31 Mayıs 2011 Salı

Önceki hayat diye bir şey varsa,

ben benimkini okudum.

Reenkarnasyon mu ne, hiç inanmazdım. Taa ki komidinin üzerinde bir önceki kitabın bitmesini hasretle bekleyen ve bana çapkınca bakan o kitaba başlayana kadar, daha başlamadan kaçamak fotoğraflarına baktığımı itiraf ediyorum, saklayacak değilim.

Kitaba geçen haftaki İstanbul seyahatinde başladım. Ucuzluktan aldığım kötü kumaşlı vasat takımımın altına, boyumu daha da güdük gösteren babetlerim ve kuaförü açık yakalayamadığımdan fön çektiremediğim bonus kafamla yolculuk ediyordum. Ama yine de Patti Smith'ten oldukça farklı bir görünümüm vardı. Hatta metro durağına yürürken bile okuduğumdan elimdeki kitap hakkında en ufak bilgi sahibi olan biri bizi kitapla aynı karede hayal edemezdi.

Görüntüyü bırak, geçmişime ufak bir dip dalış yapan biri, hayatımın hiç bir döneminde anarşik, sanatçı, yaratıcı, sisteme kafa tutan biri olmadığımı bilir. Hani özgeçmişe bile gerek yok.

Ee iyi de bir insan kendinden bu kadar farklı hayatları okurken kendini bu insanlara nasıl bu kadar yakın hisseder?

İşte benim de bu noktada "önceki hayatımda ...." ile başlayan bir cümle kurasım geliyor. Başka bir açıklaması yok!

Hmm aslında bir ortak noktamız var. Ben de bitlendim!! Ama biti bile sosyetenin veletlerini gönderdiği bale kursunda kaptım. 8. Cadde'deki Allerton Otelinde değil.

Not: Bu keyifli kitabı kimden duydum hatırlamıyorum, ama kesinlikle ya Lale Hanım, ya Zeren ya da Ruhdağıydı. Belki hepsi birden. Hayatın karmaşasından beni kopardıkları için bir defa teşekkürler...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Arca ilk kez...

Kendi deyimi ile: Havyanat bahçesine gitti.



Tamam çok bi hayvansever olmayabilirim. Hayvanların dünyası benim küçük dünyama oldukça uzak dolayısı ile uzaktan seviyorum kendilerini.



Bir de onlar da can ya... kafes, sirk, hayvanat bahçesi gibi hayvanların insanların beğenisine sunulduğu ortamlara son derece karşıyım. Yıllar önce İstanbul Darıca'daki sıcaktan helak olmuş, beton üzerinde yatan aslanlara içim parçalanmış, hayvanat bahçesine tövbe etmiştim.



Sasalı'daki doğal yaşam parkının methini çokça duymuştum. Hayvanların doğal yaşam alanında doğal koşullarda yaşadıkları anlatılıyordu.

Şehir efsanesi gibiydi.



Gidelim görelim dedik. Arkadaşları da peşimize taktık, güzel bir gündü. Arca hayvanları kaçırmamak için uykuya direndi.



Küçük çocuk annesi olarak en çok hoşuma giden şey, belli yerlerdeki café'lerin hemen dibindeki çocuk parkları ve çocuk hayvanat bahçeleriydi. Çocuklar tavşan, ceylan, sıpa, keçi gibi küçük sevimli hayvanları burada besleyebiliyorlar, okşayabiliyorlar. Tabii biz de çokça vakit geçirdik bu alanda.



Tabii ki tamamen doğal ortam sağlamak mümkün değil. Ama hiç olmazsa kafeslerin içinde değil, rahatça koşabilecekleri bir ortam yaratılmaya çalışılmıştı. Çaba bile övgüye değer.

Doğal ortamlarına müdahale edilmesin diye mesafeler epey uzak tutulmuş. Olsun Arca kendince bir çözüm buldu. Dikkatle bakınca dürbünü ters tuttuğu görülüyor ama o ısrarla zürafaları görebildiğini iddaa etti, şebek:P



Yılmaz Özdil de Sasalı doğal yaşam parkının bilinmeyen yönlerine değinmiş buradaki yazısında.

29 Mayıs 2011 Pazar

Tünelin sonunda ışık var, artık biliyorum

Bazen ümitsizliğe kapılıyorum. Mizaç olarak hep uyumlu dediğim Arca "terrible two" denen naneyi dibine kadar yaşıyor, yaşatıyor. Bu günler hiç bitmeyecek gibi geliyor kimi zaman. Hele ki karnı aç, uykusuz, rutinden şaşmış ise, en küçük bir olumsuzluk direkt arızaya bağlanıyor.



Alıştım artık, yadırgamıyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ümitsiz anlar dışında...



Her çocuğun kendine has arızaları oluyor. Mesela Hayat Ela'nın hiperaktivite oranının artmasını arıza olarak tanımladı dün.

Ela'nın arızasına can kurban...



Arca, rutinden şaştığı andan itibaren çığlık ve ağlama krizine bağlıyor. Yorgunluk tabir-i caizse başına vuruyor. Dedim ya alıştım artık, genelde sakince durup ağlamasının geçmesini ve bana sarılmasını bekliyorum. Bir süre sonra sakinleşiyor.



Dün, günlerdir süren yağmurların ardından doğan bir güneş gibi aydınlandı içim. Tuna cücesi yüreğime su serpti. Üç yaşını bitirmesine kısa bir süre olan Tuna, dün tam bir şeker oğlandı. Çokça birbirimize gülücükler attık, birbirimizi pek bi sevdik.

Gelişim sürecinde Arca'nın 6 ay arkada takip ettiği Tuna'nın sıfır arıza, yüzde yüz sevimlilik ve tatlılığına tanık olunca içim ferahladı. Bugün küçük bir "çatalım yere düştü, yenisini verme, pis çatalı ver" konulu krizimiz sırasında ümitsizliğe düşen İlker'i de böyle teselli ettim : "Tuna şahaneydi, gör bak altı ay kaldı, sonra herşey harika olacak!"



Harika olacak biliyorum : )

27 Mayıs 2011 Cuma

Kırkikindilermiş

Televizyonda demişler, babam söyledi.
Her gün ikindi vakti bastıran bu yağnak yağışlara "kırkikindiler" derlermiş.
Ben bunu Ağustos sonu Ekim başı arası diye bilirdim. Hatta çocukluğumun bağında üzüm serdik miydi, illa ki yağmur yağardı. Demek mevsimler epey kaydı.

Yarınki uçurtma şenliğine katılımımızı iptal ettik. Tam da öğleden sonra, açık alan perişanlık. Benim derdim Haziran sonu nasıl olur? Tatili yine Haziran sonuna ayarladık, geçen yıl aynı dönem yağan yağmurları bir güzel unuttuk. Kırkı gün sürmesin, bitsin, evren kardeş duy sesimi!

Bu hafta nasıl geçti anlamadım. Pazartesi İstanbul, derken haftaya "ofis dışı" başlamanın ağır bedeli ile iş yoğunluğu. Yeni bir alışkanlık kazandı bu çalışan: Bilgisayar karşısında yemek yemek! Ve ne yediğini anlamamak ve çok çok yemek!

Kreş araştırmalarına kısa bir mola, haftaya bir gün izin alınarak karara erdirmek niyetindeyim.

Havadan mıdır nedir, bir kasvet var üzerimde, hiç haftasonu gibi değil...
İşimi bitireyim, eve kaçayım, bir şarap açayım, yanına da peyniri katayım, yağmur dursa da balkonda demlensek.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

KREŞ

O malum günün geleceğini hiç düşünmemiştik. Sırça köşkümüzde her yükümüze yardımcı olan Ümit ablamızın gideceğini öğrendiğimizde uzun bir süre bu konuda konuşamadık, bu ani haberi hazmedemedik. Sanki konuşmazsak o gerçek, gerçek olmaktan çıkacaktı. Araya hastalıklar, hastaneler girdi. Yok saymadık ama geciktirmek için dünya kadar bahane türettik.

Ümit abla, bakıcı bulmamız gerektiğinde bir perinin sihirli değnek ile yarattığı bir büyü gibiydi. Tek şansımızdı. Ama ne şans! Allah yüzünüze güldü, diyenler çok oldu.

Bizim için önemli olan Arca ile arasındaki ilişkiydi, başka da beklentimiz yoktu, talepkar da olmadık ama o bize çok daha fazlasını verdi. Hangi birini sayayım? Arca daha 1,5 aylıktı, işe başladığında. Süt arttırıcı yemekler mi istersin, anne sütü depolama döneminde manevi destek mi istersin, lezzetli yemeklerini, evi her zaman derli toplu tutmasını, ütüye el sürdürmemesini… hangisini anlatayım?

O Arca’nın bakıcısı değil, bizim evimizin Ümit ablası. Daha da ötesi yok.

Herkesin onun gibi bir dosta sahip olmasını dilerim.

İstanbul’daki kızı hamile, Eylül başında doğum yapacak, kendi torununa bakacak bundan böyle. Konu tartışmaya kapalı.

Kızının süt izinlerini de birleştirerek Ocak ayına kadar bizimle kalacağı gibi bir tesellimiz var, umarım bir aksilik çıkmaz.

Arca Eylül’de 2,5 yaşını doldurmuş, Ocak’ta ise neredeyse 3 yaşında olacak.

Kreş mi? Yeni bir bakıcı mı? Yeni bir bakıcıya alışma sürecinden kısa bir süre sonra bir de kreşe alışma konusu düşündürdü bizi. Böyle bir gelişme olmasa yine 3,5 yaşında kreşe vermeyi düşünüyorduk.

Bakıcı ile ilgili en çok kafamızı karıştıran: ÜA gibisi insanın karşısına hayatta kaç defa çıkar?

Sonunda ÜA’nın Ocak ayına kadar bizimle kalma olasılığı ibreyi kreşe çevirdi.

Şöyle düşündük, Eylül – Ocak arası haftada üç gün yarım, Ocak’tan sonra tam gün.

Öncelikle çok uzun bir süre Arca'nın hazır olup olmadığına kafa yorduk.
Arca,
- Normal insan gibi konuşuyor, derdini anlatıyor.
- Kakasını lazımlığa yapıyor, çişini çoğunlukla beze yapıyor, ancak 1-2 ay içinde bezden tamamen kurtulacağının sinyallerini veriyor.
- Benim tecrübesizliğimden kaynaklanan yaşının annesiz bir oyun grubuna uygun olmadığını sonradan fark ettiğim bir oyun grubu süreci var. Gitmek için yanıp tutuşup ama benimle oynamak istediği ilginç bir deneyimdi :)
- İnsanlarla iletişimi iyi görünüyor.
- Mizaç olarak uyumlu bir çocuk oldu. iki yaş inatları, zorlukları tabii ki var ama memeyi bırakmada, emziği bırakmada bizi yıldırmadı.

Kısacası - emin olmak mümkün değil ama - biz hazır olduğunu hissediyoruz.

Kreş seçimine dışarıdan bakarsan vakit çokmuş gibi görünüyor, kapıdan içeri girdiğin anda seçim sürecinin zorluğu, aslında ne kadar az zaman olduğunu yüzüne tokat gibi vuruyor.

Çalakalem dalmadım olaya. Dersimi çalıştım geldim.

Kitubi (Nurturia) Damla’nın kreş mimini ve mimi cevaplayanları okudum. Sonra Özgürümün yazısına daldım, Kirazımın yazısına gelen yorumlardan çıktım. İzmirli anneler mail grubuna danıştım, Nurturia’da sordum.

Hazırlandım, piştim geldim.

Bu arada İlker iki gündür boş vakitlerinde kreş geziyor. Gezdikçe ne kadar zor olduğunu anlıyoruz. Haftaya bir gün ben de izin alıp tüm donanımımla gezilere katılacağım.

Şimdi teçhizatlarımız tamam, teori zehir gibi ama tecrübe sıfır, dolayısı ile gittiğimizde gezdiğimizde

“Ah şunu da soraydık!”
“Tüh bak ben o konuya hiç dikkat etmedim, hay Allah!”
gibi cümlelerle hayıflanmak istemiyoruz.

Aklımdaki sorular, dikkat edilmesi gereken noktaları maddeledim:
1. Hijyene dikkat edilecek !
2. Yemek konusu mühim : Sağlıklı mı? Abur cubur ara öğünlerde veriliyor mu? Gazoz, çay vs… evde tatmadığı gereksiz tatlar menüde mevcut mu?
3. Kreşte TV var mı? (olanlar varmış)
4. Bahçe nasıl? Çim, halı, plastik vs? Kötü hava koşullarında da bahçeye çıkılıyor mu?
5. Eve ödev veriliyor mu?
6. Sınıflar kaç kişilik? Okulun fiziki koşulları nasıl?
7. Yılsonu gösterisi var mı?
8. Ana baba ile iletişim nasıl sağlanıyor? Özel defterler veya yazışmalar nasıl yapılıyor?
9. Tuvaletler açık mı? (Arca mesela kaka yaparken artık bizi tuvaletten şutluyor, çocukların mahremiyete önem veriliyor mu?)
10. Alıştırma süreci nasıl yönetiliyor? “Ağlar ağlar alışır” zihniyeti mi var?
11. Öğretmenlerin eğitim seviyesi, yaklaşımı? Tanışmak mümkün mü? Pek çoklar müdürü boşver öğretmene bak diye tavsiye veriyor.
12. Çocuklar yemeğini kendisi mi yiyor? Uykuya kim yatırıyor?

Bunlara eklenecek “aman ha şuna da dikkat edin”, “aman şunu atlamayın sakın” diyeceğiniz noktalar var mı?

20 Mayıs 2011 Cuma

Özeleştiri...

Yapacağım. Yapmazsam içimde kalacak.

Böyle geyik sohbetler yapınca bizim ev bir sitcom platosu, sohbetlerimiz hep esprili, sahneler 50’lerden kalma müzikal tadında geliyor sanki. Hep bi neşe hep bi her bişeyler şen şakrak.

Hayır değil.

Çokça kendimi eleştiren bir insanım aslında. Eskiden eleştirilmeye tahammülüm yoktu, şimdi kulak veriyorum. Dahası eleştirirken kendimi, bazen çok acımasız oluyorum, ipin ucunu kaçırıyorum hatta bilinçli üzüyorum kendimi. Bu bile eleştiri oldu : )

Yemek içmek konusunda garip takıntılarım var mesela. Organik ana olmadım hiç, sürdüremez tıkanırdım bir noktada, biliyorum ben kendimi. Ama şeker çikolata konusunda çok sağlam durmaya çalıştım. Lakin acayip abarttığımı fark ettim.

Dün...
Kübra ve Hayatlarla Patlıcan’dayız. Paketli kesme şekerlerle oynayan Arca’ya ses etmem, çünkü hiç yemedi, yenecek bir şey olduğunu bilmiyor.

Sanıyordum.

Önceden benzer münasebetler oyuncak kamyonun arkasına yükleme taşıma veya paketlerini açmakla sınırlı kalmıştı, bu sebepten rahatım. Bir baktım ağzına attı.

Bırak değil mi, en fazla yer. Şeker komasına girecek değil ya!

Yok ben arıza yapacağım, sokarsın parmağı çocuğun ağzına çıkarmaya çalışırsın, hızlı davrandığın ilkini kül tablasına koyarsın. Ama Arca daha hızlı ikincisini ağzına atar, hadi eridi, çıkaramadın, ikincisini kül tablasından alır. Ve kabus boğuşmalar başlar. Tasvir filan hikaye, yaşamak lazım, küçük dili yutmak lazım.

Birinin beni omuzlarımdan tutup hızlıca sarsmasına ihtiyacım var.

İster Arca’nın yorgunluğu, ister uykusuzluğu de ne dersen de…

Arca’nın ağzındaki kesme şekere ilaçmışçasına, zehirmişçesine saldırışımı unutamıyorum.

Ve olur da unutursam diye yazıyorum ki hafızama kazınsın!

Arca’ya kısmen paylaşmayı, sırasını beklemeyi bir nebze öğretebildiğime sevinirken kendime sakin olmayı öğretemediğime üzülüyorum.

Relax Yeliz relax…

Büyüme emareleri

Arca'nın 27. ayını yaşadığı şu günlerde...

Mutfakta çokça vakit geçiriyoruz birlikte. Beni tezgahın başında görmesi ile tabureyi yanaştırması bir oluyor. Bir de sohbet konusu bulduk mu, oooo aman sabahlar olmasın! Sohbet dediğim de birkaç cümlelik döngüler:
A: senin adın ne?
Y: benim adım Yeliz, senin adın ne?
A: Arca, sen kaç yaşındasın
…………..
Yaklaşık beş yüz defa tekrarlanınca iki kilo bezelyeyi ne kadar çabuk ayıkladığımıza şaşırıyorum.

Kimi zaman kayboluveriyor ortalıktan. Bu aralar en çok masasında karalama yaparken buluyorum. Sonra “anneye resim yaptım” diye getiriyor.

Tatlı mısın oğlum sen!!

Yumuşak karnımın uyku olduğunu biliyor. O oyna dalmışken uzanıp iki satır okuyayım derken, hop yanıda bitiyor: “ninni söyle, uyuyalım” Allah yelken suya!! Tabii kandırıldığımı anlıyorum, zira öpüp koklayıp yeterince anne kokusunu içine çeker çekmez, toz oluyor cüce!

Ve seyircilere oynamayı da çok iyi biliyor. Etrafta seyirci varsa, krizler konusunda daha yaratıcı. Kendini yere atıp yalandan ağlamalar, of daha ne numaralar…

Yani her zaman "tatlı" diyemeyeceğim:)



Doğru mu yapıyorum, bilmiyorum…

Bazı kurallara uymadığı zaman inat etmiyorum ve gözünün içine bakıp “şu anda kızgınım, seninle ilgilenmiyorum” deyip oradan ayrılıyorum ve gerçekten ilgilenmiyorum. Hani küsmek gibi değil de, yokmuş gibi davranmak diyelim. Birkaç defa İlker : “annen üzüldü hadi gidip özür dile” dedi. Geçen gün parktan geldik, pislik içinde, bu kural önemli, eller yıkanacak. O ise oyuna dalmak istiyor. Küçük inatlaşmadan sonra aynı şekilde odadan çıktım. Kendim giyiniyorum. Baktım kapıda bekliyor beni, “özür dilerim” dedi. Kıllandım, hani anladım mı acaba, yoksa özür ile halledebileceğini fark etti, her seferinde yırtacağını mı sanıyor. “ne için özür diliyorsun?” “ellerimi yıkayalım” Yıkadık, kuralları tekrarladık, öpüştük. İlker’e sordum, o bir şey dememiş, kendi gelmiş.

Küçüklerle arası iyi, Poyraz ve karşı komşunun bebeği Tuna’yı seviyor, kolluyor, oyuncak filan veriyor. Büyüklerle bir arada olmayı da seviyor, Duru tam bir kanka! Yaşıtları ile gel-gitli bir ilişkisi var. Bazen Cansu aşkı tutuyor, tutturuyor, bazen kendisinden hiç hazzetmiyor.

Aslında çok kafa yormaya gerek yok. Karnı tok, uykusunu da almışsa lokum: ) Yoksa arıza potansiyeli var.

Büyüyor işte …

19 Mayıs 2011 Perşembe

bu yazı uçmuş?

----- birkaç günlüğüne kullanım dışı olan blogger'ın azizliğine uğramış yazı, yayında görünmüyor? neyse madem yazdık, yayına verelim :) -----------

Tam da disiplini ele almaya karar vermiştik. Bu bize reva mı ya? Yoksa ilahi bir güç benim bebemin disiplinsiz başına buyruk yetişmesi için kolları mı sıvadı?

İlker’le ikimiz çok pis suç ortağıyız. Bazen diyorum ki: “çaktırma Arca’ya sert yapacağım. Destekle beni en azından bozuntuya verme”

Arca’yı uyutunca veya gündüz işteyken telefonda hemen başlıyorum, tespitlerime, sıkıntılarıma… “Bu çocuk disiplini elden bıraktı İlker, çare bulmamız lazım” “Arca’nın uyku bozukluğu var, çok yüz buluyor, yeni numaralar çekmem lazım” “Blog yazmak iyi bişey değilmiş, Arca’nın küçüklük dönemine baktım, bu kadar kötü bir uyku düzeni hiç olmamış”….

Uzar gider, İlker sükunetle beni dinler, bazen itiraz eder. Muhalefet görüşlerine kulak kabartırım, benden daha objektif çünkü.

Neyse, uyku demişken… Son zamanlarda "nataşa yat aşağa" şeklindeki uyku ritüelimizden hoşnutsuzluğumu anlatmıştım. Bu olumsuzluklardan çıkarımlarım da beni tatmin etmemeye başladı. Zira daha birkaç ay öncesine kadar kendi kendine uyuyan çocuk, şimdi anasına oyuncak ayı muamelesi yapıyor.

Bundan sonra anlatacaklarım için kimse çocuğuma acımasın, kimse bilmiyor ama ben her akşam dokuz civarı uyuma vaadiyle kandırılıp yatağa atılıyorum ve yaklaşık bir buçuk saat kadar oyalanıyorum! Acınacak biri varsa o da benim, temiz duyguları ile oynanan saf anne!

Önceden nasıl halletmişiz dedim, Hülya çıktı karşıma. Ama biliyorum ki Tuna& Hülya hikayesi artık tesir etmiyor, bağışıklık kazandı. Son dönem favori Elif & Alpi. Son görüşmemizde Alperen’i pusete oturur gördü ya, artık her puset itirazına “Alperen” diye başladık mı, aynı onun gibi kendi tırmanıyor pusete.

Rol model = Alperen!

Nerde kalmıştık? Hah uyku… Yemek yerken başladım sohbete… İlker’e anlatıyorum ama Arca söze karıştıkça ona dönüyorum, karşıdan bakan karı koca Alperen’in uyku ritüeli üzerine görüş alışverişinde bulunmamızı ağzı açık dinleyecek.

Y: İlkercim biliyor musun Alperen çok büyümüş, annesine odadan çık kendim uyuyacağım diyormuş
İ: AA Alperen hani büyük çocuk olan mıydı? Annesinin adı neydi?
A: ELİF!!
Haha düdük diyaloğa dahil olur
Y: Evet annecim Elif.
Yine İlker’e dönüp
Y: Alperen uykusu gelince yatağa gidiyormuş annesine “bana bir rüya ver” diyormuş. Sonra odadan çık kendim uyuyacağım ben artık büyüdüm diyormuş. Kendi kendine uyuyormuş.
İ: Vay be!
A: bi daha anlat ! Alperen ne diyormuş annesine?

Bir daha anlatılır. Hazır konuya ilgi sağlanmışken birkaç örnek de Arca’dan verilir.

Y: Annecim hani sen kakanı yaparken banyodan çıkmamı istiyorsun ya? Hani yatağına kendin girip çıkıyorsun, yemeğini kendin yiyorsun ya… İşte sen de büyük çocuk oldun ya…

Üf bi sus sen Alperen’i anlat der gibi başlıyor söze;
A: Alpereni anlat Alperen ne diyomuş Elife?

Bu arada İlker görevin kendi üzerine düşen payını başarı ile tamamlamanın verdiği rahatlıkla mutfağı terk eder. Hikaye sabırla birkaç defa daha anlatılır. Nifak tohumları ekilmiştir! Artık eyleme geçme vakti gelmiştir!

Akşam olur, yatağa gidilir. Yeliz bu defa kararlıdır, kesinlikle Arca’nın yavru kokulu tuzağına kapılmayacaktır. Alperen hatırlatılır. Arca zorla gözlerini kapatır, büyük çocuk ya… Lakin başarılı olamaz. Önce sırtını kaşıtır, sonra masaj talep eder. Derken küçük işaret parmağı ile yastığı göstererek “yanıma yat” der, Yeliz dayanamaz, hop birlikte zıbarırlar.

Ertesi gün Yeliz kararlıdır, Arca’nın cazibesine yüz ermeyecektir. Bu defa da düdük ateşlenir, bırak uyutmayı tüm gece yanında yatar Arca’nın.

Eylemlerimden vazgeçmeyeceğim. Uykunun tanımı artık bizim evde “saat dokuzda odaya çekilinir, iki kitap seçilir, üstüne bir masal anlatılır ve tek başına zıbarılır” olacak!

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bizim evin halleri

Geçende işe gitmek için hazırlanıyorum, içeriden Arca ile İlker’in sesleri geliyor.
Arca oyuncak arabalarını kırmızı çantasına doldurmuş,

A: Baba bunu sırtıma tak.
İ: Takar mısın? (bu aralar kibar konuşturmaya çalışıyoruz, hayır o... çocuğu küfürünü öğrettikten sonra kibar konuşturmak dam üstünde saksağan oluyor ya neyse..)
A: Baba bunu sırtıma takar mısın?
İ: Niye topladın çantanı?
A: Tatile gidiyom, yüzücem yüzücem yemek yicem (her şey dahil bebesi: ))

Tatil planları yaptık ya, hemen gideceğiz sanıyor.

Evin diğer erkeği İlker'in sürekli “puahahh” laması ile noktalanan diyaloglarımızdan son derece şikayetçiyim. Hayır evde ya da telefonda stand up yapmıyorum, gayet ciddiyim, ama her lafıma güler oldu, adam benimle resmen maytap geçiyor. İçimi dökeyim, hafiften bozuluyorum.

Telefondayız:
Y: Öğlen Forum’a gittim, Pilates DVD’si aldım.
İ: (uzun bir puhahhah – niyeyse?) Ne zaman yapacaksın Pilates? Bugün pazartesi Arca’yı uyuttuktan sonra Ezel var, gece birde mi yapacaksın Ebrum Şallım?
Y:. Bi kere googleladım, pilatesi Ebru Şallı filan bulmamış abicim, 1. Dünya savaşı sırasında askerlerin vücutlarını güçlendirmek için Dr. Pilates bulmuş. Hem sırtlarım tutulmuş iyi gelir. Ayrıca kararlıyım yemekten bir saat sonra Arca’yla birlikte yapacağım.
İ: Arca’yla? Puhahahah
(heheh niye güldü anlamadım ama yaptım, en azından onbeş dakika Arca araba oynarken oh bir güzel gerdir babam gerdir)

Bu aralar annem gibi dizi dinleyicisi oldum. Ben bir şeylerle uğraşırken arka fonda Sülümanın Fatmagülün replikleri dönüyor. İçerde yemek yapıyorum, kulağım Fatmagülde, bir ara maça dönmüş kanal.
Çemkirdim, hiç altta kalmam!
“Niye zaping yapıyorsun İlker! Fatmagülün suçu ne?”
İ: Puhahhaha

Yine telefondayız:
Y: Limangodan davetiye gönderdim, mailinden onayla, hediye çeki kazanıp alışveriş yapacağız.
İ: Ne alacakmışız?
Y: Selülitleri azaltan terlikler 19 TL’ye düşmüş, hediye çeki de olursa 10 TL daha düşer.
İ: Puhhahahahhaha (niye gülüyor anlamıyorum) bana da göbek eriten gömlek alsana. Bir de saç çıkaran şapka istiyorum
Y: Kapat len telefonu.

Bol diyaloglu postumuzu Arca'dan güzide bir musiki icraatıyla noktalayalım efenim...

Untitled from yeliz minareci on Vimeo.



Dikkat! "akşama başlamış FİNCAN" diyor. SANCI diyeceğine:) "Akşama fincan böreği" ile karıştırıyor ve bunu istisnasız her seferinde yapıyor.

17 Mayıs 2011 Salı

Arca’yı toplu taşıma araçlarıyla tanıştırma procesi #2 : Arabalı feribot

Vaktiyle metroya duyduğu heyecanı denize açıldığımızda da duyacağından son derece emin, boş hafta sonumuzu bu proceye ayırdık.

Cidden boştu bu hafta sonu, organizasyon yoktu, çok spontane takıldık. Cumartesi öğleden sonrayı sahilde yürüyüşe ayırdık, öncesinde hep evdeydik. Güzel bir yemek pişirelim dedik, hamileliğinin en kokuya dayanıksız döneminde İlknur’a destek çalışmalarımızın ikinci ayağı olan, “yemeği bizde yiyin” konseptine babane de dahil oldu. Bu bile kendiliğinden gelişti.

Pazar günü hava şahane, güneş parlak, ılık, rüzgarsız. Denize açılmaya pek elverişli.

Sabahtan apartmanın önüne çıkıp futbol oynadık ki, iyice yorulsun öğlen uykusunu hemencecik uyusun, feribot procesini doyasıya yaşasın. Her şey, en ince ayrıntısına kadar her şey planın tıkır tıkır işlemesi için!



Kime bahsetsek “mutlaka yanınıza ekmek, gevrek alın” dedi, herkesin derdi martıların yeterince beslenmesi : ) Tabii ki konsepte uyduk ve gevrek aldık limanda. Hayatımda yediğim en korkunç gevrekti. Arca bile kemirmedi, o kadar kötüydü. İstifimizi bozmadık, havası güzel, denizi güzel, kızları güzel İzmir’imin körfezini bir baştan bir başa geçtik.


İşte buna bindik...

İlk defa denize açılan Arca’dan bir sevinç nidası, bir kalp çarpıntısı, bir heyecan kıpırtısı bekledim. Nafile! Gayet vakur bir eda ile enginlere daldı. Umru olmadı.

Gören de her gün bizi işe yolcu edip denize açılıyor sanacak.

Yanından geçtiğimiz koca koca gemilere bile rengini söylemekten başka yorumda bulunmadı cüce.

Bostanlı tarafında yalnız hissederim kendimi, yer yurt bilmem, turist turist bakarım etrafıma. Hemen sonraki feribotla döneceğiz ya, çok uzaklaşmadık, bir parka attık kendimizi. Bizim yakada park yok ya, kaysın diye Karşıyaka’ya getiriyoruz çocuğu : )

Ve hafta sonunun bombası...

Bu aşamaya gelebileceğimi ben bile hayal edemezdim. Ama kendimi aştım, kabıma sığamıyorum. Son olarak parkta başka bir çocuğu düşürerek sakarlıkta son noktayı koydum!

Olay aynen şöyle gerçekleşti:
Arca döner kaydıraktan kayacak, aşağıdan ona bakıyorum. Oyalanıp duruyor. Arca yaşlarında bir çocuk koşuyormuş, ben geri gidince ayağıma takıldı bam diye düştü. Çığlık kıyamet, annesi koştu, elleri sıyrılmış, ben bir taraftan özür diliyorum bir taraftan “yok kafasını çarpmadı” diye açıklama yapıyorum. Benim sakarlık kariyerimin en önemli mihenk taşı çocukların kafasını patlatmak ya, bilinçaltımda “hadi ucuz atlattınız” demeye çalışıyorum! İlker olaya müdahale etti, “yürü Yeliz birilerini daha haşat etmeden gidelim” dedi. İyi de kardeşim nerden göreyim çocuğu, koskoca kadınım o beni görsün diye sayıklayadurayım apar topar kaçtık mekandan.

Yakında oyun parklarına eşkalimi asacaklar
“bu kadını görenler hızlıca çocuğunu uzaklaştırsın!”

Arca kuru üzüm diye tutturunca çarşıyı arşınladık. Baktık feribot saati yaklaşıyor, bir depara kalkarsın, İlker koşuyor Arca pusette, ben ara sıra üzüm tıkıştırıyorum ağzına, neyse ki yetiştik!

Benzer bir dönüş yolculuğu…

Büyük umutlar bağladığım ve heyecandan rüyalarına girecek sandığım deniz yolculuğu Arca’nın ruhunda fazla bir iz bırakmadı kanımca.

Gevreği martıların bile yemediğini bilmem söylememe gerek var mı?



Anne notu: Eylemlerimden vazgeçmeyeceğim! Bence Konak-Karşıyaka vapur seferi yapmalıydık. Konak'tan limana yürümeye üşenmeseydik de... Saat Kulesinin önünde bir süre kuşlara yem atmalı, sonra vapura binmeli, balıkları filan beslemeliydik. Karşıyaka'da çarşı gezmeli, dönüşte Alsancak limanında inmeli, biraz Kordon yapmalıydık. İzmir ruhuna daha yakın bir program olurdu. Hem parktaki çocuk da telef olmazdı.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Beni yansıtan objeler

Aslan yattığı yerden belli olur derler ya… Ben bir oturan boğa olduğum için burçlarla ilgili bu yakıştırmaya teğet geçiyorum.

Evi severim, evde oturmayı ama pineklemeyi severim. Şöyle bir baktığımda evimle ilgili kendimi yansıtan pek az şey var. Mobilyaları saymıyorum. Nerden baksan on sene önce seçilmiş eşyalar. Koca evde beni yansıtan tek yer, kırmızı köşe koltuk - İlkerle beraber tasarlayaıp yaptırmıştık - ve çeyizimden Yağcı Bedir halılarımla oturma odasıydı, o da artık Arca’nın oyun odası oldu çıktı. Ufak tefek dekorasyona ait parçaların pek çoğu ya hediye, ya çeyizden gelmiş.

Bunu İlker’e aynen böyle anlattım.
Düz mantık başladı konuşmaya;

“İyi o halde mobilyaları değiştirelim”
“Masraf olur istemem”
“Balkonu düzenleyelim, masa sandalye ekleyelim”
“Ay toz kir oluyor boşver”
“Perdeleri değiştirelim”
“Arca oynuyor bunlarla bırak biraz daha yıpransın”
“EE ne istiyorsun?”
“Şöyle diyorum birkaç küçük yastık mı alsak?”
“Hmm anladım, yastık yansıtacak seni?”

Yastık kafasına iner.

Eli sıkıyım ya yastık da almadık.

Sadece nefsim körelsin diye kutuları yapışkanlı kağıtla kapladım. Bunlar ayakkabı, hediye kutuları filan. Genelde Arca’nın eşleştirme kartlarını, boyalarını, ıvır zıvırlarını koyuyoruz. Pek kişiliksizdiler, ruh kattım kendilerine:)

Beceriksizliğimi tasvir etmek imkansız gibi bir şey. Yazıya dökmeyeceğim, sadece karelere sığdırdığım el emeği göz nuru cicilerimi sergileyeceğim.



Daha da beni yansıtan bişey olamaz herhalde!

Ben bunlarla cebelleşirken Arca da seyretti, makas ilgisini çekti. “Umit” geldiğinde gösterdi, nasıl yapıldığını kendi yapmış gibi anlattı, “işte böle tutuyosun, böle kesiyosun, oldu bitti”

Evet kolaydı, benim bi tarafımdan ter çıktı, bi de üstüne o bi tarafıma benzer bir görüntü çıktı. Neyse, soranlara ben kestim Arca yapıştırdı, diyorum. İki yaşında bir çocuğun yapıştırdığına herkes inanıyor (hihihihi)

İnsanlar dikiş dikiyor, keçelerden şaheserler yaratıyor, dibim düşüyor. Bense iki yaşında bir çocuk becerisinde kutu kaplıyorum. Nasıl mı? “işte böle tutuyosun, böle kesiyosun, oldu bitti” : )

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Geçmişten günümüze yapılandırılmamış oyuncak

Şöyle bir bakıyorum da bizim Arca'nın oyuncakları ikiye ayrılıyor:

1. Yapılandırılmış oyuncaklar = İlker'in seçtikleri
Detaya girmeyeceğim sadece "tekerlekli nesneler" demek yeterince özetliyor durumu.

İlker'e kalsa Arca'ya sadece araba alır.
Daha önce bahsetmiştim, "Cars" karakterlerinden bir kolleksiyon var bizim evde.

Benim oğlan kolleksiyoner a dostlar:)

Tamam Arca çok seviyor ve eminim repliklerini ezberlediği "Cars" filminden arak diyaloglar da olsa söyledikleri, mutlaka hayalgücünü kullanıyordur.

Lakin bir de uzmanların tavsiye ettiği "yapılandırılmamış" oyuncaklar var.
İkinci kısım da bu,

2.Yapılandırılmamış oyuncaklar = Yeliz'in seçtikleri
Bu kısım çok çeşitli hemen sayalım...

Puzzle'larla başladım. Arca sevdi, ilgilendi.
Daha da hızımı alamadım, birbiri içine geçmeli puzzle'lar ile seriyi tamamladım.

Hızımı alamadım ahşap bloklarla devam ettim. Kule yapmaktan çok yıkmaktan keyif alan bir çocuğum var. Bir de onları inşaat malzemesi sanıyor ama ev filan yaptığı yok, damperli kamyon "imparator"un kasasına kürekle yüklüyor, oda oda gezdiriyor. İnşaa etmekten çok nakliyat kısmı ile ilgileniyor.

Sonra clippolardan memnun kalmayınca nopper legolar girdi bizim eve.
Oyuncakları işlevi dışında kullanma konusunda pek başarılı olan Arca, ahşap bloklarla yapmayı kesinlikle reddettiği kuleleri nopperlerle yapar oldu.

Bu üst üste konmuş nopper yığını için "kendime oyuncak yaptım" diyor ve anlatıyor "böle ışıkları var, böyle gidiyor ıhn ıhn"
Yaratıcılıkta sınır tanımıyoruz:)


İki yaşını geçtikten sonra gerçek legolarla bir maceraya atılalım istedim. Tam da arayışa girmişken Zeynep'in bu yazısına denk düştüm. Sonra Evrim aldı sazı eline, uzun uzun yazıştık. Tecrübeler mühim!! Yol gösterdiler, sağolsunlar.

İlgi duyarsa temalılarından devam ederiz, eklemeler yaparız diye düşündüm, arkadaşların dediler ki öncelikli bu bricks denilenler yaratıcılığı daha çok geliştirirmiş.

Arabalarla yaratıcılığı körelen bebeme panzehir olsun diyerekten, verdim siparişi. Çok araştırmadım ama yine en ucuzunu ve hemen teslimini oyuncakdenizi.com sitesinden buldum. Eve geldim, elimdeki kutuyu görünce "aa lego" dedi.

"Amanın benim oğlan kutusundan tanıdı, sevecek, oynayacak" diye heveslenmeme ramak kala Ümit abla, "Nilda'nınkilerle oynuyor gittiğimizde" diyerek konuya açıklık getirdi ve bir defa daha çocuğumun normal bir çocuk olduğunu fark ettim.

Pek tabii yine kule yaptı legolarla...
Arca için;
ahşap bloklar=inşaat malzemesi
legolar = kule malzemesi

Derken aradan bir hafta geçti, şaheserler yaratılmaya başlandı.


hhah dibiniz düştü değil mi? Bu öndeki concordu Arca yapmadı tabii ki, bizim evin büyük oğlu yaptı.

İlker gibi çocukluğu legolarla geçmiş bir baba dururken hala nasıl gidip de ben aldım şaşırıyorum. İlk gün kendisi oynadı sadece, ellemek isteyen Arca itekledi. Bencil baba!

Neyse zevzekliği bırakalım bir tarafa.
Günün çorbası bebesi Arca ilk defa yaptığı uçağını iftiharla sunar!!


Biz güldük, siz gülmeyin, kanadı kırık filan ama yaptı işte yav, uçak yaptım diye anlattı bi de, kıyamam.

Neyse, daha sonra daha benzeyen nesnelere terfi etti aynı akşam.

MERDİVEN YAPTI!!
Daha önemlisi bunun merdiven olduğunu anlattı bize, ne işe yaradığını filan anlattı uzun uzun. Biz de ömrümüzde ilk defa merdiven görüyormuş heyecanıyla dinledik, gözlerimiz içinde bulunduğumuz duygu yoğunluğundan nemli, göğsümüz gururdan kabar kabar kabarmış!

Ve Arca şaheserini haklı bir gurur ile seyrediyor...


Çok önce de söylemiştim, oyuncak dediğin herkese göre değişir, benim açımdan iyi bir oyuncak demek cücenin konsantrasyonunu sağlayabilen oyuncak demektir.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Baharat mevzuları

Baharatla ilk tanışmamı çok net hatırlyorum.

4-5 yaşlarındayım, sömestr tatili, her yıl olduğu gibi yine Akhisar’dayız. Her gün bir akrabaya ziyarete gidiyor annemler, biz de peşlerinden tabii ki. O yıllar annemin halası var, Pervin hala, tren yolunun yanı başında evi, oraya gitmeyi sevdiğimi hatırlıyorum. Tavuk pilav yapmış bize. Herkes pilavına karabiber ekiyor, ben de hengameden fırsat ekiyorum çaktırmadan. Amanın o pilav nasıl lezzetli oldu, tadı kokusu.. of! Hala da karabiberi tane kullanırım, kırt kırt ektin miydi, mis gibi kokar. Hem öyle küçükten çekmem, illa ki iri parçacık olacak.

Babamın midesi rahatsız olduğundan evde köfte bile baharatsız pişerdi. Annem acı sever, pek çok yemeğe pul biber eker. Mantıya nane ekilmez mesela.

Baharat yolculuğundaki lezzet durakları hep yurtta kaldığım üniversite yıllarına rastlar. Mantıya sumak nane ilk o yıllar ekilmiştir. Sonra Bulgur pilavını direkt acılı pişirmeler. Hiç unutmam, İkinci Bahar diye bir dizi vardı. Şener Şen öyle güzel kebaplar yapmıştı ki, canımız çekti, gecenin bir yarısı nerden kebap söyleyeceğiz, acılı bulgur pilavı ile nefsimizi köreltmiştik. Acı makarnaya da yakışır, arbiatta sosuyla az yakmadım milletin genzini. Öyle abartırdım ki benim pişirdiğim yemeğe kağıt mendille otururlardı. Ama pişmiş mis gibi yemek yurtta nerde bulacaksın, ne demişler yemek buldun mu ye, dayak buldun mu kaç!

İlk yıllardaki İstanbul turistik gezilerimizde Mısır çarşısına aşık olmuştum. Her tezgaha her baharata ayrı ayrı tapınmıştım.

Dönem içinde daha egzotik baharatlara ilgi duyar oldum. Örneği köri! Cadde-i Kebir diye bir café bar vardı İstaiklal’de, özel günlerimizde yemeğe giderdik İlkerle. Körili tavuğu ilk orada yemiştim, aşçısına detayları sormama ramak kalmıştı. Neyse sonra ben bu yemeği yurtta bile yaptım, kremayı kattın mı nasıl da yumuşacık olur o tavuklar! Köriyi tavuktan önce kızgın yağa atacaksın ki kokusu çıkacak önce köri kavrulacak.

Fesleğen ne özel bir ottur aslında. Ne nanedir ne kekik öyle acayip bir tat acayip bir kokudur. Ama ben napolitan soslu makarnaya illa ki kurusundan katarım, pişerken zinhar katılmaz, kararır, tencereyi ocaktan alınca katıvereceksin. Oh mis!!

Annem saksıda fesleğen yetiştirince bir tanesini kıstırdım kolumun altına getirdim eve, Pesto sos için lazım diyerekten. İki deneme şahaneydi, hala ağzım sulanır. Lakin bizim fesleğen pek sulanmamış, çöpü boylamıştı. Canımız sağ olsun.

Izgara kuzu etinin can dostu kimyon, gaz gidersin diye az konuk olmadı Arca’nın yenidoğan günlerine.

Tam yemek öncesi, usul usul yağan yağmuru seyrederken ofisin penceresinden, burnuma gelen yemek kokuları beni çok eskilere götürdü çookk:)

İmza: mutfağında uzun uzadıya vakit geçirmeyi özlemiş çalışan anne


görsel şu adresten

10 Mayıs 2011 Salı

Başlık koyasım yok

Tabii ki Arca’yı doktora götürecektik, götürdük. Boğaz enfeksiyonu, antibiyotik.

İlker son birkaç aydır epey geliştirdiği tıp bilgisi ile çok acayip sorularla doktoru ters köşe yapmaya çalıştı. Bizim kafa mühendis kafası, yorumsuz kalınmasına tahammül yok. Doktorun da bizim kadar soru soran hasta ailesi yok. Arca kadar sık enfeksiyon geçiren bebe de yok sanıyorduk, yanılmışız. O konuda ilk sırayı kapamamışız. Doktor her muayenede olduğu gibi “üstün cesaret madalyası” verdi Arca’ya. Bence üst seviyede enfeksiyon kapma ödülü olmalıydı. Neyse…

Sıkıntımızı ÖSYM’ye taşıyalım diyoruz, Türk tıp dünyası Arca konusunda bizi tatmin edemiyor, bi el atıversin hayrına.

Abartısız tüm gün yemek yememiş olan Arca, ilacın etkisi ile uyuyakaldı, tabii ben de. O küçük boş mideye bir dünya ilaç girdi. Sonuç olarak gecenin üçüne kadar tam üç defa kustu.

Önce kendi yatağında uyuyorduk, “anne bana bi haller oluyor” der gibi kalktı. Ve cüssesine göre sağlam bir kusma eylemi gerçekleştirdi. Çarşaflar değişti. Temizlendik. Bu arada sürekli su içmek istiyor.

İkinci sefer yanımıza yatırdım. Yine uyurken aynı şekilde doğruldu. Hop varan 2! İlker ömründe hiç bu kadar sık çarşaf değiştirmemişti herhalde, zira benim yardımım mümkün değil, kucağımdan inmiyor.

Üçüncüde artık tecrübeliydim, kusmaya başladığı an kucağıma aldım ve temizlemesi kolay olsun diye doğru halısız koridora çıktım. Öncesinde süt içtiği için midesini boşaltmak biraz daha uzun sürdü.

Pek tabii doktoru aradı İlker. Ben çekinmem, Arcayı emzirdikten sonra gazını çıkarayım diye omzuma attığımda - 5 aylıktı sanırım- yatağın kenarına kafasını bamlattığım var, gece beşte bile aradım, acile götürelim mi diye. Neyse dün de iyi ki aramışız, fitil önerdi, nöbetçi eczaneden alıp uyguladık. Sabaha kadar bir daha kusma olmadı.

İshal olmadığı için boş mide, ilaç ikilisinin sebep olduğunu düşünüyoruz.

Üçüncü defa çarşafları değiştirirken İlkerle gülme krizine girdik. Gecenin üçü fitili yemiş bebemiz halsizlikten gözlerini açamıyor, ben saçlarıma kadar kusmuk kokuyorum, evdeki tüm yastıkları Arca’ya kurban vermişiz, salondaki köşe yastıklarında yatmaya hazırlanıyoruz. Derken "İlker çocuk doktoru olsa gece acil telefonlarına nasıl cevap verirdi" geyiği çeviriyoruz. Eminim fitili çocuğun burnuna soktururdu. Zira ilginç tecrübeleri var kendisinin, tekstil sektöründe çalışırken fabrika bekçisinin telefonuna cevap verip adam konuşurken uyuyakalmışlığı var.

Gecenin yıldızı bizim yataktı. Arca’nın “yatakta kuduralım” taleplerine hayır demeyen daha fenası onunla birlikte tepişen bir babası olursa, yatak kırılır. Niye şaşırdık anlamıyorum. Yeliz kıza çeyiz düzme çalışmaları boyut değiştirdi, yatak alıyoruz. Tatil planlarımızı tekrar gözden geçirsek iyi olacak. Malum masraf masraf üstüne.

Tatil demişken, gece geç vakit tatil planları yaparken de epey eğlenmiştik. Otelin birinin ilanından aklımda kalanlar…
“Halk plajına 150 metre, kendi özel plajına 1 km uzaklıkta….”
Yok dedim yanlış yazmışlardır, kendi plajı niye 1 km uzakta olsun? Detaya girdik vallahi öyle…

Gerek kendi aramızda gerekse telefonla bağlantı kurduğumuz dostlarımızla istişarelerden sonra,

a. Otel sahibinin 1 km uzakta ucuza bir arsa kapatıp plaj yaptığına
b. Otel sahibinin laz olduğuna
c. 1 km için ücretsiz otobüs sağlayarak ve halk plajının tersine şezlong ve şemsiyelere ücret almayarak üstün hizmet anlayışına sahip olduğuna
d. Hepsinin doğru olabileceğine
kanaat getirdik!

Neyse Arca’ya dönersek, sabaha karşı uyandı ve dünün acısını çıkarırcasına üç adet danino ile açılışı yaptı. “Umit” ona gevrek getirdi, ben ağrılarımı da yanıma almış evden ayrılırken Arca gevreğin susamlarından kemirmeye başlamıştı bile. İştah varsa tamam!

Son olarak…
Bu yıl fark ettim ki, sürekli bir döngünün içindeyiz. Arca hasta oluyor, ben helak oluyorum, sonra zayıf düşmüş bünyenin kolay hedef olduğu mikroplar bende konuşlanıyor. Tutulan sırtım ve boynumun ağrısı tam gaz ilerlerken, Arca'nın suratıma öksürmek suretiyle saçtığı mikroplar da sahnede yerini aldı, boğaz kızarık, eklemler ağrılı...

Halet-i ruhiyem Türkçe sözük dağarcığımı aşıyor artık yeni kelimeler türetiyorum : "Böyk geldi!"

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Ve hafta başladı...

Cumartesi öğlen itibariyle 38'in üzerine çıkan ateş...

Olaya gayet soğukkanlılıkla “soğuk algınlığı” şeklinde yaklaşan ve bizi rahatlatan bir doktorla uzun telefon görüşmeleri

Hiç hasta görünmeyen ama ateş ölçerin ve burnundaki hırıltının tam tersini söylediği bir bünye

Anneler günü sabahı “anneler günün kutlu olsun” diyen ve sarılan, içimi eriten bir cüce

Bol anneli bir anneler günü… Ablam, İlknur, annem, ananem, İlker’in annesi ve hatta telefonun öbür ucundakiler…

Yeliz kıza çeyiz düzmeler…

Tatil planları


İle gündemi değiştirme çabaları

Aniden yükseliveren ateşe karşı çaresizlik ve birkaç fincan kahveyle ateş nöbetleri…

Beraber uyumalar…

Daha yarım saat önce ateşler içinde gözünü açamazken şimdi it gibi koşturan bir velet…

“Çocuk bu canım ateştir çıkacak elbet” diye etrafını telkin eden anababa….

Hafta sonundan payımıza düşen stresten boynu sırtı tutulmuş ve kas gevşeticilerden medet uman bir Yeliz ile aylar sonra sıkıntıdan bir sigara yakan İlker.

Metanetli görünüyoruz ha! Hadi ordan, her ateşte dötümüz üç buçuk atıyor. Neyse ki birbirimize itiraf ettik, rahatladık.

Evet korkuyoruz!

6 Mayıs 2011 Cuma

Yılın bu zamanları…

İzmir’in bitki örtüsünün mimoza olduğuna dair bir fikir sabitlenir zihnime, o kadar çok var ki… Her yerdeler.

Evde her şey gözüme batmaya başlar. O ortadaki sehpayı şutlamanın arifesindeyim, hemen her geçiş mevsiminde gündemi meşgul eder. Kapının önüne koysam rahatlayacağım!

İşler yoğunlaşır ve aksi gibi benim motivasyonum düşer. Her geçen sene daha da dibe iner.

Tatile özlem başlar. Bu yıl Arca bile özledi tatili. Tatilde yapacaklarımıza ait hikayelere talep çok! Hadi anlat diyor, tatili!

Arca’nın kıyafet sorunsalı baş gösterir. Boyu iyice uzadı mı ne, kollar paçalar pek kısaldı yine. Geçen yıl Anneler günü indirimlerinden faydalanıp ne güzel penyeler düşürmüştük Wenice’ten. Orası indirimsiz ateş pahası zaten, mutlak indirim beklenmeli.

Doğum günü anneler günü kutlamaları neşe sevinç eksik olmaz haneden!

Hemen her hafta sonu mutlaka bir plan program yapılır. Yazlık telaşları, Pazar gezmeleri, piknikler, rakı balıklar… Evde pineklemek haram!

Yılın bu zamanları…

Çok kısa sürer İzmir’de. Öncesi kıştır zaten sonrası çok sıcak. Yakındır hafta sonları sokaklar boşalacak, insanlar yazlıktı tatildi derken köşe bucak kaçacak.

Belki çok kısa olduğundan, belki de bahar çocuğu olduğumdan bilinmez, yılın bu zamanları titrer gönül yayları…

5 Mayıs 2011 Perşembe

Sadrazamın sol tarafından bir hünkar var bizim evde

Dünya onun etrafında dönecek, her şey onun istediği zaman onun istediği gibi olacak.

Burnundan çıkan sümüğü bile sahiplenecek, sen çıkaracaksın o “yerine koy!!!” diye yeri göğü inletecek. Çaresiz koyacaksın ya da koymuş numarası yapacaksın. Yerse ne ala!

Patatesleri büyük istiyorsa, ağzında çeviremeyeceğini bilsen de gıkını çıkaramayacaksın, hasbel kader parçayı ikiye böldün mü yaygaraya hazır ol!

Eskisi gibi pilavın içinde bezelyeleri kaktıramayacaksın! “sadece pilav!” dedi mi, bitti! Salak mı o, anlamayacak mı? Sadece çocuk!

“Anne gel!” dedi mi biteceksin yanında, maazallah geciktin mi yersin fırçayı!
Sen yemek yaparken illa ki kucağa alınacak, tencereler teftiş edilecek, yiyorsa itiraz et!

“Yemek yeme! Çiş yapma! Babayla konuşma! Telefonla konuşma!” gibi emir cümleleri hayatının bir parçası, alış artık!

Sabah öğle akşam mutlaka köfteli çorba isteyecek, her seferinde hazırlama rekorunu egale edeceksin! Aman aç kalır, sinirleri tepesine çıkar patronun, kan şekerini yüksekte tutacaksın.

Mıçarken git diyecek, mahremiyetine saygı duyacaksın, ama fazla uzaklaşma, kapıda hazır olda dur, çünkü “kaka biiitttii” cümlesini duyamayacak olursan ya da reaksiyonda biraz gecikirsen evin içinde cıbıl cıbıl koşabilir.

O dünyanın onun etrafında döndüğünden son derece emin, gözlerini uykuya yumarken senin uymadığını, her daim el pençe hazır yatağının başucunda nöbet tuttuğunu düşünecek.

Ne diyelim? Padişahım sen çok yaşa!!

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Yatak Sohbetleri

Pek bi +18 başlık oldu farkındayım.

Günün çorbası ailesinin yatak sırlarını açıklamayacağım, heyecan yok!

Zaten Brangelina çifti olmadığımıza göre rating alacağımızı sanmam:)

Annelik tarihimin şaşmaz konu başlıklarından biri 2 yaş ise diğeri uykudur. Evet çok pis bayarım insanları.

Arca'nın hastane günlerinden önce, "hadi bakalım yatıyoruz, ışığı kapatıyorum, iyi uykular" şeklinde medeni anne-çocuk uyku öncesi ritüelimiz vardı. Pek çok başka alışkanlıkla ile birlikte uyku öncesi bu güzel alışkanlığımız da tarihe karıştı. Şimdi moda "yat aşağa nataşa" özetle anne ve Arca birlikte Arca'nın yatağına giriyorlar, en az yirmi dakikalık debelenmenin ardından şanslıysak Arca uyuyor. Kısacası aylar önce kurtulmaya çalıştığım süreç yeniden yatak saatimizin değişmez rutini.

Madem şimdilik medeni uyku düzenimize dönemiyoruz, o halde krizi fırsata dönüştürelim, durumdan maksimum fayda sağlayalım. (pis hesapçı anne profili)

Bir şekilde aklımda kalmış, çocuklar uyumadan hemen önce anlatılanları daha kolay akıllarında tutarmış. Şehir efsanesi de olabilir, ben de gece yatmadan önce okumuşum ve aklımda kalmış olabilir, bilmiyorum.

Neyse… Hayat derslerini, öğütleri yatak sohbetlerine taşır olduk.

Son günlerde derdimiz paylaşmak.

Cumartesi Ela bizdeyken Arca’nın hangi oyuncağına yeltense, pis ispiyoncu Arca hop yanımda bitti “Ela ….. mı almasın, …..m ile oynamasın!” Ve pek tabii diğer çocukların ilgilendiği her oyuncak Arca için sonsuz değerli oldu.

“Paylaşmıycam, kavga edicem!” Arca’dan sıklıkla duyduğumuz bir cümle. Hatta gaflete düşüp gayri ihtiyari paylaşsa bile “paylaşman bizi çok mutlu etti” diye yüreklendirdiğimizde aynı cümle tokat gibi yapışıyor suratımıza.

“Kuru üzüm paylaşma” konulu yatak sohbetimizde yine inkar sirenleri çaldı. Diyorum ki “Tea&Pot’ta Su diye bir kız vardı, kuru üzümlerini onunla paylaştın, ne güzel arkadaş oldunuz….” “Paylaşmadım!” Zinhar kabul ettiremiyorsun. Bu fotoğraf da o güzel paylaşma anını ölümsüzleştirmese hatırlamaya yarayan hücrelerimden şüphe edeceğim.


Paylaşmanın bir farklı versiyonu da sıra beklemektir ya Arca’da böyle bir duygu gelişmiş değil henüz. Hani nerede hata yaptık bilmiyorum ama bir parktaki tüm oyuncaklarda Arca oynamalı, başka çocuk kaydırağa yanaştı mı hop “çocuk gelmesin, kaymasın”lar başlıyor.

Sıra bekleme olayını yatak sohbetlerine ancak masal ile katabildim. Benim bebekliğimden kalma yastık kılıfının üzerindeki ördek, ayı ve ceylanın hikayesini anlat diye tutturması ekmeğime yağ sürdü.

Başlarsın uydurmaya (Yılın uydurukçu anası ödülü diye bir şey varsa, beni aday gösterin gözünüzü seveyim, garanti kazanırım)…

Güneşin bile giremediği sık yaprakların gölgesinde bir orman
İçinde her türden sayısız hayvan
En iyi üç arkadaştı aralarından
Yavru ayı, ördek ve ceylan

Üç arkadaş her gün ormanda neşeyle koşar oynar
O gün buldular şırıl şırıl bir pınar
Serin tertemiz suyuna dayanamayıp
Hemen koştular

Ördek dedi ki “ben banyo yapacağım!”
Ayı; “olmaz balıklar var kımıl kımıl, birkaç tane avlayacağım!”
Ceylan söze karıştı, çok ama çok susamıştı.

Bir türlü anlaşamadılar, pınarı bir türlü paylaşamadılar
Olayı gören hayvan dostlar
Hemen koşup ormanlar kralı aslanı çağırdılar

Aslan önce dinledi, sonra da “sırayla” dedi
“Sırayla” ne demek hiçbiri bilmiyordu
Herkes sus pus oldu
Sessizliği tavşan bozdu

Sahi “sırayla” ne demekti, bunu kim anlatabilecekti
Bilge kunduz söze girdi
“Önce ceylan su içsin”
Ceylan içti, oh çekti, susuzluğu dinmişti

“Şimdi sıra ayıda, hadi bakalım balıklarını avla!”
Ayı patır kütür yakaladı balıkları, oh akşama ziyafet vardı

“Sıra geldi ördeğe, bir güzel yıkanıp temizlenmeye”
Pınarın suyu herkese yetti, “sırayla” yapınca hiç kimse üzülmedi

3 Mayıs 2011 Salı

Küçük aşçılar iş başında!

Blog dünyasında çok güzel insanlar tanıdım.

En sevdiklerimden Ege'nin annesi... Ne zaman İzmir'e yolu düşse bir şekilde görüşmek istediğim kibar, hoş, zarif insan. Evet bunların yanı sıra benim sahip olamadığım bir özelliği daha var Gamze'nin... BECERİKLİ! Annemin kızı o olmalıymış! Şahane dikiş dikiyor. Tasarımları bir tarafa dikişindeki titizliği hemen göze çarpıyor.

Arca'nın yaşgünü için çok şahane tasarımlar göndermiş, anneme gösterdim, dikişten çok iyi anlayan biri olarak -naçizane- tam not verdi:)

Büyüyünce aşçı olmak isteyen Duru aklıma geldi hemen! Gamze öyle güzel bir önlük hazırlamış ki Duru hastası oldu. Artık karabiber, tarçın, kekik ve kimyon katkılı korkunç kokulu hamur icatlarını bir aşçı ciddiyeti ile bu önlük üzerinde iken yapabilecek.

Cumartesi sabah kahvesine geldiklerinde Duru'nun üzerinde önlüğü görünce Arca da hemen tutturdu, giyeceğim diye.

Bizim oğlanın kafası kocaman olduğu için Gamze'nin benim için diktiği şapkayı giydirdik, kepçe kulak oldu:) Bu fotoğrafları çekerken çok eğlendik çokk!!





Bu son boyama önlüğü hemen hemen hiç çıkmıyor Arca'nın üzerinden!!

İlginç bir hediye için çok yaratıcı çok kişiye özel bir alternatif, bir tık uzağınızda... Hatta bundan sonra her daim sağ kolonda, Hülya'mın tükkan ile K.i.s.d.'in "Çocuk odasına resimleri"nin hemen altında...

Son olarak Gamze ve Gamze gibi becerikli ellere sahip dostları çok güzel anlatan bir yazısı var Hülyanın, ellerine sağlık bacım:)Hala okumayan varsa...

1 Mayıs 2011 Pazar

Gün bitmeden...

dedim ama bitmiş bile:) Evet doğum günüm, dudaklarınızı büzüp 33 diyorsunuz hop benim yeni yaşım!

Gün boyu kutlama telefonları, uzaklardakileri yakın eden sesler... İyi geldi.

Sabahki kahvaltı kutlaması, taze papatya kokusu, Arca ile horozları kovalamaca derken bastıran yağmur eve kaçırdı bizi. İlker'in "akşam yemeğe gidelim, kutlama yapalım"ları gözümde büyüdü. Benden geçmiş kısacası.

Dün yaşadığımız muhteşem günden sonra büsbütün miskinlik çöktü.

Arca'nın ameliyattan yırtmasını kutladık can dostlarla...

Öncesinde sabah kahvesinde ablamlar vardı. Duru ile Arca klasik kudurmacalarını yaptılar. Allahtan onlar gitmeden Ela ve Hayat geldi de Arca her zamanki gibi Duru'nun arkasından ağlamadı.

Ela ile tatlı tatlı oynadılar. Derken Elif ile kırmızı yanak Ege geldi.

En sonunda Elfanam ile Alpi ve Nil ile Berk! Tek eksiğimiz Antalya yolcusu Hülya ve çok özel birkaç dost...

Evde düşündüğümüzden daha keyifli vakit geçirdik. Çocuklar da mutluydu.

Aklımda kalanlar...

Ege muhteşem bukleleri ile elinde mikrofon şarkı söylüyor. "Daha dün annemizin..." şarkısını baştan sona söyleyebiliyor, inanılmaz!


Berk ile Ela arka planda ... konsantrasyon tavan yapmış, dünyadan kopmuşlar... Ege de meşhur çöp kamyonu ile bildiğimiz gibi :)


Yaramaz toplar hepsinin favorisiydi ama en çok da Berk'in:)


Arca ile Ela... Ayrı ayrı takılmaca:)