi yan etkilerini silmiş olması da ekstra ödül hanesine yazıldı.


Bazen bazı formülleri uygulamak için sadece okumak yetmiyor, bazen birilerinden daha duyarsanız, daha iyi ikna oluyor, pratiğe dökünce de daha iyi içselleştiriyorsunuz. Küçük Joe’nun önceki posta yorumu gibi… 


Yorum demişken ipad veya telefondan yorum cevaplamayı aylardır beceremiyordum ya, ayarları değiştirdim oldu! Evet belki tam yorumun altına cevap yazamıyorum ama en azından bir sonraki yorumda isim belirterek cevaplayabiliyorum. Çok mesudum! Cevaplamayacak diye yorum yazmaktan vazgeçenlerdenseniz artık vazgeçmenize gerek yok salın gitsin.


Ne okuyorum?


Tarık Dursun K.’dan ikinci kitabı da bitirdim: Rıza bey Aile evi. 



İzmirli olduğum için mi

Babamın İzmir’in 1950’lerini dupduru anlatışına benzetmemden mi

Yazarın insan hikayelerini anlatırkenki sadeliğinden mi

Yoksa bir roman okumaktan ziyade bir film izler gibi sürüklenip gittiğimden mi çok sevdim? 

Bilmiyorum.


Bildiğim tek şey, İzmir’i özlemişim. Canım İzmir güzel İzmir.


Bir de yeni bir Yaşar Kemal romanına başladım: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana.

Benim Yaşar Kemalle ilgili en büyük hüznüm çok geç başlamam. 

Öle bayıla okuduğum yazarların ortak özelliği bu, geç tanışmak. Bana her muhteşem kitap “keşke daha önce okusaydım” dedirtiyor. 


Daha az kişisel gelişim daha çok roman, öykü. Ancak böyle arayı kapatabilirim.


Ne izliyorum? 


Ayak işleri


Geçenlerde çay içmeye uğrayan Arek ve Ayşe tavsiye etmişti. Önce İlker başladı diziye. Ben ne de olsa “akşam on yatağa kon”. O kadar eğlenceliymiş ki, bir tur da birlikte izliyoruz. İlaç gibi geldi. 


Maç olduğu akşamlar, çalışma odasına sepetlendiğimden Aile dizisine bakıyorum. Burada “izliyorum”dan ziyade “bakıyorum” daha doğru bir ifade zira kendini verip de merakla izlenecek bir dizi değil bence. Oyuncular güzel, oyunculuklar şahane ama işte o kadar. Bilmem belki güzelleşir. Dizinin tek iyi tarafı otuz bölümde bitecek olması. Dizinin kısası makbuldür.


Sosyal medyayı sallayan Kızılcık şerbetine hiç yeltenmedim, mesafemi koruyorum, ne dersiniz izlenir mi?


E siz neler izliyorsunuz, neler okuyorsunuz bu aralar?


PS: şimdi yazarken fark ettim de, gündeminden romanına dizisine bu aralar epey yerli ve milli takılıyoruz, tesadüfün böylesi.


10 Nisan 2023 Pazartesi

Kendinin daha iyi bir versiyonu hakkında

 Bir Paskalya tatilinin daha sonuna geldik. Tatil dediysem de hafta sonunun kuyruğuna eklenen pazartesi işte. Öyle stresli, yorucu ve depresif bir haftaydı ki öncesi, bu uzun hafta sonu bana yetmedi. Geçen yılın iyi sonuçlarını kutlamak için organize edilen öğle yemeği partisinde kendimi yine şikayet eder buldum, halbuki ne güzel bir nefes alma vesilesiydi. Yok tadını çıkaramadım. O haftaya ait işle ilgili hiçbir şeyin tadını çıkaramadım.

Birkaç hafta önceki döngülerin içinde boğuldum yine, sabah işe git, öğleye varmadan dağıl, yüzünden bile anlaşılsın stresin, eve dön, gevşemek için bir iki kadeh şarap iç, uyuyakal, ama gecenin bir vakti cin gibi uyan, bir türlü uyuyama, uyanamadığın için sabah sporunu atla, sabah duşunu atla, sabah sayfalarını meditasyonunu ve sabaha dair her şeyi atla, fincan fincan kahve iç sabah, yine öğle olmadan dağıl… hop başa dön, hep başa dön.


Uzun lafın kısası… Bu uzun hafta sonu öncesindeki hafta da önceki birkaç hafta gibi kendimin çok çok kötü bir versiyonunu yaşadım ve bundan hiç hoşlanmadım.


Kendinin daha iyi bir versiyonunu yaratmak üzerine düşünüyorum ne vakittir. 

Evin yakınındaki ormanda 10kmlik yürüyüşümüzden bir hatıra  - Ukkel Brüksel


Daha iyi bir versiyonumun tanımını yapmaya çalışıyorum. Sayfa sayfa yazıyorum onun hakkında, cilt cilt kitaplar okuyorum. Nefeslerimi bilinçle alır verirken gözlerimi kapatıp düşünüyorum. Kendimi iyileştirmenin yollarını el yordamıyla bulmaya çalışıyorum.


Önüme yazılar düşüyor internette… 5 a.m. Club, sabah rutinleri, kendimle whatsapp grubumda linkler paylaşıyorum onunla, açıp okur çünkü daha iyi versiyonum, daha iyi versiyonlar böyle gelişmeler için zaman ayırırlar. Zamanları olur.


Zamanları olur.


Okumaya, yazmaya, çalışmaya, yakınlarına, sevdiklerine, yapmak istediklerine her şeye zamanları olur en iyi versiyonların. 


Peki zaman dediğin meret herkes için aynı ise, yani herkesin yedi gün yirmi dört saati varsa, nasıl oluyor da bu iyi versiyon türleri bu zamandan daha çok pay alıyor?


Seçiyorlar. Evet o zamanı nasıl değerlendireceklerini seçiyorlar bu iyi versiyon kardeşler. Döngüyü kırıyorlar, zarar gördükleri ya da göreceklerini fark ettikleri döngüye çomak sokup dönüştürüyorlar. Daha iyi seçimlere dönüştürüyorlar. Çünkü her zaman daha iyi seçimlere dönüştürme güçlerini buluyorlar. Bu gücü sevgiden alıyorlar, kendilerine olan sevgilerinden. 


Her şey sevmekle başlıyor, her şey sevmeye varıyor. 


Kendini sevmek.


Kendinin daha iyi bir versiyonuna dönüşmek, kendini değiştirmek değil, kendine kaçmayı aklından bile geçirmeyeceği bir hayat yaratmak.


Kendine, kendinin daha iyi bir versiyonuna dönüştürecek bir hayat yaratmak ve o hayatı yaşamak. İşte hepsi bu.


4 Nisan 2023 Salı

Hafta sonları neden iki gündür?

 Şanslı (!) bir beyaz yakalı olarak Türkiye de dahil olmak üzere hep cumartesileri tatil olan şirketlerde çalıştım. Biliyorum ki, bazı sektörlerde ya da kendi işini yapanlar için  bu durum her zaman geçerli değil ülkemizde. İlker cumartesileri çalışırdı mesela, biz Arca ile baş başa takılırdık, ne güzeldi, hala hatırlıyor ve bazen “babamı satalım birlikte merkeze gidelim pizza gömelim” diyor, bende analık barometresi tavan :))

Ne diyordum, hafta sonları… 


Geçenlerde bir yazı okuyunca, hafta sonlarının neden iki gün olduğuna ayıverdim. Bir gün geçen haftayı unutup resetlenmek için, bir gün önündeki haftaya hazırlanmak için. Böylece hem şarj oluyorsun hem de fazla gevşemeden hop yeni haftaya hazır ediyorsun kendini. Kapitalist düzenin rezil çarkları bunlar bacım, başka bir şey değil! (Hafta sonunun 3 gün olması kanunlaşan ve kısmen uygulanmaya başlayan Belçika’da çalıştığım kurumda durum henüz 2 günlük hafta sonu şeklinde devam ediyor, yani kapitalizme bok atmaya devam edebilirim) 


Yazı, haftanızın iyi geçmesini istiyorsanız, pazar gününden planlayın, hazırlanın diye öğütlüyordu. Hedef kitlesi beyaz yakalı plaza kadını olan bu yazının pazar önerileri arasında tırnaklarınıza oje sürün gibi bir madde görünce hızla başka bir yazıya geçtim, yalan yok.


Yazının içeriğini bir kenara bırakırsak, ana fikrinde yeni bir şey yok aslında, evet on yıllardır, pazar günleri bizim evde hazırlanmakla geçer. 


Hazırlık derken, evde bir hazırlık telaşesinin olduğu hani çocukluğumuzun pazarları gibi pazarlardan bahsediyorum… Öğleden sonraya kadar birileri ziyaret edilse, bir yerlere gidilse bile akşamına mutlaka evde olunan, misafirliğe gidilmeyen ve de misafirlerin gelmediği, banyoların yapıldığı, formaların önlüklerin ütülendiği pazarlar. Parlaiment Sinema kulübü ile bitirdiğimiz pazarlar. Akşam yemeğinde ya balık ya da kahvaltılık olan pazarlar. 


Benzer telaşlar şimdi de var. Ama biraz farklı. Annem çalışmadığı için çocukluğumun pazarlarında haftalık yemek mesaisi olmazdı mesela, nasıl olsa annem hafta içi günlük yemek yapardı. Her akşam da yemekten sonra  “yarın ne pişireyim” sorusu gelirdi, bizim cevap hep İzmir köfte olurdu ama bilirdik, pişirmekten daha zoru ne pişireceğine karar vermek.


Farklı zamanlar farklı dengeler. 


Ben çalıştığıma göre, akşam evde sıcak yemek olsun istiyorsam, (ve de kilomuza dikkat ettiğimiz zamanlar, muhteremin yemek pişirmesi yasaksa) bir gece önceden değil, pazardan planımı yapmalıyım. Sadece planı mı!? Yemeklerden en azından pazartesi salı yenecekleri pişirmeliyim de. 


Ve tabii ki… 


Artık evde bir ergen olduğundan akşam kalanları ertesi günü sefer tasıma koyuveririm gibi bir ihtimal de kalmadığından öğle yemeklerimi pazardan planlamalıyım yoksa pahalı ve kötü ofis kafeteryasına talim! 


Geçenlerde sürekli evden yemek getirebildiğimi fark eden arkadaşlara da dediğim gibi, işin pratik tarafı iyi planlama yapmak ve hazırlık. Ayrıca düzgün birkaç ekipman için ufak bir yatırım. Ekipman derken … Mesela bu bardak bir çorba bardağı, bizim kafeterya yıllar önce bunu uygun fiyata kağıt çorba bardaklarıyla çevreyi kirletmeyelim diye satmaya başlamıştı, aldığımdan insanlar garipsedi ama şimdi evde yemek olmasa bile pazar günü pişirdiğim vicdan çorbası ya da tarhanadan iki kepçe attım mı bir somun ekmekle ya da evden getirdiğim salata ile öğleni mis gibi atlatıyorum. 



Diğer bir yatırımım da iyi kalite saklama kaplarıyla iyi bir çanta.


Saklama kapları sadece sefer tasım değil aynı zamanda pazardan pişirdiğim ve mikrodalgada ısıtılıverecek sebze yemeklerim için buzdolabında az yer kaplayan bir saklama şekli. 



Çanta da, bilgisayarı koyunca sırt çantasında yer kalmadığından elimde taşıdığımda şık duruyor, görsellikten başka pek bir rolü yok. Ama mikrodalga olmasa ofiste pek ala sabahtan evde ısıttığım yemeğin sıcaklığını öğlene kadar muhafaza edebilecek şekilde yapılmış.



Son olarak en şahane ekipmanım… Salata sosu kaplarım, canlarım… 



İşe salata götürüyorsanız sosunu ayrı götürünüz, kalbinizi kırarım. Marullar erir, domatesler pelteleşir, olmaz işte olmaz! Sosu salataya saatler evvelinden boca edemezsiniz! 


Neyse ben en iyisi lunch box’larımı diğer bir deyişle sefer taslarımı ayrı ayrı anlatayım… 

Hem belki evden işe yemek götürenlere ilham olur. 

2 Nisan 2023 Pazar

3N 1ben: İklimine sıçtığımın memleketi özel

 En son güneşi iki hafta önce görmüşüz, blogdaki pazar yazılarımdan birinde gördüm. Güneşi geçtim hadi. Soğuğu da ayrı! Ulen Nisanda 6 derece ne? Mont ne bere ne? Bir yağmur bir hafta boyunca aralıksız yağar mı? yağıyor şerefsizim. İklimine ettiğimin memleketi..

Diye saydırırken köşeyi dönüyorsun, karşına çıkıveriyor. Kulağındaki müziği bile kapatıp karşı kaldırıma geçiyor, dakikalarca izliyorsun, çok güzelsin be manolya çok…



Sabah ağlayarak uyandım, çok gerçek çok absürd ve çok üzücü bir rüya gördüm. Rüyada chopstick ile annemin yaprak sarmalarını yiyen Japonlar da vardı, melek oldukları söylenen gözlerine bakarak sana bütün hüznünü unutturan telepatik genç kadınlar da vardı. Hikaye çok katmanlı, detaya girmeyeceğim, sadece babamı çok net çok canlı görmek “yahu gel de bir duble rakı içelim” gibi tam da onun cümlelerini işitmek çok dokundu. Özlemişsem demek ki… Rüyayı sayfalarca ağlaya ağlaya yazdım, İlkere salya sümük anlattım. Evlere sığamadım bok gibi soğukta sokaklarda kilometrelerce yürüdüm, eve gelip yemek pişirdim, yemek yedim, kahve içtim yok bir içimi bloga döküverem dedim. Bir de aradım babamla konuştum oh ferahladım, içimdeki o kötü his uçtu gitti. 


Öyle işte… 


Dağıtalım konuyu. 


Ne zamandır neler okuduğumdan bahsetmemiştim. Depremden beridir, gündem takip etmekten, kafa dağınıklığından neredeyse tek satır okuyamadığımı hatta kitap dinleyemediğimi fark ettim. Neye elimi atsam bırakıyordum, polisiye denedim, Ahmet Ümit bile sarmadı, düşün yani Kar Kokusu hem de. Klasikler açmadı. Jane Eyre bir daha okumanın zamanı gelmedi mi? Gelmemiş demek ki. Benim gibi okuyamayangillerden birinin Tarık Dursun K “Hasangiller” okuduğunu görünce merak ettim, açtım okudum derken bitiverdi. Ne güzel ne rahat bir dil ne akıcı bir üslup … Bu yaşıma kadar yazarı hiç tanımamış olmak da ne büyük geç kalmışlıkmış. Şimdi Rızabey Ailevi okuyorum, aynı yazardan. Tanrılar Okulu’nu da dinlemeye başladım, bakalım. 



Sosyal medyadan elimi ayağımı iyice çektim. Twitter’da gündem takip edip, Instagram’da boş boş vakit öldürüyorum, sadece takipçi olarak. iki fotoğraf bir yazı koymaya üşendiğimden değil, içimden gelmiyor, başka da bir açıklaması yok. Halbuki yine okuduklarımı paylaştığımda okumayı seven takipçilerle kaynatsak, ne bileyim, bilgi alışverişinde bulunsak yine. Özlemediğimden değil de, aynı tatları alamayacakmışım gibi bir his.


Öyle işte… 


Netflix’te dizi izlemek de, izlediğim tek Türk dizisi Yargı’yı heyecanla beklemek de eski tadı vermez oldu. Yargı’yı birkaç bölüm önce bıraktım. Avrupa Yakası izlemeye başladık. Burhan’lı bölümlere atlaya zıplaya gelivermişiz. Yirmi sene evveline göre daha çok gülüyoruz, gülmeye ne çok ihtiyacımız varmış. Yirmi sene önce Tahsin beye hiç benzemeyen babam şimdi her akşam Tahsin bey karakterinde karşımızda. Hey gidi… 


Geçen hafta Fazıl Say’ın Brüksel’e geleceğini hem de deprem dayanışması için konser vereceğini duyunca koşa koşa gittik. 


Artık Arca akşamları da uzun saatler kendi başına evde kalabiliyor. PS sağ olsun, gıdasını suyunu bıraktık mı, komşulara bile haber vermeden çıkıp gidebiliyoruz. Kocamla ikimize bir özgürlük geldi hemşire, pek mesuduz. Yıllardır katılamadığımız tüm akşam etkinliklerine yelken açmaya hazırız. Yaşasın ergenspor!


Arca demişken Paskalya tatiline girdi, bahar karnesi notları düşmüş olmasına rağmen iyi.  Bölüm seçimi ile ilgili Latine devam etsin derken tüm öğretmenleriyle hemfikir olduğumuzu görmekten memnun olduk. Evet Arca isterse ekonomi bölümü de seçebilirdi ama Latin bölümünün imkanları ve geniş alanı yıllar içinde değişebilecek fikirleri için daha fazla seçenek sunacak, ekonomist olmakla sınırlı kalmayacaktı. Hala netleşmedi, son karar için haziranı bekliyoruz. 


Hayat akıp gidiyor. Bir de bahar geliverse iklimine sıçtığımın memleketine!