Hazirandan merhaba!
Ne yapıyorsun? Dersen, bu satırları yazarken ofis partisinden erken çıkmış, evde ayağımı uzatmış düşünüyordum… ne acayip iş!
Partinin amacı Ukrayna’ya umut olmak için yardım toplamaktı.
Hazirandan merhaba!
Ne yapıyorsun? Dersen, bu satırları yazarken ofis partisinden erken çıkmış, evde ayağımı uzatmış düşünüyordum… ne acayip iş!
Partinin amacı Ukrayna’ya umut olmak için yardım toplamaktı.
Bunun Türkçesi şu: havadan sudan muhabbet-hoşbeş-ayaküstü muhabbet-gevezelik falan filan…
Benim iki cihan bir araya gelse beceremediğim şey! İnanmazsın, iletişim eğitiminde kişisel gelişimim için small talk geliştirmemi önerdiler. Kahve makinasının başında bir projenin geleceğini ve yahut bir stratejik kararın detaylarını konuşabilirim lakin hafta sonu naptın diye sormak aklıma gelmiyor! Bana ne!?
Neden bilmiyorum, etrafımda hep kadınlar olsun istiyorum.
Kitap kulübündeki kadınlarla mı başladı, yoksa daha eskilerde ablamla kader birliğimizden, yurt odasındaki canlarım Elvan, Gülayşe, Tuba ile mi ?
Deniz’den terapist tavsiyesi aldığımda listeden psikolog kadınları aldım önce ve tabii ki terapistim kadın. Anlamam ben eğitimden teknikten, içime öyle sindi. Melis terapistim olmasaydı iyi arkadaşım olurdu, seanslar iyice muhabbete dönüyor nitekim.
Ufaktan bir sitemle Post Covid'e keskin dönüşü sindirmenin benim için ne kadar zor olduğundan bahsetmiştim.
O günlerde sadece maskeleri atmaktan ibaret olan süreç zamanla normale dönmenin - çok affedersin - bokunu çıkardı ve her şey tam anlamıyla iki yıl öncesine döndü. Sanki o iki yıl olağanüstü bir şekilde yaşanmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi eskiye döndü, özellikle iş ortamında...
Düşünmeden edemiyorum, acaba beynimizin en güçlü yanı ne? Hatırlaması mı? Unutması mı? Ya da unutulması gerekenleri iyi seçebilmesi mi?
Hepimiz geçen iki yılı unutmuş gibiyiz…
İlk duyurular yöneticilerin en az 3, çalışanların 2 gün ofise gelmeleri beklendiği yönünde yapıldı. Pek kimsenin kulak astığını söyleyemeye gerek görmüyorum, neden çünkü insanlar belki pandeminin zorluklarını unutmuşlardı ama evden çalışmanın iyi taraflarını değil.
Hadi kabul edelim, sabah akşam trafikte geçirdiğiniz zamanı ailenize ve kendinize ayırabiliyorsunuz, iki toplantı arası ya da öğle molası çamaşırınızı yıkayabiliyor, akşam için makarna sosunu ocağa koyabiliyorsunuz. Tüm bunları veriminizi düşürmeden yapabiliyorsunuz.
"Peki neden şimdi ofise dönelim ki? "
Hani her ay yazıyorum ya... "Ne yapıyorum? Ne okuyorum? Ne izliyorum?"
Bak işte Nisanı atlamışım… halbuki nisan benim üzerinden geçti desem yeridir.
Neler yapıyorum demeyeyim de neler yaptım diyelim…
Kokusunu bilir misiniz?
Ağacın altından ayrılmak istemeyeceğiniz kadar nefis, içli, gönül teline dokunan bir kokudur, çiçeğini elinize alır ara ara koklarsınız da doyamazsınız…
Arap yasemini de bu vakit açar, cire aseptine kreminin kokusu var ya… hah işte o!
Az önce Ece Temelkuran’ın Devir kitabını bitirdim. Acının en dibinden öyle gülümsetmek ancak çocukların bakış açısından sağlanabilirdi.
Ekinoks canım …
Günler burada, bu kuzeye yakın Avrupa ülkesinde nasıl hızlıca (Türkiye’ye göre iki kat hızda) kısalıyorsa, o hızda uzuyor. İşte ekinoks onun habercisi. Türkiye ile saat farkımızın bire düşeceğinin yani normalleşeceğinin habercisi.
Bir başka haberci de, manolyalar…
Ne vakittir yazayım diye düşündüğüm, kendime ödev ettiğim ve sürekli ertelediğim tarif huzurlarınızda: "Tek lokmalık tarçınlı kurabiye"
Anamın tarif defterinden global bir lezzet... Cemicümlemize büyük bir hizmet.
Efendim, olaylar bir departman toplantısında başladı, Malezya'daki sel felaketinde etkilenen oradaki fabrikada çalışanlarımız için bir yardım kampanyası yapılacaktı ama bir türlü organize olunamıyordu. Bizim müdür, kimse yapmıyorsa biz departman olarak aksiyon alalım, başlayalım, diğerleri de bizi takip eder dedi. Herkesin yapabileceği ne olabilir derken, "fırında bir şeyler pişiririz"de karar kıldık.
Genelde geleneksel lezzetler öne çıktı, buranın meşhur butter cake'i, krebi, Rus arkadaşımızdan peynirli bir tatlı, herkesin benim yaptığımı sandığı ama aslında diğer Türk arkadaşımızın revanisi, İtalyan Parmiciana di melanzane (patlıcanlı peynirli bir şeyler) ve bu üst seviye geleneksel lezzetler müthiş ilgi görürken benim tarçınlı kurabiyeme pek kimse bakmadı. İlk hafta sonunda öte departmandaki Yunanlı bir arkadaştan tek sipariş almıştım. Buna üzülen ekip arkadaşlarım sipariş verdiler.
Kısa zamana çok şeyler sığdırmak istiyorum. İçimden öyle çok şey yapmak geliyor ki...
Kitap okumak... elimde okumakta olduğum o kadar çok kitap var ki... Hangisi?
Yok acaba aklımda bir dolu fikir, yazsam, blog yazsam? Ama acaba hangisini yazsam önce?
Mutfağa girmek... Arca için kek mi pişirsem, hafta içi için öğlen yemeklerimi mi hazırlasam evvela?
Zihnim sürekli koşuyor, sürekli... Hiç durup dinlenmiyor gibi.
Önce hiçbirini yapmadım. Yunan pastanesinden aldığımız kadayıfı yerken, kahve içtim. Arca'nın maçında fena halde üşmüşüm, en kalın kazağımı giydim, şeker ve karbonhidrat yüklemesine bu iç üşümesi de eklenince, yirmi dakikalık uykuma kaçtım. Öylesine sırt üst uzandım, içim geçmiş, saati yirmi dakikaya kurmuştum - çünkü uzun uyku bana yaramıyor - on dokuzuncu dakikada uyandım. Kucağıma bilgisayarımı aldım, demek ki yazacağım...
Bu hafta henüz çarşamba ama bana kısaca office bitch diyebilirsiniz.
PMS hormonlarıma sağlık diyeceğim ama yok sadece hormonlara bağlamak hafife almak olur.
Tam iki yıl sonra bir anda normalin içine düştük. Öyle bir düştük ki normale alışmaya korkuyoruz yoksa normal dediğin alışmaların en kolayı.
Son cemre de toprağa düştüğüne göre yıllık geleneksel kilo vermeye (pardon sağlıklı yeme) niyet etsek mi?
Tam da yeni bir başlık atmıştım: "kilo alma durumları nasıl"
Sonra önceki postlarıma gelen yorumlara cevap yazmadığım aklıma geldi, döndüm bir daha okudum bir daha içim şefkatle doldu, ve her birine cevap yazdım ve bir defa daha bu bloga ve bu blog sayesinde çevrelendiğim insanlara yani siz okuyanlara şükrettim.
dedim ki, evvela nasıldın bugün bir anlat, başlatma kilona can simidine, semere dönmüş popona, sen anlat... bunu kendine, canım baisy'nin dediği gibi platonik arkadaşlarına borçlusun.
Güdük şubatı raporsuz geçirmişiz. Tüm blog alemi de benim ne okuyorum ne izliyorum postumu bekliyordu, yurtdışı ve yurtiçi temsilciliklerden mesajlar alıyordum peh :))
Ne yaptığımı az çok biliyorsunuz, panik atak kendini sevmeme, falan fişman!
Bu hafta boyunca işle oyalandım, hemen her gün ofise gittim, her seferinde İlker kullandı arabayı, gün içinde iyice yorulup günün sonunda hemen her akşam 1-2 kadeh şarap içtim, erkenden yattım, erkenden kalkamadım, sık sık yaşadığım nöbetleri hatırladım, terapide anlatmak için özellikle hatırlamaya çalıştım, hiç yazmadım, hiç okumadım, hemen hiç spor yapmadım, iki defa Flamanca dersimi erteledim.
Kendinizi sevmeyerek güne başladığınız oluyor mu? Ona buna carladığınız ama aslında öfkenizin yegane hedefinin kendiniz olduğunun bilincinin de size hiç yardım etmediği sabahları? Aynaya bakasınız gelmediği hani? Akşamı zor ettiğiniz, bir kadeh şarapla bile keyiflenemediğiniz?
Irkçılığa maruz kalmanın en kötü tarafı hazırlıksız yakalanmak… günlük hayatınızı her zamanki gibi sürdürmektesinizdir ve bir anda yüzünüze inen bir tokat gibi afallatır sizi, özellikle ilk seferinde. Ve sonra gardınızı almayı öğrenirsiniz.
Her cumartesi gün ortası terapi sonrası kendime soruyorum: neye ihtiyacım var?
Bazen yazmaya ihtiyacım oluyor, bazen ağlamaya, bazen papatya çayına hatta bir kadeh şaraba…
Bugün cevabım yürüyüştü. Sabah bir saat kardiyo yapmış olmama - yani egzersiz hedefimi tutturmuş olmama- rağmen çıktım. Çok soğuk ama güneşli bir Brüksel öğleni, ormana doğru yollandım.
Ara sıra zihnime üşüşen cümleler…