Düdükcanın ismine çok uzun zaman önce karar vermiştik. Kız konusunda kararsızdık ama erkek olursa kesin Efe olacak demiştik. Sonra kız için de Ege de karar kıldık. İzmirliyiz ya mesaj kaygımız var:)
Geçenlerde İstanbuldan benim sınıf arkadaşım geldi, eşi de İlkerin sınıf arkadaşıydı. 4 defa tüp bebek denemelerinin de başarısız olması bizi acayip üzdü. İsteyip de çocuk sahibi olamamak ne fena, bütün hayatları değişmiş, kız tedavinin ağırlığı sebebi ile işi bırakmış ama ücretler çok yüksek, epey sarsılmışlar. Bizim de düdükcanı söylemeye dilimiz varmadı bir süre. Bu arada çocuk isimlerinden laf açıldı. Daha bizim çocuğun bilgisi ortada yokken Kağan aman Ege ve Efe koymayacağız, bizim dönemde bu isimlerden başka birşey yok dedi. Hadii ya olduk. Hani öyle kimselerde olmayan bir isim de çocuk için kendini ifade etmesi açısından zor ama sınıfta 5 tane Efe oldu mu da kötü oluyor. Bir de ablam üzerine girdiği sınıflardaki tüm Efe'lerin inanılmaz yaramaz olduğunu söylemesin mi?
Ama sonunda imdadımıza ablam yetişti yine, 2 tane çocuk isimleri sözlüğü varmış, bütün gece isim muhabbeti yaptık. Benim çocuğun annesi gibi sokak çocuğu olacağını düşündüğümden pencereden nasıl seslerim testleri yapıyorum. ALP çok istememe rağmen bu açıdan sınıfta kalıyor. Halbuki gözümü kapatıp Alp adında bir çocuk düşündüğümde yumuşak başlı tombul bir ifade oluşuyor. Yani ben Efe'ye alternatif sadece bunu düşünebiliyorum. Ama bir Huuuurşşiiit diye seslendin mi bütün mahalle seni duyar, duyar da çocuk bundan ben hoşnut olmayabilir. Doruk da güzel bir isim ama Gizemin oğlu var, öyle yakınlarda başka bir Doruk hoş olmaz. Sonra aynı anlama gelen Dora'yı düşündük. Arda olsun dedim ama İlkerin kuzenini unutmuşum ki bu daha yakın:)
Kız isimlerinde biraz daha kolay işimiz. Derin veya Doğa olabilir diyorum ben. İlker Melis diye tutturuyor ki 78 kuşağının vazgeçilmez ismi olduğundan dolayı son derece banal geliyor bana. Her ne kadar Zeynep kendi ismini beğenmese de ben çok seviyorum, dün akşam Rana'nın dediği gibi ağırbaşlı akıllı bir kız ismi gibi geliyor bana. Ama koyamıyoruz maalesef!! Babam Ezgi'yi önerdi, benim hoşuma gitti ama çok ilginç değil. Ayşe Armanın kızının adı Alya, ama İlker Ayla ile karıştırılır diyor.
İşler sarpa sarmak üzere... Elimizde sözlük dolanıp duruyoruz. Benim açımdan Efe ve Ege hala ağır basmakta ama en azından cinsiyetini tam öğrenelim diyoruz, böylece biraz daha az kafa yorabileceğiz. Hem zaten daha 6 ay var, şimdilik düdükcanla neşemizi buluyoruz. Bu arada düdükcan da kulağa fena gelmiyor :)))alıştık bile:) Tek endişem düdükcan diye diye velet de alışacak koyduğumuz isme tınmayacak!!
1 Eylül 2008 Pazartesi
29 Ağustos 2008 Cuma
ah tatil ahhh
Geçen cuma doktor randevusu 17:00 de olmasına rağmen benzin alacağım derdinden 16:00 da yola çıktım, hatta ilker boşuna erken çıkmışsın dedi. Neyse dedik, bekleriz doktor dedeyi. Laylaylom giderken ilker aradı, 15 dakikadır Karataşta yol sıkıştı, hareket etmiyor kaza var galiba dedi. Ben rahat gidiyorum dememe kalmadı Arkas'ın önünde benim yol da tıkandı. Sanki bütün Alsancak yollarına bir haller olmuş giriş mümkün değil. Aklıma bomba gibi kötü kötü fikirler geliyor ama kondurmamaya çalışıyorum. Neden sonra İlker aradı, bombayı patlattı. Fuar Açılışı!!! Buyrun burdan yakın. Hadi benim yolum biraz daha iyi, park yeri de buldum, tam 17:00 de hastanedeydim, ilker ne ileri ne geri, yerinden kıpırdayamıyor. Bizden sonra randevu varsa, bizi ileri atmalarını rica ettim ama mümkün değil, son randevu bizimki. Zavallı kocam sonunda 17:30 a doğru geldi, allahtan doktor dede de geç geldi, cümleten muayeneye girebildik. İyi haber! artık sıkışık gelmeme gerek yok. İlker her randevu öncesi "sıkışık mısın?" diye beni sıkıştırıyor, daha da çişim gelmesine neden oluyordu, artık rahatım.
Düdükcan 6,5 cm olmuş. 12 haftalık için normal görünüyor. İkili tarama testi için düdükcanın her tarafı ölçülüp biçildi. Benden kan alındı, oynak damarım yüzünden nerdeyse ağlayacaktım. Hemen yoga egzersiz yapabilir miyim diye sordum, 4 hafta sonra dedi, ne olur ne olmaz diye. Bana sorsan bugün maratona çıkarım canavar gibiyim:)Cinsiyetini sorduk, birşeyler gördü ama emin olmadığı için yine sonraki randevuya bıraktı. Dolayısı ile 16. hafta randevumuz epey heyecanlı olacak:)
Doktorun tartısına göre hamile kaldığımda 51 kg iken şimdi 52,750 olmuşum. Ama kayıtlara 53 olarak geçti ki benim çok kilo aldım tantanası boşunaymış. Bundan sonra da dikkatli olmak lazım ama 3 ay için 2 kilo iyi sayılır. Tabii bunu kutlamak için Burger King'e gittik ve Whooper mideye indi. Düdükcan bile mutlu oldu kanımca:) yada sadece ben kendimce aldığım kalorilere teselli arıyorum. Aslında Alsancakta yemeğe mecburduk, çünkü mahsur kaldık. Lozan meydanı açılış bandosu sebebi ile kapatılmış, etrafındaki tüm yollar iptal, dedik ki önce ilaçlarımızı alalım sonra birşeyler atıştıralım. Ablamlar da yazlığa gitmek için beni bekliyorlar. Epey geç kaldık. 2 saat oyalandıktan sonra polisler 8 gibi açılış bitecek deyince iki araba önlü arkalı arka sokaklardan 45 dakikada eve vardık. Bavulumu hazırladım, ablamlar beni aldı, yazlığın serin kollarına bıraktı. Tabii sızdım yorgunluktan.
Bizim yazlık Gümüldürde, çoğunlukla yazlıkçıların emeklilerin tercih ettiği bir belde. Öyle aman aman sosyal aktivite bekleyemezsin, tek artısı Kuşadasına yakındır, yemeğe, gezmeye gidersin. Ben doğduğumdan beri ordayız, denizi muhteşem tertemiz, çocukken çok severdim arkadaşlarım var, sonraları aktivitesizlikten sıkıcı olmaya başladı. Şimdi dinlenmek için gözümde tütüyor. Taptaze bir hava, gece yatağından yıldızları seyreder uyursun, sabah taptaze bir serinlikle uyanırsın. Bütün çocukluk arkadaşlarımı görüyorum gittiğimde, hepsinin çocukları oldu bile. Duruyla oynuyorlar, yeni bir nesil daha orada büyüyor.
Teyzem bu yıl oradan ev aldı, nasıl sevindik, çat kapı biraradayız. Hep tanıdık simalar, çocukluğumdan bahseden komşular, insan kendisini evinde hissediyor.
Cumartesi günü kötü bir haber aldık, su kesintileri ve gece belirli saatlerde yüksek debide su verilmesi teyzemlerin evine su basmasına sebep olmuş. Apar topar İzmire döndüler, Zühre ablamla Nil bize kaldı. Nil inanılmaz bir bebek. Erkekleri kesinlikle sevmiyor, öpmek isteyenlere kafa, tokat, tekme dalıyor. Bir de Duruyu hem seviyor, peşinde Dudu diye sayıklıyor, hem de ara sıra patlatıyor bi tane. Duru da çok büyük değil ki 7 yaşında kızıp o da bi tane patlatır diye ödümüz patladı:) Ama neyseki Duru acayip sakin çıktı.
Nilin taptığı tek insan ablam oldu. Kucağından hiç inmedi, bu da Durunun artık tek olmadığı gerçeğini kendisine hissettirdi. Annesini paylaşmak zorunda olmanın ne olduğunu anladı. Bizim düdükcan gelince neler olacak çok merak ediyorum. Zühre ablamla bol bol denize girdik, yürüyüş yaptık, sohbetler ettik. Ne güzel bir gündü ama pazar günü dönmesi gerekti.
Yazlıkta bol bol taze sıkılmış şeftali suları, sebze yemekleri (ah bamya..), meyvalar yedik düdükcanla, bol bol yüzdük, saatlerce yürüyüş yaptık. Hergün az da olsa öğlen uykusu uyuduk. Çalışırken hamilelik ne zor, öğlen uykusunun tadı ne güzelmiş meğer. Aklım emektar Bisan'da kaldı ama binmek yasak tabii. Nilin kıskançlığını ve de yokluğunu biraz olsun unutturabilmek için annem Duruya nişanlığını, eski tüllü sabahlıklarını çıkardı, duru sahneden hiç inmedi.
Durudan kalan bebeklik kıyafetlerine baktık, aralarından en güzellerini seçtik, şimdiden düdükcanın cicileri hazır. Sonra en çok sevindiğim puset ve bebek yatağı oldu. Bebek yatağı böyle cibinlikli tekerlekli sepet gibi birşey. Hem kendi odanıza alabiliyorsunuz hem de öyle uzun uzun yatamıyor içinde, dolayısıyla kullanım süresine görece epey pahalı birşey. Krem rengi tüllerini kuru temizlemeye vereceğiz, işte bitti. Ayrıca süper bir pusetimiz oldu. Annem döşemesini yıkadı, yepyeni oldu. Şimdi artık İlkerin hayalindeki o çok pahalı 3 tekerlekli arabayı almak için bütçemizde yer açabiliriz
Bol bol okey oynadık, sanırsam benim düdükcan kumar masalarında doğacak. Pazar yerinden 4 tane kitap aldım, artık kitap diye sayıklamayacağım.
İlker hasretime dayanamayıp Salı günü geldi, şok oldum. Sonraki akşam ablam ve Duruyu da alarak İzmire döndük, kendimi müthiş dinlenmiş hissettim. Dönüş yolunda gayri ihtiyari CD de Şebnem Ferah çalmaya başladı. Sil Baştan şarkısı. Birden Duru hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne oldu, diye şokları yaşarken itiraf etti. Şarkı çok dokunmuş. Ya sen daha 7 yaşında bir veletsin, ne anlarsın şarkıdan, ama ağlıyor tutamıyoruz, burnunu çeke çeke "oh ağlayayım da biraz rahatlayayım" diyor. Koptuk gülmekten, hemen hastası olduğu Demet Akalın'dan şarkılar çalıp ortamı dağıttık.
İşe gelmek çok koydu, ayrıca 1 hafta yerine 3 günlük tatili sırf "nasıl olsa perşembe geliyor" diyerekten ofisten beni aramasınlar diye almıştım ama geçen tatilden pek farklı olmadı, yine telefonlar susmadı. Neyse yapacak birşey yok, en azından dinlendim.
Hastaneden ikili tarama testi sonuçlarının çıktığı haberi gelince doktor dedeyle görüştüm. Herşey mükemmelmiş. Derin bir oh çektim. En azından ilk aşamayı atlattık, şimdi sırada üçlü tarama testi var, umarım olmaz ama amniyosentez var, bir süre bu heyecanları çekeceğiz artık.
Olsun yeter ki düdükcan sağlıklı olsun.
Düdükcan 6,5 cm olmuş. 12 haftalık için normal görünüyor. İkili tarama testi için düdükcanın her tarafı ölçülüp biçildi. Benden kan alındı, oynak damarım yüzünden nerdeyse ağlayacaktım. Hemen yoga egzersiz yapabilir miyim diye sordum, 4 hafta sonra dedi, ne olur ne olmaz diye. Bana sorsan bugün maratona çıkarım canavar gibiyim:)Cinsiyetini sorduk, birşeyler gördü ama emin olmadığı için yine sonraki randevuya bıraktı. Dolayısı ile 16. hafta randevumuz epey heyecanlı olacak:)
Doktorun tartısına göre hamile kaldığımda 51 kg iken şimdi 52,750 olmuşum. Ama kayıtlara 53 olarak geçti ki benim çok kilo aldım tantanası boşunaymış. Bundan sonra da dikkatli olmak lazım ama 3 ay için 2 kilo iyi sayılır. Tabii bunu kutlamak için Burger King'e gittik ve Whooper mideye indi. Düdükcan bile mutlu oldu kanımca:) yada sadece ben kendimce aldığım kalorilere teselli arıyorum. Aslında Alsancakta yemeğe mecburduk, çünkü mahsur kaldık. Lozan meydanı açılış bandosu sebebi ile kapatılmış, etrafındaki tüm yollar iptal, dedik ki önce ilaçlarımızı alalım sonra birşeyler atıştıralım. Ablamlar da yazlığa gitmek için beni bekliyorlar. Epey geç kaldık. 2 saat oyalandıktan sonra polisler 8 gibi açılış bitecek deyince iki araba önlü arkalı arka sokaklardan 45 dakikada eve vardık. Bavulumu hazırladım, ablamlar beni aldı, yazlığın serin kollarına bıraktı. Tabii sızdım yorgunluktan.
Bizim yazlık Gümüldürde, çoğunlukla yazlıkçıların emeklilerin tercih ettiği bir belde. Öyle aman aman sosyal aktivite bekleyemezsin, tek artısı Kuşadasına yakındır, yemeğe, gezmeye gidersin. Ben doğduğumdan beri ordayız, denizi muhteşem tertemiz, çocukken çok severdim arkadaşlarım var, sonraları aktivitesizlikten sıkıcı olmaya başladı. Şimdi dinlenmek için gözümde tütüyor. Taptaze bir hava, gece yatağından yıldızları seyreder uyursun, sabah taptaze bir serinlikle uyanırsın. Bütün çocukluk arkadaşlarımı görüyorum gittiğimde, hepsinin çocukları oldu bile. Duruyla oynuyorlar, yeni bir nesil daha orada büyüyor.
Teyzem bu yıl oradan ev aldı, nasıl sevindik, çat kapı biraradayız. Hep tanıdık simalar, çocukluğumdan bahseden komşular, insan kendisini evinde hissediyor.
Cumartesi günü kötü bir haber aldık, su kesintileri ve gece belirli saatlerde yüksek debide su verilmesi teyzemlerin evine su basmasına sebep olmuş. Apar topar İzmire döndüler, Zühre ablamla Nil bize kaldı. Nil inanılmaz bir bebek. Erkekleri kesinlikle sevmiyor, öpmek isteyenlere kafa, tokat, tekme dalıyor. Bir de Duruyu hem seviyor, peşinde Dudu diye sayıklıyor, hem de ara sıra patlatıyor bi tane. Duru da çok büyük değil ki 7 yaşında kızıp o da bi tane patlatır diye ödümüz patladı:) Ama neyseki Duru acayip sakin çıktı.
Nilin taptığı tek insan ablam oldu. Kucağından hiç inmedi, bu da Durunun artık tek olmadığı gerçeğini kendisine hissettirdi. Annesini paylaşmak zorunda olmanın ne olduğunu anladı. Bizim düdükcan gelince neler olacak çok merak ediyorum. Zühre ablamla bol bol denize girdik, yürüyüş yaptık, sohbetler ettik. Ne güzel bir gündü ama pazar günü dönmesi gerekti.
Yazlıkta bol bol taze sıkılmış şeftali suları, sebze yemekleri (ah bamya..), meyvalar yedik düdükcanla, bol bol yüzdük, saatlerce yürüyüş yaptık. Hergün az da olsa öğlen uykusu uyuduk. Çalışırken hamilelik ne zor, öğlen uykusunun tadı ne güzelmiş meğer. Aklım emektar Bisan'da kaldı ama binmek yasak tabii. Nilin kıskançlığını ve de yokluğunu biraz olsun unutturabilmek için annem Duruya nişanlığını, eski tüllü sabahlıklarını çıkardı, duru sahneden hiç inmedi.
Durudan kalan bebeklik kıyafetlerine baktık, aralarından en güzellerini seçtik, şimdiden düdükcanın cicileri hazır. Sonra en çok sevindiğim puset ve bebek yatağı oldu. Bebek yatağı böyle cibinlikli tekerlekli sepet gibi birşey. Hem kendi odanıza alabiliyorsunuz hem de öyle uzun uzun yatamıyor içinde, dolayısıyla kullanım süresine görece epey pahalı birşey. Krem rengi tüllerini kuru temizlemeye vereceğiz, işte bitti. Ayrıca süper bir pusetimiz oldu. Annem döşemesini yıkadı, yepyeni oldu. Şimdi artık İlkerin hayalindeki o çok pahalı 3 tekerlekli arabayı almak için bütçemizde yer açabiliriz
Bol bol okey oynadık, sanırsam benim düdükcan kumar masalarında doğacak. Pazar yerinden 4 tane kitap aldım, artık kitap diye sayıklamayacağım.
İlker hasretime dayanamayıp Salı günü geldi, şok oldum. Sonraki akşam ablam ve Duruyu da alarak İzmire döndük, kendimi müthiş dinlenmiş hissettim. Dönüş yolunda gayri ihtiyari CD de Şebnem Ferah çalmaya başladı. Sil Baştan şarkısı. Birden Duru hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne oldu, diye şokları yaşarken itiraf etti. Şarkı çok dokunmuş. Ya sen daha 7 yaşında bir veletsin, ne anlarsın şarkıdan, ama ağlıyor tutamıyoruz, burnunu çeke çeke "oh ağlayayım da biraz rahatlayayım" diyor. Koptuk gülmekten, hemen hastası olduğu Demet Akalın'dan şarkılar çalıp ortamı dağıttık.
İşe gelmek çok koydu, ayrıca 1 hafta yerine 3 günlük tatili sırf "nasıl olsa perşembe geliyor" diyerekten ofisten beni aramasınlar diye almıştım ama geçen tatilden pek farklı olmadı, yine telefonlar susmadı. Neyse yapacak birşey yok, en azından dinlendim.
Hastaneden ikili tarama testi sonuçlarının çıktığı haberi gelince doktor dedeyle görüştüm. Herşey mükemmelmiş. Derin bir oh çektim. En azından ilk aşamayı atlattık, şimdi sırada üçlü tarama testi var, umarım olmaz ama amniyosentez var, bir süre bu heyecanları çekeceğiz artık.
Olsun yeter ki düdükcan sağlıklı olsun.
18 Ağustos 2008 Pazartesi
züze geldi züze
Cumartesi ütüleri bitirdim. Zaten evde yapabildiğim tek iş bu, onu da dinlene dinlene yapıyorum. Doktor bana ilk hamileliği öğrendiğimiz zaman temizlik filan yapma kraliçeler gibi otur demişti. Ben tabi eve temizlikçi kadın tutmayan cimri insan, kraliçeler gibi değil de nerdeyse bok içinde bade kadın şeklinde oturuyorum evde. Aslında cimriliğimden de değil, temmuzda 1 hafta tatildeydik, döndük, Almanyaya gittim, sonra İtalyaya gitim, son olarak da İstanbuldaydım, yani iki arada bir derede Güner ablayı arayamadım bile. Annem yazlıkta, gelemiyor izmire, allahtan ilkerin annesi ara sıra uğradığında temizliyor da biraz hijyen görüyor evimiz. Düdükcan şimdiden bilimum mikroplara bağışık. Neyse ki haftaya perşembeyi ayarladık, Güner abla geliyor, temizlik yapılıyor, cuma doktorumuza gidiyoruz, sonra akşam Gümüldüre, annemlerin yazlığına, 5 gün boyunca, yiyip içip yüzüp yatıp göbek büyüteceğim. Eve döndüğümde artık misafir çağırabileceğiz.
Heryerde indirim var, canım acayip alışveriş yapmak istiyor.
Ama zor tutuyorum kendimi, serde cimrilik var ya;
- ya büyük beden gömlekler alırım da omuzlar iyi durmazsa?
- hadi şimdi bedenine göre aldın ya seneye bu zamanlar hala aldığın kiloları verememiş ve eski halime dönememiş olursam?
Sonunda dayanamadım, 38 beden siyah pantolon ve hamile bluzu gibi birşey aldım. Aslında hamile bluzu değil ama şansıma hep hamile kıyafeti gibi üstler modaydı bu yaz, en azından ucuz bir parça düşürmüş oldum. Bu beni bir süre idare eder. Sonra pazar günü yazlığa gittik. Ablama 38 beden pantolonla nasıl 7. aya kadar idare edebileceğimi heyecanlı heyecanlı anlatıyordum. Ne var canım diyordum, pantolonlar düşük bel zaten, göbeğin altında kalır. Pantolon askısı ile düşmekten kurtarırım, üzerine de uzun bişeyler giydim mi tamam! yeni bir hamile kreasyonu hem de ucuz fiyata. Annemle ikisi koptular gülmekten. Meğer öyle 38 beden filan kalmazmışım, kanguru modellerinden almak lazımmış. Yani benim 38 beden pantolonlarım ancak 5. aya kadar idare edermiş gibi görünüyor. sonrası allah kerim. Ha bir de doğum sonrası zaten birkaç beden büyük olacağım için sonra da giyebiirim. Allahtan ablam bana birkaç tane büyük beden gömlek verecek de bir süre idare edebileceğim. Zor zor çok zor iş.
Düdükcan için tutuyordum kendimi, sonradan huysuzun önerisi ile unisex renklerde birkaç parça edinmeye karar vermiştim ki ilkerin annesi de kardeşi de yeni ciciler almışlar bile. İlk ciciler... Aslında ablamın kızından kalma bir dolu eşyası olacak ama bunlar yeni ilk ciciler... biraz keyiflendim. Ara ara paketleri açıp bakıyorum, nasıl küçükler...
Karın çatlakları için birkaç öneri aldım. Ofisten arkadaşım Bübcheni önerdi sonra eczanelerde satılanlar var. Ama biraz pahalılar. Geçen hafta ablamda hiç çatlak olmadığını farkettim ki ablam 94 kilo ile doğum yapmış bir yarmagül kıvamındaydı. Ona doktoru önermiş, bebe yağı içine badem yağı karıştırıp hergün sabah akşam sürmüş. Sonra internette de badem yağını okudum, daha da ikna oldum. Şimdi sabah akşam kullanıyorum, zaten acayip kuru bir cildim var çatlaklara çare olur mu bilmem ama en azından nemlenmesine yardımcı oluyor.
Peki bu haftasonunun en mutlu haberi neydi? Baldan tatlı teyze kızı zühre dombik nili de yanına alarak gümüldüre teyzemde kalmaya gelmiş. Nasıl güzel bir süpriz!! Birlikte denize girdik. Nil süper tombik ve sevimli, sakin çekirdek aile İstanbuldaki yaşamından kalabalık aile ortamlarına ancak alışıyor ama gerçekten başarılı, İlkere cilve bile yapmış:) haftaya pazara kadar gümüldürde ve ben haftaya cuma gittiğimde en az 2 gün daha birlikte olabileceğiz. YEEEEAAYYY!! Duru yüzünden Züze kaldı adı, biz pek seviyoruz onu çünkü çocukluğumuz birlikte geçti, gümüldürde az birlikte kudurmadık. Benden 6 yaş büyük ama 6 yaşındaki çocukla bile anlaşabilecek, kendini sevdirebilecek kadar sevilesi bir insandır, hani şu meşhur etrafına pozitif enerji saçan insanlardan :) İstanbulda ardımızda çok insan bıraktık ama zühre ablamı bırakmak çok koydu çook, dile kolay yıllarca ablam, ben, o 3 kardeş gibiydik.
Neyse bu haftasonunun muhabbetleri bitmez, ben şimdi haftaya yapacağım 5 günlük "ye, iç , yat" tatilinin hayallerini kurmaya başladım bile.
Heryerde indirim var, canım acayip alışveriş yapmak istiyor.
Ama zor tutuyorum kendimi, serde cimrilik var ya;
- ya büyük beden gömlekler alırım da omuzlar iyi durmazsa?
- hadi şimdi bedenine göre aldın ya seneye bu zamanlar hala aldığın kiloları verememiş ve eski halime dönememiş olursam?
Sonunda dayanamadım, 38 beden siyah pantolon ve hamile bluzu gibi birşey aldım. Aslında hamile bluzu değil ama şansıma hep hamile kıyafeti gibi üstler modaydı bu yaz, en azından ucuz bir parça düşürmüş oldum. Bu beni bir süre idare eder. Sonra pazar günü yazlığa gittik. Ablama 38 beden pantolonla nasıl 7. aya kadar idare edebileceğimi heyecanlı heyecanlı anlatıyordum. Ne var canım diyordum, pantolonlar düşük bel zaten, göbeğin altında kalır. Pantolon askısı ile düşmekten kurtarırım, üzerine de uzun bişeyler giydim mi tamam! yeni bir hamile kreasyonu hem de ucuz fiyata. Annemle ikisi koptular gülmekten. Meğer öyle 38 beden filan kalmazmışım, kanguru modellerinden almak lazımmış. Yani benim 38 beden pantolonlarım ancak 5. aya kadar idare edermiş gibi görünüyor. sonrası allah kerim. Ha bir de doğum sonrası zaten birkaç beden büyük olacağım için sonra da giyebiirim. Allahtan ablam bana birkaç tane büyük beden gömlek verecek de bir süre idare edebileceğim. Zor zor çok zor iş.
Düdükcan için tutuyordum kendimi, sonradan huysuzun önerisi ile unisex renklerde birkaç parça edinmeye karar vermiştim ki ilkerin annesi de kardeşi de yeni ciciler almışlar bile. İlk ciciler... Aslında ablamın kızından kalma bir dolu eşyası olacak ama bunlar yeni ilk ciciler... biraz keyiflendim. Ara ara paketleri açıp bakıyorum, nasıl küçükler...
Karın çatlakları için birkaç öneri aldım. Ofisten arkadaşım Bübcheni önerdi sonra eczanelerde satılanlar var. Ama biraz pahalılar. Geçen hafta ablamda hiç çatlak olmadığını farkettim ki ablam 94 kilo ile doğum yapmış bir yarmagül kıvamındaydı. Ona doktoru önermiş, bebe yağı içine badem yağı karıştırıp hergün sabah akşam sürmüş. Sonra internette de badem yağını okudum, daha da ikna oldum. Şimdi sabah akşam kullanıyorum, zaten acayip kuru bir cildim var çatlaklara çare olur mu bilmem ama en azından nemlenmesine yardımcı oluyor.
Peki bu haftasonunun en mutlu haberi neydi? Baldan tatlı teyze kızı zühre dombik nili de yanına alarak gümüldüre teyzemde kalmaya gelmiş. Nasıl güzel bir süpriz!! Birlikte denize girdik. Nil süper tombik ve sevimli, sakin çekirdek aile İstanbuldaki yaşamından kalabalık aile ortamlarına ancak alışıyor ama gerçekten başarılı, İlkere cilve bile yapmış:) haftaya pazara kadar gümüldürde ve ben haftaya cuma gittiğimde en az 2 gün daha birlikte olabileceğiz. YEEEEAAYYY!! Duru yüzünden Züze kaldı adı, biz pek seviyoruz onu çünkü çocukluğumuz birlikte geçti, gümüldürde az birlikte kudurmadık. Benden 6 yaş büyük ama 6 yaşındaki çocukla bile anlaşabilecek, kendini sevdirebilecek kadar sevilesi bir insandır, hani şu meşhur etrafına pozitif enerji saçan insanlardan :) İstanbulda ardımızda çok insan bıraktık ama zühre ablamı bırakmak çok koydu çook, dile kolay yıllarca ablam, ben, o 3 kardeş gibiydik.
Neyse bu haftasonunun muhabbetleri bitmez, ben şimdi haftaya yapacağım 5 günlük "ye, iç , yat" tatilinin hayallerini kurmaya başladım bile.
15 Ağustos 2008 Cuma
izninizle bu adamın suratına!!!
O adam fotograf karesinden neden öyle pis pis sırıtıyor? Nasıl utanmadan geldiği ülkenin kurucusuna saygısızlık edebiliyor? Kravatsız, pis sakalıyla İstanbullulara hayatı dar edebiliyor. Adamın fotografına bakıyorum bakıyorum da yolda görsem kıro, laf filan atar diye muhatap olmamak için karşı kaldırıma çıkarım.
Bu zat-ı muhteremden ne kadar haz etmesem de hakkını teslim etmem gerekir. Adam en azından Atatürk'ü ziyaret etmeyeceğinin açıkça arkasında durdu, duruşunu bozmadı. Bizimkiler ziyarete İstanbul kılıfı uydurdular, bir güzel saygısızlığı hazmettiler, bir de ayağına gittiler.
Gerçi bizimkilerin ayak takımı olduğu öteden beri ortada. Onlar değil mi daha geçen haftalarda bilmem hangi Arap ülkesinin kralı Bodrumda tatildeyken oralara taşınıp görüşme yapan? Yine onlar değil mi bir başka arabın otel odasına kadar düşen? ayaklar baş oldu diye birileri kendini kastetmişti herhalde.
Çok sinirliyim çoook. Elin kıro kılıklı adamının benim ülkeme gelip de benim Atatürkümü ziyaret etmeye değer bulmamasına, onun yüzünden insanların 1,5 km lik yolu 2,5 saate katedemeyip rezillik çekmesine, hala bu ülkenin insanlarının kendilerini bu hale sokan kömür, bulgur dağıtıcılarına seslerini çıkarmamasına acayip sinirleniyorum. İşte o kadar!!
Bu zat-ı muhteremden ne kadar haz etmesem de hakkını teslim etmem gerekir. Adam en azından Atatürk'ü ziyaret etmeyeceğinin açıkça arkasında durdu, duruşunu bozmadı. Bizimkiler ziyarete İstanbul kılıfı uydurdular, bir güzel saygısızlığı hazmettiler, bir de ayağına gittiler.
Gerçi bizimkilerin ayak takımı olduğu öteden beri ortada. Onlar değil mi daha geçen haftalarda bilmem hangi Arap ülkesinin kralı Bodrumda tatildeyken oralara taşınıp görüşme yapan? Yine onlar değil mi bir başka arabın otel odasına kadar düşen? ayaklar baş oldu diye birileri kendini kastetmişti herhalde.
Çok sinirliyim çoook. Elin kıro kılıklı adamının benim ülkeme gelip de benim Atatürkümü ziyaret etmeye değer bulmamasına, onun yüzünden insanların 1,5 km lik yolu 2,5 saate katedemeyip rezillik çekmesine, hala bu ülkenin insanlarının kendilerini bu hale sokan kömür, bulgur dağıtıcılarına seslerini çıkarmamasına acayip sinirleniyorum. İşte o kadar!!
14 Ağustos 2008 Perşembe
Sabırsızım, meraklıyım, paranoyağım, yiyorum
Bugünlerde bir sabırsızlık peyda olmuş üzerime, kurtulamıyorum bir türlü.
Doktora gittiğimizin henüz 2. haftası ve 2 hafta sonra tekrar gideceğiz ama ben hemen her gün oraya gideyim ultrasonda düdükcanı seyredeyim istiyorum. "geçiyordum uğradım", "testim sonucunu almaya geldim" gibi türlü bahanelerle uğruyorum ama nafile, öyle zırt pırt ultrasonda bakılmaz bebeğe!
Sonra cinsiyeti hemen belli olsun istiyorum. Daha doğrusu istiyoruz. Çin takvimine filan baktık, tabi emin olamıyoruz. Sonra yediklerinden belli olur dediler, bizimki hiç çaktırmıyor. Dondurma ve supangle favorim ama geçen gün oturup 1 kase patlamış mısır yedik, düdükcanın pek hoşuna gitti. Hani o da tuzlu! Biz doktora sonraki gidişimizde öğreniriz sanıyorduk, Emrenin 6 aylık hamile ablası bize 4-4,5 aydan önce öğrenemezsiniz deyince acayip demoralize olduk.
Tabi hemen ciciler alalım isteğini de düdükcanın bu cinsiyetsizliğinden ertelemek zorunda kalıyoruz ki benim gibi bir tezcanlı için çok kötü bir durum. Yani artık öğrenelim de Efe mi diyeceğiz Ege mi bilelim. Böyle düdükcan olmuyor yani.
Düdükcanın varlığından haberdar olduğumdan beri hemen doğsun istiyorum. Büyüklerim bana "hamileliğin tadını çıkar, bak hayatının son muhteşem günleri, şımar, gevşe, keyif yap, doğumdan sonra bu günleri mumla ararsın" diyorlar ama ben illa ki doğsun nasıl bişey çıkcak merak ediyorum.
Hemen böyle hamile gibi olayım göbeğim çıksın istiyorum. Hem kendime güzel hamile cicileri alayım istiyorum. Vakit geçmiyor. Sanki sonsuza kadar böyle 2,5 aylık hamile kalacakmışım gibi.
Çok fena çoook... Bu sabırsızlık mevzuu ilkerin inşaata başladığında da üzerime yapışmıştı. Hemen yarın temelden daireleri satıp zengin olacağız diye sabırsızlanıyordum. 1,5 sene geçti, bina bitti ama satış yok. Hani diyorum ki düdükcan da belirsiz bir tarihe kadar yerinde sayarsa, doğmaktan filan vazgeçerse!!! Kabus gibi, bir ömür hamile!!!
Kabus deyince aklıma geldi. Son birkaç haftadır 3. defa rüyamda fok balığı görüyorum. Önce kesip yiyorduk. Sonra birlikte oynadık, son olarak da bir fok ailesini denizde oynarken seyrettiğimi gördüm. Ben balık ya, nasip kısmete yoruyorum, meğer iş hayatımda bazı tehlikelerin beni beklediğine yorulurmuş. ilker tamamen Badem hadisesini müteakip bir bilinçaltı fok korkusu sendromu teşhisi koyuyor ama koskoca internet alemi de yanılıyor olamaz herhalde!!
Paranoyalarımı bir kenara bırakırsak, inanılmaz bir beslenme programı içindeyim. Bu aralar seyahatlere de ara verince ofiste iyice düzene girdim. Sabah öyle aman aman kahvaltı yapamıyorum da bir kase nesfit düdükcanın hoşuna gidiyor. Sonra 10 gibi nesquickli omega 3 sütü (başka şekilde süt içmem imkansız!!), 11 de elma, 12:30 gibi yemek. Kabızlığa karşı bu sıcakta mutlaka çorba, bir de sulu yemek ama illa ki ayran. Canım çeker diye diğerlerinin yemeklerinden de tırtıklıyorum:)
Yemekten 3 saat sonra mutlaka karpuz, akşam üstü süt, yoğurt veya ayran, artık ne varsa... Karnım kazındıkça çubuk krakerler hep elimin altında. Mide bulantısı da olmayınca harika yemekler yapabiliyorum akşamları. Ama yemek sonrası uyku öncesi dondurma filan yemem lazım. Şimdiye kadar yemeklerden hiç tiksinme olmamıştı. Balık da yiyordum ama geçen haftasonu İlker özenmiş adı hatırlamadığım kocaman muhteşem bir balık almış. Ben de roka salatası yaptım yanına, nar ekşili. Bir de güzel ayıkladı benim için ama yiyemiyorum, lokmalar ağzımda büyüdü, salata ile bile gitmedi. Acayip sinirim bozuldu. Mızmızlandım ama yok yiyemiyorum. Bıraktım. Sonra koca kase supangleyi üstüne de çikolatalı dondurmayı götürdüm ama :)
Kısacası yarım dünya şekline bürünmeme az kaldı. Şimdi böyleyse sonraki aylarda nasıl bir iştah açıklığı bekliyor beni, bak bu da ayrı bir merak konusu. Ve tabii toplamda kaç kilo alacağım, düdükcan kaç kilo doğacak, dombili olsun ama olur mu acaba?? hep merak hep merak...
Doktora gittiğimizin henüz 2. haftası ve 2 hafta sonra tekrar gideceğiz ama ben hemen her gün oraya gideyim ultrasonda düdükcanı seyredeyim istiyorum. "geçiyordum uğradım", "testim sonucunu almaya geldim" gibi türlü bahanelerle uğruyorum ama nafile, öyle zırt pırt ultrasonda bakılmaz bebeğe!
Sonra cinsiyeti hemen belli olsun istiyorum. Daha doğrusu istiyoruz. Çin takvimine filan baktık, tabi emin olamıyoruz. Sonra yediklerinden belli olur dediler, bizimki hiç çaktırmıyor. Dondurma ve supangle favorim ama geçen gün oturup 1 kase patlamış mısır yedik, düdükcanın pek hoşuna gitti. Hani o da tuzlu! Biz doktora sonraki gidişimizde öğreniriz sanıyorduk, Emrenin 6 aylık hamile ablası bize 4-4,5 aydan önce öğrenemezsiniz deyince acayip demoralize olduk.
Tabi hemen ciciler alalım isteğini de düdükcanın bu cinsiyetsizliğinden ertelemek zorunda kalıyoruz ki benim gibi bir tezcanlı için çok kötü bir durum. Yani artık öğrenelim de Efe mi diyeceğiz Ege mi bilelim. Böyle düdükcan olmuyor yani.
Düdükcanın varlığından haberdar olduğumdan beri hemen doğsun istiyorum. Büyüklerim bana "hamileliğin tadını çıkar, bak hayatının son muhteşem günleri, şımar, gevşe, keyif yap, doğumdan sonra bu günleri mumla ararsın" diyorlar ama ben illa ki doğsun nasıl bişey çıkcak merak ediyorum.
Hemen böyle hamile gibi olayım göbeğim çıksın istiyorum. Hem kendime güzel hamile cicileri alayım istiyorum. Vakit geçmiyor. Sanki sonsuza kadar böyle 2,5 aylık hamile kalacakmışım gibi.
Çok fena çoook... Bu sabırsızlık mevzuu ilkerin inşaata başladığında da üzerime yapışmıştı. Hemen yarın temelden daireleri satıp zengin olacağız diye sabırsızlanıyordum. 1,5 sene geçti, bina bitti ama satış yok. Hani diyorum ki düdükcan da belirsiz bir tarihe kadar yerinde sayarsa, doğmaktan filan vazgeçerse!!! Kabus gibi, bir ömür hamile!!!
Kabus deyince aklıma geldi. Son birkaç haftadır 3. defa rüyamda fok balığı görüyorum. Önce kesip yiyorduk. Sonra birlikte oynadık, son olarak da bir fok ailesini denizde oynarken seyrettiğimi gördüm. Ben balık ya, nasip kısmete yoruyorum, meğer iş hayatımda bazı tehlikelerin beni beklediğine yorulurmuş. ilker tamamen Badem hadisesini müteakip bir bilinçaltı fok korkusu sendromu teşhisi koyuyor ama koskoca internet alemi de yanılıyor olamaz herhalde!!
Paranoyalarımı bir kenara bırakırsak, inanılmaz bir beslenme programı içindeyim. Bu aralar seyahatlere de ara verince ofiste iyice düzene girdim. Sabah öyle aman aman kahvaltı yapamıyorum da bir kase nesfit düdükcanın hoşuna gidiyor. Sonra 10 gibi nesquickli omega 3 sütü (başka şekilde süt içmem imkansız!!), 11 de elma, 12:30 gibi yemek. Kabızlığa karşı bu sıcakta mutlaka çorba, bir de sulu yemek ama illa ki ayran. Canım çeker diye diğerlerinin yemeklerinden de tırtıklıyorum:)
Yemekten 3 saat sonra mutlaka karpuz, akşam üstü süt, yoğurt veya ayran, artık ne varsa... Karnım kazındıkça çubuk krakerler hep elimin altında. Mide bulantısı da olmayınca harika yemekler yapabiliyorum akşamları. Ama yemek sonrası uyku öncesi dondurma filan yemem lazım. Şimdiye kadar yemeklerden hiç tiksinme olmamıştı. Balık da yiyordum ama geçen haftasonu İlker özenmiş adı hatırlamadığım kocaman muhteşem bir balık almış. Ben de roka salatası yaptım yanına, nar ekşili. Bir de güzel ayıkladı benim için ama yiyemiyorum, lokmalar ağzımda büyüdü, salata ile bile gitmedi. Acayip sinirim bozuldu. Mızmızlandım ama yok yiyemiyorum. Bıraktım. Sonra koca kase supangleyi üstüne de çikolatalı dondurmayı götürdüm ama :)
Kısacası yarım dünya şekline bürünmeme az kaldı. Şimdi böyleyse sonraki aylarda nasıl bir iştah açıklığı bekliyor beni, bak bu da ayrı bir merak konusu. Ve tabii toplamda kaç kilo alacağım, düdükcan kaç kilo doğacak, dombili olsun ama olur mu acaba?? hep merak hep merak...
10 Ağustos 2008 Pazar
Seferi Düdükcan Milano'da
Milano seyahatine eğitim olması açısında özellikle gitmek istiyordum. Ama sabah bulantılarının artacağı bir döneme geldi diye tereddütteydim. Hatta birlikte gideceğim arkadaşlarıma ben gelemeyebilirim bile demiştim. Ama gel gör ki, 4 kişiyiz, ikisi ingilizce bilmiyor ve dili olan diğer arkadaşın vizesi çıkmayınca iş başa düştü. Bu arada genel müdüre hamile olduğumu söyledim. Hani bekar ve çocuksuz biri olduğundan halden anlamayacağını biliyordum da daaan diye "doğumdan sonra işi bırakmayı düşünüyor musunuz?" diye sorması şok etti. bendeki iş yükü o kadar fazla ki kime neyi kaktıracağını düşündü herhalde:)
Neyse... eğitim benim için çok yorucuydu, çünkü;
1. İzmirden aktarmalı uçuş yaptım, saatler sürdü.
2. Dil bilmeyen 2 arkadaşıma tüm eğitimi çeviri yaptım.
3. Düdükcan öğleden sonralarımı uyuyarak geçirmemi uygun gördüğünden mütemadiyen 2-3 arası nerdeyse baygın geziyorum
4. İzmirdeki projenin otomasyon sıkıntısına çare bulmaya çalışmak saatlerimizi aldı.
İlk gün havaalanından akademiye gitmek saatler aldı. Meğer akademi de otelde Milanonun dışındaymış. Normal catering ayarlanırmış biz 3 kişiyiz diye bir lokantayla anlaşmışlar her yemeği orda yedik. İlk gün, öğlen oturduk masamıza hemen şarap kadehleri önümüzden kalktı. Raviole de dahil olmak üzere sadece deniz ürünleri yedik. Benim de dikkatimi çekti ama özellikle şarap içemediğimden çok oralı olmadım. Akşam aynı lokanta ve benzer menü ile şarap teklifi gelmeyince, iyice kıllandık. Akademini bıcır asistanı Lauraya sordum. Meğer biz müslümanız diye sadece deniz mahsülleri söylemişler. Tamam domuz etine alışkın değiliz de şöyle bir bifteke de kimse hayır demez. Hele bizim çocuklar şarap diye kuduruyorlar.
Ertesi günden itibaren her yemeğe şarap dahil oldu ve de kırmızı et. Eğitmenin de 25 günlük bir kızı varmış. Tutturdu bana şarap iç diye. Diyorum ki alkol yasak kardeşim, yok diyor benim hanım 9 ay içti, demir var şarapta çok faydalı mutlaka içmelisin. Kıllık da yapmak istemiyorum diye 1-2 yudum aldım, nefisti:)
İkinci gün tüm gün eğitimin ardından elimize bir metro haritası aldık, sorduk soruşturduk. Alışveriş mekanına yönlendirdiler, bir de katedrale. İçim gidiyor ama alışverişe yanaşmıyorum. Benim bedenim değiecek bakalım seneye giyebilecek miyim aldıklarımı? Sonra bebeğin cinsiyeti bile belli değil, ne kıyafet alınacak? Arkadaşların çocuklarına hanımlarına birkaç birşey alıp Kathedrale gittik. Milano'nun görülecek tek yeri burasıymış. Tek kelimeyle dibim düştü!!! Bizim camiler filan ne ki adamlar bina üstüne hikaye inşaa etmiş. Manyaklık işte!!
Binlerce heykele ne gerek var? Bir de derler ki Milano'da pek birşey yok, siz gidin Romayı görün. Ben işte Romayı düşünemiyorum. O gün tam 4 saat yürümüşüz. İşin kötü tarafı dönüşte otelin metronun çok yakınında olduğunu söylemişlerdi, yarım saatten fazla aradık bulamadık. Ben artık bir lokantaya girip taksi çağıralım diye tutturmaya başlamıştım. Yorgunluktan yemek bile yiyemedimYemek deyince aklıma geldi, akademinin anlaştığı lokanta tam bir İtalyan lokantasıydı. Muhteşem makarnalarını anlatmaya gerek yok da bir tanesi çok ilginçti.
.
Garson bir servis masası ile yaklaşık 50 cm çapında bir permasan peyniri ile domates sosuyla pişirilmiş penne makarna getiriyor. Peynirin ortası tabak gibi oyulmuş, içine biraz alkol döküyor, sonra ateşe veriyor peyniri ve peynir eriyor.
Akabinde sıcak makarnayı ilave edip iyice eriyen peynire buluyor. Muhteşem bir görüntüydü.
Makarnadan bay gelince risottoyu önerdiler. Ben daha önce hiç yememiştim. Pilav diye geçme çok ciddi bir pişirme prosedürü ve ustalık gerektiren bir usulü varmış.
Önce bir tür etli sulu çorba hazırlanıyormuş. Diğer tarafta sebzeler soteleniyormuş. Pirinçler ve kremali et sulu çorba ilave edilip az bir süre pişiriliyormuş. Gerçekten çok lezzetli bir yemek. İnsan yemeklerini ,şarabı tadınca İtalyada yaşayabilirim diyor. Ama insanları yazık ki bir Akdeniz ülkesine göre çok soğuk. Ben daha dost canlısı olmalarını bekliyordum.
Sonunda aktarma uçuşları ile İzmirime varabildim. Elim kolum makarna paketleri dolu. Bak kaç zaman oldu daha pişirmedim o makarnaları, öyle çok yemişim ki oralarda hala tezgahın üzerinde duruyorlar.
Bir süreliğine seyahatlere ara verdiğimi düşünürken İtalyadayken aldığım mail ile pazartesi İstanbul yolcusu olduğumu öğrendim. Düdükcanın görmediği bir orası kalmıştı!!!
Neyse... eğitim benim için çok yorucuydu, çünkü;
1. İzmirden aktarmalı uçuş yaptım, saatler sürdü.
2. Dil bilmeyen 2 arkadaşıma tüm eğitimi çeviri yaptım.
3. Düdükcan öğleden sonralarımı uyuyarak geçirmemi uygun gördüğünden mütemadiyen 2-3 arası nerdeyse baygın geziyorum
4. İzmirdeki projenin otomasyon sıkıntısına çare bulmaya çalışmak saatlerimizi aldı.
İlk gün havaalanından akademiye gitmek saatler aldı. Meğer akademi de otelde Milanonun dışındaymış. Normal catering ayarlanırmış biz 3 kişiyiz diye bir lokantayla anlaşmışlar her yemeği orda yedik. İlk gün, öğlen oturduk masamıza hemen şarap kadehleri önümüzden kalktı. Raviole de dahil olmak üzere sadece deniz ürünleri yedik. Benim de dikkatimi çekti ama özellikle şarap içemediğimden çok oralı olmadım. Akşam aynı lokanta ve benzer menü ile şarap teklifi gelmeyince, iyice kıllandık. Akademini bıcır asistanı Lauraya sordum. Meğer biz müslümanız diye sadece deniz mahsülleri söylemişler. Tamam domuz etine alışkın değiliz de şöyle bir bifteke de kimse hayır demez. Hele bizim çocuklar şarap diye kuduruyorlar.
Ertesi günden itibaren her yemeğe şarap dahil oldu ve de kırmızı et. Eğitmenin de 25 günlük bir kızı varmış. Tutturdu bana şarap iç diye. Diyorum ki alkol yasak kardeşim, yok diyor benim hanım 9 ay içti, demir var şarapta çok faydalı mutlaka içmelisin. Kıllık da yapmak istemiyorum diye 1-2 yudum aldım, nefisti:)
İkinci gün tüm gün eğitimin ardından elimize bir metro haritası aldık, sorduk soruşturduk. Alışveriş mekanına yönlendirdiler, bir de katedrale. İçim gidiyor ama alışverişe yanaşmıyorum. Benim bedenim değiecek bakalım seneye giyebilecek miyim aldıklarımı? Sonra bebeğin cinsiyeti bile belli değil, ne kıyafet alınacak? Arkadaşların çocuklarına hanımlarına birkaç birşey alıp Kathedrale gittik. Milano'nun görülecek tek yeri burasıymış. Tek kelimeyle dibim düştü!!! Bizim camiler filan ne ki adamlar bina üstüne hikaye inşaa etmiş. Manyaklık işte!!
Binlerce heykele ne gerek var? Bir de derler ki Milano'da pek birşey yok, siz gidin Romayı görün. Ben işte Romayı düşünemiyorum. O gün tam 4 saat yürümüşüz. İşin kötü tarafı dönüşte otelin metronun çok yakınında olduğunu söylemişlerdi, yarım saatten fazla aradık bulamadık. Ben artık bir lokantaya girip taksi çağıralım diye tutturmaya başlamıştım. Yorgunluktan yemek bile yiyemedimYemek deyince aklıma geldi, akademinin anlaştığı lokanta tam bir İtalyan lokantasıydı. Muhteşem makarnalarını anlatmaya gerek yok da bir tanesi çok ilginçti.
.
Garson bir servis masası ile yaklaşık 50 cm çapında bir permasan peyniri ile domates sosuyla pişirilmiş penne makarna getiriyor. Peynirin ortası tabak gibi oyulmuş, içine biraz alkol döküyor, sonra ateşe veriyor peyniri ve peynir eriyor.
Akabinde sıcak makarnayı ilave edip iyice eriyen peynire buluyor. Muhteşem bir görüntüydü.
Makarnadan bay gelince risottoyu önerdiler. Ben daha önce hiç yememiştim. Pilav diye geçme çok ciddi bir pişirme prosedürü ve ustalık gerektiren bir usulü varmış.
Önce bir tür etli sulu çorba hazırlanıyormuş. Diğer tarafta sebzeler soteleniyormuş. Pirinçler ve kremali et sulu çorba ilave edilip az bir süre pişiriliyormuş. Gerçekten çok lezzetli bir yemek. İnsan yemeklerini ,şarabı tadınca İtalyada yaşayabilirim diyor. Ama insanları yazık ki bir Akdeniz ülkesine göre çok soğuk. Ben daha dost canlısı olmalarını bekliyordum.
Sonunda aktarma uçuşları ile İzmirime varabildim. Elim kolum makarna paketleri dolu. Bak kaç zaman oldu daha pişirmedim o makarnaları, öyle çok yemişim ki oralarda hala tezgahın üzerinde duruyorlar.
Bir süreliğine seyahatlere ara verdiğimi düşünürken İtalyadayken aldığım mail ile pazartesi İstanbul yolcusu olduğumu öğrendim. Düdükcanın görmediği bir orası kalmıştı!!!
9 Ağustos 2008 Cumartesi
Düdükcandan haberler
Düdükcan ana rahmine düştüğü andan itibaren bir leylek misali havada. Yollarda geçen tatilin üstüne Almanya seyahatinden pek memnun kaldılar kendileri. Zaten sabah bulantıları hafiften başlıyor, birşeyler atıştırıyorum, derken arabaya biner binmez kesiliyor. Annesi gibi gezmeyi seviyor düdükcan. Nitekim önümüzdeki günlerdeki Milano seyahatine de bombacan kıvamında hazır!!
8 hafta bitmişti ki doktora gittik. Adam direkt kocaman olmuş bu dedi. Sonra hiç beklemediğimiz birşey oldu. Kalp atışlarını duyduk. Ben daha 1 ay sonrasında bekliyordum, şok oldum. Kafası ve ayakları var. Yumurta gibi birşey. Ultrason fotorafları hekese gösterildi tabii, hatta Friends'le aramızda "ya bu aygıttan ortak alsak, bugün bize yarın size lazım, her akşam film seyreder gibi düdükcanı izleriz" şeklinde fikir alışverişi bile gerçekleşti.
1 ayda 1 kilo almışım sanırım, makarna pilav fazla yeme dedi, ama mümkün mü? Canım sürekli boktan şeyler istiyor. Öyle aman aman mide bulantısı da olmayınca deli gibi yiyesim var. Çok pis acıkıyorum. Sonra deli gibi yiyince bu defa da midem rahatsız oluyor. Seyahatlerden kendimi pek dinlendiremiyorum ya bari yemeklere azami özen göstereyim derdindeyim. Bizim ofisin mutfağından sorumlu Gül, hergün ne yediğimden, sütünüm meyvamın saatine kadar sürekli tetikte. Garibim kendi hamileliğinde 9 ay kusunca, yiyen insan üzerinde kendini tatmin ediyor.
Kıyafetler şimdiden bel sıkmaya başladı. Geçen hafta ucuzcu Mangodan 7,90 na kanvas düşürdüm bir tane. 38 beden. Herhalde birkaç ay idare eder beni ve doğum sonrası için de kullanılabilir. Kısacası hamileliğe ilk yatırımımı yaptım. Ama her giysim 34-36 beden ve de slim fit olduğundan hamilelik bana pahalıya patlayacak gibi geliyor.
Ablamdan müthiş 2 kitap aldım. Biri "Annelik ve Bebek Bakımı" diğeri "Bebeğinizi beklerken size neler bekler". İlki çok resimli genel anlatımlı diğeri daha çok soru cevap ve yazılardan oluşuyor. İlker özellikle resimli olanı elinden düşürmüyor.
Hayatında Sinema dergisinden başka bir yazılı yapıta ilgi duymamış biri için inanılmaz bir durum. Hemen her gece uyuyakaldığımdan dolayı bol bol vakti oluyor ve her sabah öğrendiklerini bana satıyor. Kısacası şimdilik hamilelik konusunda benden çok şey biliyor.
Şimdilik düdükcandan bu kadar... Herkeslerin akıl vermesi pek hoş da, şu en iyi doktor benimki sendromu ilginç. Ben bir doktorun tavsiye ettiği birine gidiyorum, tonton bir ihtiyar. Bakalım başa birini arayacak mı gözlerim?
8 hafta bitmişti ki doktora gittik. Adam direkt kocaman olmuş bu dedi. Sonra hiç beklemediğimiz birşey oldu. Kalp atışlarını duyduk. Ben daha 1 ay sonrasında bekliyordum, şok oldum. Kafası ve ayakları var. Yumurta gibi birşey. Ultrason fotorafları hekese gösterildi tabii, hatta Friends'le aramızda "ya bu aygıttan ortak alsak, bugün bize yarın size lazım, her akşam film seyreder gibi düdükcanı izleriz" şeklinde fikir alışverişi bile gerçekleşti.
1 ayda 1 kilo almışım sanırım, makarna pilav fazla yeme dedi, ama mümkün mü? Canım sürekli boktan şeyler istiyor. Öyle aman aman mide bulantısı da olmayınca deli gibi yiyesim var. Çok pis acıkıyorum. Sonra deli gibi yiyince bu defa da midem rahatsız oluyor. Seyahatlerden kendimi pek dinlendiremiyorum ya bari yemeklere azami özen göstereyim derdindeyim. Bizim ofisin mutfağından sorumlu Gül, hergün ne yediğimden, sütünüm meyvamın saatine kadar sürekli tetikte. Garibim kendi hamileliğinde 9 ay kusunca, yiyen insan üzerinde kendini tatmin ediyor.
Kıyafetler şimdiden bel sıkmaya başladı. Geçen hafta ucuzcu Mangodan 7,90 na kanvas düşürdüm bir tane. 38 beden. Herhalde birkaç ay idare eder beni ve doğum sonrası için de kullanılabilir. Kısacası hamileliğe ilk yatırımımı yaptım. Ama her giysim 34-36 beden ve de slim fit olduğundan hamilelik bana pahalıya patlayacak gibi geliyor.
Ablamdan müthiş 2 kitap aldım. Biri "Annelik ve Bebek Bakımı" diğeri "Bebeğinizi beklerken size neler bekler". İlki çok resimli genel anlatımlı diğeri daha çok soru cevap ve yazılardan oluşuyor. İlker özellikle resimli olanı elinden düşürmüyor.
Hayatında Sinema dergisinden başka bir yazılı yapıta ilgi duymamış biri için inanılmaz bir durum. Hemen her gece uyuyakaldığımdan dolayı bol bol vakti oluyor ve her sabah öğrendiklerini bana satıyor. Kısacası şimdilik hamilelik konusunda benden çok şey biliyor.
Şimdilik düdükcandan bu kadar... Herkeslerin akıl vermesi pek hoş da, şu en iyi doktor benimki sendromu ilginç. Ben bir doktorun tavsiye ettiği birine gidiyorum, tonton bir ihtiyar. Bakalım başa birini arayacak mı gözlerim?
6 Ağustos 2008 Çarşamba
Leylek leylek havada
Tatilde serin sularda kulaç atarken tepemizden iri kanatlı bir leylek geçti. Tamam dedim, bu aralar gör dötüm yollar...
Tatil dönüşü tek bir gün işe gittim. İşler yığılmış tabii, akşam 9 a kadar ofisten çıkamadım. Ertesi gün Almanyaya gittim. 3 günlük seyahatin eğlence ile alakası yoktu ama berbat Allendorf köyü yerine Franfurtta toplantı ilaç gibiydi, hiç şikayet edemem.
Düdükcanın uyumlu bir velet olacağını düşünüyorum. Uçağa bineceğim sabah hariç hiç midemi bulandırmadı. Ona da çözüm buldum gibi. Kalkar kalmaz 2 tuzlu kraker üstüne 15 dk daha uyku, sonra hiç bulantı kalmıyor. İlker verdi bana bu aklı, biryerlerde okumuş.
Frankfurt gündüzleri milyona yakın kişiyi ağırlarken gece sadece 60.000 kişinin ikamet ettiği bir ticaret ve finans şehri. Main nehri boyunca yürüyüş yapanları, bisiklet binenleri görünce ah dedim insanlar ne insanca yaşıyor bazı medeni memleketlerde. Her yer müze, her yer yeşil...
Yemek yediğimiz yerler ilginçti. İlk akşam geleneksel bir lokantaya gittik. Göt göte oturduk, elma şarabı vardı. Sirke gibi kokuyordu, kimse alınmasın. Hamile olmasam da içmezdim herhalde :) ama menü müthişti. Sadece domuz eti vardı. Hadi biz alışkın değiliz yemiyoruz mereti, ee peki garibim vejeteryanlar napıyor bu memlekette? Meğer Avrupa genelinde vejeteryanlık trend olduğu için sadece onlara hitap eden lokantalar pek pahalı oluyormuş. Canım Türkiyemde bir zeytinyağlı menüsü seçtin mi canavar gibi yersin sebzelerin her türlüsünü. Öyle kokoş vejeteryan lokantasına ihtiyaç bile hissetmezsin. Ben o akşam tavuğa da razıydım da et namına yenebilecek hiçbirşey olmadığından haşlanmış patates yanına krem peynirle akşamı geçirdim. Erkenden otele kaçtım, nasıl uyumuşum:) Ertesi gün tüm gün toplantıda geçti. Akşam gruptan sadece 2 kişi kalmıştık, erken bir akşam yemeği üzerine biraz alışveriş yapar mıyım dedim. Meğer dükkanlar 7 dedin mi kapanıyormuş. İnanılmaz birşey, hava bile kararmıyor. Yemeği 30 yıldır hizmet veren bir gay barda yedik. Adı Grossenwahn, çok çılgın gibi bir anlamı varmış. Gerçekten öyle. Duvarlarda feminen yazılar, kadın ağırlıklı afişler... Üniversitedeyken Beyoğlunda Alman Biraevi diye bir mekana takılırdık. Süper müzik yapan bir grup vardı. İşte mekan aynen oraya benziyor, sadece burada yemek yiyebiliyorsun. Menüsü elle yazılmıştı ve İngilizcesi yoktu, sebebi menünün hergün değişmesiymiş. Sade ama her türden nefis seçeneklere sahipti. Ben pesto soslu spagetti yedim. Herhangi bir restoranda yememiş olmama rağmen evde kendimce deneyip çok beğendiğim bir tarif vardı. Ama aklımda hep acaba gerçekten pesto sos böyle mi oluyor sorusu!! Yanımdaki İtalyana tattırdım, usulüne uygunmuş. Derin bir oh çektim, içgüdülerimle doğru tarifi deniyormuşum meğer. Yine tanımadığımız insanlarla aynı masayı paylaştık. Bir de Almanlara soğuk derler, her daim dipdibeler.
Ev sahibi Robert bize yemek sonrası kısa bir şehir turu yaptırdı. Müzeleri, katedrali, 2. dünya savaşında yerle bir olduktan sonra aslı korunarak yapılan meydanı gösterdi. Ufak ama şehrin havasını koklamak açısından güzel bir turdu. Zaten iş seyahatine gidip de fazlasını beklemek iyimserlik olurdu.
Son gün gördüğüm tek şey havaalanı oldu. Aktarmasız İzmir uçuşu pek yormadı aslında sadece Almancıların kalitesizliği her noktada kendini gösterdi. Yüzlerce bavulla ve sürü halinde seyahat etmelerinden tutun da yanımdaki türbanlı din gösterişçisinin gereksiz kibarlığına kadar yolculuğun bu tarafından hiç hoşlanmadım. Evet gösterişçi!! Sanki kıbleyi biliyormuş gibi oturduğu yerden namaz kılması, ne yapıp edip yanındaki delikanlıyı arka sıraya gönderip yanına yaşlı bir teyzeyi oturtunca rahatlaması, islami usullere göre kesilmemiştir diye verilen tavuğu dahi yememesi bir de üstüne Kur'an-ı Kerim açıp okumasına gösterişten başka bir anlam yükleyemedim! Tabi benim de Soner Yalçın'ın "Siz Kimi Kandırıyorsunuz!" kitabını açmam tam bir ironiydi.
Bu arada kitap süper. Tatildeyken almıştım ve inanılmaz sardı ! 1 haftada bitirdim. Tarihin tozlu raflarına el atıyor yine ve üzerindeki sis perdesini kaldırıyor. Bunları ve benzerlerini okumak lazım ki üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bize öğretilmeyen tarihinden kendimize dersler çıkaralım.
Tatil dönüşü tek bir gün işe gittim. İşler yığılmış tabii, akşam 9 a kadar ofisten çıkamadım. Ertesi gün Almanyaya gittim. 3 günlük seyahatin eğlence ile alakası yoktu ama berbat Allendorf köyü yerine Franfurtta toplantı ilaç gibiydi, hiç şikayet edemem.
Düdükcanın uyumlu bir velet olacağını düşünüyorum. Uçağa bineceğim sabah hariç hiç midemi bulandırmadı. Ona da çözüm buldum gibi. Kalkar kalmaz 2 tuzlu kraker üstüne 15 dk daha uyku, sonra hiç bulantı kalmıyor. İlker verdi bana bu aklı, biryerlerde okumuş.
Frankfurt gündüzleri milyona yakın kişiyi ağırlarken gece sadece 60.000 kişinin ikamet ettiği bir ticaret ve finans şehri. Main nehri boyunca yürüyüş yapanları, bisiklet binenleri görünce ah dedim insanlar ne insanca yaşıyor bazı medeni memleketlerde. Her yer müze, her yer yeşil...
Yemek yediğimiz yerler ilginçti. İlk akşam geleneksel bir lokantaya gittik. Göt göte oturduk, elma şarabı vardı. Sirke gibi kokuyordu, kimse alınmasın. Hamile olmasam da içmezdim herhalde :) ama menü müthişti. Sadece domuz eti vardı. Hadi biz alışkın değiliz yemiyoruz mereti, ee peki garibim vejeteryanlar napıyor bu memlekette? Meğer Avrupa genelinde vejeteryanlık trend olduğu için sadece onlara hitap eden lokantalar pek pahalı oluyormuş. Canım Türkiyemde bir zeytinyağlı menüsü seçtin mi canavar gibi yersin sebzelerin her türlüsünü. Öyle kokoş vejeteryan lokantasına ihtiyaç bile hissetmezsin. Ben o akşam tavuğa da razıydım da et namına yenebilecek hiçbirşey olmadığından haşlanmış patates yanına krem peynirle akşamı geçirdim. Erkenden otele kaçtım, nasıl uyumuşum:) Ertesi gün tüm gün toplantıda geçti. Akşam gruptan sadece 2 kişi kalmıştık, erken bir akşam yemeği üzerine biraz alışveriş yapar mıyım dedim. Meğer dükkanlar 7 dedin mi kapanıyormuş. İnanılmaz birşey, hava bile kararmıyor. Yemeği 30 yıldır hizmet veren bir gay barda yedik. Adı Grossenwahn, çok çılgın gibi bir anlamı varmış. Gerçekten öyle. Duvarlarda feminen yazılar, kadın ağırlıklı afişler... Üniversitedeyken Beyoğlunda Alman Biraevi diye bir mekana takılırdık. Süper müzik yapan bir grup vardı. İşte mekan aynen oraya benziyor, sadece burada yemek yiyebiliyorsun. Menüsü elle yazılmıştı ve İngilizcesi yoktu, sebebi menünün hergün değişmesiymiş. Sade ama her türden nefis seçeneklere sahipti. Ben pesto soslu spagetti yedim. Herhangi bir restoranda yememiş olmama rağmen evde kendimce deneyip çok beğendiğim bir tarif vardı. Ama aklımda hep acaba gerçekten pesto sos böyle mi oluyor sorusu!! Yanımdaki İtalyana tattırdım, usulüne uygunmuş. Derin bir oh çektim, içgüdülerimle doğru tarifi deniyormuşum meğer. Yine tanımadığımız insanlarla aynı masayı paylaştık. Bir de Almanlara soğuk derler, her daim dipdibeler.
Ev sahibi Robert bize yemek sonrası kısa bir şehir turu yaptırdı. Müzeleri, katedrali, 2. dünya savaşında yerle bir olduktan sonra aslı korunarak yapılan meydanı gösterdi. Ufak ama şehrin havasını koklamak açısından güzel bir turdu. Zaten iş seyahatine gidip de fazlasını beklemek iyimserlik olurdu.
Son gün gördüğüm tek şey havaalanı oldu. Aktarmasız İzmir uçuşu pek yormadı aslında sadece Almancıların kalitesizliği her noktada kendini gösterdi. Yüzlerce bavulla ve sürü halinde seyahat etmelerinden tutun da yanımdaki türbanlı din gösterişçisinin gereksiz kibarlığına kadar yolculuğun bu tarafından hiç hoşlanmadım. Evet gösterişçi!! Sanki kıbleyi biliyormuş gibi oturduğu yerden namaz kılması, ne yapıp edip yanındaki delikanlıyı arka sıraya gönderip yanına yaşlı bir teyzeyi oturtunca rahatlaması, islami usullere göre kesilmemiştir diye verilen tavuğu dahi yememesi bir de üstüne Kur'an-ı Kerim açıp okumasına gösterişten başka bir anlam yükleyemedim! Tabi benim de Soner Yalçın'ın "Siz Kimi Kandırıyorsunuz!" kitabını açmam tam bir ironiydi.
Bu arada kitap süper. Tatildeyken almıştım ve inanılmaz sardı ! 1 haftada bitirdim. Tarihin tozlu raflarına el atıyor yine ve üzerindeki sis perdesini kaldırıyor. Bunları ve benzerlerini okumak lazım ki üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bize öğretilmeyen tarihinden kendimize dersler çıkaralım.
27 Temmuz 2008 Pazar
bir yol hikayesi - bölüm 7 : tatil bitiyor ama ya aksiyon??
11 temmuz cuma...
Sıcak bir sabaha uyandık, eşyalarımızı arabaya koyduk, bugün hedef Dalyanda Bacardi Turu.
Ali Kaptanın meşhur teknesine bindik. Dalyanda yüzlerce tekne var. Hemen hepsi Ekincik turu yapıyor, dolayısı ile tüm tekneler içiçe denize giriyor. Ali Kaptanın sadece çarşamba ve cumaları yaptığı Bacardi turu çok farklı. Yine İztuzu plajı var ama denize açıldığında sola doğru dümeni kırıyor ki bakir koyların tadına varalım.
Tat deyince aklıma geldi. Tatile çıkalı 5 gün oldu, hep denize yakın takıldık ama daha balık yiyemedik derken, sabah Ali Kaptanın elinde balıkları görünce derin bir oh çektik. Öğle yemeğinde ıssız bir koya yanaştık. Burada 15 gündür yaşayan 2 yoksul amca vardı. Ali Kaptana ve hanımına yemek için yardım edip karşılığında yemekten nasipleniyorlar. Baktık biz teknede uyuklarken millet ateşin başına çöreklenmiş. Meğer balıkların sayısı azmış, hamileyim ya :) sonuncuyu ilker benim için kaptı, az biraz kızlarla paylaştım. Tek balık hadisemiz de bu kadarcık oldu.
Caretta caretta göremedik maalesef. İztuzunda yengeçler de pek tatmin etmedi. Derken dönüşümüzde hava bir karardı, karşıki dağlara bulutlar yüklendi. Tatilin bittiğinin habercisi gibiydiler. Biz de yüklendik eşyalarımızı doğru Marmarise.
Yolda şimşekler, yağmur, fırtına... müthiş bir tatil vedasıydı.
Marmariste biraz yürüyüş yaptık, özlediğimiz Burger Kingten yeme fırsatı bulduk ama otele geldiğimizde pişman olduk. Çünkü Çınar Muğla Evleri aslında lokantaymış, hem de kocaman bir menüsü varmış, hatta balık bile varmış!!! Kokoşlar yer yatağını tercih etmedikleri için Muğla evlerinde kaldı, biz yer yataklarında yattık, ördek, kurbağa ve tavuk sesleri ile harika bir gece geçirdik.
12 temmuz cumartesi...
tatil bitiyor. Son günümüz.. Arabamız bozulmamış olsaydı bugün Gökova turuna çıkacaktık ama üst üste 3. tekne turu bünyemize ağır geleceğinden vazgeçtik, hem eve erken dönmenin sakıncası yok. Çınar Muğla Evleri, sadece kahvaltısı için bile kalınabilecek bir yer. Ekmekler orada yapılıyor, yumurtası balı bir başka. Gökova turu için bir haftasonu kaçamağı için yine burada kalmayı planlıyoruz. Sanıyorum tüm tatil boyunca en sevdiğimiz otel burasıydı. Yıllar önce kahvaltı ve lokanta olarak açılmış, sonra otel olarak da hizmet vermeye başlamış, yayla evlerindeki odalar her türlü konfora sahipti ve yer yatağı da inanılmaz rahattı.
Sorduk soruşturduk, birkaç saatimizi nerede denize girerek değerlendiririz diye. İncekum plajını önerdiler. Sedir Adası yolundan birkaç km ilerleyip arabayı bırakıyorsunuz, traktörlerle plaja indiriyorlar. Aman tanrım!!! tam bir günübirlikçi cenneti, piknik sepetini kapan, haşemasını giyen gelmiş. Bizim gibi normal insan evlatları da vardı ama azınlıktaydık. Bir ağaç gölgesine doluştuk. Ama keyfimiz kaçık. Alışmışız bakir koyların fatihi olmaya burda terliğini bırakacak boşluk yok. Neyse dedik ki bir denize girelim sonra toparlanır başka yere gideriz. Orçun, Gül, ben İlker daldık sulara, kalabalıktan arınalım diye kulaçladık uzaklara, iyice açıldık. Birden kıyıdaki kalabalığın arasında bir panik havası oluştu. Çığlıklar, kaçışmalar, yoksa köpekbalığı mı paniği yaşadık ama sadece birkaç saniye, çünkü insanların arasına karışan BADEM'di. Milli fokumuz BADEM. Bir ara kalabalıktan sıyrılıp açığa geldi, bize birkaç atlayıp zıplama hareketi sergiledi sonra yine kalabalığa yanaştı. Bir genç kıza öyle saldırdı ki - yada uzaktan biz öyle gördük - acayip tırsmaya başladık. Hamileyim ya bana böyle aksiyonlar yasak diye, İlker hadi dedi kenarda kenardan çıkalım denizden, ne olur ne olmaz. Hızlı hızlı yüzüyoruz kıyıya, geliyor demeye kalmadı o badem gözleri ve minik burnuyla burun buruna geldim. Bastım tabii çığlığı. Geçtim ilkerin arkasına siper aldım karnıma bu arada Tufan kıyıdan sürekli deklanjöre basıyor hain :) hadi biz yırttık, arkamızda Orçun başladı fokla boğuşmaya, güle hadi çık diyor, gül orçunun başı dertte sanıyor, geri dönmeye yelteniyor. Neyse ki sonunda bizimle pek eğlenemedi, başkalarına sardı.
(Bu resimdekiler tabii ki bizler değiliz, bizim dehşet fotoğraflarımızdansa bu mutlu tabloyu koymayı tercih ettim)
Bademi ofisteki arkadaşımın mavi yolculuğu sırasında çektiği video görüntülerinden görüp zararsız olduğunu düşünmüştüm ama sonraları gazetelerde çıkan yaklaşmayın haberleri sanıyorum bilinçaltıma yerleşmiş, açıkça korktum. Hamileliğin etkisi de var tabii, ne de olsa 150 kiloluk bir yaratık ve huyunu bilmiyorsun. Kıyıdan Bademi izlemek acayip eğlenceliydi. İnsanlarla bu kadar içiçe olması onun için yarar mı zarar mı bilmiyorum ama doğal bir yaşam şekli olmadığı kesin. Geçen hafta gazetede okudum, yaz aylarında bir havuza kapatılması uygun bulunmuş. Her insan bizim gibi değil ki, zarar verenler de olabilir.
Belki de bizlerden uzakta yaşaması onun için daha uygun.
Adrenalin yüklü tatilin son günü de işte böyle geçti...
akşam sonunda kendi yatağımızdaydık...
Sonra düşündüm, insanları tatilde tanırsın lafı ne kadar doğru.
Yıllardır bildiğim insanların bilmediğim ne kadar çok yönü varmış.
Mesela;
1. Orçunun gülü bu kadar sevdiğiini bilmiyordum :) hani yangından foktan kurtarması bi kenara hergün deli gibi süt içiriyor, kemik erimesi olmasın diye
2. Herkesin yemeklerle ilgili takıntıları var; ilkerle ben maydonoz, gül dışarda salata, tufan dışarıda hemen hemen hiçbirşey yemiyor. Orçunla Zeynepin çok takıntısı yok yemek konusunda
3. zeynepin kedi ve köpek takıntısı benimkini bile geçiyor.
4. herkes benim deli manyak bir haşlanmış mısır manyağı olduğumu öğrendi tatil boyunca. çünkü pis sularda haşlanmıştır diye dışarıdan alamadım ama ağzımı suyu aktı.
5. tufan mutlaka sabahları kahve içmesi lazım ayılması için ve bir dahaki tatili muhtemelen herşey dahil 5 yıldızlılarda geçirecek.
....
evet evet insanları tatilde iyi tanıyorsun, onlar da seni...
Sıcak bir sabaha uyandık, eşyalarımızı arabaya koyduk, bugün hedef Dalyanda Bacardi Turu.
Ali Kaptanın meşhur teknesine bindik. Dalyanda yüzlerce tekne var. Hemen hepsi Ekincik turu yapıyor, dolayısı ile tüm tekneler içiçe denize giriyor. Ali Kaptanın sadece çarşamba ve cumaları yaptığı Bacardi turu çok farklı. Yine İztuzu plajı var ama denize açıldığında sola doğru dümeni kırıyor ki bakir koyların tadına varalım.
Tat deyince aklıma geldi. Tatile çıkalı 5 gün oldu, hep denize yakın takıldık ama daha balık yiyemedik derken, sabah Ali Kaptanın elinde balıkları görünce derin bir oh çektik. Öğle yemeğinde ıssız bir koya yanaştık. Burada 15 gündür yaşayan 2 yoksul amca vardı. Ali Kaptana ve hanımına yemek için yardım edip karşılığında yemekten nasipleniyorlar. Baktık biz teknede uyuklarken millet ateşin başına çöreklenmiş. Meğer balıkların sayısı azmış, hamileyim ya :) sonuncuyu ilker benim için kaptı, az biraz kızlarla paylaştım. Tek balık hadisemiz de bu kadarcık oldu.
Caretta caretta göremedik maalesef. İztuzunda yengeçler de pek tatmin etmedi. Derken dönüşümüzde hava bir karardı, karşıki dağlara bulutlar yüklendi. Tatilin bittiğinin habercisi gibiydiler. Biz de yüklendik eşyalarımızı doğru Marmarise.
Yolda şimşekler, yağmur, fırtına... müthiş bir tatil vedasıydı.
Marmariste biraz yürüyüş yaptık, özlediğimiz Burger Kingten yeme fırsatı bulduk ama otele geldiğimizde pişman olduk. Çünkü Çınar Muğla Evleri aslında lokantaymış, hem de kocaman bir menüsü varmış, hatta balık bile varmış!!! Kokoşlar yer yatağını tercih etmedikleri için Muğla evlerinde kaldı, biz yer yataklarında yattık, ördek, kurbağa ve tavuk sesleri ile harika bir gece geçirdik.
12 temmuz cumartesi...
tatil bitiyor. Son günümüz.. Arabamız bozulmamış olsaydı bugün Gökova turuna çıkacaktık ama üst üste 3. tekne turu bünyemize ağır geleceğinden vazgeçtik, hem eve erken dönmenin sakıncası yok. Çınar Muğla Evleri, sadece kahvaltısı için bile kalınabilecek bir yer. Ekmekler orada yapılıyor, yumurtası balı bir başka. Gökova turu için bir haftasonu kaçamağı için yine burada kalmayı planlıyoruz. Sanıyorum tüm tatil boyunca en sevdiğimiz otel burasıydı. Yıllar önce kahvaltı ve lokanta olarak açılmış, sonra otel olarak da hizmet vermeye başlamış, yayla evlerindeki odalar her türlü konfora sahipti ve yer yatağı da inanılmaz rahattı.
Sorduk soruşturduk, birkaç saatimizi nerede denize girerek değerlendiririz diye. İncekum plajını önerdiler. Sedir Adası yolundan birkaç km ilerleyip arabayı bırakıyorsunuz, traktörlerle plaja indiriyorlar. Aman tanrım!!! tam bir günübirlikçi cenneti, piknik sepetini kapan, haşemasını giyen gelmiş. Bizim gibi normal insan evlatları da vardı ama azınlıktaydık. Bir ağaç gölgesine doluştuk. Ama keyfimiz kaçık. Alışmışız bakir koyların fatihi olmaya burda terliğini bırakacak boşluk yok. Neyse dedik ki bir denize girelim sonra toparlanır başka yere gideriz. Orçun, Gül, ben İlker daldık sulara, kalabalıktan arınalım diye kulaçladık uzaklara, iyice açıldık. Birden kıyıdaki kalabalığın arasında bir panik havası oluştu. Çığlıklar, kaçışmalar, yoksa köpekbalığı mı paniği yaşadık ama sadece birkaç saniye, çünkü insanların arasına karışan BADEM'di. Milli fokumuz BADEM. Bir ara kalabalıktan sıyrılıp açığa geldi, bize birkaç atlayıp zıplama hareketi sergiledi sonra yine kalabalığa yanaştı. Bir genç kıza öyle saldırdı ki - yada uzaktan biz öyle gördük - acayip tırsmaya başladık. Hamileyim ya bana böyle aksiyonlar yasak diye, İlker hadi dedi kenarda kenardan çıkalım denizden, ne olur ne olmaz. Hızlı hızlı yüzüyoruz kıyıya, geliyor demeye kalmadı o badem gözleri ve minik burnuyla burun buruna geldim. Bastım tabii çığlığı. Geçtim ilkerin arkasına siper aldım karnıma bu arada Tufan kıyıdan sürekli deklanjöre basıyor hain :) hadi biz yırttık, arkamızda Orçun başladı fokla boğuşmaya, güle hadi çık diyor, gül orçunun başı dertte sanıyor, geri dönmeye yelteniyor. Neyse ki sonunda bizimle pek eğlenemedi, başkalarına sardı.
(Bu resimdekiler tabii ki bizler değiliz, bizim dehşet fotoğraflarımızdansa bu mutlu tabloyu koymayı tercih ettim)
Bademi ofisteki arkadaşımın mavi yolculuğu sırasında çektiği video görüntülerinden görüp zararsız olduğunu düşünmüştüm ama sonraları gazetelerde çıkan yaklaşmayın haberleri sanıyorum bilinçaltıma yerleşmiş, açıkça korktum. Hamileliğin etkisi de var tabii, ne de olsa 150 kiloluk bir yaratık ve huyunu bilmiyorsun. Kıyıdan Bademi izlemek acayip eğlenceliydi. İnsanlarla bu kadar içiçe olması onun için yarar mı zarar mı bilmiyorum ama doğal bir yaşam şekli olmadığı kesin. Geçen hafta gazetede okudum, yaz aylarında bir havuza kapatılması uygun bulunmuş. Her insan bizim gibi değil ki, zarar verenler de olabilir.
Belki de bizlerden uzakta yaşaması onun için daha uygun.
Adrenalin yüklü tatilin son günü de işte böyle geçti...
akşam sonunda kendi yatağımızdaydık...
Sonra düşündüm, insanları tatilde tanırsın lafı ne kadar doğru.
Yıllardır bildiğim insanların bilmediğim ne kadar çok yönü varmış.
Mesela;
1. Orçunun gülü bu kadar sevdiğiini bilmiyordum :) hani yangından foktan kurtarması bi kenara hergün deli gibi süt içiriyor, kemik erimesi olmasın diye
2. Herkesin yemeklerle ilgili takıntıları var; ilkerle ben maydonoz, gül dışarda salata, tufan dışarıda hemen hemen hiçbirşey yemiyor. Orçunla Zeynepin çok takıntısı yok yemek konusunda
3. zeynepin kedi ve köpek takıntısı benimkini bile geçiyor.
4. herkes benim deli manyak bir haşlanmış mısır manyağı olduğumu öğrendi tatil boyunca. çünkü pis sularda haşlanmıştır diye dışarıdan alamadım ama ağzımı suyu aktı.
5. tufan mutlaka sabahları kahve içmesi lazım ayılması için ve bir dahaki tatili muhtemelen herşey dahil 5 yıldızlılarda geçirecek.
....
evet evet insanları tatilde iyi tanıyorsun, onlar da seni...
21 Temmuz 2008 Pazartesi
bir yol hikayesi - bölüm 6 : heyecana biraz ara
9 temmuz çarşamba...
sabahın erken saatlerinde kaya misafir evinden ayrılırken filiz hanımın annesini çektim kenara nefis yayla çorbasının tarifini aldım, yakında deneyeceğim.
Heyecana biraz ara başlığını attım ama yolumuzu kaybettik diye 2 defa aynı yolu gitmemizi saymadığım için.
Hamile filan demedim Tlos a tırmandım, kimse engel olamadı bana. keçilik çocukluktan kalma, ağaçtı, tepeydi dinlemez tırmanırdım. ilker çok şekerdi, baba ya beni tırmanırken korumaya filan çalışıyor ama saklıkent macerasının sonunda itiraf etti, ben bu işte ondan daha dengeli ve başarılıyım. Saklıkentteki buz gibi sular, tanrının eliyle açtığı su yolları yorgunluğu filan unutturdu.
Ama benim ofis ve telefonlar yine rahat bırakmadı. ne araba ne de diğer tüm sıkıntılar benim tatilimi boka çeviren sanıyorum bu boktan işler oldu. Fethiyede nasıl yamaç paraşütü canım çektiyse saklıkentte de raftinge aş erdim ama kimse yemedi, dolayısı ile adrenalin bir sonraki tatile kaldı benim için. akşam göceke uğradık. Tatil planı yaparken dediler ki Göcek pahalıdır, kalacaksanız Ortacada kalın, Göcekte 12 adalar turuna çıkarsınız. Tavsiye edilen tekneyi görelim önce dedik. Meğer günlük turlardanmış, hani masalı olanlardan. ne yatabiliyorsun ne de rahatça denize girebiliyorsun. EE kaldık mı yine düdük gibi? Oturduğumuz kafedeki garson imdadımıza yetişti birkaç özel tekne ile görüştük, biraz tuzluya mal olmakla beraber sadece kaptan eşi ve bizim grubun olacağı tur için anlaştık. yemekler bizden... İnanılmaz yorulduğumu otele gidince anladım ve de acıktığımı. hayatımda hiç bu kadar mutsuz hissetmemiştim. Kötü ve pahalı bir yemek yedik, direkt otele kaçtık uyumaya. Otel kaldıklarımız içinde en ucuzu idi. Sürekli etrafta dolaşan köpek öncelikle zeynepi sonra da beni acayip rahatsız etti. Otelin dışı da çok farklı değildi, heryer köpek...
10 Temmuz Perşembe...
huzurluydu, neden?
1. beni ofisten aramadıkları tek gündü.
2. yemekleri kendimiz getirdiğimiz için tufan rahatça yemek yiyebildi
3. salatayı biz yaptığımız için gül rahat rahat salata yiyebildi.
4. tekne tek başımıza bizimdi istediğimiz her koya irip çıkabildik.
Göcek gerçekten cennetten bir köşeymiş, kaptanımız ve eşi çok genç bir çiftti, bizimle yüzdüler, mutfaklarını kullanmamıza bişey demediler hatta onlara az iş düştü diye acayip sevindiler. Muhteşem sulara bıraktık kendimizi, defalarca metrelerce yüzdüm, tüm yılın stresini belki de sadece bugün atabildiğimiz hissettim. Arka fonda Orçunun "bugün perşembe tatil bitiyor" mırıltıları olmasa tabi herşey daha iyi olurdu :)
O akşam farkettik ki bizim için gecelere akmak hayal, bütün gün denizde canımız çıkıyor ve sonrası direkt yatak. neticede kimse ilkerin karaoke bar teklifine yüz vermedi ve sakin bir gece için yemekten sonra otelin yolunu tuttuk.
sabahın erken saatlerinde kaya misafir evinden ayrılırken filiz hanımın annesini çektim kenara nefis yayla çorbasının tarifini aldım, yakında deneyeceğim.
Heyecana biraz ara başlığını attım ama yolumuzu kaybettik diye 2 defa aynı yolu gitmemizi saymadığım için.
Hamile filan demedim Tlos a tırmandım, kimse engel olamadı bana. keçilik çocukluktan kalma, ağaçtı, tepeydi dinlemez tırmanırdım. ilker çok şekerdi, baba ya beni tırmanırken korumaya filan çalışıyor ama saklıkent macerasının sonunda itiraf etti, ben bu işte ondan daha dengeli ve başarılıyım. Saklıkentteki buz gibi sular, tanrının eliyle açtığı su yolları yorgunluğu filan unutturdu.
Ama benim ofis ve telefonlar yine rahat bırakmadı. ne araba ne de diğer tüm sıkıntılar benim tatilimi boka çeviren sanıyorum bu boktan işler oldu. Fethiyede nasıl yamaç paraşütü canım çektiyse saklıkentte de raftinge aş erdim ama kimse yemedi, dolayısı ile adrenalin bir sonraki tatile kaldı benim için. akşam göceke uğradık. Tatil planı yaparken dediler ki Göcek pahalıdır, kalacaksanız Ortacada kalın, Göcekte 12 adalar turuna çıkarsınız. Tavsiye edilen tekneyi görelim önce dedik. Meğer günlük turlardanmış, hani masalı olanlardan. ne yatabiliyorsun ne de rahatça denize girebiliyorsun. EE kaldık mı yine düdük gibi? Oturduğumuz kafedeki garson imdadımıza yetişti birkaç özel tekne ile görüştük, biraz tuzluya mal olmakla beraber sadece kaptan eşi ve bizim grubun olacağı tur için anlaştık. yemekler bizden... İnanılmaz yorulduğumu otele gidince anladım ve de acıktığımı. hayatımda hiç bu kadar mutsuz hissetmemiştim. Kötü ve pahalı bir yemek yedik, direkt otele kaçtık uyumaya. Otel kaldıklarımız içinde en ucuzu idi. Sürekli etrafta dolaşan köpek öncelikle zeynepi sonra da beni acayip rahatsız etti. Otelin dışı da çok farklı değildi, heryer köpek...
10 Temmuz Perşembe...
huzurluydu, neden?
1. beni ofisten aramadıkları tek gündü.
2. yemekleri kendimiz getirdiğimiz için tufan rahatça yemek yiyebildi
3. salatayı biz yaptığımız için gül rahat rahat salata yiyebildi.
4. tekne tek başımıza bizimdi istediğimiz her koya irip çıkabildik.
Göcek gerçekten cennetten bir köşeymiş, kaptanımız ve eşi çok genç bir çiftti, bizimle yüzdüler, mutfaklarını kullanmamıza bişey demediler hatta onlara az iş düştü diye acayip sevindiler. Muhteşem sulara bıraktık kendimizi, defalarca metrelerce yüzdüm, tüm yılın stresini belki de sadece bugün atabildiğimiz hissettim. Arka fonda Orçunun "bugün perşembe tatil bitiyor" mırıltıları olmasa tabi herşey daha iyi olurdu :)
O akşam farkettik ki bizim için gecelere akmak hayal, bütün gün denizde canımız çıkıyor ve sonrası direkt yatak. neticede kimse ilkerin karaoke bar teklifine yüz vermedi ve sakin bir gece için yemekten sonra otelin yolunu tuttuk.
20 Temmuz 2008 Pazar
bir yol hikayesi - bölüm 5 : heyecana devam
Usta dedi ki "I IH ben yapamam, merkez servise götürün bunu" hadiii... kaldık düdük gibi ortada. olsun bizi kimse döndüremez yolumuzdan. Kekova turuna çıkacağız! eşyaları aşağı bıraktık, arabayı Petera teslim ettik, kiralama şirketi akşam bir transfer aracı ayarladı bize, 7 de alacak, kayaköye götürecek.
Kekova turu berbat başladı, çünkü tura kara yoluyla başladık. benim bulantım filan yokken kusacağım, öyle kötü kullanıyor arabayı, sanırsam şoför öküz genleri taşıyordu. Dedim ki mızmızlanma hamilesin sana öyle geliyor. Yok ayol indik çoluk çocuk herkes perişan. Deniz böyle sallamaz adamı. Kekova turu muhteşemdi. gölgeyi katık bütün gün yattık, hemen her yerde denize girdik. Tekneden atlayamıyorum, acaip koyuyor ama olsun denize girebilmek bile muhteşem. derken farkettim ki fotograf makinasının hafıza kartı laptop da laptop da evde kalmış!!! buyrun burdan yakın! dolayısı ile kekova turuna ait tek fotograf aşağıdakinden ibaret.
Yemekleri tufan beğenmemesine rağmen bence teyzenin köftesi müthişti. yemekten yana hiç sıkıntım olmadı, zaten deli gibi yiyorum. Teknede cepimde dünya kadar ofisten mesaj vardı. Fena çok fena bakanlıktan garanti belgesi dönmüş. Ankarayla istanbulla konuştum, acayip sinirlerim bozuldu. Dedikleri herşeyi tam yapıyorsun, onayını alıp, tamam deyip tatile huzur için çıkıyorsun, hadii bilgisayar bul çalış diyorlar sana. akşam turdan yine genleri bozuk şoförle döndük otele. Peter sağolsun bilgisayarını verdi, yapabileceğim kadarıla 1 saat uğraştım, ilker Kaşa inip hafıza kartı aldı. Orçun otelin önünden denize girdi, arabanın biraz gecikeceğini öğrenen ilker kendisine katıldı, şen şakrak işler düzeliyor derken, transfer araç 7 de gelmesi gerekirken tam 9 da geldi. içinden hayatımda gördüğüm en kaba insan çıktı, ilker adamı dövmemek için nasıl bu kadar sabırlı oldu hala bilemiyorum. Bir de yanlış anlaşılma olmuş diye yalan söyledi. Virajlı yollarda birkaç kaza tehlikesi atlattık, bir defa ilker arabayı sağa çek, telefonla öyle konuş diye adamı tersledi, zeynep arabada hamile vardan yaşamak istiyoruma kadar türlü şikayetlerde bulundu, ilker adamı dövmesin diye sarsıntıyı bahane edip öne yanına geçtim. Fethiyeye geldiğimizde öküz insan arabayı başkasına verip defoldu gitti. yerine gelen adam acayip neşeli bir şöfor, ondan öğrendik ki öküz herif patronmuş, ve 5 te fethiyeden kaşa doğru yola çıkması gerektiğini bildiği halde 7 de çıkmış. güç bela Kayaköyde Kaya misafirevine vardık, saat 11 di ve yemeğimiz odalarımız hazır bizi bekliyordu, Orçunun "iyi akşamlar herkese" narası tüm tatilin esprisi oldu. Korkunç akşamın üstüne otel ilaç gibi geldi. Sahibi Filiz hanım dağcı, İngiliz arkadaşının oteli olan bu evi dara düşünce geçen yıl almış, annesi babası ile birlikte işletiyor. İşi yükü ağır ama yemekler servis öyle özenli ki insanın istemeye istemeye yaptığı iş böyle olursa istese neler yapar diyesi geliyor. Hayatımızın en güzel uykusunu çektik, mis gibi dağ havasıyla birlikte.
8 Temmuz Salı..
Sabah kalktığımızda birşeyin farkına vardık, dağ başındaydık ve arabasız 6 kişiydik. Küçük bir otel ve zeyneple ikimizi tedirgin eden köpekler... arabanın akşam fethiyeye getirileceğini öğrenmek biraz rahatlattı ama oyalanmamız gerekiyordu. Babam buraların tandırının meşhur olduğunu söyleyince yürüme mesafesinde bir tavsiye aldık. Akşam üzerine kadar kimi havuza girdi, kimi okey oynadı, sonra gydik spor ayakkabılarımızı çıktık yollara. 400 metre denen heryere en az 2 km vardı, kuşkusuz yöre halkının mesafe tayini biraz zayıf.. sonunda bulduk lokantayı, bu defa yemek konusunda benden daha hamile hassasiyeti olan tufan kuzu kokusuna dayanamayıp aç kaldı. Protein niyetine götürdüm etleri, epey de güzeldi aslında. üzerine bir güzel uyumuşum ooooh. arada ofisle görüşmelerimden ve de sinir bozukluklarndan bahsetmiyorum tabi. Akşam ilker minibüsle fethiyeye inecek, arabayı teslim alacak. Koşarkn yaşlı bir çoban teyze ; " ya yiyonuz yiyonuz, şişiyonuz, sonra koşuyonuz annamadım ben bu işi" diye kocama laf atmış. ilker de "yok teyzecim dolmuş arıyorum, burdan mı geçiyor" diye sormuş, cevap "ben daha fethiyeyi görmedim kayaköyden çıkmadım ki" olmuş. TV den zayıflamak için şehirlililerin koştuğunu spor yaptığını filan biliyor da daha 10 km uzağı görmüşlüğü yok, yurdum insanı işte..
Vee.. ilker arabayı getirdi, nasıl da özlemişiz özgür olmayı, akşam bunun şerefine Hisarönüne indik.
düşük kaliteli İngilizlerin mekanı olmuş zorlama bir tatil beldesi havası hakimdi. barlarda oturasımız bile gelmedi. Nerde Kaşın samimiyeti nerde buranın sıradanlığı..
neyse birgün arayla planlarımıza devam edebiliriz, yarın Ortacadayız ama önce Saklıkent ve Tllos.
Kekova turu berbat başladı, çünkü tura kara yoluyla başladık. benim bulantım filan yokken kusacağım, öyle kötü kullanıyor arabayı, sanırsam şoför öküz genleri taşıyordu. Dedim ki mızmızlanma hamilesin sana öyle geliyor. Yok ayol indik çoluk çocuk herkes perişan. Deniz böyle sallamaz adamı. Kekova turu muhteşemdi. gölgeyi katık bütün gün yattık, hemen her yerde denize girdik. Tekneden atlayamıyorum, acaip koyuyor ama olsun denize girebilmek bile muhteşem. derken farkettim ki fotograf makinasının hafıza kartı laptop da laptop da evde kalmış!!! buyrun burdan yakın! dolayısı ile kekova turuna ait tek fotograf aşağıdakinden ibaret.
Yemekleri tufan beğenmemesine rağmen bence teyzenin köftesi müthişti. yemekten yana hiç sıkıntım olmadı, zaten deli gibi yiyorum. Teknede cepimde dünya kadar ofisten mesaj vardı. Fena çok fena bakanlıktan garanti belgesi dönmüş. Ankarayla istanbulla konuştum, acayip sinirlerim bozuldu. Dedikleri herşeyi tam yapıyorsun, onayını alıp, tamam deyip tatile huzur için çıkıyorsun, hadii bilgisayar bul çalış diyorlar sana. akşam turdan yine genleri bozuk şoförle döndük otele. Peter sağolsun bilgisayarını verdi, yapabileceğim kadarıla 1 saat uğraştım, ilker Kaşa inip hafıza kartı aldı. Orçun otelin önünden denize girdi, arabanın biraz gecikeceğini öğrenen ilker kendisine katıldı, şen şakrak işler düzeliyor derken, transfer araç 7 de gelmesi gerekirken tam 9 da geldi. içinden hayatımda gördüğüm en kaba insan çıktı, ilker adamı dövmemek için nasıl bu kadar sabırlı oldu hala bilemiyorum. Bir de yanlış anlaşılma olmuş diye yalan söyledi. Virajlı yollarda birkaç kaza tehlikesi atlattık, bir defa ilker arabayı sağa çek, telefonla öyle konuş diye adamı tersledi, zeynep arabada hamile vardan yaşamak istiyoruma kadar türlü şikayetlerde bulundu, ilker adamı dövmesin diye sarsıntıyı bahane edip öne yanına geçtim. Fethiyeye geldiğimizde öküz insan arabayı başkasına verip defoldu gitti. yerine gelen adam acayip neşeli bir şöfor, ondan öğrendik ki öküz herif patronmuş, ve 5 te fethiyeden kaşa doğru yola çıkması gerektiğini bildiği halde 7 de çıkmış. güç bela Kayaköyde Kaya misafirevine vardık, saat 11 di ve yemeğimiz odalarımız hazır bizi bekliyordu, Orçunun "iyi akşamlar herkese" narası tüm tatilin esprisi oldu. Korkunç akşamın üstüne otel ilaç gibi geldi. Sahibi Filiz hanım dağcı, İngiliz arkadaşının oteli olan bu evi dara düşünce geçen yıl almış, annesi babası ile birlikte işletiyor. İşi yükü ağır ama yemekler servis öyle özenli ki insanın istemeye istemeye yaptığı iş böyle olursa istese neler yapar diyesi geliyor. Hayatımızın en güzel uykusunu çektik, mis gibi dağ havasıyla birlikte.
8 Temmuz Salı..
Sabah kalktığımızda birşeyin farkına vardık, dağ başındaydık ve arabasız 6 kişiydik. Küçük bir otel ve zeyneple ikimizi tedirgin eden köpekler... arabanın akşam fethiyeye getirileceğini öğrenmek biraz rahatlattı ama oyalanmamız gerekiyordu. Babam buraların tandırının meşhur olduğunu söyleyince yürüme mesafesinde bir tavsiye aldık. Akşam üzerine kadar kimi havuza girdi, kimi okey oynadı, sonra gydik spor ayakkabılarımızı çıktık yollara. 400 metre denen heryere en az 2 km vardı, kuşkusuz yöre halkının mesafe tayini biraz zayıf.. sonunda bulduk lokantayı, bu defa yemek konusunda benden daha hamile hassasiyeti olan tufan kuzu kokusuna dayanamayıp aç kaldı. Protein niyetine götürdüm etleri, epey de güzeldi aslında. üzerine bir güzel uyumuşum ooooh. arada ofisle görüşmelerimden ve de sinir bozukluklarndan bahsetmiyorum tabi. Akşam ilker minibüsle fethiyeye inecek, arabayı teslim alacak. Koşarkn yaşlı bir çoban teyze ; " ya yiyonuz yiyonuz, şişiyonuz, sonra koşuyonuz annamadım ben bu işi" diye kocama laf atmış. ilker de "yok teyzecim dolmuş arıyorum, burdan mı geçiyor" diye sormuş, cevap "ben daha fethiyeyi görmedim kayaköyden çıkmadım ki" olmuş. TV den zayıflamak için şehirlililerin koştuğunu spor yaptığını filan biliyor da daha 10 km uzağı görmüşlüğü yok, yurdum insanı işte..
Vee.. ilker arabayı getirdi, nasıl da özlemişiz özgür olmayı, akşam bunun şerefine Hisarönüne indik.
düşük kaliteli İngilizlerin mekanı olmuş zorlama bir tatil beldesi havası hakimdi. barlarda oturasımız bile gelmedi. Nerde Kaşın samimiyeti nerde buranın sıradanlığı..
neyse birgün arayla planlarımıza devam edebiliriz, yarın Ortacadayız ama önce Saklıkent ve Tllos.
19 Temmuz 2008 Cumartesi
bir yol hikayesi - bölüm 4 : aksiyon dolu tatilde ilk 2 gün
5 temmuz cumartesi...
yapılacak çok iş var ama bu düdükcan uykudan başka birşey yaptırmıyor insana. evet arkadaşın cinsiyetinin belli olmasına daha çok var, unisex bir isim düşündük, düdükcan da karar kıldık. nasılsa anlamıyo şimdilik, dalgamızı geçiyoruz. pedikürden dönüp evde uzanmış "birdcage" filmini izlerken telefon çaldı, ilkerin arabası serviste olduğundan benimki aldıydı, şimdi kiralık aracı almamız gerekiyor yani ben acele aşağı inicem, taksiyle sahile geçicem, yoldan beni alacak, iki araba döneceğiz eve. tam kapıdan girerken yine telefon. Gülle orçunun apartmanda tüp patlamış, zeynep yakınlarda olduğu için olay yerine gitmiş, şimdi ben arayıp soraymışım. zeynepi aradım, sokmuyorlarmış kimseyi apartmana. tabi telaş... gül içerde... neyse ilker kiraladığımız arabayla aldı beni hemen gittik, sokağa girer girmez ağır bir koku... sonraki günlerde duyduğumuz her mangal kokusu bize o anı hatırlatacaktı kuşkusuz. Orçun polisleri filan dinlememiş dalmış içeri, kapmış gülü, aşağıdalar. zeynep tufan hep oradalar. allahtan tüp değilmiş, klimanın elektrik kontağından çıkmış yangın ve söndürülmüş ama bütün apartman is. halılar ıslanmış, titiz gül bir taraftan eşyalarını topluyor bi taraftan halılara yanıyor. erkekler halıları kuru temizlemeye götürdü. bana iş yaptırmıyorlar, zeynep yerleri sildi. ev tamamen is kokuyor, kalamazlar orada. tatil eşyalarını toplayıp bize geldiler. işin kötüsü akşam 8 olmuştu ve daha ben bavul filan toplamamıştım. tabii bir dünya şey unutuldu. ilkerin annesine gittik mis börekleri taze meyvesularını aldık. sabah planımız 4 te kalkıp yola çıkmak!!!
6 temmuz pazar...
kalktık, tam 4 defa birşeyleri unuttuğumuzdan eve tekrar girdik, su- tüp kapatmak, ilkerin cüzdanı, benim şapkam... bir de tamamen unuttuklarımız var, IPOD, tabu oyunu, tavla, kitabım, havlu... üstüne zeynepi almak için arabadan inerken meyvesuyu dolu termosum düştü kırıldı. Nazar dedik geçiştirdik.
Aydın otoban çıkışında kahvaltı ettik... temiz havayı içimize çekerken tatili iliklerimizde hissetmeye başlamıştık. yangın, unuttuklarımız, herşey geride kalmıştı, önümüzde 1 haftalık huzur dolu bir tatil vardı ???
ölüdenize vardık, burada denize girip, birkaç saat dinlenip Kaşa doğru yola devam edecektik. Ölüdenizde 2 şezlong + 1 şemsiyenin fiyatının 15 ytl olması bile moralimizi bozmadı. fethiyeden çıktık, ilkerin sigara içesi geldi kıllık yaptım mola verip için dedim. dağ başında durduk, sigaralarını içtiler, arabaya bindik, vites geçmiyor!!! geçtiği vites değişmiyor... 1 2 3 olmuyor. kaldık dağ başında, saat 6!! araba kiralama şirketini ve servisi aradık, kaşa kadar 2. vitesle gidin dediler. 60 km gittik... ama sahilin bu kadar muhteşem olduğunu başka türlü bu kadar içimize sindiremzdik zira yol 2 saatten fazla sürdü. bu arada amacımız akşam sanayiden usta bulup ertesi güne kadar arabayı hazır ettirmek kekova turundan dönüşte basıp kayaköye dönmek. güç bela otele geldik. Medusa Otelin sahibi Peter çok sevimli bir ingiliz, bize acayip yardımcı oldu. yataklar çok rahat değilse de misafirperverlik 1 numaraydı. bizim için her ihtimale karşı 1 gece da oda ayarladı. Akşam tavsiye mekan Arabın yerine gittik. Biz balık lokantası sanıyorduk, ilgisi yokmuş. Ama hanımı bir ordöv tabağı hazırlıyor, sadece onu yemek bile yetiyor. Hayatımda hiçbir lokantada bu kadar lezzetli mezeler yememiştim. Arap ile karısı meğer Kaş restoranın efsanevi aşçılarıymış, sonra kendi yerlerini açmışlar. Arap bizi meydandan alıp lokantaya götürdü, küçücük mekan. başımıza gelenleri duyunca 1 soda şişesini kırdı, hah dedi nzar filan kalmadı üzerinizde! O gün farkettim ki bu düdükcan hadisesi en çok birada beni vuruyor. Ya bir kokuyor, içicem nerdeyse.. tatil, mis gibi yemekler, gevşemek için 1 şişe bira tam ihtiyacım olan şey ama maalesef... otele döndüğümüzde yorgunluktan ölmek üzereydik ama usta piyasada yoktu. Gece gelmiş, bişey göremeyince sabaha randevu vermiş....
yapılacak çok iş var ama bu düdükcan uykudan başka birşey yaptırmıyor insana. evet arkadaşın cinsiyetinin belli olmasına daha çok var, unisex bir isim düşündük, düdükcan da karar kıldık. nasılsa anlamıyo şimdilik, dalgamızı geçiyoruz. pedikürden dönüp evde uzanmış "birdcage" filmini izlerken telefon çaldı, ilkerin arabası serviste olduğundan benimki aldıydı, şimdi kiralık aracı almamız gerekiyor yani ben acele aşağı inicem, taksiyle sahile geçicem, yoldan beni alacak, iki araba döneceğiz eve. tam kapıdan girerken yine telefon. Gülle orçunun apartmanda tüp patlamış, zeynep yakınlarda olduğu için olay yerine gitmiş, şimdi ben arayıp soraymışım. zeynepi aradım, sokmuyorlarmış kimseyi apartmana. tabi telaş... gül içerde... neyse ilker kiraladığımız arabayla aldı beni hemen gittik, sokağa girer girmez ağır bir koku... sonraki günlerde duyduğumuz her mangal kokusu bize o anı hatırlatacaktı kuşkusuz. Orçun polisleri filan dinlememiş dalmış içeri, kapmış gülü, aşağıdalar. zeynep tufan hep oradalar. allahtan tüp değilmiş, klimanın elektrik kontağından çıkmış yangın ve söndürülmüş ama bütün apartman is. halılar ıslanmış, titiz gül bir taraftan eşyalarını topluyor bi taraftan halılara yanıyor. erkekler halıları kuru temizlemeye götürdü. bana iş yaptırmıyorlar, zeynep yerleri sildi. ev tamamen is kokuyor, kalamazlar orada. tatil eşyalarını toplayıp bize geldiler. işin kötüsü akşam 8 olmuştu ve daha ben bavul filan toplamamıştım. tabii bir dünya şey unutuldu. ilkerin annesine gittik mis börekleri taze meyvesularını aldık. sabah planımız 4 te kalkıp yola çıkmak!!!
6 temmuz pazar...
kalktık, tam 4 defa birşeyleri unuttuğumuzdan eve tekrar girdik, su- tüp kapatmak, ilkerin cüzdanı, benim şapkam... bir de tamamen unuttuklarımız var, IPOD, tabu oyunu, tavla, kitabım, havlu... üstüne zeynepi almak için arabadan inerken meyvesuyu dolu termosum düştü kırıldı. Nazar dedik geçiştirdik.
Aydın otoban çıkışında kahvaltı ettik... temiz havayı içimize çekerken tatili iliklerimizde hissetmeye başlamıştık. yangın, unuttuklarımız, herşey geride kalmıştı, önümüzde 1 haftalık huzur dolu bir tatil vardı ???
ölüdenize vardık, burada denize girip, birkaç saat dinlenip Kaşa doğru yola devam edecektik. Ölüdenizde 2 şezlong + 1 şemsiyenin fiyatının 15 ytl olması bile moralimizi bozmadı. fethiyeden çıktık, ilkerin sigara içesi geldi kıllık yaptım mola verip için dedim. dağ başında durduk, sigaralarını içtiler, arabaya bindik, vites geçmiyor!!! geçtiği vites değişmiyor... 1 2 3 olmuyor. kaldık dağ başında, saat 6!! araba kiralama şirketini ve servisi aradık, kaşa kadar 2. vitesle gidin dediler. 60 km gittik... ama sahilin bu kadar muhteşem olduğunu başka türlü bu kadar içimize sindiremzdik zira yol 2 saatten fazla sürdü. bu arada amacımız akşam sanayiden usta bulup ertesi güne kadar arabayı hazır ettirmek kekova turundan dönüşte basıp kayaköye dönmek. güç bela otele geldik. Medusa Otelin sahibi Peter çok sevimli bir ingiliz, bize acayip yardımcı oldu. yataklar çok rahat değilse de misafirperverlik 1 numaraydı. bizim için her ihtimale karşı 1 gece da oda ayarladı. Akşam tavsiye mekan Arabın yerine gittik. Biz balık lokantası sanıyorduk, ilgisi yokmuş. Ama hanımı bir ordöv tabağı hazırlıyor, sadece onu yemek bile yetiyor. Hayatımda hiçbir lokantada bu kadar lezzetli mezeler yememiştim. Arap ile karısı meğer Kaş restoranın efsanevi aşçılarıymış, sonra kendi yerlerini açmışlar. Arap bizi meydandan alıp lokantaya götürdü, küçücük mekan. başımıza gelenleri duyunca 1 soda şişesini kırdı, hah dedi nzar filan kalmadı üzerinizde! O gün farkettim ki bu düdükcan hadisesi en çok birada beni vuruyor. Ya bir kokuyor, içicem nerdeyse.. tatil, mis gibi yemekler, gevşemek için 1 şişe bira tam ihtiyacım olan şey ama maalesef... otele döndüğümüzde yorgunluktan ölmek üzereydik ama usta piyasada yoktu. Gece gelmiş, bişey göremeyince sabaha randevu vermiş....
1 Temmuz 2008 Salı
bir yol hikayesi - bölüm 3 : SÜRPRİİİİİİİİZZZZZZ!!!
deliler gibi planladığımız tatile 10 gün kalmışken, hazırlıklar tam gaz devam ediyorken bu ağzımızı sulandıran organizasyonu ikinci plana atan nedir??? hadi bakalım???
yarı final maçını tufanda izlemeye karar verdik, kızarmış patates ve tavukla 2 birayı yuvarladım, buz gibi sular içtim üstüne. ertesi sabah bir mide ağrısı, üstelik midem de bulanıyor. mideyi fena üşüttük dedim. bu sıkıntı bütün gün sürerken, birden bir ampul yandı kafamda... ilkeri aradım, gerekli testleri al, evde buluşalım!! eh beni acayip tanıyan bir kocam var, 2 tane almış. POZİTİF!!! ama beni tatmin etmedi tabii ki. ertesi gün kan testi ve ultrasonla kesinleşti. 2 ay kadar önce olmuyor işte diye kuduruyordum, şimdi hiçbir şey hissetmiyorum.
ilker çıldırdı, hemen herkese söyleyelim diye tutturdu. Bir sen bir ben bir de bebek şarkısı dilinden düşmedi bütün gece. annemlerin yazlığına gittik, ilker duruyu organize etti haberi ona verdirtti. herkes acayip mutlu oldu tabii. sonra ertesi gün ilkerin annesine gittik kahvaltıda ilknurun yardımıyla söyledik, çıldırdı sağı solu aramaya başladı. Taze meyve suları mis gibi yemekler gönderdi eve.
tatil dostlarını aradık sahilde çay içmeye çağırdık. dedik ki "tatilde 7 kişi olmamız lazım biri daha geliyor" yaklaşık 15 dk kim bilemediler, istemiyoruz kimse kim gelmesin dediler. ilker "mecbur gelicek seçeneğiniz yok" deyince zeynep atladı "hamilesin sen!!!"
bu aralar muhabbet bu kısacası... tatilin pabucu damda:)
yarı final maçını tufanda izlemeye karar verdik, kızarmış patates ve tavukla 2 birayı yuvarladım, buz gibi sular içtim üstüne. ertesi sabah bir mide ağrısı, üstelik midem de bulanıyor. mideyi fena üşüttük dedim. bu sıkıntı bütün gün sürerken, birden bir ampul yandı kafamda... ilkeri aradım, gerekli testleri al, evde buluşalım!! eh beni acayip tanıyan bir kocam var, 2 tane almış. POZİTİF!!! ama beni tatmin etmedi tabii ki. ertesi gün kan testi ve ultrasonla kesinleşti. 2 ay kadar önce olmuyor işte diye kuduruyordum, şimdi hiçbir şey hissetmiyorum.
ilker çıldırdı, hemen herkese söyleyelim diye tutturdu. Bir sen bir ben bir de bebek şarkısı dilinden düşmedi bütün gece. annemlerin yazlığına gittik, ilker duruyu organize etti haberi ona verdirtti. herkes acayip mutlu oldu tabii. sonra ertesi gün ilkerin annesine gittik kahvaltıda ilknurun yardımıyla söyledik, çıldırdı sağı solu aramaya başladı. Taze meyve suları mis gibi yemekler gönderdi eve.
tatil dostlarını aradık sahilde çay içmeye çağırdık. dedik ki "tatilde 7 kişi olmamız lazım biri daha geliyor" yaklaşık 15 dk kim bilemediler, istemiyoruz kimse kim gelmesin dediler. ilker "mecbur gelicek seçeneğiniz yok" deyince zeynep atladı "hamilesin sen!!!"
bu aralar muhabbet bu kısacası... tatilin pabucu damda:)
29 Haziran 2008 Pazar
bir yol hikayesi - bölüm 2 : hazırlıklar - kocamın içine kadın kaçmış!!!
yani herhalde dünyada bizden daha deli bir çift yoktur tatil konusunda!!
ben organize işler kadını, tatil için defter tutmaya başladım. Ama defterde neler yok!!
otellerde görüşülen kişilerin isimleri, cepleri, banka hesap noları, web siteleri... minibüs kiralama şirketleri, tur şirketleri bilgileri, giden görenlerin yorum notları, alınacak listesi, fiyat listesi, yemek listesi, hazırlanacak kahvaltılıklar listesi,listesi... telefonlar lazım olur diye defteri yanımda götürüyorum ofise.
aklıma geldikçe, zeynepi, gülü arıyorum, termos var mı? çay ayrı, su ayrı olsun... buzluk soruşturuyorum eş dosttan. yolluklar için ilkerin annesini bile ayarladım, ıspanaklı börek tabii ki!!! ilk öğle yemeği benden, soğuk sandviç.
ilk işlerden biri selülit kremi, işe yarıyor mu göreceğiz. 2 haftadır hergün 2 defa kullanıyorum, boşum yok selülitim çok!! 1 hafta daha kaldı, gayret.
ilkerin zoruyla 3 torba dolapları boşaltınca giyecek birşey kalmadıydı. vakit buldukça mecburi alışverişlerdeyim, mudo outletten şort aldım, kesmedi, salı pazarından parçası 5 YTL ye güzel birşeyler buldum. kısa şort, atlet, pijama altı vesaire...
en karlısı ucuzcu Mangodan aldığım beyaz kapriyle penye oldu galiba, oraya sabah 11 gibi gittin mi ferah ferah alışveriş yapabiliyorsun. Sonra artık lastikleri eskimiş mayonun yerine yenisi alındı, mecburen.
bu arada ilker boş durmuyor, pazartesi boynerden aldığım bikiniyi değiştirmek için uğramıştık, kendini raflar askılar arasında kaybetti. ertesi gün için sözleştik. akşam evde buluştuk, ayağımıza terliklerimizi geçirip doğru Boynere gittik. Vakit kaybetmemek için onun arabasında benzin yok diye benimkini aldık ve de evde yemek bile yemedik. Yüzlerce T-shirt'e baktık, onlarcasını denedi. sabık tekstil mühendisiyiz ya, arada yok ribana yok suprem gibi terimlerle eziyor beni. allahın penyesi işte:) Allahım bir erkek bu kadar mı alışveriş düşkünü olur??? oluyor işte.. Hani bazen diyorum ki kocamın içine kadın kaçmış hem de en alışveriş manyağı cinsinden!!!
Güneş kremleri, plastik bardaklar, plaj çantası, terlikler, deniz yatağı tamam... havlular yıkandı.
Tam hazırız tatile derken...
ben organize işler kadını, tatil için defter tutmaya başladım. Ama defterde neler yok!!
otellerde görüşülen kişilerin isimleri, cepleri, banka hesap noları, web siteleri... minibüs kiralama şirketleri, tur şirketleri bilgileri, giden görenlerin yorum notları, alınacak listesi, fiyat listesi, yemek listesi, hazırlanacak kahvaltılıklar listesi,listesi... telefonlar lazım olur diye defteri yanımda götürüyorum ofise.
aklıma geldikçe, zeynepi, gülü arıyorum, termos var mı? çay ayrı, su ayrı olsun... buzluk soruşturuyorum eş dosttan. yolluklar için ilkerin annesini bile ayarladım, ıspanaklı börek tabii ki!!! ilk öğle yemeği benden, soğuk sandviç.
ilk işlerden biri selülit kremi, işe yarıyor mu göreceğiz. 2 haftadır hergün 2 defa kullanıyorum, boşum yok selülitim çok!! 1 hafta daha kaldı, gayret.
ilkerin zoruyla 3 torba dolapları boşaltınca giyecek birşey kalmadıydı. vakit buldukça mecburi alışverişlerdeyim, mudo outletten şort aldım, kesmedi, salı pazarından parçası 5 YTL ye güzel birşeyler buldum. kısa şort, atlet, pijama altı vesaire...
en karlısı ucuzcu Mangodan aldığım beyaz kapriyle penye oldu galiba, oraya sabah 11 gibi gittin mi ferah ferah alışveriş yapabiliyorsun. Sonra artık lastikleri eskimiş mayonun yerine yenisi alındı, mecburen.
bu arada ilker boş durmuyor, pazartesi boynerden aldığım bikiniyi değiştirmek için uğramıştık, kendini raflar askılar arasında kaybetti. ertesi gün için sözleştik. akşam evde buluştuk, ayağımıza terliklerimizi geçirip doğru Boynere gittik. Vakit kaybetmemek için onun arabasında benzin yok diye benimkini aldık ve de evde yemek bile yemedik. Yüzlerce T-shirt'e baktık, onlarcasını denedi. sabık tekstil mühendisiyiz ya, arada yok ribana yok suprem gibi terimlerle eziyor beni. allahın penyesi işte:) Allahım bir erkek bu kadar mı alışveriş düşkünü olur??? oluyor işte.. Hani bazen diyorum ki kocamın içine kadın kaçmış hem de en alışveriş manyağı cinsinden!!!
Güneş kremleri, plastik bardaklar, plaj çantası, terlikler, deniz yatağı tamam... havlular yıkandı.
Tam hazırız tatile derken...
21 Haziran 2008 Cumartesi
Hesap Lütfen!!!
Portekiz maçını dışarda friends le birlikte izlemiş, yenilmiştik:( sonrasındaki 2 maçı ilkerle evde izleyip bir de kazanınca bu maçı da başbaşa izleyelim, uğur olsun derdindeydim. Akşama doğru tufan güzelbahçede balığımızı yerken, püfür püfür biramızı yudumlarken izleyelim teklifinde bulununca benden yana başlarım uğuruna görüşü ağır bastı. Şimdi bir cuma akşamı, yorulmuşuz, hava da sıcak, kaçar mı böyle organizasyon!! ama kıl orçun her zamanki gibi uğur yapıcam abicim evde izlicemle son noktayı koydu. hatta siz de evlerinizde izleyin bak sonra kaybederiz diye uyarıda bile bulundu. Tınmadık tabii. biz kokoş çifti aldık kaçtık serinlere. halde balığımızı kalamarımızı aldık, Reis'te televizyonun karşısına şöyle bir kurulduk. tufanla ilker maça odaklanmışken biz zeyneple dedikodulara daldık. derken maçın sonlarına doğru konsantre olmuşken dilimde hep aynı cümle "1 tane atalım, üstüne yatalım:)" ama olmadı, atan Hırvatlar oldu. bu arada tüm maç boyunca ne zaman ekrana baksam hep hırvatlarda bir şansızlık, bir beceriksizlik dikkatimi çekiyor, salak bunlar diyorum ama bir türlü nasıl üstünlük sağlayamıyoruz anlamıyorum. hırvatların golünden sonra hemen hesabı istedik, omuzlar çöktü, hesap ödendi, tam kalkıp gidiyoruz, GOOOOOOOOL! ilk yorum tabii şu oldu; "bizim birilerine gol atabilmemiz için önce yememiz gerekiyor!!!" gerisi malum...
yollar insan kaynıyor, tek yürek türkiye... bir maçlarda böyle nedense...
tüm uyarılara rağmen maganda kurşunları yine can aldı. ne zaman cinayetsiz bir sevinç yaşayacağız??
17 Haziran 2008 Salı
cimri kadının alışveriş manzaraları
cimri kadınım ben!! hem de nasıl! dolabımda üzerime giyecek birşeyler varsa ilker sayesindedir. bir de çöpçüyüm, eskiciyim. Yıllarca beden ölçülerim değişmedi. Üniversitedeyken ilkokul 5. sınıf şortlarımı giyerdim. Hatta 1996 model 1-2 yüksek bel şortuma hala girebildiğimden atmaya vermeye kıyamıyordum. Derken 1-2 ay önce ilker dellendi ve bütün dolabı boşalttırdı bana. Kimisini de giymiyorum boş boş dolap bekliyor. Onlarla vedalaşmam saatlerimi aldı.torbalara doldurduklarımdan birkaç parçayı ilkere çaktırmadan tekrar çekmecelere tıktım. İlker bana 8 sene önce bir hırka almış, hatırası varmış, yok berikini evde giyermişim, ötekinin paçalarını kesersem kapri oluşmuş muş muş muş!!
bu defa da dolaplar bomboş kaldı. alışveriş yapmak lazım ki ben alışveriş konusunda acayip zorum. bir parçayı almak için 3 defa dolanır, 5 dükkan gezer, baktım fiyatı yüksekse almam çıkarım. hani zamanı olmayan bir kadın için alışveriş ciddi mesai!! sabah alışverişe diye çıkıyorum, ellerim boş eve dönüyorum. Çünkü beğeni kriterlerimde sadece üzerine uyması, kalıbı, modeli vs. yok! en önemli kriter fiyatı. hani kadınlar alır dener, beğenirse fiyatını sorar ya ben önce fiyatına bakıp sonra deniyorum, vakit kaybı olmasın diye:)
bir akşam ilkerle göztepede dolaşıyoruz. vitrinde bir ayakkabı gördüm. evet dedim işte bu!! süper bişey, tam istediğim gibi, beyaz-yeşil rahat falan filan... ama dükkan kapalı olunca soramadık fiyatını. dedik ki öyle puma nike filan değil, olsa olsa 80-100 YTL dir. bir taraftan da ayakkabılar acayip tanıdık geliyor bana, çıkaramıyorum. kemeraltı esnafı eşrafından mı acaba diye geçiriyorum aklımdan. yine birgün dükkanın önünden geçerken içeri daldım ayakkabıların fiyatını sordum 170 YTL!! OHA!! hadi be dedim, vermem o kadar para tiger mı ne!!! duymamışım zaten adını bile!!! hatta direkt ilkeri aradım, tabi o karıcığına kıyamaz çok beğendiysen al dedi. var mı bende o kadar para vercek göz!! 40 kere düşünür 1 kere almam öyle lanet cimriyim ben!!! neyse bu arada dünya kadar puma, nike, adidas deniyorum, yok aklım o yeşillerde:) birgün ilker dayanamadı, girdi dükkana baktık birlikte. eviriyoruz çeviriyoruz neresinden baksak 170 YTL lik bişey göremiyoruz. hele ayakkabının altı plastik dümdüz bişey... neyse çıktık. ilker "ya bi deneseydin, pek güzel görünüyor" diyor, ben asabi çemkiriyorum, "hadi be altını görmedin mi ayakkabının ! bizim yeniyetme yıllarımızın esemleri bile daha kaliteli görünüyordu". ilker şüpheli "ya iyi de niye öyle pahalı bu ayakkabı" diyor, bükmüş dudağını. akşam internetten baktık. Meğer pek trend bişeymiş, ayakkabı forumlarında millet birbirini yiyor, sende hangi modeli var? hangisiydi o Paris Hiltonun ayağından çıkarmadığı? İzmirde 43 numara bilmem ne modelini şurda buldum, kapın kaçmasın.... ha bir de nerden tanıdık geldiklerini öğrendim. KILL BILL. hani Uma cığımın 50 kadar adamı biçtiği sarı tulumlu sahnede ayağındaki sarı ayakkabılar. moda cahili, trend özürlü yeliz insanının böyle bir ayakkabıdan haberdar olmaması ne kadar doğalsa, içgüdülerimle böyle bir trendy nesneye yaklaşmam o kadar şaşırtıcı. Meğer o altını beğenmediğim malzeme, pek bir rahat olsun diyeymiş. Rahatlık bu ayakkabının en önemli özelliğiymiş. ayakta hissedilmiyormuş... bla .. bla ... ilker zorla yine dükkana soktu beni, denetti. tamam beğenmezsen, rahat değilse alma dedi. doğru denemesi bedava. hakketten milletin çığırdığı kadar rahatmış. pediküre gitmeye hala üşendiğim için açık ayakkabılarla henüz tanışmamış olan ayaklarımdan bu tigerlar bir türlü çıkmıyor. içgüdüsel bir "parasını bir şekilde çıkarma" hadisesi olsa gerek!!
bu defa da dolaplar bomboş kaldı. alışveriş yapmak lazım ki ben alışveriş konusunda acayip zorum. bir parçayı almak için 3 defa dolanır, 5 dükkan gezer, baktım fiyatı yüksekse almam çıkarım. hani zamanı olmayan bir kadın için alışveriş ciddi mesai!! sabah alışverişe diye çıkıyorum, ellerim boş eve dönüyorum. Çünkü beğeni kriterlerimde sadece üzerine uyması, kalıbı, modeli vs. yok! en önemli kriter fiyatı. hani kadınlar alır dener, beğenirse fiyatını sorar ya ben önce fiyatına bakıp sonra deniyorum, vakit kaybı olmasın diye:)
bir akşam ilkerle göztepede dolaşıyoruz. vitrinde bir ayakkabı gördüm. evet dedim işte bu!! süper bişey, tam istediğim gibi, beyaz-yeşil rahat falan filan... ama dükkan kapalı olunca soramadık fiyatını. dedik ki öyle puma nike filan değil, olsa olsa 80-100 YTL dir. bir taraftan da ayakkabılar acayip tanıdık geliyor bana, çıkaramıyorum. kemeraltı esnafı eşrafından mı acaba diye geçiriyorum aklımdan. yine birgün dükkanın önünden geçerken içeri daldım ayakkabıların fiyatını sordum 170 YTL!! OHA!! hadi be dedim, vermem o kadar para tiger mı ne!!! duymamışım zaten adını bile!!! hatta direkt ilkeri aradım, tabi o karıcığına kıyamaz çok beğendiysen al dedi. var mı bende o kadar para vercek göz!! 40 kere düşünür 1 kere almam öyle lanet cimriyim ben!!! neyse bu arada dünya kadar puma, nike, adidas deniyorum, yok aklım o yeşillerde:) birgün ilker dayanamadı, girdi dükkana baktık birlikte. eviriyoruz çeviriyoruz neresinden baksak 170 YTL lik bişey göremiyoruz. hele ayakkabının altı plastik dümdüz bişey... neyse çıktık. ilker "ya bi deneseydin, pek güzel görünüyor" diyor, ben asabi çemkiriyorum, "hadi be altını görmedin mi ayakkabının ! bizim yeniyetme yıllarımızın esemleri bile daha kaliteli görünüyordu". ilker şüpheli "ya iyi de niye öyle pahalı bu ayakkabı" diyor, bükmüş dudağını. akşam internetten baktık. Meğer pek trend bişeymiş, ayakkabı forumlarında millet birbirini yiyor, sende hangi modeli var? hangisiydi o Paris Hiltonun ayağından çıkarmadığı? İzmirde 43 numara bilmem ne modelini şurda buldum, kapın kaçmasın.... ha bir de nerden tanıdık geldiklerini öğrendim. KILL BILL. hani Uma cığımın 50 kadar adamı biçtiği sarı tulumlu sahnede ayağındaki sarı ayakkabılar. moda cahili, trend özürlü yeliz insanının böyle bir ayakkabıdan haberdar olmaması ne kadar doğalsa, içgüdülerimle böyle bir trendy nesneye yaklaşmam o kadar şaşırtıcı. Meğer o altını beğenmediğim malzeme, pek bir rahat olsun diyeymiş. Rahatlık bu ayakkabının en önemli özelliğiymiş. ayakta hissedilmiyormuş... bla .. bla ... ilker zorla yine dükkana soktu beni, denetti. tamam beğenmezsen, rahat değilse alma dedi. doğru denemesi bedava. hakketten milletin çığırdığı kadar rahatmış. pediküre gitmeye hala üşendiğim için açık ayakkabılarla henüz tanışmamış olan ayaklarımdan bu tigerlar bir türlü çıkmıyor. içgüdüsel bir "parasını bir şekilde çıkarma" hadisesi olsa gerek!!
14 Haziran 2008 Cumartesi
Alo baba naber?!
bugün... öğle sıcağı arabanın direksiyonunda, ellerim yanıyor... klimacı olmama rağmen seviyorum mereti, açmıyorum arabada, açık camlardan püfür püfür essin istiyorum. birden irkildim.
balçova termale doğru orta refüşün çimlerini kesmişler, mis gibi kokuyor... hemen babam geliyor aklıma, kesilmiş çim kokusunun bana hatırlattığı bu işte, yazlığın bahçesinde çimleri biçen babam... elektriğini toprağa vermek için çıplak ayakla çimlerde volta atan... ayrık otlarını biçip, konu komşuya "geniş yapraklı italyan çimi", yoncaları "farekulağı cinsi" diye yutturan, sadece yanıp sönen bir kırmızı ışıktan ibaret güya alarm sistemi ile hırsızları kandıran, binbir zorlukla yetiştirdiği çimlerde bırak yatmayı, ezilmesin diye 5 dakika aynı noktada ayakta dikilmeyi bile yasaklayan, bahçesinde açan her çiçeğin her ağacın geçmişini uzun uzun anlatmaktan acayip zevk alan babam. alemdir o, biraz üçkağıtçı, keyif düşkünü, tertip disiplin timsali evcimen boğa erkeği. elinde tahta bavul, ayağında lastik ayakkabı, 11 yaşında İstanbula ayak basışıyla başlayıp, Dolmabahçe stadında kaşar ekmek satarak harçlık çıkardığı günlerle devam eden, birincilikle bitirdiği okul yıllarını siyah beyaz Türk filmi izler gibi dinlerdim. Fakir ama gururlu genç edebiyatı yapmaz, o yokluk günlerinden ayrı bir lezzetle dem vurur. Sonra Beyoğluna kravatsız çıkılmayan günlerden izmir beyler sokağındaki tek göz evlerinde kedileri sapanla bahçe duvarından düşürdüğü çocukluğuna oradan Anadol arabasını kamyonete çevirdiği yıla atlar, sohbetiyle mest eder. İlla balık sofrasına rakısı olur, damatlara içirmek için ısrar kıyamet, yemekte en son o kalır, zaten konuşmaktan yiyemez ki, sonunda annem bulaşıkları toplamaya davranır da kalkar yerinden. Çocukluğum çıraklığını yapmakla geçti. Hidrofor mu bozuldu, "koş ingiliz anahtarı getir, penseyi kap gel..." Mangalı, garaj kapısı, güneş enerjisi, şöminesi, süs havuzu özel tasarımdır. Kendi çizer, gerekirse kendi yapar. Ne gerek var para vermeye, hem zaten birşeyler yapmazsa sıkılır. Kurtludur!! Öğle uykuları hariç her dakika ayaktadır.
Velhasıl benim babam acayip renkli bir kişilik!!! hani anlatılmaz yaşanır tiplerinden!! babalar günün kutlu olsun, şekerim, yanaklarından öperim :)
balçova termale doğru orta refüşün çimlerini kesmişler, mis gibi kokuyor... hemen babam geliyor aklıma, kesilmiş çim kokusunun bana hatırlattığı bu işte, yazlığın bahçesinde çimleri biçen babam... elektriğini toprağa vermek için çıplak ayakla çimlerde volta atan... ayrık otlarını biçip, konu komşuya "geniş yapraklı italyan çimi", yoncaları "farekulağı cinsi" diye yutturan, sadece yanıp sönen bir kırmızı ışıktan ibaret güya alarm sistemi ile hırsızları kandıran, binbir zorlukla yetiştirdiği çimlerde bırak yatmayı, ezilmesin diye 5 dakika aynı noktada ayakta dikilmeyi bile yasaklayan, bahçesinde açan her çiçeğin her ağacın geçmişini uzun uzun anlatmaktan acayip zevk alan babam. alemdir o, biraz üçkağıtçı, keyif düşkünü, tertip disiplin timsali evcimen boğa erkeği. elinde tahta bavul, ayağında lastik ayakkabı, 11 yaşında İstanbula ayak basışıyla başlayıp, Dolmabahçe stadında kaşar ekmek satarak harçlık çıkardığı günlerle devam eden, birincilikle bitirdiği okul yıllarını siyah beyaz Türk filmi izler gibi dinlerdim. Fakir ama gururlu genç edebiyatı yapmaz, o yokluk günlerinden ayrı bir lezzetle dem vurur. Sonra Beyoğluna kravatsız çıkılmayan günlerden izmir beyler sokağındaki tek göz evlerinde kedileri sapanla bahçe duvarından düşürdüğü çocukluğuna oradan Anadol arabasını kamyonete çevirdiği yıla atlar, sohbetiyle mest eder. İlla balık sofrasına rakısı olur, damatlara içirmek için ısrar kıyamet, yemekte en son o kalır, zaten konuşmaktan yiyemez ki, sonunda annem bulaşıkları toplamaya davranır da kalkar yerinden. Çocukluğum çıraklığını yapmakla geçti. Hidrofor mu bozuldu, "koş ingiliz anahtarı getir, penseyi kap gel..." Mangalı, garaj kapısı, güneş enerjisi, şöminesi, süs havuzu özel tasarımdır. Kendi çizer, gerekirse kendi yapar. Ne gerek var para vermeye, hem zaten birşeyler yapmazsa sıkılır. Kurtludur!! Öğle uykuları hariç her dakika ayaktadır.
Velhasıl benim babam acayip renkli bir kişilik!!! hani anlatılmaz yaşanır tiplerinden!! babalar günün kutlu olsun, şekerim, yanaklarından öperim :)
12 Haziran 2008 Perşembe
Fırında sebzeli tavuk
Çocukken tavuk bütün alınır, haşlanır, suyuna pilav yada çorba yapılır, kendisi üç dört parçaya ayrılarak fırına verilir, öyle yenirdi. Hatta bizim evin hemen her hafta bir akşam menüsü mercimek çorbası, tavuk, pilav olurdu. Ben asla but yemezdim, illa ki göğüs eti olacak. Benim bu kemiksiz döğüs eti takıntım, butları paylaşan babam ve ablam için biçilmiş kaftandı tabii. Sonraları tavuğun hemen her yeri ayrı satılmaya başladı. uzun lafın kısası ben but sevmediğimden şimdiye kadar hiç pişirmemiştim. Dolayısı ile tamamen deneme usülü bir yemek yaptım bugün.
Butların marinesi için internetten birkaç tarif okudum, ortaya doğaçlama bir tarif çıkardım. Yanına pilavla süper oldu. İlker butları kıkırdaklarına kadar yedi:)
neler lazım bize?
marine etmek için:- 1 diş rendelenmiş sarımsak
- 1 yemek kaşığı salça
- 1 yemek kaşığı mısırözü yağı
- karabiber, tuz, 1 çay kaşığı köri
bu malzemeleri bir geniş kapta çırpıp butları içine koyuyoruz, 1 gece (dün gece yaptığım için 1 gece diyorum, ama gördüğüm tarifler hep 1-2 saat diyor) bekletiyoruz.
yemek için:- 2 patates, 1 havuç, 3-4 yemek kaşığı bezelye
- 5 adet tavuk butu
nasıl hazırlıyoruz?- patatesleri küp küp, havucu halka halka doğruyoruz.
- hepsini buharda biraz diri kalacak şekilde pişiriyoruz.
- diğer taraftan fırın kabına butları diziyoruz.
- Sebzeleri üzerine ilave ediyoruz.
- Marineden kalan sosu da ekleyip kabın üzerini alüminyum folyo ile kapatıyoruz.
- önceden 250 C de ısıttığımız fırında 25 dakika pişiriyoruz.
Köri farklı bir lezzet ve iştah açıcı bir koku verdi yemeğe. Hazırlanması kolay ve tahmin ettiğim kadarıyla kalorisi düşük bir yemek.
Butların marinesi için internetten birkaç tarif okudum, ortaya doğaçlama bir tarif çıkardım. Yanına pilavla süper oldu. İlker butları kıkırdaklarına kadar yedi:)
neler lazım bize?
marine etmek için:- 1 diş rendelenmiş sarımsak
- 1 yemek kaşığı salça
- 1 yemek kaşığı mısırözü yağı
- karabiber, tuz, 1 çay kaşığı köri
bu malzemeleri bir geniş kapta çırpıp butları içine koyuyoruz, 1 gece (dün gece yaptığım için 1 gece diyorum, ama gördüğüm tarifler hep 1-2 saat diyor) bekletiyoruz.
yemek için:- 2 patates, 1 havuç, 3-4 yemek kaşığı bezelye
- 5 adet tavuk butu
nasıl hazırlıyoruz?- patatesleri küp küp, havucu halka halka doğruyoruz.
- hepsini buharda biraz diri kalacak şekilde pişiriyoruz.
- diğer taraftan fırın kabına butları diziyoruz.
- Sebzeleri üzerine ilave ediyoruz.
- Marineden kalan sosu da ekleyip kabın üzerini alüminyum folyo ile kapatıyoruz.
- önceden 250 C de ısıttığımız fırında 25 dakika pişiriyoruz.
Köri farklı bir lezzet ve iştah açıcı bir koku verdi yemeğe. Hazırlanması kolay ve tahmin ettiğim kadarıyla kalorisi düşük bir yemek.
11 Haziran 2008 Çarşamba
Başkalarının Hayatı - Das Leben Der Anderen
Henüz Avrupa kupasının başlamadığı haftasonuydu, hani granyoz balığı yediğimiz... sofrada elimde şarap kadehi, damağımda granyozun lezzeti, aklımda az önce izlediğim muhteşem film, hatta dilimde.. yemeğin iki konusundan biri bu yeni balığın daha başka nasıl pişirileceği idiyse de diğeri filmdi.
2007 yılının yabancı film Oscarı almış, Alman. Berlin duvarının yıkılmasına 5 kala, Doğu Almanya iktidar partisinin aydınlar üzerinde kurduğu baskıdan yola çıkmış. Bir stasi - muhbir, şüphelenilen bir yazarın evine dinleme tertibatı kuruyor. Her yaşadıkları anın raporunu tutuyor. Yazarın sevgilisi aktriste mi hayran yoksa yaşadıkları aşka mı bilinmez, hem hayatlarının dışında hem de tam içinde aylar geçiriyor. Yazar ve dinleyicisi iki şekilde karşılaşıyorlar ama aslında hiç bir araya gelmiyorlar. Çok güzeldi, çok.
Hani ölmeden önce izlenmesi... ile başlayan filmlerden.
9 Haziran 2008 Pazartesi
Granyoz balığı
Geçen pazar bizim inşaata gittik, bitti bitiyor valla... bir de satışlar başlasa deme keyfimize... bahçe duvarları başlamış, dış cephe boyasını gözümde canlandırmak için şöyle bir deniz kıyısından bakayım dedim, harbi güzel... iki adımda denizdesin. ister yüz ister yürüyüş yap. hani home office çalışan birisi olsam dairelerin birinde biz oturalım diye ısrar edeceğim de mümkün değil hergün 70-80 km.
eve dönerken balık haline takıldık, canımız çekti. ama evde yapınca da acayip kokuyor, illa ki fırında yapılacak balık olacak. bir kiloluk deniz levreklerinden bi tane alalım ikimiz yiyelim olduk, temizletirken kocaman granyoz balığı tutmuşlar, ısrar kıyamet. çok büyük bi balık, önce nasıl yaparızı internetten bulurum diye içinden geçirdim ama balıkçının tarifini de iyi ki almışım. balığın ismini google layınca sadece balıkçı forumlarındaki av hikayelerini bulabildim. bu balığın lezzetinden çok avının keyif verdiğine dair şüphelenmekte bence haklıydım ama ilginçtir ilker çok beğendi.
eti lezzetli ama biraz sert, sarı ağız da deniyormuş, üstelik de tam mevsiminde almışız. tuzda lavos gibi pişirilse eminim çok daha yumuşak olur. İlkerin beğenmesi şerefine buradan tecrübelerimi paylaşmakta saknca görmüyorum. benim gibi hasbel kader bu balığı alan biri için nette bir tarif olur, fena mı olur ?
neler lazım bize?- iki kişi için 700 gr granyoz balığı
- zeytinyağı
- defne yaprağı, domates, soğan, biber
nasıl hazırlıyoruz?- fırın tepsisine önce halka halka doğradığımız soğanları, sonra balık parçalarını, domates ve biberler ile defne yapraklarını ilave ettikten sonra zeytinyağı gezdiriyoruz.
- önceden 200 C ye ayarladığımız fırında 20 dakika pişirip afiyetle yiyoruz...
eve dönerken balık haline takıldık, canımız çekti. ama evde yapınca da acayip kokuyor, illa ki fırında yapılacak balık olacak. bir kiloluk deniz levreklerinden bi tane alalım ikimiz yiyelim olduk, temizletirken kocaman granyoz balığı tutmuşlar, ısrar kıyamet. çok büyük bi balık, önce nasıl yaparızı internetten bulurum diye içinden geçirdim ama balıkçının tarifini de iyi ki almışım. balığın ismini google layınca sadece balıkçı forumlarındaki av hikayelerini bulabildim. bu balığın lezzetinden çok avının keyif verdiğine dair şüphelenmekte bence haklıydım ama ilginçtir ilker çok beğendi.
eti lezzetli ama biraz sert, sarı ağız da deniyormuş, üstelik de tam mevsiminde almışız. tuzda lavos gibi pişirilse eminim çok daha yumuşak olur. İlkerin beğenmesi şerefine buradan tecrübelerimi paylaşmakta saknca görmüyorum. benim gibi hasbel kader bu balığı alan biri için nette bir tarif olur, fena mı olur ?
neler lazım bize?- iki kişi için 700 gr granyoz balığı
- zeytinyağı
- defne yaprağı, domates, soğan, biber
nasıl hazırlıyoruz?- fırın tepsisine önce halka halka doğradığımız soğanları, sonra balık parçalarını, domates ve biberler ile defne yapraklarını ilave ettikten sonra zeytinyağı gezdiriyoruz.
- önceden 200 C ye ayarladığımız fırında 20 dakika pişirip afiyetle yiyoruz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)