Üniversiteden ilk mezun olduğum yıllarda kamyoncuydum. Kamyon fabrikasında çalışırdım. Teknik kadro. İşlerimden biri de talimat yazmaktı. İşçi neyi nereye nasıl monte etsindi kısaca. (Şimdi düşünüyorum da şu an çalıştığım neşesiz iç karatıcı boş ofise bile gelmeye can atan bir bebem var, hala orada çalışıyor olsaydım Arca’ya fabrikada kadro açmamız gerekirdi)
Neyse … şimdiki işimin de bir parçası kullanma kılavuzu hazırlamak. Yani kılavuz konusunda nerden baksan on seneyi aşkın bir tecrübe!
Gel gör ki şu Arca’nın kullanma talimatlarını bir türlü tamamlayamamıştım.
Üf tamam biliyoruz, o bir birey, onu bir makine gibi kullanamayız, bık bık bık… Ama ruhumuzu çıkarırsak hepimiz birer makine değil miyiz? Öyle ya da böyle, kullanma şartlarına göre çalıştırıldığımızda maksimum verim, uzun ömür, sağlıklı işleyiş, sıfır arıza ile huzura kavuşmuyor muyuz? Ben sorunları önce basite indirir, parçalar böler, öyle çözerim arkadaş! Yoksa biz de biliyoruz yer cücesinin eşref ve eşek saatlerine dikkat etmedin mi boyunun ölçüsünü alacağını : )
Arca seyirciye oynar bi kere! Kullanıcı buna dikkat edecek! Etrafta çekirdek aile haricinde biri var mı, yazar, yönetir ve oynar, öyle güzel oynar ki “…and the Oscar goes toooo…” diyesin gelir. Geçen hafta yazlık tatilindeyken sanat yaşamının zirvesindeydi, öyle inandırıcıydı ki hani tanımasam ben bile yiyecektim!
Lakin evde baş başa geçirilen bu hafta sonu noldu? Aynı arıza potansiyellerine rağmen Arca lokum oldu! Baktı seyircisiz sahada oynuyor, hemen maçı bitirmeyi tercih etti, ee hiç zevki yok tabii : ) Demek ki tribünlere oynayacağını anladığın an, tenhada yalnız kıstıracaksın cüceyi, bak bakalım, arıza yapıyor mu?
Annemle Arca’nın notunu verdik geçen hafta, aç kalmayacak. Midesi dolu oldu mu ondan şekeri yok, kan şekeri mi düşüyor ne, huysuzluğuyla başa çıkamıyor. İşlere de dahil ettin mi senden iyisi yok!
Cumartesi günü birlikte kahvaltı hazırladık, birlikte kahvaltı yaptık. İlker’i işe postaladık, bütün günü birlikte geçirdik. Birlikte lazanya pişirdik, Arca tek soğuk malzeme olan kaşardan sorumluydu. Vıcık vıcık yaptı kaşarları, elleriyle hamur gibi yoğurdu, kaşarlar gevşedi, Arca gevşedi. Gerçi defalarca yıkanmasına rağmen kaşar kokusu elinden çıkmadı ama olsun!
Baktım lazanya ağzını sulandırıyor, kıymalı malzemesinden haşladığım makarnanın üzerine koydum, kendinden geçti. Karnı tok, altı kuru! Üstüne iki saat uyku.
Dellendi mi verdim suyu önüne battı çıktı, rahatladı. Yazlıkta da böyleydi, suya girdi mi gevşedi, huzuru suda buldu.
Fiziksel bir çocuk değil Arca. Zaten görece geç emekledi, geç yürüdü. Şimdi şimdi hareketlendiyse de aslında umumiyetle tembelliği seviyor. Fiziksel aktiviteler rutininin dışına çıktı mı, arıza kodu veriyor, başa çıkamıyor. Yazlıkta uyku öncesi arızalarının sebebi buydu. Bu cumartesi zaten o kadar sıcaktı ki, akşama kadar evden burnumuzu çıkarmadık.
Akşam lazanyayı eritmek için sahile indik, yürüyüş yaptık. Yazlıkçıların bize bıraktığı şehrin tadını çıkardık. Püfür püfür esti sahil, önümüzde koşan Arca’nın peşi sıra sohbet ettik İlker’le. İki lafın arası “oh iyi ettik de çıktık” oldu. Gelata Roma’dan dondurmamızı attık çantamıza, Arca uykuya biz sefaya.
Talimatlarına uygun kullandın mı, Arca lokum, biraz hayatın ritmine o ayak uyduracak, biraz hayat ona ayak uyduracak.
Haa ne demeye Pazar gecesi kabusuna boynunu kurban verdin diyecek olan olursa, içimden “yürü git!” demek gelse de terbiyeli kadın çizgimi koruyacağım. Olay tamamen kullanıcı hatalarından kaynaklanıyordu bence. Hemen her üretici gibi, kullanma kılavuzunun altına minik harflerle dip not şeklinde "kullanıcı hataları garanti kapsamı dışındadır" yazıp sorumluluk kabul etmeyeceğim : )
2 Ağustos 2011 Salı
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Muscoril
Acıların çocuğu Emrah gibiyim. Boyun hafif sağa doğru bükülü, sol tarafın ağrısından kaşlar yukarı doğru dışbükey bir şekil almış. Gözler çekilen sıkıntının ağırlığı ile hafif buğulu, hani dokunsalar ağlayacak, sel olup akacak. Temkinsiz bir harekette çıkan “aah” sesi, karşıki dağları inletiyor. Nefes almaya korkan ürkek bir ceylan gibiyim.
Var ya o Arca cücesini çok fena yapacağım. Ulen haftaya böyle başlanır mı?
Dün gece işeteyim diye yanına vardığımda ortalığı bir inletti. Uykuda krize çözüm yok, uyanık olsa savaştığın şeyi, istediği her ne ise anlarsın. Rüya mı gördü? Bir yeri mi acıdı? Bir şeyden mi korktu? Yok! O bir metreye ulaşmamış boyuyla geceyi inletiyor, biz uykulu serkeş iki yetişkin şaşkın şaşkın bakıyoruz.
Çıplak yatmak ister, annesi yanında yatsın ister, suyunu soğuk ister, yatağının yanına park ettiği arabaları bıraktığı gibi dursun ister, ayısını ister…. Her isteği yerine gelir, çişim yok der, sonra ben sabaha karşı dört sularında çiş sesi ile uyanırım. Üst baş, yatak, şilte, ılık ılık yıkanırız. Çarşaf değişir ve boynumun tutulduğunun farkına varırım. Artık o saatten sonra yatağıma gitmenin faydası kalmamıştır.
Sabah hala gece krizinin sebebini bilmiyorduk. Ümit abla pazartesi sendromu olabileceğini söyledi. Ne be Pazar gecesinden mi başlayacak artık! Sabah diğer günlerden daha kötü değildi, ayrılığımız... bilemiyorum.
Ama haberini aldım düdüğün! Ben muscorilden medet umarken, arabada yan aynalara göz ucu ile bile bakamaz, dikiz aynasıyla arkamı görmeye çalışırken, o cüce babasını işe öpücüklerle yollamış, okula gitmiş, dün gece hiç yaşanmamış gibi davranmaktaymış. Ah ulen yaktın beni, ahhh!
Var ya o Arca cücesini çok fena yapacağım. Ulen haftaya böyle başlanır mı?
Dün gece işeteyim diye yanına vardığımda ortalığı bir inletti. Uykuda krize çözüm yok, uyanık olsa savaştığın şeyi, istediği her ne ise anlarsın. Rüya mı gördü? Bir yeri mi acıdı? Bir şeyden mi korktu? Yok! O bir metreye ulaşmamış boyuyla geceyi inletiyor, biz uykulu serkeş iki yetişkin şaşkın şaşkın bakıyoruz.
Çıplak yatmak ister, annesi yanında yatsın ister, suyunu soğuk ister, yatağının yanına park ettiği arabaları bıraktığı gibi dursun ister, ayısını ister…. Her isteği yerine gelir, çişim yok der, sonra ben sabaha karşı dört sularında çiş sesi ile uyanırım. Üst baş, yatak, şilte, ılık ılık yıkanırız. Çarşaf değişir ve boynumun tutulduğunun farkına varırım. Artık o saatten sonra yatağıma gitmenin faydası kalmamıştır.
Sabah hala gece krizinin sebebini bilmiyorduk. Ümit abla pazartesi sendromu olabileceğini söyledi. Ne be Pazar gecesinden mi başlayacak artık! Sabah diğer günlerden daha kötü değildi, ayrılığımız... bilemiyorum.
Ama haberini aldım düdüğün! Ben muscorilden medet umarken, arabada yan aynalara göz ucu ile bile bakamaz, dikiz aynasıyla arkamı görmeye çalışırken, o cüce babasını işe öpücüklerle yollamış, okula gitmiş, dün gece hiç yaşanmamış gibi davranmaktaymış. Ah ulen yaktın beni, ahhh!
31 Temmuz 2011 Pazar
Gün doğmadan...
"Neler doğar" diye devam etmeyeceğim.
Bir film ismi bu. Bugün Arca uyurken günün doğuşunu izledim, keyifle.
Before Sunrise
İki genç insanın Avrupa'da bir trende tanışıp gün doğuncaya kadar Viyana sokaklarında turlamaları ve sürekli sürekli konuşmaları üzerine kurulu çok ama çok keyifli bir film.
Unutmadan bu filmin 9 sene sonra devamı da çekilmiş, meğer 6 ay sonra buluşacaklarına dair sözü tutamamışlar. Ama 9 sene sonra tekrar bir araya geliyor, daha olgun daha keyifli bir buluşma...
Son olarak, bu filmde o serseri sokak şairi olmayı çok istediğimi fark ettim. Hani "kim olmayı isterseniz" diye bir soru gelse, direkt bu filmin bu sahnesini adres gösteririm. Diyor ki "bana para vermeyin bir kelime verin ve ben sizin için bir şiir yazayım, içinde bu kelime geçsin, beğenirseniz para verirsiniz". Milkshake... Şiiri de güzeldi de dilenme tarzı çok tarzdı be!!
Ay dur bişey daha diyeyim kapatayım, sabaha kadar sokaklarda sürtmelerinin sebebi çocuğun otel parası olmaması aslında. Ama bütün gece falcılara, dilencilere, sokak dançılarına, iki cafe, bir lunapark, iki bara verdikleri paralarla bir oda tutsalar daha iyiydi: GET A ROOM!! der kaçarım:)
Bir film ismi bu. Bugün Arca uyurken günün doğuşunu izledim, keyifle.
Before Sunrise
İki genç insanın Avrupa'da bir trende tanışıp gün doğuncaya kadar Viyana sokaklarında turlamaları ve sürekli sürekli konuşmaları üzerine kurulu çok ama çok keyifli bir film.
Unutmadan bu filmin 9 sene sonra devamı da çekilmiş, meğer 6 ay sonra buluşacaklarına dair sözü tutamamışlar. Ama 9 sene sonra tekrar bir araya geliyor, daha olgun daha keyifli bir buluşma...
Son olarak, bu filmde o serseri sokak şairi olmayı çok istediğimi fark ettim. Hani "kim olmayı isterseniz" diye bir soru gelse, direkt bu filmin bu sahnesini adres gösteririm. Diyor ki "bana para vermeyin bir kelime verin ve ben sizin için bir şiir yazayım, içinde bu kelime geçsin, beğenirseniz para verirsiniz". Milkshake... Şiiri de güzeldi de dilenme tarzı çok tarzdı be!!
Ay dur bişey daha diyeyim kapatayım, sabaha kadar sokaklarda sürtmelerinin sebebi çocuğun otel parası olmaması aslında. Ama bütün gece falcılara, dilencilere, sokak dançılarına, iki cafe, bir lunapark, iki bara verdikleri paralarla bir oda tutsalar daha iyiydi: GET A ROOM!! der kaçarım:)
29 Temmuz 2011 Cuma
Veli dedenin torunu
Tatilde Arca umumiyetle ağzıma mıçtı. Huzur karesi hikaye, o ilk günün ve uyku sonrasının rehaveti. Kendisi tüm tatilini planlı ve programlı bir şekilde ;
- seyirciye oynamak
- anane dedenin gözüne girmek ve kendini acındırmak
- her türlü sınırı dibine kadar zorlamak
- katiyen paylaşmamak
konu başlıkları altında topladı.
Kimse bebenden şikayet etme demesin, çok pis dalarım!
Şimdi ben tatil öncesi iki gün İstanbuldaydım ya pek tabii annesiz geçirilen iki günün acısı ziyadesiyle çıkarıldı.
Etrafta çekirdek ailenin haricinde bir kişi görse hemen senaryolar yazıldı ve Oscarlık aktörlere taş çıkaracak şekilde icra edildi.
Sınırları zorlamak oyun haline getirildi.
Ama benim anlatacaklarım başka...
Veli dedenin torunu...
Aslında yok öyle biri, o bir şehir efsanesi, o bir Kayzer Söze...
Veli amca yazlıkta yan komşu. Bahçe kapısından babamla sohbet ederken Arca'yı sevmek ister. Arca'ya sempatik gözüksün diye bizimkiler "Arca bak Veli dedenin de torunu var senin gibi, hadi bir merhaba de" teşvik ederler.
Arca dik dik bakar adamın suratına, sevdirmez ve gerisin geri eve girer.
Üç beş parça oyuncağı tıkıştırır torbanın içine sürükleye sürükleye döner gelir:
"Veli dedenin torunu almasın oyuncaklarımı, paylaşmıycam paylaşmıycam!"
(Pek insancıl pek uysal bir bebe profili:P)
Biz maaile koparız o an ama Veli dedenin torunu efsanesi bütün tatilin konusu olur.
A: İstesin benden
Y: Kim istesin?
A: Veli dedenin torunu
Y: Ne istesin?
A: Oyuncaklarımı istesin
Y: Peki isterse verecek misin?
A: Vermiycem ağlasın!
Arca arıza mı çıkardı, hop Veli dedenin torunu geliyormuş dedik mi, soluğu oyuncaklarının yanında alır, arıza konusu kapanır.
Paylaşmaz! Sadece Veli dedenin torunu değil mesele! Mesele onun temsil ettiğinde!
Aylar önce Cansu'nun dokunduğu tüm oyuncakları teker teker bizim yatağın üzerine yığarak koruma altına almışlığı var.
Ümit ablanın doktorda olduğu gün "Veli dedenin torunu" bizim Duruydu. Duru'nun geleceği önceden kendisine bildirilmişti, evin kapısı çalınınca bir güzel sarıldı oyuncaklarına! Eminim o an daha fazla oyuncağı koruma altına alabilmek için Yavru ahtapot Nino olabilmeyi çok isterdi.Kapıda Umidini görünce vedalaşabildi oyuncaklarıyla.
Poyraz geldiğinde ise biz fark etmeden arabalarını çekmecelere saklıyor. Sonra kendisi de bulamayıp deliye dönüyor, deli işte!
Hani görünürde bu kadar duygusal çocuk nasıl oluyor da iş paylaşmaya gelince bu kadar değişiyor, aklım almıyor, deli mi ne!
- seyirciye oynamak
- anane dedenin gözüne girmek ve kendini acındırmak
- her türlü sınırı dibine kadar zorlamak
- katiyen paylaşmamak
konu başlıkları altında topladı.
Kimse bebenden şikayet etme demesin, çok pis dalarım!
Şimdi ben tatil öncesi iki gün İstanbuldaydım ya pek tabii annesiz geçirilen iki günün acısı ziyadesiyle çıkarıldı.
Etrafta çekirdek ailenin haricinde bir kişi görse hemen senaryolar yazıldı ve Oscarlık aktörlere taş çıkaracak şekilde icra edildi.
Sınırları zorlamak oyun haline getirildi.
Ama benim anlatacaklarım başka...
Veli dedenin torunu...
Aslında yok öyle biri, o bir şehir efsanesi, o bir Kayzer Söze...
Veli amca yazlıkta yan komşu. Bahçe kapısından babamla sohbet ederken Arca'yı sevmek ister. Arca'ya sempatik gözüksün diye bizimkiler "Arca bak Veli dedenin de torunu var senin gibi, hadi bir merhaba de" teşvik ederler.
Arca dik dik bakar adamın suratına, sevdirmez ve gerisin geri eve girer.
Üç beş parça oyuncağı tıkıştırır torbanın içine sürükleye sürükleye döner gelir:
"Veli dedenin torunu almasın oyuncaklarımı, paylaşmıycam paylaşmıycam!"
(Pek insancıl pek uysal bir bebe profili:P)
Biz maaile koparız o an ama Veli dedenin torunu efsanesi bütün tatilin konusu olur.
A: İstesin benden
Y: Kim istesin?
A: Veli dedenin torunu
Y: Ne istesin?
A: Oyuncaklarımı istesin
Y: Peki isterse verecek misin?
A: Vermiycem ağlasın!
Arca arıza mı çıkardı, hop Veli dedenin torunu geliyormuş dedik mi, soluğu oyuncaklarının yanında alır, arıza konusu kapanır.
Paylaşmaz! Sadece Veli dedenin torunu değil mesele! Mesele onun temsil ettiğinde!
Aylar önce Cansu'nun dokunduğu tüm oyuncakları teker teker bizim yatağın üzerine yığarak koruma altına almışlığı var.
Ümit ablanın doktorda olduğu gün "Veli dedenin torunu" bizim Duruydu. Duru'nun geleceği önceden kendisine bildirilmişti, evin kapısı çalınınca bir güzel sarıldı oyuncaklarına! Eminim o an daha fazla oyuncağı koruma altına alabilmek için Yavru ahtapot Nino olabilmeyi çok isterdi.Kapıda Umidini görünce vedalaşabildi oyuncaklarıyla.
Poyraz geldiğinde ise biz fark etmeden arabalarını çekmecelere saklıyor. Sonra kendisi de bulamayıp deliye dönüyor, deli işte!
Hani görünürde bu kadar duygusal çocuk nasıl oluyor da iş paylaşmaya gelince bu kadar değişiyor, aklım almıyor, deli mi ne!
27 Temmuz 2011 Çarşamba
Dönüş
Tatilin iyisi kötüsü olmaz.
Benimki az uykulu çok koşturmacalı bir tatildi. An itibari ile işleri biraz hafiflettim ama göz kapaklarım ağır! Dinlendim geldim bomba gibiyim diyemeyeceğim, zihin yorgunluğu hiçbir şeye benzemiyor.
Annemin leziz mamalarına ve her akşam içilen biralara yenilen mangallara dondurmalara rağmen kilo bile vermişim. Arca ve yer yüzü görmeyen götü sağ olsun!
Arca’nın kaka pek mülayim (bu lafa müthiş gülerim:P) gitti. Geceleri bile “kaka var” diye uyandığı oldu. Arca'nın kaka icraatını müteakip anane, baba kim bulunursa tuvalete davet edildi ve maaile burnumuza kadar klozete yaklaşıp her kakayı tahlil ettik. Ateş olmayınca, tam da su gibi gitmeyince yediklerine yorduk. İyice abarttığı süte bir süre ara, şeftaliye tam gaz.
İlker’in zihin açıcı eğitimleri sayesinde Fiat, Ford, Mercedes, Opel tüm markaları amblemlerinden tanıyor artık. Allahım bugünleri de gördüm ya!! Benim bebem muhteşem:))
Bir de Pegeot gördüğünde PEZOOOO diye bağırmasa daha iyi olacak.
Unutulmaz bir tatildi ama hatırlamak istediğim huzur bu karede! Oğlumla ikimiz akşama doğru boş sahilde dalgalarla boğuşmanın ardından yorgunluk atıyoruz. Kameranın arkasında kitap okuyan bir ben, henüz tatilin ilk günü…
Benimki az uykulu çok koşturmacalı bir tatildi. An itibari ile işleri biraz hafiflettim ama göz kapaklarım ağır! Dinlendim geldim bomba gibiyim diyemeyeceğim, zihin yorgunluğu hiçbir şeye benzemiyor.
Annemin leziz mamalarına ve her akşam içilen biralara yenilen mangallara dondurmalara rağmen kilo bile vermişim. Arca ve yer yüzü görmeyen götü sağ olsun!
Arca’nın kaka pek mülayim (bu lafa müthiş gülerim:P) gitti. Geceleri bile “kaka var” diye uyandığı oldu. Arca'nın kaka icraatını müteakip anane, baba kim bulunursa tuvalete davet edildi ve maaile burnumuza kadar klozete yaklaşıp her kakayı tahlil ettik. Ateş olmayınca, tam da su gibi gitmeyince yediklerine yorduk. İyice abarttığı süte bir süre ara, şeftaliye tam gaz.
İlker’in zihin açıcı eğitimleri sayesinde Fiat, Ford, Mercedes, Opel tüm markaları amblemlerinden tanıyor artık. Allahım bugünleri de gördüm ya!! Benim bebem muhteşem:))
Bir de Pegeot gördüğünde PEZOOOO diye bağırmasa daha iyi olacak.
Unutulmaz bir tatildi ama hatırlamak istediğim huzur bu karede! Oğlumla ikimiz akşama doğru boş sahilde dalgalarla boğuşmanın ardından yorgunluk atıyoruz. Kameranın arkasında kitap okuyan bir ben, henüz tatilin ilk günü…
22 Temmuz 2011 Cuma
an itibari ile...
Dün gece ayrı kaldığım cücenin yeni traş olmuş suratının fotoğrafını gönderdi ilker.
20 dakika rötar yapan uçağı beklerken moralim düzelsin diye.
an itibari ile b.k gibi bir kahveye 6 tl vermenin acısını hissediyorum, çoook yavaş bir internet bağlantısı için herşey, ne acı...
Dün akşam ağzının içine düştüğüm, içime sokasım gelen üç kadın ile beraberdim. An itibari ile hala sarhoşluğu içindeyim dün gecenin
An itibari ile evde yemekli misafir var, muhtemelen misafirler salata yapıyor ve muhtemelen ben gece çalışacağım.
Buna rağmen yaşasın long weekend!! yaşasın yazlıkta 4 gün yaymaca...
An itibari ile uçağa binmem gerekiyor, zira LAST CALL!!
20 Temmuz 2011 Çarşamba
Balık vs Boğa
Arca ile çekişmelerimizi tahlil edeceğiz diye kasmanın lüzumu yok. Öyle iki üniversite müfredatı genişliğinde kitap bitirmeye de gerek yok.
Çözdüm ben, aslında sorun gayet basit! Adamın karakteri zıt bana!
Ama ben bunların başıma geleceğini biliyordum.
Az kasamadık çocuğu boğa burcu yapamadık. İki ay ya çok değil, tut kendini di mi:P
Yok aldık elimize balığın alasını! Şimdi uğraş dur.
Balık burcu kötüdür demiyorum lakin bize ters!
İlker de ben de boğa burcuyuz.
Nedir boğa burcu?
Topraktır, kök salmaktır, ayağı yere sağlam basmaktır, maddedir, gerçekçidir, paracıdır, lükse düşkündür…
Balık oğlan nedir?
Sudur, sulu gözün önde gidenidir, su gibi akışkandır, sınırlarını çizemezsin, hayalcidir, hayallerine kendi de inanır, oyuncudur, seyirciye oynar (pis tiyatrocu!) , maddeye önem vermez, duygusaldır, şekilden şekle girer, bir öyle bir böyledir, bir bakarsın ağlamış, sen daha teselli etmeye başlamadan kahkahayı basmış! Ne ara?
Bana kimse, Balık burcu duygusaldır, sanatçı ruhludur, edebiyata düşkün olur, hayal gücü geniştir, iyi huyludur, sakindir, sosyaldir, sevecendir demesin! Kimse bana “ruhunuzun derinliklerine bakan bir burca mensup çocuğunuz var, şanslısınız”, demesin!
Benim oğlan karanlık bir odada hayali geyiklere hayali yemek ve su veriyor, Ümit teyzesinin olmayan oğluna ait hikayeler anlatıyor, benim aklımın ermediği bu soyut dünyayı ne yapacağız?
Yok yok ... Ben sonumuzu biliyorum, geçenlerde D&R’da kitap karıştırırken, aile hayatımızın gidişatı ile ilgili çok net ve özet bir veri elde ettim.
Boğa burcunun hayattaki amacı : servet edinmek
Balık burcunun hayattaki amacı : dünyayı gezmek
Hemen İlker’i aradım, “biz zengin olacağız diye bi tarafımızı yırtalım, bizim oğlan bizim paraları dünyayı gezecem diye yiyecek, ahanda buraya yazıyorum!”
Çözdüm ben, aslında sorun gayet basit! Adamın karakteri zıt bana!
Ama ben bunların başıma geleceğini biliyordum.
Az kasamadık çocuğu boğa burcu yapamadık. İki ay ya çok değil, tut kendini di mi:P
Yok aldık elimize balığın alasını! Şimdi uğraş dur.
Balık burcu kötüdür demiyorum lakin bize ters!
İlker de ben de boğa burcuyuz.
Nedir boğa burcu?
Topraktır, kök salmaktır, ayağı yere sağlam basmaktır, maddedir, gerçekçidir, paracıdır, lükse düşkündür…
Balık oğlan nedir?
Sudur, sulu gözün önde gidenidir, su gibi akışkandır, sınırlarını çizemezsin, hayalcidir, hayallerine kendi de inanır, oyuncudur, seyirciye oynar (pis tiyatrocu!) , maddeye önem vermez, duygusaldır, şekilden şekle girer, bir öyle bir böyledir, bir bakarsın ağlamış, sen daha teselli etmeye başlamadan kahkahayı basmış! Ne ara?
Bana kimse, Balık burcu duygusaldır, sanatçı ruhludur, edebiyata düşkün olur, hayal gücü geniştir, iyi huyludur, sakindir, sosyaldir, sevecendir demesin! Kimse bana “ruhunuzun derinliklerine bakan bir burca mensup çocuğunuz var, şanslısınız”, demesin!
Benim oğlan karanlık bir odada hayali geyiklere hayali yemek ve su veriyor, Ümit teyzesinin olmayan oğluna ait hikayeler anlatıyor, benim aklımın ermediği bu soyut dünyayı ne yapacağız?
Yok yok ... Ben sonumuzu biliyorum, geçenlerde D&R’da kitap karıştırırken, aile hayatımızın gidişatı ile ilgili çok net ve özet bir veri elde ettim.
Boğa burcunun hayattaki amacı : servet edinmek
Balık burcunun hayattaki amacı : dünyayı gezmek
Hemen İlker’i aradım, “biz zengin olacağız diye bi tarafımızı yırtalım, bizim oğlan bizim paraları dünyayı gezecem diye yiyecek, ahanda buraya yazıyorum!”
19 Temmuz 2011 Salı
Sırtta kışlık, elde teşkilat
Hayır dedim bizim başımıza gelmez. O bir kız çocuğu, kız çocukları yapar böyle şeyler. Kendilerini bebek giydirir gibi giydirirler. Yazın kışlık kışın yazlık giyerler, kat kat giyerler... Duru da böyleydi, hala böyle.
İşte Ela'nın fotoğrafını görünce bunları geçirdim aklımdan. Şebek ikoncan.
Her zamanki gibi yanılttı cüce beni.
Don üstü kışlık penye ile Cansu'lara gideceğim diye tutturdu. NEyse ki kollarını kıvırmayı kabul etti.
Son günlerin flaş pozu, el malum teşkilatta! Tüm surata yayılmış gevrek bir gülümseme:)
Evden çıkasıya döktüğü terler ders olmuş olacak, mevsim normallerinde giyinmeye ikna oldu.
Bu arada süper oynuyorlar Cansu ile.
Cansu'nun mutfak seti var, bebekleri var... Bizde olmayan ne kadar çok oyuncağı var. Birlikte yemek pişirip kahve ikram ediyorlar bize. İş bölümü yapıyorlar.
Bir ara balkona bile çıkıp sohbet ettik, onlar Cansu'nun yatağında tavşanlarını konuşturuyorlardı.
Cansu'larda çenesini yardığı gün, Cansu'nun babası Umut (Arca'nın dilinde Unut Amca) kocaman bir arabasını vermişti, ödünç olarak. Pek hoyrat sevdi Arca arabayı. Birkaç parçası eksildi bizim evde.
Şimdiden Arca'ya ezberletmeye çalışıyoruz : "Unut amca sen bu arabayı unut!"
İşte Ela'nın fotoğrafını görünce bunları geçirdim aklımdan. Şebek ikoncan.
Her zamanki gibi yanılttı cüce beni.
Don üstü kışlık penye ile Cansu'lara gideceğim diye tutturdu. NEyse ki kollarını kıvırmayı kabul etti.
Son günlerin flaş pozu, el malum teşkilatta! Tüm surata yayılmış gevrek bir gülümseme:)
Evden çıkasıya döktüğü terler ders olmuş olacak, mevsim normallerinde giyinmeye ikna oldu.
Bu arada süper oynuyorlar Cansu ile.
Cansu'nun mutfak seti var, bebekleri var... Bizde olmayan ne kadar çok oyuncağı var. Birlikte yemek pişirip kahve ikram ediyorlar bize. İş bölümü yapıyorlar.
Bir ara balkona bile çıkıp sohbet ettik, onlar Cansu'nun yatağında tavşanlarını konuşturuyorlardı.
Cansu'larda çenesini yardığı gün, Cansu'nun babası Umut (Arca'nın dilinde Unut Amca) kocaman bir arabasını vermişti, ödünç olarak. Pek hoyrat sevdi Arca arabayı. Birkaç parçası eksildi bizim evde.
Şimdiden Arca'ya ezberletmeye çalışıyoruz : "Unut amca sen bu arabayı unut!"
Az laf Çok fotoğraf
Bu çocuklar nereye bakıyor?
Tabii ki PASTAYA!!
Çikolata kıtlığından çıkmış Arca pastanın sadece çikolatasını tırtıkladı, itinayla ayırdı. Ela dilimin tamamına daldı.
Pastadan sonra "iyi ki doğdun Tuna" şarkısı... Arca söyler , Ela oynar, lay lay lay...
Pasta biter eğlence bitmez!
Hülya süper bir sürpriz hazırlamış miniklere... Baloncuklar!
Bayıldılar!
Sihirli üç yaş hoşgeldin:)
Hep gül! Hep böyle neşeli ol, güzel gülüşlü Tunişim:)
Partiden eve dönerken Arca:
"Anne, baba sizi çok seviyom"
"Anne baba çok eğlendik di mi!"
"Baba bana sakız veliii misin" (Parti konseptine uymuyor ama araba ile sakız ve baba bağdaştığı için değişmez talep!)
Tabii ki PASTAYA!!
Çikolata kıtlığından çıkmış Arca pastanın sadece çikolatasını tırtıkladı, itinayla ayırdı. Ela dilimin tamamına daldı.
Pastadan sonra "iyi ki doğdun Tuna" şarkısı... Arca söyler , Ela oynar, lay lay lay...
Pasta biter eğlence bitmez!
Hülya süper bir sürpriz hazırlamış miniklere... Baloncuklar!
Bayıldılar!
Sihirli üç yaş hoşgeldin:)
Hep gül! Hep böyle neşeli ol, güzel gülüşlü Tunişim:)
Partiden eve dönerken Arca:
"Anne, baba sizi çok seviyom"
"Anne baba çok eğlendik di mi!"
"Baba bana sakız veliii misin" (Parti konseptine uymuyor ama araba ile sakız ve baba bağdaştığı için değişmez talep!)
17 Temmuz 2011 Pazar
Otuzlu yaşlar fos çıktı!
Geçen hafta şiddetli baş ağrısı yakınmasıyla İlker’i hastaneye götürüp MR’dan kollestrole kadar ne kadar tetkik varsa yaptırdım. Öyle acı eşiği yüksek bi adamdır ki kendisi, ağrım var diyorsa hastaneliktir.. Neyse bi şey çıkmadı.
Formları doldururken 33 yaşında olduğu dank etmiş kendisine. Dolayısı ile ben de 33 oluyorum. İnsan alıştıra alıştıra söyler, öyle yüzüne pat diye vurmaz. Ama vuruyor işte.
Kendi adıma otuzlu yaşlardan büyük beklentilerim vardı. Olgunlaşacaktım mesela, yok olmadı. Oturaklı, bilge, profesyonel yapacaktı otuzlu yaşlar beni. Anne gibi anne yapacaktı, şebekyus değil! Fos çıktı otuzlu yaşlar. Hala kendimi lisede falan hissediyorum.
“Küçül de cebime gir!”
Evet benim gibi şuursuzlar için doğru cümle.
Pazar günü pazardan dönüşte Arca koşmak istedi. Koşu parkuru olarak Agora’yı seçtim, sabah saatleri pek serin ve tenha olur, İzmirim insanı daha totosunda pirelerle münasebettedir o vakitler. Onunla yarış yaparken vitrinden gördüm ikimizi. İki yaşında bir velet ve koca kadın! Her ne kadar spor ayakkabılarım ve sırt çantam da olsa, koca kadınım ayol! Utan el kadar veletle dükkanlarda dans etmeye – evet hangisinde güzel müzik çalıyorsa oraya girip kudurduk. (bu arada Arca’yı esefle kınıyorum, Koton’da 70% indirim başlamıştı, iki dakika izin vermedi anası baksın iki parça eşyaya!)
Koca kadınım ama araba yıkayıcısından resmen çocuk gibi azar işittim. Madem Agora’da vakit geçireceğiz, arabayı yıkatayım diye bıraktım. Benim eski emektarla sık kaza yaptığımdan yıkamacıya vermeye gerek olmazdı. Servis, tamirden sonra sağ olsun yıkayıp teslim ederlerdi. Bu arabada daha temkinliyim kanımca, ama bu defa da yıkanmıyor araba. Dolayısıyla yıkamacı abi beni çekti kenara “abla sen napıyorsun, pasta cila yaptır buna, hiç bakmamışsın arabaya, olmaz böyle, bak pütür olmuş, yıka yıka temizlenmedi be..” diyemedim “ulen ne diyon ben 33 yaşında çoluk çocuk sahibi kadınım, sen kimi azarlıyon!”, içimde kaldı.
Tabii bunda adamın haklı oluşunun ve benim bilinçaltımda bir yerlerde kendimi küçük hissetmemin payı büyük!
Zaman denen şey benim bilinçaltımı pek kaale almadan bildiği gibi ilerliyor. Göz çevresi kırışıklıklarım yaşımı fazlasıyla ele veriyor ve kozmetik denen sektör benim derdime mucize bir çare icat etmedi henüz. Botoksa bile sempati duymaya başlamıştım ki Ajda Pekkan’ı gördüm televizyonda, jüri üyesiymiş. Ne zamandır alıcı gözle bakmamışım. Pek biyonik göründü gözüme.
Yok yok bu fotoğraftakinden çok çok farklı gördüğüm yüz...
Sonra bir gazetenin magazin sayfalarını tıklarken onu gördüm... Vahide Gördüm.
1965 doğumlu olmasına rağmen yaşından daha yaşlı göründüğünü haber yapmışlar.
Ne saçma!
33 sene sonra Ajda Pekkan gibi görüneceğime, 13 sene sonra Vahide Gördüm gibi görünmeyi tercih ederim!
Yaş alma ile ilgili bakış açımı değiştiren bir anı da OIP'ten... Çok seviğim bir yazı. Ne zaman kırışıklıklarıma baksam, o yazı geliyor aklıma.
Formları doldururken 33 yaşında olduğu dank etmiş kendisine. Dolayısı ile ben de 33 oluyorum. İnsan alıştıra alıştıra söyler, öyle yüzüne pat diye vurmaz. Ama vuruyor işte.
Kendi adıma otuzlu yaşlardan büyük beklentilerim vardı. Olgunlaşacaktım mesela, yok olmadı. Oturaklı, bilge, profesyonel yapacaktı otuzlu yaşlar beni. Anne gibi anne yapacaktı, şebekyus değil! Fos çıktı otuzlu yaşlar. Hala kendimi lisede falan hissediyorum.
“Küçül de cebime gir!”
Evet benim gibi şuursuzlar için doğru cümle.
Pazar günü pazardan dönüşte Arca koşmak istedi. Koşu parkuru olarak Agora’yı seçtim, sabah saatleri pek serin ve tenha olur, İzmirim insanı daha totosunda pirelerle münasebettedir o vakitler. Onunla yarış yaparken vitrinden gördüm ikimizi. İki yaşında bir velet ve koca kadın! Her ne kadar spor ayakkabılarım ve sırt çantam da olsa, koca kadınım ayol! Utan el kadar veletle dükkanlarda dans etmeye – evet hangisinde güzel müzik çalıyorsa oraya girip kudurduk. (bu arada Arca’yı esefle kınıyorum, Koton’da 70% indirim başlamıştı, iki dakika izin vermedi anası baksın iki parça eşyaya!)
Koca kadınım ama araba yıkayıcısından resmen çocuk gibi azar işittim. Madem Agora’da vakit geçireceğiz, arabayı yıkatayım diye bıraktım. Benim eski emektarla sık kaza yaptığımdan yıkamacıya vermeye gerek olmazdı. Servis, tamirden sonra sağ olsun yıkayıp teslim ederlerdi. Bu arabada daha temkinliyim kanımca, ama bu defa da yıkanmıyor araba. Dolayısıyla yıkamacı abi beni çekti kenara “abla sen napıyorsun, pasta cila yaptır buna, hiç bakmamışsın arabaya, olmaz böyle, bak pütür olmuş, yıka yıka temizlenmedi be..” diyemedim “ulen ne diyon ben 33 yaşında çoluk çocuk sahibi kadınım, sen kimi azarlıyon!”, içimde kaldı.
Tabii bunda adamın haklı oluşunun ve benim bilinçaltımda bir yerlerde kendimi küçük hissetmemin payı büyük!
Zaman denen şey benim bilinçaltımı pek kaale almadan bildiği gibi ilerliyor. Göz çevresi kırışıklıklarım yaşımı fazlasıyla ele veriyor ve kozmetik denen sektör benim derdime mucize bir çare icat etmedi henüz. Botoksa bile sempati duymaya başlamıştım ki Ajda Pekkan’ı gördüm televizyonda, jüri üyesiymiş. Ne zamandır alıcı gözle bakmamışım. Pek biyonik göründü gözüme.
Yok yok bu fotoğraftakinden çok çok farklı gördüğüm yüz...
Sonra bir gazetenin magazin sayfalarını tıklarken onu gördüm... Vahide Gördüm.
1965 doğumlu olmasına rağmen yaşından daha yaşlı göründüğünü haber yapmışlar.
Ne saçma!
33 sene sonra Ajda Pekkan gibi görüneceğime, 13 sene sonra Vahide Gördüm gibi görünmeyi tercih ederim!
Yaş alma ile ilgili bakış açımı değiştiren bir anı da OIP'ten... Çok seviğim bir yazı. Ne zaman kırışıklıklarıma baksam, o yazı geliyor aklıma.
15 Temmuz 2011 Cuma
Adanmışlık, aldanmışlık
Biz küçükken ev işlerine kısmen dahil edilirdik, kendi isteğimiz ölçüsünde. Salata benim işimdi misal, bulaşık ablamın. Temizlik gibi ağır ve ciddi işlerde annem bizi çok zorlamazdı. Toz almak gibi sıkıcı işler belki, ablam da lavabo ovardı. Yemeği tam olarak yurtta kalmaya başladığımda pişirmeye başladığımı, temizliği ise evlendiğimde yaptığımı hatırlıyorum, ütü sadece yazın elimize verilirdi. Hep “siz dersinize çalışın” denirdi bize.
Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.
Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...
Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!
İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…
“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.
Herkes ve her şey için geçerli hayatta.
J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…
Annelikten başladık, annelikten bitirelim…
Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.
Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.
Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.
Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.
Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.
Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.
Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...
Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…
Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …
Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.
Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...
Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!
İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…
“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.
Herkes ve her şey için geçerli hayatta.
J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…
Annelikten başladık, annelikten bitirelim…
Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.
Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.
Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.
Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.
Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.
Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.
Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...
Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…
Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …
14 Temmuz 2011 Perşembe
İşte öyle bir şey
Sıkıcı bir ofis günü…
Şirketin yarısı tatilde, dolayısı ile öyle aman aman yoğun değilim. Dosyalama arşivleme bilgisayarı hafifletme… Ama hani evde de bir dolap düzenlemeye girersin, sonra işin içinden çıkamaz yarı yolda vazgeçersin ya, daha doğrusu vazgeçmek istersin ama o dağınıklığı eninde sonunda sen temizleyeceğin için elin mahkum vazgeçemezsin, işte öyle bir şey…
Sıkıcı bir ofis gününde yapılacak en iyi şey en az bir saatliğine Foruma kaçmaktır. Ama tembelliğin tutar, üşengeçliğin tutar, hava sıcaktır ve beyninde yumurta pişirecek kadar sıcaktır ve çıktığın an her bir ter bezin infilak edecekmiş gibi ter salgılamaya başlar, vazgeçersin işte öyle bir şey…
Hem eve gitmeyi iple çekersin hem de gidince ofiste yorulmuş zihnine yorgun bir bedenin de ekleneceğini düşünüp istemezsin işte öyle bir şey…
Naneli sakızın çiğnedikçe tadının gitmesine gıcık olursun, magnum yerine öğlenden kalma üç dilim karpuzu yediğine gıcık olursun, karpuzun çekirdeklerinin küçüklüğüne , çekirdekleri kibarlık edeceğim diye illa ki çatal bıçakla ayıklamak zorunda oluşuna gıcık olursun… hani hemen hiçbir ayrıntıdan mutluluk çıkaramazsın ya … işte öyle bir şey
Derken ayaklarım takıldı gözüme. Güdük boyuma asla uymayan babetlerim var. Belli ki öğlen gezeyim diye düşünmüş, giymişim. Hayır boşuna giymişim diye bıkbıklamayacağım. Çok ucuza aldım ben onları. Ve hemen her gün ayağımda. Hiç yakışmadığını biliyorum, - bunları alırken İlker yanımda olsa kesinlikle aldırmazdı, o bana hep topuklu ayakkabı alır - , beni iyice götten bacak gösterdiklerini biliyorum ama çok ucuza aldım ben onları!! Evet keyfimin yerine gelmesi için iyi bir ayrıntı…
Şimdi dükkanı kapatıp, eve dönüş yolunda marketten Miller alabilirim. Akşam cüceyi uyuttuktan sonra, buz gibi yıkanmış balkonda çerezimi yanına katık edip ayakkabılarımı ne kadar ucuza aldığımı kutlayabilirim.
Hani kutlamak için bahane ararsın ya, hani yorgunluğun üzerine bir oh çekip ayağını uzatırsın ya, hani her şey gözüne daha olumlu görünmeye başlar ya…
işte öyle bir şey … işte öyle bir şey…
Şirketin yarısı tatilde, dolayısı ile öyle aman aman yoğun değilim. Dosyalama arşivleme bilgisayarı hafifletme… Ama hani evde de bir dolap düzenlemeye girersin, sonra işin içinden çıkamaz yarı yolda vazgeçersin ya, daha doğrusu vazgeçmek istersin ama o dağınıklığı eninde sonunda sen temizleyeceğin için elin mahkum vazgeçemezsin, işte öyle bir şey…
Sıkıcı bir ofis gününde yapılacak en iyi şey en az bir saatliğine Foruma kaçmaktır. Ama tembelliğin tutar, üşengeçliğin tutar, hava sıcaktır ve beyninde yumurta pişirecek kadar sıcaktır ve çıktığın an her bir ter bezin infilak edecekmiş gibi ter salgılamaya başlar, vazgeçersin işte öyle bir şey…
Hem eve gitmeyi iple çekersin hem de gidince ofiste yorulmuş zihnine yorgun bir bedenin de ekleneceğini düşünüp istemezsin işte öyle bir şey…
Naneli sakızın çiğnedikçe tadının gitmesine gıcık olursun, magnum yerine öğlenden kalma üç dilim karpuzu yediğine gıcık olursun, karpuzun çekirdeklerinin küçüklüğüne , çekirdekleri kibarlık edeceğim diye illa ki çatal bıçakla ayıklamak zorunda oluşuna gıcık olursun… hani hemen hiçbir ayrıntıdan mutluluk çıkaramazsın ya … işte öyle bir şey
Derken ayaklarım takıldı gözüme. Güdük boyuma asla uymayan babetlerim var. Belli ki öğlen gezeyim diye düşünmüş, giymişim. Hayır boşuna giymişim diye bıkbıklamayacağım. Çok ucuza aldım ben onları. Ve hemen her gün ayağımda. Hiç yakışmadığını biliyorum, - bunları alırken İlker yanımda olsa kesinlikle aldırmazdı, o bana hep topuklu ayakkabı alır - , beni iyice götten bacak gösterdiklerini biliyorum ama çok ucuza aldım ben onları!! Evet keyfimin yerine gelmesi için iyi bir ayrıntı…
Şimdi dükkanı kapatıp, eve dönüş yolunda marketten Miller alabilirim. Akşam cüceyi uyuttuktan sonra, buz gibi yıkanmış balkonda çerezimi yanına katık edip ayakkabılarımı ne kadar ucuza aldığımı kutlayabilirim.
Hani kutlamak için bahane ararsın ya, hani yorgunluğun üzerine bir oh çekip ayağını uzatırsın ya, hani her şey gözüne daha olumlu görünmeye başlar ya…
işte öyle bir şey … işte öyle bir şey…
O bir "Survivor"
Sakarım demiş miydim? Evet demiştim, hatırlıyorum.
Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.
Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.
Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.
Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.
Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.
Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.
Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?
Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )
Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.
Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.
Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.
Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.
Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.
Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.
Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.
Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?
Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )
Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Hay peri gibi!
Bir ara bir ormanda kaybolma fantezisi hakimdi masallara, şimdi periler musallat oldu. Hay dilim tutulaydı da peri demeyeydim. Önceden tırsmışlığı var biliyorum bir de!
Kendime perilerden bahsetmek yok diye söz vermiştim güya…
Bezli yatırıp sabaha karşı unutup da fark ettiği bez için gayri ihtiyari “aa hay Allah kim takmış bu bezi? Gece bez perileri gelip takmış herhalde” diye saçma bir laf çıkınca, o içine periler kaçasıca ağzımdan, mecbur iki satır bir şeyler uydurdum.
Tabii Arca’nın hoşuna gitmedi, iki sefer daha bez görünce “bez perileri gelmesin, bez takmasın” dedi.
Perilerden yana bu ısrarcı tutumumun son bulması için gece bezi çıkardık. Ama nasıl yapacağım bilmiyorum. Mıkırdandığını duyarsam yanına gidiyorum, kuvvetle muhtemel çiş gelmiş oluyor, klozete tutunca hop salıveriyor. Ama işler sarpa sardı, son dönemde mıkırdamalarına hemen gitmiyordum, bu bez işi çıkınca kaçmasın uyanmasın diye yeni doğan anası gibi saniyesinde soluğu yanında alıyorum.
Daha kötüsü ben mıkırdanmayı kaçırırsam Arca da çişi kaçırıveriyor, üşütecek diye korkuyorum. Bence henüz gece bezi bırakmaya hazır değil. Kimi tecrübeliler gece gündüz beraber bırakılmasından yana ama Arca deve gibi su içiyor ve şimdiye kadar hemen hemen hiç kuru kalkmadı yataktan. Dolayısıyla yine tecrübelilerin önerisi üzerine arayı fazla açmamayı düşünmekle birlikte, bir süre kaçak göçek bezle idare edelim diyordum.
Tenhada sıkıştırılasıca periler sağ olsun gece bez çıktı.
Dolayısı ile benim de yine uyku ile imtihanım başladı!
Annenin bebesine notu: Büyü len artık, çişini de tut sabaha kadar arıza çıkarmadan bi uyu be! Tam uyumaya başladın dedik, çiş çıktı başıma, hay senin çişine!
Annenin okuyanlara notu: Merak edenler için Arca’nın gündüz bez olayı tamamen bitti. Tabii kazalar oluyor arada ama çoğunlukla kendisi söylüyor, arıza yapmıyor.
Annenin sorusu : Gece bez işi nasıl halledilir? Bu adam tutmayı öğrenecek mi? Yoksa saat kurup ben mi götüreceğim hep işetmeye?
Kendime perilerden bahsetmek yok diye söz vermiştim güya…
Bezli yatırıp sabaha karşı unutup da fark ettiği bez için gayri ihtiyari “aa hay Allah kim takmış bu bezi? Gece bez perileri gelip takmış herhalde” diye saçma bir laf çıkınca, o içine periler kaçasıca ağzımdan, mecbur iki satır bir şeyler uydurdum.
Tabii Arca’nın hoşuna gitmedi, iki sefer daha bez görünce “bez perileri gelmesin, bez takmasın” dedi.
Perilerden yana bu ısrarcı tutumumun son bulması için gece bezi çıkardık. Ama nasıl yapacağım bilmiyorum. Mıkırdandığını duyarsam yanına gidiyorum, kuvvetle muhtemel çiş gelmiş oluyor, klozete tutunca hop salıveriyor. Ama işler sarpa sardı, son dönemde mıkırdamalarına hemen gitmiyordum, bu bez işi çıkınca kaçmasın uyanmasın diye yeni doğan anası gibi saniyesinde soluğu yanında alıyorum.
Daha kötüsü ben mıkırdanmayı kaçırırsam Arca da çişi kaçırıveriyor, üşütecek diye korkuyorum. Bence henüz gece bezi bırakmaya hazır değil. Kimi tecrübeliler gece gündüz beraber bırakılmasından yana ama Arca deve gibi su içiyor ve şimdiye kadar hemen hemen hiç kuru kalkmadı yataktan. Dolayısıyla yine tecrübelilerin önerisi üzerine arayı fazla açmamayı düşünmekle birlikte, bir süre kaçak göçek bezle idare edelim diyordum.
Tenhada sıkıştırılasıca periler sağ olsun gece bez çıktı.
Dolayısı ile benim de yine uyku ile imtihanım başladı!
Annenin bebesine notu: Büyü len artık, çişini de tut sabaha kadar arıza çıkarmadan bi uyu be! Tam uyumaya başladın dedik, çiş çıktı başıma, hay senin çişine!
Annenin okuyanlara notu: Merak edenler için Arca’nın gündüz bez olayı tamamen bitti. Tabii kazalar oluyor arada ama çoğunlukla kendisi söylüyor, arıza yapmıyor.
Annenin sorusu : Gece bez işi nasıl halledilir? Bu adam tutmayı öğrenecek mi? Yoksa saat kurup ben mi götüreceğim hep işetmeye?
12 Temmuz 2011 Salı
Dikkat! Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir?
İlker esnaf sever, manavcıdır. Mahallenin esnafı ile arkadaştır. Onun manav kankası vardır, benim pazarcı teyzelerim. Ben pazar severim. Küçükken annem kaptı mı beni pazara götürür, dört tur dolaştırmadan getirmezdi. İki tur atılır, üçüncüde fiyattan ve kaliteden yana en uygunları alınır, bir şey unutulmuş olmasın diye de son bir tur atılıp eve dönülürdü. Alışkanlık, aşinalık var. İstanbul’daki evimiz Zuhuratbaba’daydı, Salı günleri kurulan pazarı kaçırmazdım. Sor şimdi – ölmediyse – köy biberi satan teyzeyi elimle koymuş gibi bulurum. Ancak Arca doğdu beridir, pek imkan olmadı. İlker’in de yolunun üstündeki manav kanka olunca tembellik ağır bastı.
Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.
Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.
Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.
Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.
Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.
--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------
Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.
Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!
Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)
“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.
Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.
Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.
Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.
Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.
Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )
Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.
Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.
Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.
Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.
Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.
Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.
Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.
--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------
Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.
Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!
Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)
“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.
Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.
Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.
Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.
Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.
Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )
Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.
Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.
11 Temmuz 2011 Pazartesi
"Şampiyon olmamıza altı takım kaldı, ha gayret!"
İşe giderken NTV radyonun Trabzonspor başkanının da tutuklandığını bildiren son dakika haberini duyunca ilk iş İlker’i arayıp böyle dedim. Son bir haftadır şikeyle yatıp kalkıyorduk. Biliyordum, kendinden öndeki yedi takımın başkanlarının şike iddiası ile tutuklanmasının ardından sıra GS’ye gelecekti, tüm yıl GS’ye üzülen canım İlker’im sonunda sevinecekti, bunun hayallerini kuruyordu.
Şaka bir yana, İlker iyi bir futbol oyuncusu (Göztepe’nin altyapısı geçmişi var) ve izleyicisidir. Ben hemen hemen hiç televizyon izlemediğim için fazla umursamam, hep spor kanalları açıktır.
Transfer dönemini severim mesela, kim kime gitmiş. Öyle eskileri hatırlıyorum ki…
“Hani dişlek bir Barcelona oyuncusu vardı böyle kırıta kırıta gider gol atardı, zayıf bir şey saçları kıvırcık uzun, kimdi o? Napıyo şimdi? Hangi takımda?”
“Ya bu Televoleden tanıştığı manken kızla evlenen bir savunma oyucusu vardı. Dünya üçüncüsü olduğumuz sene milli takımdaydı. Yav nasıl bilmiyorsun hani İzmirli? Kimdi o çocuk?”
Genelde sorularım cevapsız kalsa da bazen monologların diyaloğa döndüğü de oluyor. Mesela bir liste yapmışlar, anlatıyorlar televizyonda.
Y: AA birinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: İkinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: Vay İspanya bayağı iyiymiş Avrupa’da di mi?
İ: Yeliz lig İspanya ligi, bütün takımlar İspanyol
Y: Haydaa niye izliyorsun yerel ligleri? Transfer haberi yok mu?
Güya ben koltukta gazete okuyorum, televizyondan “Forvete ihtiyacımız var” diyen GS yetkilisine kulak kabartıp heyecanlandım mesela … “Arda gitti mi İlker?” “Niye?” “Ee baksana forvet lazımmış o çocuk işe yaramıyor mu?” “Orta saha oyuncusu o” “Nasıl gol atıyor orta sahadan? Hep gol atıyor?” “Böyle kanatlardan gelip… ya of Yeliz ya piç ettin haberi, sana ne ya? Hadi canım sen oku, takılma anlatırım ben sana sonra”
Anlaşıldığı üzere futboldan zerre kadar anlamam. Daha kötüsü anlıyormuş gibi yapıp İlker’i epey gıcık ederim. Bu son bir haftadaki olaylar bence futboldan başka bir şey. Öncesinin olduğunu da düşünüyorum, hep olduğunu da düşünüyorum. Olay takımlar üstü bence. Aziz Yıldırım’ı tutuklamışlar ve belki daha birçokları peşinden gidecek. Geçtiğimiz günlerde FB’li olduğunu öğrendiğim bir yazar tabii ki adını hatırlamıyorum, televizyonda “FB lig düşürülürse bütün lig bundan zarar görür, tüm takımlar, şifreli televizyonlar maddi olarak çöker” gibi cümlelerle gözdağı veriyordu. Hani şikeyi küçük takım yapmış olsa yerin dibine geçirelim de büyük takım yapmışsa sineye çekelim alt metni ile konuşuyordu. Tüylerimin diken diken olması için futboldan anlamam gerek yok!
Son olarak tutuklama kararının da henüz hüküm giymemiş biri için gelmesi çok garip ya. Hukuk sistemimiz mi böyle anlamadım. Ergenekon şüphelileri yıllardır içeride, hüküm bile giymediler, belki bu davanın şüphelileri de aynı akıbete uğrayacak. Hani deliller karartılmasın da, maksat oymuş. Deniz Feneri şüphelisi Zahit Akman’ın delil karartmayacağına inanılmış olacak tutuklanması için üç yıl geçmesi beklendi.
Of neyse...
İlker bilse de söylemiyor, gıcıklığından , ya cidden o çocuğun adı neydi? Hani şu Televole’den mankenle evlendi de İngiltere’ye gitti, İzmirli ya, savunmada oynuyor hani? Kimdi o?
Şaka bir yana, İlker iyi bir futbol oyuncusu (Göztepe’nin altyapısı geçmişi var) ve izleyicisidir. Ben hemen hemen hiç televizyon izlemediğim için fazla umursamam, hep spor kanalları açıktır.
Transfer dönemini severim mesela, kim kime gitmiş. Öyle eskileri hatırlıyorum ki…
“Hani dişlek bir Barcelona oyuncusu vardı böyle kırıta kırıta gider gol atardı, zayıf bir şey saçları kıvırcık uzun, kimdi o? Napıyo şimdi? Hangi takımda?”
“Ya bu Televoleden tanıştığı manken kızla evlenen bir savunma oyucusu vardı. Dünya üçüncüsü olduğumuz sene milli takımdaydı. Yav nasıl bilmiyorsun hani İzmirli? Kimdi o çocuk?”
Genelde sorularım cevapsız kalsa da bazen monologların diyaloğa döndüğü de oluyor. Mesela bir liste yapmışlar, anlatıyorlar televizyonda.
Y: AA birinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: İkinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: Vay İspanya bayağı iyiymiş Avrupa’da di mi?
İ: Yeliz lig İspanya ligi, bütün takımlar İspanyol
Y: Haydaa niye izliyorsun yerel ligleri? Transfer haberi yok mu?
Güya ben koltukta gazete okuyorum, televizyondan “Forvete ihtiyacımız var” diyen GS yetkilisine kulak kabartıp heyecanlandım mesela … “Arda gitti mi İlker?” “Niye?” “Ee baksana forvet lazımmış o çocuk işe yaramıyor mu?” “Orta saha oyuncusu o” “Nasıl gol atıyor orta sahadan? Hep gol atıyor?” “Böyle kanatlardan gelip… ya of Yeliz ya piç ettin haberi, sana ne ya? Hadi canım sen oku, takılma anlatırım ben sana sonra”
Anlaşıldığı üzere futboldan zerre kadar anlamam. Daha kötüsü anlıyormuş gibi yapıp İlker’i epey gıcık ederim. Bu son bir haftadaki olaylar bence futboldan başka bir şey. Öncesinin olduğunu da düşünüyorum, hep olduğunu da düşünüyorum. Olay takımlar üstü bence. Aziz Yıldırım’ı tutuklamışlar ve belki daha birçokları peşinden gidecek. Geçtiğimiz günlerde FB’li olduğunu öğrendiğim bir yazar tabii ki adını hatırlamıyorum, televizyonda “FB lig düşürülürse bütün lig bundan zarar görür, tüm takımlar, şifreli televizyonlar maddi olarak çöker” gibi cümlelerle gözdağı veriyordu. Hani şikeyi küçük takım yapmış olsa yerin dibine geçirelim de büyük takım yapmışsa sineye çekelim alt metni ile konuşuyordu. Tüylerimin diken diken olması için futboldan anlamam gerek yok!
Son olarak tutuklama kararının da henüz hüküm giymemiş biri için gelmesi çok garip ya. Hukuk sistemimiz mi böyle anlamadım. Ergenekon şüphelileri yıllardır içeride, hüküm bile giymediler, belki bu davanın şüphelileri de aynı akıbete uğrayacak. Hani deliller karartılmasın da, maksat oymuş. Deniz Feneri şüphelisi Zahit Akman’ın delil karartmayacağına inanılmış olacak tutuklanması için üç yıl geçmesi beklendi.
Of neyse...
İlker bilse de söylemiyor, gıcıklığından , ya cidden o çocuğun adı neydi? Hani şu Televole’den mankenle evlendi de İngiltere’ye gitti, İzmirli ya, savunmada oynuyor hani? Kimdi o?
10 Temmuz 2011 Pazar
Dumur diyalog #12
Arca: KAmyonlarla oynayım
İlker: kamyon değil bunlar kamyonet. Ne taşıyalım bunların kasasında?
Arca: kamyon-et. Et taşıyalım!!
----------------------------------------
Her pazartesi sabahı istisnasız olduğu üzere,
Arca: İşe gitme!
Yeliz : Anlıyorum anne hep seninle kalsın istiyorsun, gitmesin istiyorsun, birlikte oynayalım istiyorsun.
Bu pazartesi istisna olarak, yeni bir fikir!
Arca: Beraber işe gidelim!
----------------------------------------
Arca: Poyraz (11 aylık) benim arabalarımla oynamasın, almasın arabalarımı
Yeliz: Vermek istemediğin oyuncakları ayır, hangilerini vermek istiyorsan onları çıkar o halde.
Arca: Bunları. Poyraz istesin benden.
Yeliz : Poyraz küçük daha konuşamıyor
Arca: Konuşsun istesin sorsun!
----------------------------------------
Sabahın köründe, tuvalette (mok muhabbetinin arasında);
Arca: Lokantaya gidelim
İlker: Ne zaman gidelim?
Arca: iki gün gidelim
İlker: Ne yapacaksın lokantada?
Arca: Pide yiycem, lahmacun yiycem, seninkileri de yicem, hepsini yicem!
----------------------------------------
Yeliz : Ümit teyzesi Arca okulda bi abi ile oynadı, çok eğlendi. Biraz anlatsana Arca.
Arca: Abi vardı. Oynadık.
ÜA: Büyük müydü?
Arca: Evet yemiş yemiş büyümüş.
İlker: kamyon değil bunlar kamyonet. Ne taşıyalım bunların kasasında?
Arca: kamyon-et. Et taşıyalım!!
----------------------------------------
Her pazartesi sabahı istisnasız olduğu üzere,
Arca: İşe gitme!
Yeliz : Anlıyorum anne hep seninle kalsın istiyorsun, gitmesin istiyorsun, birlikte oynayalım istiyorsun.
Bu pazartesi istisna olarak, yeni bir fikir!
Arca: Beraber işe gidelim!
----------------------------------------
Arca: Poyraz (11 aylık) benim arabalarımla oynamasın, almasın arabalarımı
Yeliz: Vermek istemediğin oyuncakları ayır, hangilerini vermek istiyorsan onları çıkar o halde.
Arca: Bunları. Poyraz istesin benden.
Yeliz : Poyraz küçük daha konuşamıyor
Arca: Konuşsun istesin sorsun!
----------------------------------------
Sabahın köründe, tuvalette (mok muhabbetinin arasında);
Arca: Lokantaya gidelim
İlker: Ne zaman gidelim?
Arca: iki gün gidelim
İlker: Ne yapacaksın lokantada?
Arca: Pide yiycem, lahmacun yiycem, seninkileri de yicem, hepsini yicem!
----------------------------------------
Yeliz : Ümit teyzesi Arca okulda bi abi ile oynadı, çok eğlendi. Biraz anlatsana Arca.
Arca: Abi vardı. Oynadık.
ÜA: Büyük müydü?
Arca: Evet yemiş yemiş büyümüş.
8 Temmuz 2011 Cuma
Zamane ana babasının işi zor azizim #3 : Mahalle baskısı
Gıdaya, kimyaya dikkat etti.
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.
Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?
I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.
Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.
Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.
Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.
Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.
"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!
Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.
Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.
Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.
Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.
Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.
Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!
Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….
Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.
Yemişim cümlesini der, kaçar!
Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.
Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?
I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.
Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.
Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.
Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.
Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.
"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!
Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.
Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.
Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.
Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.
Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.
Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!
Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….
Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.
Yemişim cümlesini der, kaçar!
Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2
7 Temmuz 2011 Perşembe
Arca napar?
Domates salatalığına limon zeytinyağı sever. Suyuna illa ki ekmek banar.
Çok ama çok süt içer. Sütünü suyunu illa ki soğuk sever.
Çikolatalı pudinge bayılır ve tabii ki dondurmaya.
Domatesli bulgur pilavının yanına mutlaka ayran ister. Yoğurdu kendi çırpmak ister, ayranı kendi yapmak ister.
“ü” harfini söyleyemez. Bir – iki – uç : ) Ümit’in adı Umittir. Kızlarının adı Guzin ile Gulçin.
On’a kadar sayar.
Kamyon sever. Her türlüsüne bayılır.
Cars filminden sahneler canlandırır.
Kafadan hikayeler yazar. Bazıları çok inandırıcı olur.
Çocuk sever, fazla sever, tanımadığı çocuklara doğru koşar ve onlara Elmayra’nın hayvanlara yaptığı muameleden çeker. (sıkıca sarılıp “en çok seni sevicem seni sevicem” ) Bazı çocuklar tarafından şüpheyle yaklaşılan bu davranışlarından şiddete maruz kalsa da vazgeçmez.
Duru’ya bayılır. Durup durup “Duru gelsin” der ama gelince de yıllardır oynamadığı oyuncakları kıymete biner.
Kaydırağın tepesine çıkar. Sonra arkasındaki çocuk yığınına ve anasının “hadi oğlum kay artık” yakınmalarına takılmaksızın kaydırağın tepesinde ufka dalar, mal mal bakar kıpırdamaz. Kıpır anasının içine fenalıklar gelir durağan hallerinden, yine de kıpırdamaz. Arkadan çocuklar itekler, döner "SIRAYLA!" diye çemkirir ama yine de kıpırdamaz.
Saklambaç oynamayı sever, hep aynı yere saklanır, sen farklı yere saklanınca arıza çıkarır.
Pelüş oyuncakları çok sever, onlarla konuşur, onları konuşturur, en çok da ayıyı sever. Hikaye uydurmaktaki yaratıcılığı isim koyarken kaybolur. Köpeğin adı köpek, kedinin adı kedi, pandanın adı panda, ayının adı ayıdır.
Uyumamak için direnir. Uykudan önce mutlaka duş almak ister. Yatağı yastığı serin sever.
Bu aralar en çok “Maymun Kral” kitabını okutur, bir seferde beş defa okutabilir. Kitaplarda, masallarda kafiye sever.
Bir yerlerinde yara gördü mü o yara geçinceye kadar öper.
Bir gün içinde yüzlerce defa “seni seviyom” der. Yakaladığı an (ayakkabısını giydirmeye yardım ederken, kucağına aldığında, kitap okurken, gece uyandığında … ) kaçırmaz öper.
Çok ama çok süt içer. Sütünü suyunu illa ki soğuk sever.
Çikolatalı pudinge bayılır ve tabii ki dondurmaya.
Domatesli bulgur pilavının yanına mutlaka ayran ister. Yoğurdu kendi çırpmak ister, ayranı kendi yapmak ister.
“ü” harfini söyleyemez. Bir – iki – uç : ) Ümit’in adı Umittir. Kızlarının adı Guzin ile Gulçin.
On’a kadar sayar.
Kamyon sever. Her türlüsüne bayılır.
Cars filminden sahneler canlandırır.
Kafadan hikayeler yazar. Bazıları çok inandırıcı olur.
Çocuk sever, fazla sever, tanımadığı çocuklara doğru koşar ve onlara Elmayra’nın hayvanlara yaptığı muameleden çeker. (sıkıca sarılıp “en çok seni sevicem seni sevicem” ) Bazı çocuklar tarafından şüpheyle yaklaşılan bu davranışlarından şiddete maruz kalsa da vazgeçmez.
Duru’ya bayılır. Durup durup “Duru gelsin” der ama gelince de yıllardır oynamadığı oyuncakları kıymete biner.
Kaydırağın tepesine çıkar. Sonra arkasındaki çocuk yığınına ve anasının “hadi oğlum kay artık” yakınmalarına takılmaksızın kaydırağın tepesinde ufka dalar, mal mal bakar kıpırdamaz. Kıpır anasının içine fenalıklar gelir durağan hallerinden, yine de kıpırdamaz. Arkadan çocuklar itekler, döner "SIRAYLA!" diye çemkirir ama yine de kıpırdamaz.
Saklambaç oynamayı sever, hep aynı yere saklanır, sen farklı yere saklanınca arıza çıkarır.
Pelüş oyuncakları çok sever, onlarla konuşur, onları konuşturur, en çok da ayıyı sever. Hikaye uydurmaktaki yaratıcılığı isim koyarken kaybolur. Köpeğin adı köpek, kedinin adı kedi, pandanın adı panda, ayının adı ayıdır.
Uyumamak için direnir. Uykudan önce mutlaka duş almak ister. Yatağı yastığı serin sever.
Bu aralar en çok “Maymun Kral” kitabını okutur, bir seferde beş defa okutabilir. Kitaplarda, masallarda kafiye sever.
Bir yerlerinde yara gördü mü o yara geçinceye kadar öper.
Bir gün içinde yüzlerce defa “seni seviyom” der. Yakaladığı an (ayakkabısını giydirmeye yardım ederken, kucağına aldığında, kitap okurken, gece uyandığında … ) kaçırmaz öper.
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Boğulma hakkında - çok önemli
Bizimkilerin yazlığının olduğu mevkide deniz hemen derinleşiverir, bir bakmışsın su bilekte bir bakmışsın belde. Yüzme bilmiyorsan tehlikelidir. Aslında yüzme bilene de tehlikeli. Annem ben çok küçükken boğulma tehlikesi atlatmıştı, Ege Üniversitesinin kampının önünde olmamız ve tıp öğrencilerinin kampta olmasına çokça dua etmiştik, abiler kurtarmıştı annemi dalgaların arasından.
Bu hafta dinlediğim olaydaki grafiker kadın annem kadar şanslı değilmiş. Eşi ve kızı ile biraz açılmış. Sonra onlar kıyıya dönmüşler, kadın bir türlü dönmemiş. Pazar günü ve çok kalabalık olmasına rağmen kadına ulaşılamamış.
Bir hafta sonra bi kilometre kadar uzakta ulaşmışlar kadının boğulmuş bedenine. Epey konuştuk, nasıl kimse fark etmemiş? Yüzme bilen kadın, belki rahatsızlandı filan dedik ama bir türlü aklımız ermedi.
Bugün Nurturia'da gündeme geldi.
Burada, Nurturia'nın bugulogunda çok faydalı bir yazı var.
Hafta sonu bir türlü akıl erdiremediğimiz sorularımıza cevap oldu.
Bu hafta dinlediğim olaydaki grafiker kadın annem kadar şanslı değilmiş. Eşi ve kızı ile biraz açılmış. Sonra onlar kıyıya dönmüşler, kadın bir türlü dönmemiş. Pazar günü ve çok kalabalık olmasına rağmen kadına ulaşılamamış.
Bir hafta sonra bi kilometre kadar uzakta ulaşmışlar kadının boğulmuş bedenine. Epey konuştuk, nasıl kimse fark etmemiş? Yüzme bilen kadın, belki rahatsızlandı filan dedik ama bir türlü aklımız ermedi.
Bugün Nurturia'da gündeme geldi.
Burada, Nurturia'nın bugulogunda çok faydalı bir yazı var.
Hafta sonu bir türlü akıl erdiremediğimiz sorularımıza cevap oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)