2 Mart 2024 Cumartesi

Kayıtlara geçsin

 Tütsümü yaktım, çayımı koydum, televizyonu kapattım. Bugünü kayıtlara geçirmek için geldim.


Başarı, mutluluk gibi günümüzde hedeflere konan olgulara uzun süre kafa yordum. İşin içinden çıkamadığım, ikilemde kaldığım zamanlar oldu, kafamda bir yere oturtmak zaman aldı, ama oldu. Artık benim için başarı da mutluluk da net. 


Yapabileceğinin en iyisini yapıyorsan ve sonuçta tatmin olduğunu hissediyorsan, başarılısındır. 


Huzurunu ve neşeni, hiçbir şeyin kaçırmasına izin vermiyorsan, dengeni muhafaza edebiliyorsan mutlusundur.


Mutluluğun formülü çok açık ama sen ben ve bebek değil tabii ki. Denge. 


Bir toplantıdan diğerine sürüklendiğin, aralarda birileri seninle konuşmak isterken çişini yapmayı unuttuğunu fark ettiğin günlerde denge kurmak her zaman kolay olmuyor. Böyle zamanlar için evden çalışma opsiyonu süper bir icat! Neredeyse pandemiye şükredeceğim. 


Sabah yedide işbaşı yapmayı da sağlıyor, çamaşırları yıkamanı da, hatta öğle tatilinde zeytinyağlı taze fasulye pişirmeyi de. Laf aramızda pek güzel yaparım, hem de bizim ayşekadın fasulyesi bile değil, Fas’tan çalı fasulye peh!


Neyse sabah yedide işbaşı yapınca, girmeme gerek olmayan toplantıları atlayıp tüm hafta yoğunlaşamadığım işlerime vakit ayırınca, hem az önce saydığım tüm ev işlerini hallettim hem de üç buçukta dükkanı pardon bilgisayarı kapatıp kendimi dışarı attım. 


Önce internetten aldığım pantolonu iade etmek için postaneye uğradım. Bayılıyorum Brüksellilerin Flamanca konuşamamasına. Gişedeki kız, mahçup oldu, Flamanca konuşamıyorum filan diye kıvrandı, hemen ingilizceye döndük, canıma minnet. 


Sonra atladım tramvaya merkeze indim. İşlerimi, yarın Arca’nın maçından sonra da halledebilirdim ama neden cumartesi günümü koştur koştur iş halletmeye vakfedeyim ki?


Kuafördeyken içip çok beğendiğim, - hatta Zeynep’e (Tea Pot) o karışımdan numune gönderecektim de yap bunu iyi satar dediydim - çayın dükkanı açılmış merkeze, çocuk gibi sevindim. Hemen bir paket aldım, bir an evvel eve dönüp çayı içmeyi hayal ettiğime şaşırdım. Harbiden bu nasıl bir naifliktir? 


Tramvaya binmeden hemen önce alıp bez çantaya attığım taze çekilmiş kahveler, paketin üzerinden mis gibi koktu, tramvayı kokuttu. Eve geldiğimde Zeynep’in kızı Duru’dan mesajlar vardı, bize geleceği tarihle ilgili yazıştık, çayı bulmuştum, Duru geldiğinde annesine götürebilecekti, Türk çay severleri de çok yakında benim favorime ulaşacaktı.


Çayımı demledim, Arca’yı beklerken İlker’le konuştum. Evet kendisi İzmir’de üç gündür, her gece rakı balık. Allah sonumuzu hayır etsin. Ki tembihledim, yeme dedim, az ye az iç dedim ama kim sallıyor ki beni? 


Arca geldi, mis gibi taze fasulyemizi gömdük. 


Her akşam olduğu gibi, porselen demliğimde Türk çayımı demledim, Türk dizimi açtım, ve işte buradayım.


Bugünü bitirmeden önce, kayıtlara geçirmek için.


Bugün aferin dedim kendime. Evden çalıştığım için, işlerin altında yığılmadığım için, hayır diyebildiğim için, fazla mesai yapmadığım için, kendimi eve kapatmadığım için….


Bugün kendimi başarılı ve mutlu hissettiğim için. 


Bir de bunları yapamadığım başka bir gün blog sayfalarıma sığınacak olursam, bu satırları okuyup kendime gelmek için.

24 Şubat 2024 Cumartesi

Bir ergenle yaşamak

Fırına gitmek için çıkarken kulaklıklarımı almamışım, mecburen şehrin müziğini dinledim. Sabah kuşları hava sıcaklığı beş derece civarında ötmeye başlıyorlar. Bir de bütün geceki yağmurun kokusu vardı havada. Bu kokuyu her aldığımda gülümsüyorum, bizim oğlana adını verdiği için. 

Arca ismini ilk duyduğumda çok hoşuma gitmişti, anlamının Türkçede “temiz” olmasından ziyade eski Rumcada “yağmurdan sonraki toprak kokusu” olmasından etkilenmiştim.


Neyse işte ufaktan gözlerim doluvermiş yürürken. Ne de olsa bugün analığımın on beşinci yılını kutluyoruz. Kutlamalar çerçevesinde ergen beyimiz pain au chocolat sipariş ettiler de, ana yüreği dayanamadım sabahın köründe fırına yollandım. 


Kutlamalar zaten yemek çerçevesinde dönüp duruyor. Bizim oğlan asla party animal değil, yıllar var ki doğum günü partisi yapmıyoruz, en son Belçika’ya taşınmadan önce bütün sülaleyi çağırdığımız bir parti vermiştik. Ondan sonra taşınmaya karar verdiğimiz için mi acaba Arca’da parti travma oldu? Ya da belki de anne babasıyla güzel yemekler ve pasta ile kutlamayı tercih ediyordur. Yani umarım…


Bak işte bunları düşünürken de gözlerim doldu. Analık fena. 


Bugün on beş yaşını bitirecek bir ergen var bizim evde.


Ergen velet şahane bir deneyim, herkese tavsiye ederim. Hoş, etmesem ne olacak, illa ki bu zevk tadılacak.


Dumur diyaloglar tam gaz devam;

Y: Arca beni sinir ediyorsun!

A: Asla! Bence sen, sinir olmayı seçiyorsun.


Çok didiştiğimiz oluyor ama, bakma, çok eğleniyoruz. Gerçekten çok komik bir çocuk Arca. Doğum günü hediye listesinde iki tane parfüm var mesela ki ben buna da şükür diyorum. Benden fazla parfümü var. Ici Paris parfümeri zincirinde çalışanlar Arca’yı tanıyor, neden? Çünkü sürekli parfüm numunesi topluyor. Sadece kendisi değil, bizi de arkadaşlarını da bu organizasyona dahil ediyor. İsimler elimizde parfüm numunesi topluyoruz. En beğendiğini seçebilmek için yoğun araştırmalara giriyor, cepleri parfüm tester kağıtlarıyla dolu. Asla şaka yapmıyorum.


Bir akşam bizi odasına davet etti, parfüm seçecekmişiz. Bütün gün o dükkan senin bu dükkan benim gezmiş, tester toplamış, üstlerine isimlerini yazmış, alt notaları üst notaları ne haltsa kategorize etmiş, bize danışacakmış. Kahve kavanozunu da aldık yanımıza, iki yetişkin bir ergen ha boyna kokluyoruz. Neden sonra, “abi n’apıyoruz biz ya” diye aydım. Millet ailece film izler, ne bileyim, kutu oyunu filan oynar biz ailece bizim oğlana parfüm seçiyoruz. Buyrunuz o akşamdan bir hatıra.




Sadece parfüm değil, kokoşluğun her türlüsü bizimkinde. Mesela mutfağa gidecek, yolda tuvalete uğrayıp aynada saçlarına ve kaslarına bakıyor. Zaten sürekli Hulk vaziyetinde dolaşıyor. Günde iki defa duş alıyor, ter kokusuna asla müsade etmiyor, terlerse günde iki kat kıyafet değiştiriyor.


Saçları dökülüyormuş, acilen doktora gidilmeliymiş, bir ilaç versinmiş. Oğlum baban da kel, senin de muhtemelen akibetin bu olacak, çok da şeetme diyorum, gözlerini kısıp bakıyor, artık içinden genlerine nasıl sövüyorsa…


Ayna demişken, bizim odaya çöreklendi, boy aynası varmış. Odadan sepetliyoruz, çıkıyor evden asansörü çağırıyor, aynasından kendine bakmak için. Yılbaşı hediyesi olarak odasına boy aynası aldık, kurtulduk. 


Sadece saç, kas filan olsa neyse, benim her türlü kişisel bakım malzememe ortak. Serumlar, maskeler, gülsuyu, deodorant paylaşımları sıradanlaştı, velet benim gua sha taşıma da ortak! İzmir’e gittiğimde mesajlar atıyor, neredeymiş gua sha yoksa yanımda mı götürmüşüm? Neymiş efendim, gece yüzü şişmiş ödemden, sabah düzeltmeliymiş. 




Bunları arkadaşlara anlatınca teşhisi koyuyorlar, kız var diyorlar, kesin birinden hoşlanıyor. Dürtüyorum arada, var mı lan birileri diyorum, yok diyor, olursa söylerim diyor. Yerim. Gerçekten Arca ergen filan ama kafa hala bıdık oğlan. Sadece Playstation, futbol, antrenman, futbolcular, maçlar, öküz gibi yemek, kişisel bakım, parfüm ve polisiye romanlar okumak dışında pek bir şeylerle ilgilenmiyor. Kızlarla hele hiç! Biz bunun babasını bilmesek… Neyse bakalım. 


Bugün on beşini bitiriyor bu göbekteki velet. 



Hem bu kadar hızlı geçmesi bu yılların, hem de yüzyıl kadar uzaktaymış gibi doğduğu gün… İnanılır gibi değil. 


23 Şubat 2024 Cuma

Atomik alışkanlıklar

 Okurken Pixies’den “Where is my mind” çalsın kafanızda, çünkü benim kafa öyle

küçük alışkanlıklardan ibaret yaşamlarımız. Küçük tesadüfler ve gülümseten küçük anlar var ya oradan yakalıyorsun. 

Her akşamın küçük rutini, yemeğe otururken çay demlemek. Sonra da ne yapıyorsak, televizyon mu, sosyal medya mı bir şeyler okumak mı fark etmez, elimizde çay bardaklarımız, öylece yayılıyoruz, bir demliğin dibini görüyoruz. 

Yorgunluğa çaydan başka şifa düşünemiyorum. 

Ama bu akşam… Yemekten sonra çay mı demlesem yoksa direkt papatya çayı yapıversem diye ikileme düştüm. Zira İlker ve Arca yemekten sonra arkadaşlara gidip maç izleyeceklerdi, koca demlik çayı tek başıma mı devirecektim? Hiç içimden gelmedi. Ama yemek sonrası yorgunluk iyice çökünce, yok dedim demleyeceğim, ne olacaksa olsun.

Demledim, mis gibi. Bardak dolabını açtım ve iki bardak iki tabak çıkardım, ikisine de çayları koydum, işte burda Pixies canlar basıyor yaygarayı “where is my mind” 

19 Şubat 2024 Pazartesi

Blog içerik listesinden yapay zeka endişesine (Bölüm 2)

 Nerede kalmıştık? Yapay zeka ve korkutan gelecek. (Bölüm 1 için tık lütfen)

Blog içeriği listesinden buraya nasıl geldik hiç bilmiyorum. Ama umuyorum benim yazarken keyif aldığım kadar okuyanlar da okumaktan keyif alıyordur. Belirtmeme gerek yoktur sanıyorum, bu iki yazı içerik listemde yoktu bile!


ChatGPT’nin ilk çıktığı zamanlar yürüyüş yaparken dinlediğim Özgür Mumcu ve Eray Özer’le yeni haller podcasti (Yapay Zeka) beni epey korkutmuştu. Bana çok uzak sandığım gelecek, burnumun dibindeydi ve bilmezlikten gelen o korku keyfimi kaçırmıştı. Lakin yine de bize daha uğramaz diye teselli ediyordum kendimi. Ta ki, önceki postta bahsettiğim örneklere kadar. Evet ekip arkadaşlarım kullanıyordu, evet hayatımızın içindeydi. Ne kadar detay verirsek o kadar doğru bir data veriyordu bize, bizim verdiğimiz datalar ne oluyordu? Kimse bilmiyordu. 


O büyük veri bulutunun içinde bize ait her şey yok muydu? Bu kadar bilebilen, öğrenebilen bir zeka varken insana ne gerek vardı?


Bugün işlerimizi kolaylaştıran bu teknoloji, yarın işlerimizi yapacaksa, bize ne gerek vardı?


Zaman içerisinde yok olan sektörlere, tedavülden kalkan mesleklere tanık olduk. Makinalar işleri devraldıkça, meslekler dönüştü, yeni iş alanları ortaya çıktı. 


The Intern filmini bilirsiniz, Robert De Niro ve Anne Hathaway başrollerde yetmişlik bir stajyer ve onu genç patronunu oynar. Patronun ofis binası yıllar önce telefon rehberi yapan bir fabrika ve stajyer de orada kırk yıl çalışmış. Filmin odaklandığı jenerasyon farkı konusunun yanı sıra en güzel mesaj, işlerin dönüştüğü, hızlıca akıp giden iş hayatının değişimleri içinde baki olan tek şeyin bizi insan yapan özelliklerin değerini hiç kaybetmemesiydi bence. 


Bugün gelinen noktada yapay zeka hızlı, mükemmel, vs olabilir ama insani dokunuşlara sahip olabilir mi? Şimdilik hayır, şimdilik.


Peki biz ne yapabiliriz? Öncelikle öğrenebiliriz, anlayabiliriz, merak ve öğrenme hevesi ile yapay zekayı anlamakla başlayabiliriz. 


Ve kendimizi sürekli geliştirebiliriz, analitik ve yaratıcı düşünme yeteneklerimizi artırmanın yollarını bulabiliriz. Zira bir robotun kusursuz ve hızlı yapabileceği bir üretim bandında hala insan çalıştırma ısrarı bugün ne kadar komikse, gelecekte bir yapay zekanın verebileceği operasyonel işi üstümüze almak da o kadar saçma olacak. 


İflah olmaz iyimserliğimle, üzerimizden operasyonel iş hamaliyesini alarak bize daha fazla yaratıcı düşünme vakti vereceğini ummak istiyorum. Bizi insan yapan özellikleri nereye kadar öğretebiliriz?


Acaba bir yapay zeka bu blog yazısını yazsaydı, böyle mi yazardı, yazardı da okuyan “blog içerikleri listesinden” “yapay zeka endişesi”ne evrilen götü başı başka blog yazısı bulabilir miydi? Bu şapşik insan dokunuşu değil mi bize iyi gelen? 


Peki hadi ben daldan dala blog yazan, küçük okur çemberiyle paylaşan bir blog yazarıyım. Ama bizi bu çemberde birleştiren şey, ortak yanlarımız, farklılıklarımız ama hepsinden önemlisi yaşanmışlıklarımız değil mi? 


Bilgi her yerde, peki ya tecrübe? Intern filmine dönecek olursak, oradaki en kıymetli insani dokunuş, tecrübe ve yürekten liderlik idi. Bizi birbirimizden uzaklaştıran teknoloji ise de, birbirimize yaklaştıran tecrübelerimiz. 

18 Şubat 2024 Pazar

Blog içerik listesinden yapay zeka endişesine (Bölüm 1)

 Güzel bir sabah. Evin pipilileri, Arca’nın maçına gittiler. “Me time” saatlerime kahvem, ve evin sessizliğine çamaşır makinesinin ve usulca yağan yağmurun sesi eşlik ediyor. 

Sabah blog yazmaya niyetlenince, kendime yine liste yaptım, blog içerikleri listesi. 


Benim bu ota boka liste yapma manyaklığım ne olacak? Her şeyi planlama, düzene sokma, işleyişi kontrol etme… Mesleki deformasyon olsa gerek. Her şeyi üzerime alma hastalığı da mesleki deformasyon mu acaba? Yok o düz manyaklık. 


Fark etmiyorum da biliyor musun? Yani kendi başıma fark etmiyorum. İş arkadaşlarımın uyarılarıyla kendime geliyorum. İşteki son gününde Marco’ya kocaman sarıldım, bana tavsiyesi “her şeyi üzerine alma Yeliz, bir rahat ol” oldu. O gidince Marijke ve Afsaneh, haftada birkaç kez uyarıyorlar, bizimle paylaş… Aslında çok şanslıyım, yardım istemeden destek olanım çok, yalnız değilim. Ama işte mesele bu, yardım istemeyi bilmek. Fark etmek.


Aslında bakarsan, “çok yoğunum, koştur koştur feci işler” kafasından ve imajından hiç hoşnut değilim. Ufak tefek stresler, minik kısa süreli telaşlar… bunlar güzel şeyler, dengeyi tutturduğun sürece. Bir toplantıdan diğerine koştuğum, bir iş üzerinde doğru düzgün yoğunlaşamadığım günleri sonu üzerimden tır geçmiş gibi oluyor. 


Ayrıca… Bu “çok aşırı meşgul olma ve dolayısıyla hiçbir şeyi yetiştirememe” hali artık hiç trend de değil, benden söylemesi. Yeni trend “bilmem ne konusuna yoğunlaştım bu aralar, sana daha önce dönemedim” demek. Busy out, focus on something in. 


Bu out and in muhabbeti de bizim jenerasyona ait değil mi? Birkaç farklı jenerasyon birlikte çalışmak, yaşlandığını yüzüne vuruyor bakma, ama keyifli tarafları da var. Gençlerden çok şey öğreniyorum, yeni teknolojileri, denge kurmayı, hayır demeyi, ve her seferinde yeniden başlamayı. Sen de sıfırdan bambaşka bir ülkede hayat kurdun diyebilirsin, ama ben bunu 14 yılda ancak yapabildim, bu gençler zıp zıp kariyer değiştiriyor, korkmadan. Şahane! 


Bir vesileyle meslek hayatıma nasıl başladığım aklıma geldi, yüzyıllar olmuş sanki. Üniversiteden mezun olduğumda İlker’in hala alttan dersi ve bitirme tezi vardı. O zamanlardan İzmir’de yaşama fikrimiz olduğu için, ben mezun olur olmaz İzmir’e döndüm, İstanbul’da hiç iş aramadım, nasıl olsa İlker de gelecek-ti. Gelmedi, zira okulu bitirmezden evvel bir iş buldu, kariyer basamaklarını hızlı tırmandı, ve İzmir’e dönmekten vazgeçti. Bense fakülteyi bitirdiğim yaz, ehliyetimi aldım, İzmir’in o vakitler güçlü olan fabrikalarından birine kapağı attım. BMC (hani o reklam vardı bence bmc hah o işte). 


Nasıl dersen, yönetim kurulunda uzaktan akraba vardı, bende de İTÜ diploması, tüm gün süren sınav mülakat vs sonrasında bölümlerden birine giriverdim. Hala daha o mülakatları göstermelik yaptıklarını düşünüyorum, torpilim vardı, eşek olsam işe alırlardı kanımca. 


Masam vardı ofiste ama bilgisayarım yoktu. Departmanın sayılı bilgisayarlarında Autocad çizimi yapmaya müsaade vardı, bir de departman sekreterinin bilgisayarından e-mail atabiliyordun, zira tek internet o bilgisayardaydı. Sene 2000 ve kurumsal bir fabrikadan bahsediyoruz! İki sene kamyon tepelerinde mühendislik yaptıktan sonra evlendim ve İstanbul’a gittim. 


İstanbul’da iş ararken kendimi geç kalmış hissediyordum, sene 2022 ve yaş 24, çok geç çok ;)))


Oturduğumuz eve yakın E5 üzerinde yabancı bir şirketin bayraklarını görüyordum, İlker’e dedim, ben buraya gireceğim. Dediğimin üzerinden birkaç hafta geçmişti ki, gazetede şirketin iş ilanı çıktı. Ya işte o kadar yaşlıyım ben :))) Hürriyet’in IK gazetesinde çıkmıştı ilan. Ben de maille başvurmuştum, hani o kadar da yaşlı değilim. O gün aldılardı işe, herkesin Almanca konuştuğu şirkette İngilizcesi sayesinde işe alınan ilk kişiydim. Neyse ki bilgisayarım vardı ama Kore’ye siparişleri faksla geçiyordum. 


Bilgisayarsız, internetsiz akraba torpiliyle girilen ilk iş, fakstan siparişler, gazeteden bulunan işler vs… tüm bunlar 24 yıl içinde oldu, tabii ki hayat çok değişti, ama bizim jenerasyonun tüm bu değişimlere adaptasyonu bu teknolojiye doğan kardeşlerimizin - çocuklarımızın aşinalığı yanında müthiş bir başarı gibi geliyor. Hakkımız teslim edilsin, lütfen. 


Öte yandan yolumuz uzun, her gün şaşıracak yeni bir şeylerin farkına varmak gibi gerçeklerle karşılaşıyoruz. ChatGPT gibi. Yeni neslin elinin altında ve her alanda kullanıyorlar biliyor muydun? 


Bir gün ofiste küçük bir kriz patladı ve ben krizi çözmek zorunda olduğum için söz verdiğim halde bir sunum için kapanış konuşmasını yetiştiremeyecektim, Marijke yardımcı oldu. Şahane bir kapanış konuşmasıydı, benim rahat bir saatimi alırdı fakat beş dakikada önümdeydi. Meğer bu ChatGPT ile yapmış. Marco veda metnini oradan yazmış mesela. Henüz işte kullanmadım ama Flamanca ev satın alma sözleşmesini, mükemmel bir Türkçeye çeviren tercüme tecrübesinde çok etkilendim. 


Peki tüm bunlar bir şekilde bu teknolojiler tarafından yapılacaksa, biz ne yapacağız gibi korkular sarıyor paçayı. Ama onu da diğer postta anlatayım, buralar çok uzadı, artık kimsenin uzun yazılara tahammülü kalmadı.

11 Şubat 2024 Pazar

içindeki çocuğu muhafaza etmeyi başaran herkes sanatçıdır

Pazar enerjisi diye bir şey var, bende ise ziyadesiyle mevcut. Sabah çok erken kalkmak, okumak yazmak, yoga yapmak, güzel bir ilk öğün, günün planlaması hatta haftanın, mesela haftanın yemekleri, ne gün ne giyileceği… Bazen bilgisayarı açıp birkaç mail yazmaya da niyetleniyorum ama sonra diyorum ki artık Belçikalısın Yeliz, Belçikalı gibi davran, hafta sonu asla çalışma! Çalışmadım, bugün, aferin bana. 

Yazmak çizmek derken… uzun uzun sabah sayfaları yazıyorum bu aralar. Sanatçının Yolu kitabını bilirsiniz, şimdilerde atölyeleri okumaları filan yapılıyor (göz devirme emojisi!) ben okuduğumda sene 2016 idi, canım Sıla tavsiye etmişti. 

İlk zamanlar Sanatçının Yolu için çekimser kalmış, “haşa sanatçılık benim neyime” demiştim. 

Yıllar sonra şimdi, çok farklı düşünüyorum.

Picasso’nun ünlü bir lafı vardır; “her çocuk sanatçıdır”, der. 

Aslında bence şöyle, “içindeki çocuğu muhafaza etmeyi başaran herkes sanatçıdır”. 


Çocuk olmanın en muhteşem tarafı, geçmişinin olmamasıdır. Çocuk ne geçmişe takılır, ne de geleceği düşünür, çocuk bu andadır, akar gider. Büyürken birilerini memnun etme telaşı içinde, geçmiş hesaplar ve gelecek kaygıları arasında bir yerlerde kendimizi memnun etmek için pek az şey yapmaya başlarız. O çocuk neşesi kaybolur gider. 

Özgürlüğümüzün başına gelen işte tam da budur! Neşemizi kaybetmek.

Kendini ifade edebildiğin anlarda içindeki çocuğu dışarı çıkarırsın. Sanatçılar, işleriyle kendilerini ifade ederler, o yüzden de biraz deli, hala çocuk ama çokça özgür ruhludurlar. 

Kendini ifade etmek için illa Picasso olmaya gerek yok. 

Yaşam bizim tuvalimiz ve şaheserimizi yaratmak için ihtiyacımız olan tek şey, geçmiş ve gelecekle ilişkimizi kestiğimiz, çocuk neşesi barındıran o anlar… Yaşamımızın o anlardan ibaret olduğunu bir düşünsene, nasıl da sonsuza akar…

Kendini ifade etmek.

Bağ kurmak.

İnsanlara dokunmak.

Kendine dokunmak neşeyle…

Bugün evin pipilileri, beni hem yürüyüşte, hem de havuzda ekince, kendimi sokaklara attım. Uzun uzun yürüdüm, aralarda koştum kısa mesafe. Dönüşe yakın, rotamı Rozenweg’e çevirdim, o minik sokağa. Eylüldü sanırım, bir evden çalışma gününde, dellenip öğle yürüyüşüne çıkmıştım da yolumu kaybedince keşfetmiştim, tesadüfen. 

Bugün, sergideki eserleri tek tek inceledim, hatta fark ettim ki, burası sekiz yaşında bir oğlan çocuğunun sergisiymiş. Instagramdan hesabını buldum. O minik çoraptan Arca’da da vardı, hani Cars karakteri olan. Arca’nın Belçika’ya geldiği yaşta Adem. Günümü güzelleştiren oğlan.


Bana çocuk kalmanın neşesini hatırlattığın için teşekkürler.  

Sanatçının Yolu’na dönecek olursak, 2016 yazını çok iyi hatırlıyorum. Sanatçının Yolunu okuduğum ve sabah sayfalarımı yazmaya başladığım yaz. Bana bugünkü yaşamımı inşa etme farkındalığını veren günler… 

Sahi bizler her birimiz, yaşamımızı şahesere dönüştürecek sanatçılar değil miyiz? 

10 Şubat 2024 Cumartesi

3N bir ben

Neler yapıyorum? 

Ben o kuaföre gittiğimin ertesi Arca sayesinde eve teşrif eden virüsten nasibi aldım. Karı koca karşılıklı koltuklarda iki seksen yatarken evladımıza sağlam giydirdik. Bitirdin bizi allahın ergeni! Tarhanamızı karıştırması bile affettiremedi öyle bir teleflik. 

Gerçi herkes hasta, ofiste sıraya geçtik gibi. Sıra dayağı mübarek, silkelemeden bırakmıyor. İki gün evden çalıştım da doktora gitmeden atlattım. Aslında doktora gidip haftayı raporla kapatmalıydım, herkes öyle yapıyor ama iki projenin onayını almam, önümüzdeki aylarda gideceğim seyahatler için planlama yapmam gerekiyordu, çalışmazlık edemedim. Belki dedim, benim virüs o korkunçlukta değil, hani eklem ağrısı yapandan… Belki biraz ateş biraz halsizlik ayakta hallederiz… dedim, ve hallettim gitti. 

Haftanın son üç günü ofisteydim, ama mesai yapmadım - yapamadım. Böylece dinlenebildim. 

Bu arada bir de baktım koca Ocak ayı bitmiş, Şubatı bile ufaktan yiyoruz. Zaman nasıl da geçiyor. 

Ne izliyorum?

Crown bitti, yer yer çok sıktı. Bol bol nenem tatlışlığı, royallerin suya sabuna dokunmadığı yakın tarih, ne bileyim biraz yavan geldi. Külahıma anlat misali. Ama iyi prodüksiyon izlediğime pişman değilim.

Arada derede Barbie izledim, öyk ama gerçekten öyk! Bu kadar sıkıldığım bir film daha hatırlamıyorum. İşkence gibiydi, hele Oppenheimer’dan sonra! 

Ütü dizisi olarak konumladığım Aile bitti. Tamam 30 bölüm anlaşmışsınız eyvallah da, o son birkaç bölümün “bitse de gitsek” modu neydi? Yazık. 

Şimdi yeni dizi İnci Taneleri. Diyaloglar keyif veriyor, oyunculuklar zaten iyi, bakalım ne kadar gidecek. Hikayeye takılmıyorum, vakit geçirmelik. 

Var mı bu aralar başka güzel Türk dizisi?

Neler okuyorum? 

Geçen instagramda bahsetmiştim, Dört anlaşmayı üçüncü defa okudum, bitirdim. Her sene başı okumalı, kendimizle anlaşmalarımızı tazelemeliyiz kanımca. Bunda gayrı niyetim bu. Beşinci anlaşmaya başlama hastalığa kurban gitti, zira sabahları uyanamadım bir türlü. Bahsettim mi, acaba? Kendi küçük hayatımda ufak tefek alışkanlıklar ediniyorum, sabah taze kafayla kurgu dışı kitaplar okuyorum. Kişisel gelişim demek yerine kurgu dışı tanımı daha fazla hoşuma gidiyor. Kişisel gelişim tabirindeki o yüksek beklenti yok. 

Akşamları uyumadan önce ise Körleşme’yi okuyorum bir süredir. Şahane! Korkulası kitaplar listemdeydi ne vakittir. Korkulacak bir şey yokmuş, gayet de keyifli akıp gidiyor. Bazen - bazen mi? Umumiyetle diyelim- absürd geliyor. Gülümseyip geçiyorum.

Elimde okunmayı bekleyen ciddi bir kitap listesi var, Körleşme ne zaman bitecek de sıra bunlara gelecek hiç bilmiyorum, bakalım.

Ee sizler neler yapıyorsunuz? Neler okuyorsunuz?


3 Şubat 2024 Cumartesi

Kuaför meselesi

 Sarışınlığı seven fakat dertlerine katlanmaya bir türlü alışamayan şahsım an itibariyle kuaför koltuğunda bekliyor. Neyi mi? Balyajlarının tutmasını. 

Güzellik ve bakımın olmazsa olmaz mekanı kuaför salonları benim gibi asosyallere göre değil. Her seferinde sırt çantamla geliyorum. Kitap, ipad eksik olmuyor yanımdan. Yanımda sohbet eden kadınlar var, dillerini bilsem bile ilgimi çekmiyor sohbet. İzmirde de kuaförlerde muhabbeti müşterilerden ziyade çalışanlarla yapardım. 


Bu bekleme kısmı sıkıcı evet, aşıyorum bir şekilde, az önce uygulamadan flamanca çalıştım, biraz kitap okudum, nefis bir çay ikram ettiler, tadını çıkardım, mis… bak şimdi de blog yazısı yazıyorum, kimse ilişmiyor, şikayet edecek bir durum yok yani. Az sonra şampuanlarken kafama boynuma masaj yapacaklar… ay bakar mısın neredeyse seveceğim muameleyi 🤣🤣🤣 


Benim derdim başka aslında. Beyazlarım arttıkça biraz fazla sık gelmem gerekti gibi, bence yaşlanma huysuzlukları. 


Bazen cadılık yapıyorum (bazen ???) ya da şımarıkılık. Sonra fark ediyorum ulen çocuk musun koca kadınsın 45lik plak misali. Hemen bir çeki düzen veriyorum kendime. Yaş kemale yelken açtı ben o olgunluğu bilgeliği bir türlü yakalayamadım. İçimde mi yoktur nedir? Ya da kaçınılmaza gücümün yettiğince direnme… aman ne dersen de. 


Bu sabah Elvanla konuşurken fark ettim, nasıl kodlarla yetiştirilmişiz ki nasıl da herkesin bizi sevmesine değer vermesine ihtiyaç duyuyoruz. Kendimiz olduğumuz haliyle ne kadar sevilesi olduğu halde kendimize engel olamıyoruz, ah o kodlar!


Yaşımızdan genç göstermek geçer akçe mesela. Bizim ekipteki otuzların başındaki kadınlara heyecanla anlatıyordum, ipek yastık kılıfı kırışıklıkları önlüyormuş, kuru fırçalama kan dolaşımına iyiymiş, ah bunları evvelden bileydim daha geç yaşlanırdım, ayol 10 yaş geç görünürdüm, aman diyim siz uygulayın…. Filan muhabbet ediyoruz, kırkına bu yıl giren arkadaşım, “benim ihtiyacım yok zaten 10 yaş genç görünüyorum ” dedi. Bence tam yaşında görünüyor ama mesele o değil, orada fark ettim aman ya genç görünsek ne olur görünmesek ne olur? 


Mimik çizgilerin çıkmasın diye gülümsemek de iyi değilmiş ama benim en güzel tarafım sürekli gülümsemek, ne yani vaz mı geçeyim en güzel aksesuarımdan? 


Buraya da kuaförden çıkmış bir yeliz selfiesi bırakalım artık birkaç ay uğramam:))



28 Ocak 2024 Pazar

Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak çorba

 Pazar sabahı dokuz buçuğa on var. Böyle söylemesi komik geliyor değil mi? Flamancada böyle söyleniyor. Dokuzu yirmi geçiyor de, geç. Ne uzatıyorsun? 

Yukarıdaki dört beş cümleyi yazdıktan sonra önce Arca sonra İlker odamı işgal ettiler. Evde başka yer yokmuş gibi, küçücük odaya sığıştılar, nerden akıllarına geldiyse Arca’nın sınıf fotoğrafı üzerinden benimle dalga geçmeye çalıştılar. Neymiş ben sınıftaki çocukları tanımıyormuşum, isimlerini sallıyormuşum. Yok öyle bir şey, bak yazıyorum işte buraya. Kayıt altına alıyorum. Ayrıca çocuklar bu yaşta hemen değişiyorlar nasıl takip edeyim.

Blog yazımın içine edilmesini müteakip bir de havuzdan yana satıldım. İlker hiç gelmez de, havuz arkadaşım Arca’yı kafalarım diyordum, nerde… 

Ben sabah altı buçukta kalkmışım, okumalarımı yapmış, sabah sayfalarımı yazmışım, okuduklarımdan altını çizdiklerimi defterime kaydetmişim, gelmişim, şurda bir güzel bloga yazacağım ki okuyanlara da bir küçük faydam olsun, yok! İçine edildi. Havuza da gidilmedi. Dedim bari yürüyelim. Arca yine yan çizdi, tembel oğlan. Gözümü İlkere diktim, gidilecek dedim, yürünecek, ilk öğünden evvel açık havada mis gibi 3 derecede en az bir saat. Yan çizemedi. Yürüdük, rotamız önümüzdeki yıl yaşamaya başlayacağımız bölgeydi. Kırsala yakın, sakin sessiz.

O kadar iyi geldi ki…

Hep konuşmadık, bazen sadece sessizce yürüdük. Güneş almamış çimlerin ve çalıların üzerinde kristalleşmiş çiy damlalarına hayret ettik, tarlanın birinin en ortasında daha önce hiç görmediğimiz bir kuşa denk geldik, türü hakkında pek tartışmadık, hayvanlar alemine uzağım biraz. Ayakta uyuyan bir midilliye rastladık, Mehmet diye seslendik baktı, adı Mehmet miydi acaba? Yürüye yürüye parka ulaştık, ve artık dizimin ağrısı sinyal verince döndük. 

Diz ağrısı dünden kalma. Dün kendimi sokaklara attım ben. Bir başıma dükkanlara gire çıka alışveriş yapa yapa beş saat yürümüşüm. Neden dersen …. Hafta içinden kalma Yeliz enkazını iyileştirmek için. 

Tam da bunu demiştim, cuma akşamı son toplantıdan çıkarken, genel müdürüm sormuştu, her Belçikalı gibi… “hafta sonu planların neler” ne olabilir ki, enkazı ayağa kaldıracağım. 

Hep böyle olmuyor mu? Pazartesi bir enerji başlıyorsun, bir iki derken üst üste günlerce yük biniyor üzerine. Bu hafta üstüne tuz biber eken departman müdürünün birkaç aylığına başka bir bölgenin satışına destek vermesi için bizi bırakması oldu. Genel müdür destek olacakmış bu arada, iyi bari. 

Yılbaşı ertesi üzerime binen yüklerden (hani pazar filan çalışmak zorunda kaldığım) bir fazlası daha eklenmiş oldu. Bu defa pazar çalışmak istemediğim için - gerçekten pazar çalışmak haftayı batırmak için bire bir - sabah yedide işbaşı yaptım iki gün. Sabah yedi! Belçikalılaşmayayım derken Japonlaşıyor muyum neyim! 

Nihayet cuma günü geldi. Sadece akşam üzeri VP için bir rapor toplantısı var, bütün gün tek yapmam gereken sunumu son haline getirmek ve fazla lafı dolandırmamak için önceden prova yapmak. Derken bir toplantıya çağrıldım, yılbaşı sonrası büyük olay patlayan yeni proje gündeme geldi. Ben henüz araştırma devam ediyor, biz size dönelim dedikçe öbür uçtaki adam sürekli beni hedef alıp beni ve bölümümü yapmış olduğumuz iletişim tarzımızla eleştiriyor üstelik de bilmediği halde varsayımlarla hareket ederek “siz ne iş yapıyorsunuz”a getiriyor. 1-2-3 derken … olmaktan korktuğum yerdeydim. Tuzağa düştüm. 

“Kişisel algılama” tuzağı. Ve tabii ki bastım yaygarayı. Sonunda da toplantıyı terk ettim çıktım. 

Haklı iken haksız duruma düşme… Kendine güvenen ve iddialı konumdan agresifliğe dönüşme… Ve tüm bunlara başkalarının şahit olması…

Toplantıdan çıktım, yarım saat kendime gelemedim. Ağladım bile. Sinirden. Kime kızdım… Görünürde karşımdaki adama. Ama biliyor musun aslında kendime. Tuzağa düştüğüm için. 

O tuzağı görüp sakinliğimi muhafaza edip sakince tuzağın etrafından dolaşamadığım için. 

Kişisel algılama, bencilliğin en üst mertebesidir der Don Miguel Ruiz “Dört Anlaşma” kitabında. Kişisel algılamak aslında dünyanın merkezine kendimizi koymaktır. Her şeyin kendimizle ilgili olduğunu varsaymaktır. Karşımızdakinin sözleri bizi etkiler ve eğer rahatsız ederse haklı çıkmak için ve kendi fikirlerimizi karşımızdakine dayatmak için yoğun bir çaba içine gireriz. Ve kaos başlar, aynı döngünün içinde döner dururuz. 

Kendimizi kanıtlamaya, onay almaya, kabul görmeye çabalar dururuz. 

Halbuki karşımızdakinin sözleri, düşünceleri bizimle değil kendisiyle ilgilidir. Karşımızdaki iyi ya da kötü ne söylerse söylesin bizi etkilememesi ancak kendimizi olduğu gibi olduğu haliyle kabul etmiş olursak mümkün olur. 

Bunları bu sabah okudum, tekrar tekrar. Dört anlaşmanın ikincisi “Hiçbir şeyi kişisel algılama”.

Bütün taşlar yerine oturdu. Artık biliyorum, neden öyle davrandığımı, neden tuzağa düştüğümü, neden kendimden hoşlanmamama sebep olan davranışlarda bulunduğumu. Keşke cuma eve geldiğimde okusaydım, böylece belki bütün akşamımı kendimi çalışma odasına kapatıp, My Best Friend’s wedding izlerken şarap içip kocaman bir kase patlaşmış mısır yerken salya sümük ağlamazdım. 

Bu aşağıdaki fotoğrafı buraya koyayım;


Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak bir başına dükkan gezmek ve yorulunca sıcak bir çorba içmek. 

Çorba her zaman iyi gelir. (Dedi günün çorbası blogunun yazarı :)))