İşerken dişimi fırçalamakta olduğum o akşam fark ettim ve boş kalan elimle telefonu kaptığım gibi evernote’a bu anı kaydettim.
Tabii o zaman diş fırçasının klozetten uçacak mikroplardan korunabilmesi için iki küsür metre kadar uzakta durması gerektiği ile ilgili bilimsel makaleyi okumamıştım. Artık işerken fırçalamıyorum dişlerimi ve bir malikanede yaşamadığımdan iki küsür metrelik bir mesafe yaratmamın imkansızlığından dolayı fırçamı başka bir odada muhafaza ediyorum... desem de inanma puhahah
Ee ne demiştik, biz koşarken obua da çalabilen bir neslin neferleriyiz.
Kimi zaman bilgisayarın açılmasını beklerken telefondan şahsi maillerime okur halimi yakalıyorum. Elimde kitapla çorba karıştırdığım zamanlar hiç de az değil. Arca ile oynarken aklımda çoğu zaman başka bir iş var. Evdeyken bir işe başladığımda hiç bitmiyor, çünkü genelde yarıda kesilip başka bir işe yöneliyorum ve öncekini bitirmiş olduğumu sanıyorum. Arkamı döndüğümde yarım bırakılmış bir işle karşılaştım mı kendimi inanılmaz yorgun hissediyorum.
İzmir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İzmir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Nisan 2013 Cuma
17 Mayıs 2011 Salı
Arca’yı toplu taşıma araçlarıyla tanıştırma procesi #2 : Arabalı feribot
Vaktiyle metroya duyduğu heyecanı denize açıldığımızda da duyacağından son derece emin, boş hafta sonumuzu bu proceye ayırdık.
Cidden boştu bu hafta sonu, organizasyon yoktu, çok spontane takıldık. Cumartesi öğleden sonrayı sahilde yürüyüşe ayırdık, öncesinde hep evdeydik. Güzel bir yemek pişirelim dedik, hamileliğinin en kokuya dayanıksız döneminde İlknur’a destek çalışmalarımızın ikinci ayağı olan, “yemeği bizde yiyin” konseptine babane de dahil oldu. Bu bile kendiliğinden gelişti.
Pazar günü hava şahane, güneş parlak, ılık, rüzgarsız. Denize açılmaya pek elverişli.
Sabahtan apartmanın önüne çıkıp futbol oynadık ki, iyice yorulsun öğlen uykusunu hemencecik uyusun, feribot procesini doyasıya yaşasın. Her şey, en ince ayrıntısına kadar her şey planın tıkır tıkır işlemesi için!
Kime bahsetsek “mutlaka yanınıza ekmek, gevrek alın” dedi, herkesin derdi martıların yeterince beslenmesi : ) Tabii ki konsepte uyduk ve gevrek aldık limanda. Hayatımda yediğim en korkunç gevrekti. Arca bile kemirmedi, o kadar kötüydü. İstifimizi bozmadık, havası güzel, denizi güzel, kızları güzel İzmir’imin körfezini bir baştan bir başa geçtik.
İşte buna bindik...
İlk defa denize açılan Arca’dan bir sevinç nidası, bir kalp çarpıntısı, bir heyecan kıpırtısı bekledim. Nafile! Gayet vakur bir eda ile enginlere daldı. Umru olmadı.
Gören de her gün bizi işe yolcu edip denize açılıyor sanacak.
Yanından geçtiğimiz koca koca gemilere bile rengini söylemekten başka yorumda bulunmadı cüce.
Bostanlı tarafında yalnız hissederim kendimi, yer yurt bilmem, turist turist bakarım etrafıma. Hemen sonraki feribotla döneceğiz ya, çok uzaklaşmadık, bir parka attık kendimizi. Bizim yakada park yok ya, kaysın diye Karşıyaka’ya getiriyoruz çocuğu : )
Ve hafta sonunun bombası...
Bu aşamaya gelebileceğimi ben bile hayal edemezdim. Ama kendimi aştım, kabıma sığamıyorum. Son olarak parkta başka bir çocuğu düşürerek sakarlıkta son noktayı koydum!
Olay aynen şöyle gerçekleşti:
Arca döner kaydıraktan kayacak, aşağıdan ona bakıyorum. Oyalanıp duruyor. Arca yaşlarında bir çocuk koşuyormuş, ben geri gidince ayağıma takıldı bam diye düştü. Çığlık kıyamet, annesi koştu, elleri sıyrılmış, ben bir taraftan özür diliyorum bir taraftan “yok kafasını çarpmadı” diye açıklama yapıyorum. Benim sakarlık kariyerimin en önemli mihenk taşı çocukların kafasını patlatmak ya, bilinçaltımda “hadi ucuz atlattınız” demeye çalışıyorum! İlker olaya müdahale etti, “yürü Yeliz birilerini daha haşat etmeden gidelim” dedi. İyi de kardeşim nerden göreyim çocuğu, koskoca kadınım o beni görsün diye sayıklayadurayım apar topar kaçtık mekandan.
Yakında oyun parklarına eşkalimi asacaklar
“bu kadını görenler hızlıca çocuğunu uzaklaştırsın!”
Arca kuru üzüm diye tutturunca çarşıyı arşınladık. Baktık feribot saati yaklaşıyor, bir depara kalkarsın, İlker koşuyor Arca pusette, ben ara sıra üzüm tıkıştırıyorum ağzına, neyse ki yetiştik!
Benzer bir dönüş yolculuğu…
Büyük umutlar bağladığım ve heyecandan rüyalarına girecek sandığım deniz yolculuğu Arca’nın ruhunda fazla bir iz bırakmadı kanımca.
Gevreği martıların bile yemediğini bilmem söylememe gerek var mı?
Anne notu: Eylemlerimden vazgeçmeyeceğim! Bence Konak-Karşıyaka vapur seferi yapmalıydık. Konak'tan limana yürümeye üşenmeseydik de... Saat Kulesinin önünde bir süre kuşlara yem atmalı, sonra vapura binmeli, balıkları filan beslemeliydik. Karşıyaka'da çarşı gezmeli, dönüşte Alsancak limanında inmeli, biraz Kordon yapmalıydık. İzmir ruhuna daha yakın bir program olurdu. Hem parktaki çocuk da telef olmazdı.
Cidden boştu bu hafta sonu, organizasyon yoktu, çok spontane takıldık. Cumartesi öğleden sonrayı sahilde yürüyüşe ayırdık, öncesinde hep evdeydik. Güzel bir yemek pişirelim dedik, hamileliğinin en kokuya dayanıksız döneminde İlknur’a destek çalışmalarımızın ikinci ayağı olan, “yemeği bizde yiyin” konseptine babane de dahil oldu. Bu bile kendiliğinden gelişti.
Pazar günü hava şahane, güneş parlak, ılık, rüzgarsız. Denize açılmaya pek elverişli.
Sabahtan apartmanın önüne çıkıp futbol oynadık ki, iyice yorulsun öğlen uykusunu hemencecik uyusun, feribot procesini doyasıya yaşasın. Her şey, en ince ayrıntısına kadar her şey planın tıkır tıkır işlemesi için!
Kime bahsetsek “mutlaka yanınıza ekmek, gevrek alın” dedi, herkesin derdi martıların yeterince beslenmesi : ) Tabii ki konsepte uyduk ve gevrek aldık limanda. Hayatımda yediğim en korkunç gevrekti. Arca bile kemirmedi, o kadar kötüydü. İstifimizi bozmadık, havası güzel, denizi güzel, kızları güzel İzmir’imin körfezini bir baştan bir başa geçtik.
İşte buna bindik...
İlk defa denize açılan Arca’dan bir sevinç nidası, bir kalp çarpıntısı, bir heyecan kıpırtısı bekledim. Nafile! Gayet vakur bir eda ile enginlere daldı. Umru olmadı.
Gören de her gün bizi işe yolcu edip denize açılıyor sanacak.
Yanından geçtiğimiz koca koca gemilere bile rengini söylemekten başka yorumda bulunmadı cüce.
Bostanlı tarafında yalnız hissederim kendimi, yer yurt bilmem, turist turist bakarım etrafıma. Hemen sonraki feribotla döneceğiz ya, çok uzaklaşmadık, bir parka attık kendimizi. Bizim yakada park yok ya, kaysın diye Karşıyaka’ya getiriyoruz çocuğu : )
Ve hafta sonunun bombası...
Bu aşamaya gelebileceğimi ben bile hayal edemezdim. Ama kendimi aştım, kabıma sığamıyorum. Son olarak parkta başka bir çocuğu düşürerek sakarlıkta son noktayı koydum!
Olay aynen şöyle gerçekleşti:
Arca döner kaydıraktan kayacak, aşağıdan ona bakıyorum. Oyalanıp duruyor. Arca yaşlarında bir çocuk koşuyormuş, ben geri gidince ayağıma takıldı bam diye düştü. Çığlık kıyamet, annesi koştu, elleri sıyrılmış, ben bir taraftan özür diliyorum bir taraftan “yok kafasını çarpmadı” diye açıklama yapıyorum. Benim sakarlık kariyerimin en önemli mihenk taşı çocukların kafasını patlatmak ya, bilinçaltımda “hadi ucuz atlattınız” demeye çalışıyorum! İlker olaya müdahale etti, “yürü Yeliz birilerini daha haşat etmeden gidelim” dedi. İyi de kardeşim nerden göreyim çocuğu, koskoca kadınım o beni görsün diye sayıklayadurayım apar topar kaçtık mekandan.
Yakında oyun parklarına eşkalimi asacaklar
“bu kadını görenler hızlıca çocuğunu uzaklaştırsın!”
Arca kuru üzüm diye tutturunca çarşıyı arşınladık. Baktık feribot saati yaklaşıyor, bir depara kalkarsın, İlker koşuyor Arca pusette, ben ara sıra üzüm tıkıştırıyorum ağzına, neyse ki yetiştik!
Benzer bir dönüş yolculuğu…
Büyük umutlar bağladığım ve heyecandan rüyalarına girecek sandığım deniz yolculuğu Arca’nın ruhunda fazla bir iz bırakmadı kanımca.
Gevreği martıların bile yemediğini bilmem söylememe gerek var mı?
Anne notu: Eylemlerimden vazgeçmeyeceğim! Bence Konak-Karşıyaka vapur seferi yapmalıydık. Konak'tan limana yürümeye üşenmeseydik de... Saat Kulesinin önünde bir süre kuşlara yem atmalı, sonra vapura binmeli, balıkları filan beslemeliydik. Karşıyaka'da çarşı gezmeli, dönüşte Alsancak limanında inmeli, biraz Kordon yapmalıydık. İzmir ruhuna daha yakın bir program olurdu. Hem parktaki çocuk da telef olmazdı.
7 Ekim 2010 Perşembe
İzmir'e sonbahar gelmiş!
Bu sabah içim üşüdü, güneş de gitmiş. Demek ki neymiş? İzmir'e sonbahar gelmiş!
Sadece hava mı? Bizim eve sonbaharın gelişi ufak tefek değişikliklerden fark edilir. Ev içinde giyilen penye şortlar hafiften kaldırılır, uzunlar çıkar. Misal düne kadar pike ile uyurken ani bir karar ile battaniyeye geçilir. Bir tane de salondaki koltuğa konur ki Arca uyuduktan sonra her ne yapılıyorsa (TV, PC, kitap…) bacaklar üşümesin.
Tarhana akşamları başlar. Dün törenlerle tarhana akşamlarının açılışını yaptık. Annem muhteşem tarhana yapar, ne pütürsüzünden, kaynattın mı kaymak gibi olur, fırından yeni çıkmış ekmekle el ele tutuşup mideye akarlar. Evde yemek yoksa tarhana vardır!
Arca’ya geçen sene indirimden alınan “2 yaş” cicileri çıkarılır, denenir, etiketleri çıkarılarak makinaya atılır. Hafiften dolapların düzenlenmesi planlarına başlanır. Eee ne de olsa havalar soğuyasıya kadar ertelenmişti, artık zamanıdır. Bir cumartesi günü birkaç saatliğine Arca anane-babane-hala veya teyze olasılıklarından biri seçilerek şutlanacak, tüm dolaplar kışa göre düzenlenecektir. Bu hafta Buca Gölete gidildiğine göre en iyisi bu işi haftaya halletmek!
Babamın 19 Mayısta törenlerle terk ettiği yün atletiyle buluşması tüm aileye duyurulur ki sonbaharın geldiği resmiyet kazansın. Olur da ses seda çıkmazsa, havalar hafiften serinledi mi babama sorarız “yün atletini giydin mi?” Hemen gömleğini sıyırır “işte burada” der! Tamamdır! Sonbahar gelmiştir!
İlker kanepede her gece istisnasız uyuyakalır. Bazı günler Arca’yı uyumaya götürürüm, bir bakmışım İlker çoktan uyumuş. İnatla ben gitmeden yatağa da gitmez, öyle bütün akşamı kanepede geçirir.
Sonbahar başlangıçların mevsimidir ya… Yeni kararlar alınır! Aklının bi köşesinde varken ama bir süreliğine ertelenmişken bir fırsat çıkar karşına ve “tamam şimdi !”dersin!! Hayatın da küçük değişikliklere ihtiyacı var.
Sadece hava mı? Bizim eve sonbaharın gelişi ufak tefek değişikliklerden fark edilir. Ev içinde giyilen penye şortlar hafiften kaldırılır, uzunlar çıkar. Misal düne kadar pike ile uyurken ani bir karar ile battaniyeye geçilir. Bir tane de salondaki koltuğa konur ki Arca uyuduktan sonra her ne yapılıyorsa (TV, PC, kitap…) bacaklar üşümesin.
Tarhana akşamları başlar. Dün törenlerle tarhana akşamlarının açılışını yaptık. Annem muhteşem tarhana yapar, ne pütürsüzünden, kaynattın mı kaymak gibi olur, fırından yeni çıkmış ekmekle el ele tutuşup mideye akarlar. Evde yemek yoksa tarhana vardır!
Arca’ya geçen sene indirimden alınan “2 yaş” cicileri çıkarılır, denenir, etiketleri çıkarılarak makinaya atılır. Hafiften dolapların düzenlenmesi planlarına başlanır. Eee ne de olsa havalar soğuyasıya kadar ertelenmişti, artık zamanıdır. Bir cumartesi günü birkaç saatliğine Arca anane-babane-hala veya teyze olasılıklarından biri seçilerek şutlanacak, tüm dolaplar kışa göre düzenlenecektir. Bu hafta Buca Gölete gidildiğine göre en iyisi bu işi haftaya halletmek!
Babamın 19 Mayısta törenlerle terk ettiği yün atletiyle buluşması tüm aileye duyurulur ki sonbaharın geldiği resmiyet kazansın. Olur da ses seda çıkmazsa, havalar hafiften serinledi mi babama sorarız “yün atletini giydin mi?” Hemen gömleğini sıyırır “işte burada” der! Tamamdır! Sonbahar gelmiştir!
İlker kanepede her gece istisnasız uyuyakalır. Bazı günler Arca’yı uyumaya götürürüm, bir bakmışım İlker çoktan uyumuş. İnatla ben gitmeden yatağa da gitmez, öyle bütün akşamı kanepede geçirir.
Sonbahar başlangıçların mevsimidir ya… Yeni kararlar alınır! Aklının bi köşesinde varken ama bir süreliğine ertelenmişken bir fırsat çıkar karşına ve “tamam şimdi !”dersin!! Hayatın da küçük değişikliklere ihtiyacı var.
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Doktor bahane Alsancak akşamı şahane
yine bir doktor kontrolü yine bir alsancak akşamı klasiği.
Arca öğleden sonra uyumamış. eve erken geldim, toplandık çıktık hemen.
yolda uyumasın diye yapmadığım şaklabanlık kalmadı. doktorun randevuları sarkmış yarım saat bekledik. neyse ki arca pek yardımcı oldu, huysuzluk yapmadı. heryeri gezdi. saklambaç oynadı, İlkerle kolonun etrafında kovalamaca oynadılar, başı döndü düştü, çok şebek yaa!
Bu ay aşı vardı, hepatit A oldu yine.
hiç ağlamadı, doktor ilk defa Arcaya üstün cesaret madalyası verdi, alkışlandı, sevindi. Ateşten sonra burun akıntısı olmasını üşütmeye bağladı. Hala burnu hır hır, otribebe haftanın yıldızı.
Hala fazla kiloları olmasına rağmen bu ay hiç kilo almamış. İştah iyi halbuki. ama yürümeye başladığı için olsa gerek kaloriler yanıyor. Stoklar iyi diye pek sallamıyorum, zaten bir öğün yemezse öbürünü yiyor. Emzik olayını anlattım, fazla kolay olmuş dedi. Hmm olabilir, belki çabuk müdahale ettik, belki henüz ciddi bağımlılık oluşmamıştı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey eğer daha bekleseydik işimiz zor olabilirdi. Emzik olayına hiç karşı olmadım, ona çok şey borçluyuum, ama emziksiz daha iyiyiz. Uykularını da son birkaç haftadır, daha iyi uyuması emziğe denk geldiğinden midir bilinmez, emzik acaba prop muydu sorusunu akla getiriyor.
Neyse bu sayfayı kapattık.
2 köpek dişi çıkmış, 2 kalmış. ve o 2 yaş civarı çıkacak arka azılar. Dişler tamamlanıyor ve derin bir oh çekiyoruz. Ben köpekleri birkaç ay daha beklemiyordum ama mangalda pişecek pirzolaları götürmek için onlara ihtiyacı olacağını düşündü herhalde dişlere hız verdi bünye.
Vedalaşırken doktoru öptü ve el salladı.
Yaz geliyor mutluyum, trafiğe yakalanmayalım bahanesiyle Alsancak turu attık, üşütmeyen taze bir rüzgar vardı. Yemekten sonra biraz mızıldanınca Kıbrıs şehitlerinde yürüyüşe çıktı. Sokak çalgıcılarının önünde durduk. bir keman bir darbuka 2 roman amca. sesler sigaradan ve yıllardan çatallaşmış ama keyifler gıcır. Arca kilitlendi, birkaç roman havası dinledi. Gelen geçen Arcanın konsantrasyonuna şok oldu. Hatta 2 kız dürttüler oralı olmadı. Birkaç vuruş darbuka çaldı. Arcayı gören yanaştı, romanlar da bu hadiseden ufaktan sebeplendi. Ayrılırken esnaf Arcanın büyüyünce iyi bir akşamcı olacağına dair kehanetlerde bulunuyordu. "açarız koçumla bi yetmişlik..." Ruhuna da gıda takviyesi yapınca pusette kafa düştü, arabaya kadar bile dayanamadı. Yürüyüş bize de iyi geldi.
Geç oldu, evin erkekleri horuldamakta, bense bahar çarpmış gibiyim, öyle bir sersemlik üzerimde.
Arca öğleden sonra uyumamış. eve erken geldim, toplandık çıktık hemen.
yolda uyumasın diye yapmadığım şaklabanlık kalmadı. doktorun randevuları sarkmış yarım saat bekledik. neyse ki arca pek yardımcı oldu, huysuzluk yapmadı. heryeri gezdi. saklambaç oynadı, İlkerle kolonun etrafında kovalamaca oynadılar, başı döndü düştü, çok şebek yaa!
Bu ay aşı vardı, hepatit A oldu yine.
hiç ağlamadı, doktor ilk defa Arcaya üstün cesaret madalyası verdi, alkışlandı, sevindi. Ateşten sonra burun akıntısı olmasını üşütmeye bağladı. Hala burnu hır hır, otribebe haftanın yıldızı.
Hala fazla kiloları olmasına rağmen bu ay hiç kilo almamış. İştah iyi halbuki. ama yürümeye başladığı için olsa gerek kaloriler yanıyor. Stoklar iyi diye pek sallamıyorum, zaten bir öğün yemezse öbürünü yiyor. Emzik olayını anlattım, fazla kolay olmuş dedi. Hmm olabilir, belki çabuk müdahale ettik, belki henüz ciddi bağımlılık oluşmamıştı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey eğer daha bekleseydik işimiz zor olabilirdi. Emzik olayına hiç karşı olmadım, ona çok şey borçluyuum, ama emziksiz daha iyiyiz. Uykularını da son birkaç haftadır, daha iyi uyuması emziğe denk geldiğinden midir bilinmez, emzik acaba prop muydu sorusunu akla getiriyor.
Neyse bu sayfayı kapattık.
2 köpek dişi çıkmış, 2 kalmış. ve o 2 yaş civarı çıkacak arka azılar. Dişler tamamlanıyor ve derin bir oh çekiyoruz. Ben köpekleri birkaç ay daha beklemiyordum ama mangalda pişecek pirzolaları götürmek için onlara ihtiyacı olacağını düşündü herhalde dişlere hız verdi bünye.
Vedalaşırken doktoru öptü ve el salladı.
Yaz geliyor mutluyum, trafiğe yakalanmayalım bahanesiyle Alsancak turu attık, üşütmeyen taze bir rüzgar vardı. Yemekten sonra biraz mızıldanınca Kıbrıs şehitlerinde yürüyüşe çıktı. Sokak çalgıcılarının önünde durduk. bir keman bir darbuka 2 roman amca. sesler sigaradan ve yıllardan çatallaşmış ama keyifler gıcır. Arca kilitlendi, birkaç roman havası dinledi. Gelen geçen Arcanın konsantrasyonuna şok oldu. Hatta 2 kız dürttüler oralı olmadı. Birkaç vuruş darbuka çaldı. Arcayı gören yanaştı, romanlar da bu hadiseden ufaktan sebeplendi. Ayrılırken esnaf Arcanın büyüyünce iyi bir akşamcı olacağına dair kehanetlerde bulunuyordu. "açarız koçumla bi yetmişlik..." Ruhuna da gıda takviyesi yapınca pusette kafa düştü, arabaya kadar bile dayanamadı. Yürüyüş bize de iyi geldi.
Geç oldu, evin erkekleri horuldamakta, bense bahar çarpmış gibiyim, öyle bir sersemlik üzerimde.
28 Aralık 2009 Pazartesi
Arca ilk defa...
.... dün lasonille tanıştı. Oturma odasındayız, yerde oturup oynayışını izliyorum, pıtı pıtı sehpanın yanındaki kamyonunu almaya gitti. Herşeyi de önüne vermek istemiyoru zaten tembel mizaçlı bir velet, kendi işini kendi yapsın!! ama oyuncağı alırken dizi kaydı başı sehpanın ayağına çarptı. Önce çok bişey yoktur, öper, su veririm oyalarım dedim ama yok ağlaması durmuyor. Buz da yok, dondurulmuş bezelye koydum kafasına daha fena. İlker - allahtan alttaki eczane nöbetçiydi - lasonil aldı. Sürdük. Biraz sakinleşti ama uyukluyor. Tamam dün ilk defa sadece öğlen uyudu ve uykusu gelmiş olabilir ama bi türlü uyandıramıyoruz. Aklıma geldi: Bebek düşerse uyutmamak lazım!! Sarsıntı mı geçirdi? İlkere sakın uyutma dedim, doktoru aradım. Yok sadece soğuk kompres uygulayın lasonil de sürmeyin dedi. Bişey olmazmış. (öfff ya çok evhamlıyım değil mi!!) Soğuğa kızıyor, basıyor yaygarayı. Hem uyku, hem açlık hem de acı perişan etti miniğimi. O arada babası yemeğini hazırladı, biz buzdolabı magneti şeklindeki puzzle larımızı oynarken, cici yapıyoruz ayağına dondurulmuş bişeyler koydum kafasına. Alnı şişti, kızardı, sanırım moraracak. Bu arada uyku da açıldı. Yemeğimizi yedik misler gibi, keyfimiz yerine geldi ama ben yorgunluktan sızdım. Yemeğini yedirirken ellerim titriyordu, insan fena oluyor. Tabii ki en kötüsü böyle olsun ama bu bile gerdi:(
Halbuki güzel bir haftasonuydu... Havanın ilerki günlerde kötü olacağını bildiğimizden cumartesi gezeli istedim. Hem Arcaya evde giysin diye yelek almamız lazımdı. Göztepe yürüdük, Arca parkta kuşlarla oynadı. Sahil sakindi, öğle yemeğini körfeze karşı yedi, akşamüstü çaya ananeler geldi. Akşam Güllere gittik. İlkerin tezine göre Arca kimin yatağında uyursa bebekleri oluyor. Zeynepler istemezken o kadar çok o yatakta uyuttuk ki garanti sonunda hamile:) Arcanın yeni görev alanı Güllerin yatak:) Bakalım başarıya ulaşacak mıyız:) Pazar PS oynamaya karar veren İlker ve arkadaşlarına Arcayı postladık ve 3 kız AVM ye gittik. Ne kalabalık öyle... Yılbaşı öncesi fena...
Bugün pazartesi ama mutlu olmak için sebep çok...
Yarından itibaren izinliyim:) yılın son iş günü:)
Sonra bu akşam Ezel var. Geçen hafta üzülmüştüm, AROG bile kesmemişti.
Sonra....
dışarıda resmen gök çatlıyor, yarılıyor ve inanılmaz yağıyor.
en son çocukluğumda böyle yağmurlar yağardı. Ama ne yağmak. Günlerce sürerdi.
Daha eskiler İzmirin 40 ikindilerini bilirler. Ağustos sonunda başlar, ikindi saatlerinde birkaç saat sağnak yağarmış ve 40 gün boyunca hergün aynı saatte başlarmış. Üzüm serme-toplama zamanlarında ki bu Ağustos sonu oluyor, Akhisarda da hemen hergün sabah karşı yağdığını hatırlarım, bağ damında çocukların başına bir büyük bırakılır, sergi yerlerinde üzümlerin üzeri örtülürdü. Yağmur yağmadığı sene dedemin sevincinden annemlere fazladan çeyiz yaptığını anlatırlar.
Yağmur güzel...
Tatil güzel....
Arca şiş kafalı!
Halbuki güzel bir haftasonuydu... Havanın ilerki günlerde kötü olacağını bildiğimizden cumartesi gezeli istedim. Hem Arcaya evde giysin diye yelek almamız lazımdı. Göztepe yürüdük, Arca parkta kuşlarla oynadı. Sahil sakindi, öğle yemeğini körfeze karşı yedi, akşamüstü çaya ananeler geldi. Akşam Güllere gittik. İlkerin tezine göre Arca kimin yatağında uyursa bebekleri oluyor. Zeynepler istemezken o kadar çok o yatakta uyuttuk ki garanti sonunda hamile:) Arcanın yeni görev alanı Güllerin yatak:) Bakalım başarıya ulaşacak mıyız:) Pazar PS oynamaya karar veren İlker ve arkadaşlarına Arcayı postladık ve 3 kız AVM ye gittik. Ne kalabalık öyle... Yılbaşı öncesi fena...
Bugün pazartesi ama mutlu olmak için sebep çok...
Yarından itibaren izinliyim:) yılın son iş günü:)
Sonra bu akşam Ezel var. Geçen hafta üzülmüştüm, AROG bile kesmemişti.
Sonra....
dışarıda resmen gök çatlıyor, yarılıyor ve inanılmaz yağıyor.
en son çocukluğumda böyle yağmurlar yağardı. Ama ne yağmak. Günlerce sürerdi.
Daha eskiler İzmirin 40 ikindilerini bilirler. Ağustos sonunda başlar, ikindi saatlerinde birkaç saat sağnak yağarmış ve 40 gün boyunca hergün aynı saatte başlarmış. Üzüm serme-toplama zamanlarında ki bu Ağustos sonu oluyor, Akhisarda da hemen hergün sabah karşı yağdığını hatırlarım, bağ damında çocukların başına bir büyük bırakılır, sergi yerlerinde üzümlerin üzeri örtülürdü. Yağmur yağmadığı sene dedemin sevincinden annemlere fazladan çeyiz yaptığını anlatırlar.
Yağmur güzel...
Tatil güzel....
Arca şiş kafalı!
12 Temmuz 2009 Pazar
İzmirli olmak
Büyüme atağı sendromunu devam ediyor. Akşam 22 de rüya verdim, sonra 12 de yoklarım dedim, ama uyuyakalmışım 1 buçukta emdik. Sonra ben 4 buçukta kalktığımı hatırlıyorum, uyuklarken emziği Arcaya verince uyuyakaldı ben de yattım, meğer İlker de 3 buçuk civarı aynısını yapmış, gayriihtiyari. Halbuki emzirmek lazımdı. 6 gibi emzirdim, bugün 3 saatlik rutini 2,5 saate düşürmeye karar verdim bakalım işleyecek mi? Ama benim uyku da kaçtı.
Son günlerde bir İzmir - İzmirli olmak trendidir gidiyor. Bunu çok severek okuduğum Yılmaz Özdile borçluyuz bir bakıma. İzmiri gündeme aldı sanki. Yazılarından verdiği start, yazı dizileri ile devam etti. Dün de Hürriyette İzmirli olmayı marka yapanlar haberdi. İzmir marka olur mu diye düşündüm? Neden olmasın?
İzmir Türkiyenin içinden ama çok da uzak bir köşe, ama öyle çiğdem, gevrek, domatla gelen bir farklılıktan öte. Yılmaz Özdilin dediği gibi Türkiyeden sıkılınca İzmire kaçarmış:)
Biz de 2,5 yıl önce temelli kaçmıştık İzmire. 10 yıllık İstanbul macerasının ardından İzmir bana ilaç gibi gelmişti, iş aynı iş, şirket aynı, sadece İzmirden çalışıyordum ama havasından mı suyundan mı bilinmez ama İstanbulun hızından çekilen İzmirli kanım tekrar hızla akar olmuştu sanki. Biraz da İstanbula uzaktan bakmak beni diriltti diyebilirim. İş bakımından iyi mi yaptık kötü mü, bunu zaman gösterecek ama yaşamımız için en iyisi olduğunu düşünüyorum, Arca için de...
"İzmir marka olur mu?" ya gelelim. Hmm biraz çalışmak lazım. Son 10 yıldır sanayi ve iş bakımından İzmirin pek yol katettiği söylenemez. Evet İzmirlide yavaşlık kroniktir, evet yazın kimseleri şehirde bulamazsın, evet herkesler Çeşmeye kaçar filan ama İzmirin açıkça uzak durduğu iktidarın , bilinçli olarak İzmiri emekli şehri olmaya yönlendirmesi de gerçektir.
İzmirin marka olabilmesi için zenginleşmesi şarttır, elindeki imkanlar kullanılmalıdır. Öncelikle liman şehri olma özelliği öne çıkarılmalı, kültür ve sanat etkinlikleri ve imkanları arttırılmalı (ki İzmirli buna bayılacaktır, İzmir Devlet Senfoni Orkestrasının Emil Tabakov şefliğinde Carmina Burana konserini dinlemeye gitmiştik, Sabancı salonunda yapılacaktı ama sanat aşığı İzmirlilere salon dar gelince Fuardaki Atlas Pavyonuna taşınmış.), rahmetli Ahmet Piriştinanın dediği gibi "kongreler ve fuarlar şehri" olmalıdır. Atatürkün bize hediye ettiği kocaman bir fuar alanımız var, değerlendirelim değil mi?
İzmir, kendi doğal güzelliklerinin yanı sıra çevresindeki cevherlerle de kendinden sözettirmeye devam etmeli ama gölgesinde kalmadan. İzmir Türkiyenin batıya açılan penceresi neden olmasın?
Yapmak lazım, etmek lazım biraz hareketlenmek, çalışmak lazım... Ancak böyle İzmir marka olabilir ve geleceğe taşınabilir.
Amanın Arca kalktı yine, ne çabuk, oğlum dur İzmiri marka yapıyorduk:)
Son günlerde bir İzmir - İzmirli olmak trendidir gidiyor. Bunu çok severek okuduğum Yılmaz Özdile borçluyuz bir bakıma. İzmiri gündeme aldı sanki. Yazılarından verdiği start, yazı dizileri ile devam etti. Dün de Hürriyette İzmirli olmayı marka yapanlar haberdi. İzmir marka olur mu diye düşündüm? Neden olmasın?
İzmir Türkiyenin içinden ama çok da uzak bir köşe, ama öyle çiğdem, gevrek, domatla gelen bir farklılıktan öte. Yılmaz Özdilin dediği gibi Türkiyeden sıkılınca İzmire kaçarmış:)
Biz de 2,5 yıl önce temelli kaçmıştık İzmire. 10 yıllık İstanbul macerasının ardından İzmir bana ilaç gibi gelmişti, iş aynı iş, şirket aynı, sadece İzmirden çalışıyordum ama havasından mı suyundan mı bilinmez ama İstanbulun hızından çekilen İzmirli kanım tekrar hızla akar olmuştu sanki. Biraz da İstanbula uzaktan bakmak beni diriltti diyebilirim. İş bakımından iyi mi yaptık kötü mü, bunu zaman gösterecek ama yaşamımız için en iyisi olduğunu düşünüyorum, Arca için de...
"İzmir marka olur mu?" ya gelelim. Hmm biraz çalışmak lazım. Son 10 yıldır sanayi ve iş bakımından İzmirin pek yol katettiği söylenemez. Evet İzmirlide yavaşlık kroniktir, evet yazın kimseleri şehirde bulamazsın, evet herkesler Çeşmeye kaçar filan ama İzmirin açıkça uzak durduğu iktidarın , bilinçli olarak İzmiri emekli şehri olmaya yönlendirmesi de gerçektir.
İzmirin marka olabilmesi için zenginleşmesi şarttır, elindeki imkanlar kullanılmalıdır. Öncelikle liman şehri olma özelliği öne çıkarılmalı, kültür ve sanat etkinlikleri ve imkanları arttırılmalı (ki İzmirli buna bayılacaktır, İzmir Devlet Senfoni Orkestrasının Emil Tabakov şefliğinde Carmina Burana konserini dinlemeye gitmiştik, Sabancı salonunda yapılacaktı ama sanat aşığı İzmirlilere salon dar gelince Fuardaki Atlas Pavyonuna taşınmış.), rahmetli Ahmet Piriştinanın dediği gibi "kongreler ve fuarlar şehri" olmalıdır. Atatürkün bize hediye ettiği kocaman bir fuar alanımız var, değerlendirelim değil mi?
İzmir, kendi doğal güzelliklerinin yanı sıra çevresindeki cevherlerle de kendinden sözettirmeye devam etmeli ama gölgesinde kalmadan. İzmir Türkiyenin batıya açılan penceresi neden olmasın?
Yapmak lazım, etmek lazım biraz hareketlenmek, çalışmak lazım... Ancak böyle İzmir marka olabilir ve geleceğe taşınabilir.
Amanın Arca kalktı yine, ne çabuk, oğlum dur İzmiri marka yapıyorduk:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)