Ateş önceki hafta çarşamba günü başlamıştı, kontrol altına alınamayınca cuma doktora gitmiştik. Boğazdaki enfeksiyonu görünce, direkt antibiyotiğe başladı doktor. İlginçtir pazartesi bilemedin salı düzelmesini beklediğimiz Arca'nın ateşi düşmek bilmedi. Çarşamba günü ishal de devam edince bir gün izlemeye alalım dedik. Perşembe bizi yanılttı, tüm gün iyiydi. Akşamına ateş 39'a yaklaşınca sabah ilk iş doktoru aradım. Hemen getirin tam tarama yapalım dedi.
Öğleden sonra gittik, ciğerleri dinledi, iyi dedi ama yine de ciğer filmi istedi.
İşte herşey böyle başladı. Önce damardan bir tüp kan alındı, Arca sarsıldı. Sonra boğaz kültürü. Sonra röntgen, kollar bacaklar tutuldu, orantısız güç kullanarak yatırıldı. O bir tüp kandan sonra acımayacağına ikna edilemedi. Kaka tahlilinin icraatı müteakip acilen yapılmasına karar verildi.
Sonuçlar elimizde doktora gittik. Ciğerin dörtte biri enfeksiyon ile kaplanmış olarak görüldü. Hastanede yatak ayarlayalım dedi doktor. Zatürreye çevirmiş. Biz çöktük. Hızlı ve acil bir müdahale, damardan antibiyotik ve hastane bakımını şart koştu. Yırtamadık. Hazırlıksızız. Hem fiziksel hem ruhsal olarak duruma hakim değiliz, adapte olamıyoruz. Kendimiz alışamadık, Arca'yı hazırlamaya vakit yok.
Ege Sağlıka kayıt yaptırıyoruz ama bir rüyada gibiyiz. Yeterince badire atlatmışız zaten. Bir odaya çıkyoruz Arca ile ikimiz. Katiyen kalmak istemiyor sürekli "eve! eve!" Hemşireler geldi. Damar yolu açacaklar. İlker dayanamadı, bayılmaya ramak kala kendini dışarı attı. İki bacağım ile bacaklarını mengeneye aldım, çenemle başını ellerimle ellerini tutuyorum. Neyse ki ilk seferde damar bulundu, takıldı. Hadii bu defa da o zımbırtıyı çıkarmak ister.
Benim sinirlerim boşaldı, ben ağlarım Arca ağlar.
Kucağımda "bana bir masal anlat baba" şarkısı eşliğinde uyudu.
Akşam evde eşyalarımız taşındı, Arcanın oyuncakları kitapları, bilgisayarlar, DVD ler, bir bavul eşya...
Sabaha karşı serum hortumunun çıkarak yatağı tavuk boğazlanmışa çevirmesini saymazsak iyi bir geceydi. Uyuduk.
Gündüz daha uyumluydu Arca. Tabii ki "eve"ler, "çıkar bunu"lar devam etti. Ama ziyaretçileri vardı, herkes oyncak kitap getirmiş Arcaya acayip mutlu oldu, oyalandı.
Akşama doğru dans ediyordu, hemşirelere yeni figürlerini gösteriyordu.
Hastanedeki odamızdan birkaç manzara... Pazartesiye kadar buradayız.
Arca uyurken serumu yemekte.
Guffy ve Pluto'ya damar yolu açtık birlikte. Kollarında sargı bezi var, Arca gibi. Arca ateşlerini ölçüp damardan ilaç veriyor, tıpkı kendi gibi.
Test sonuçlarının üzerine park etmiş arabalar. Her yerdeler.
Bilgisayarda defalarca Cars izlendi. Ratatuy, Incredibles ve Ice Age ile tanıştı. İki yıldır özenle baktığımız nöronları birer bire öldürdük son 24 saat içinde!
Son birkaç cümle: Aslında son derece ciddi bir travma Arca için yaşadıkları. Tüm o tahlil ve tetkikler, sonra evinden ayrı kalmak, kolundaki zımbırtı herşey ama herşey aleyhine. Ama yine de mutlu yine de dans ediyor, gülüyor eğleniyor. Neden? Çünkü anne babası yanında, ihtiyaç duyduğu sevgi onunla. Bu kadarı bile çektiği acılara gülüp geçmesine yetiyor. Biz bu yaşımızda bunları yaşasak bu kadar güçlü olabilir miydik? Sanmıyorum. Ama olmalıyız, sevdiklerimiz yanımızda ise sızlanmamalı dört elle sarılmalıyız sahip olduklarımıza. İyileş çocuğum, iyileş ki yine kahkahalarla gülelim eğlenelim.
Biraz daha serum alsın diye aytakta kalmaya çalışıyorum, yazmak iyi geldi, şimdi yanına kıvrılıp kokusuyla uyuyacağım.
27 Şubat 2011 Pazar
23 Şubat 2011 Çarşamba
Olay nedir?
Arca'nın ateş başına vurmuş olacak, birbirinin üzerine çıkarmadığı, iç içe sokmadığı araba kalmadı evde!
hmm bunu anlayabiliyorum, sonuçta Mac Mcqueen'i taşıyor.
Çöp kamyonunun içine sokmaya çalıştığı minibüse yazık değil mi? Hem niye ki?
iki vosvos minibüsü kaynaştırma çalışması sanırsam, anne ile bebeği imiş onlar. Sanırım doğum sahnesini canlandırıyor.
Araba münasebetlerinde son nokta!!
Oğlum sen de normal çocuklar gibi arabaları yarıştırsana!!
hmm bunu anlayabiliyorum, sonuçta Mac Mcqueen'i taşıyor.
Çöp kamyonunun içine sokmaya çalıştığı minibüse yazık değil mi? Hem niye ki?
iki vosvos minibüsü kaynaştırma çalışması sanırsam, anne ile bebeği imiş onlar. Sanırım doğum sahnesini canlandırıyor.
Araba münasebetlerinde son nokta!!
Oğlum sen de normal çocuklar gibi arabaları yarıştırsana!!
Fabrika Ayarları
Şimşekler çakarken ve yağmur deli gibi mutfak penceresine vururken biz Arca’yı uyutup önceki günden kaçırdığımız Ezel’i izliyorduk. Taze çekilmiş kahveye Ümit abla yapımı browni eşlik ediyordu. Bir yandan hafta sonu için planladığımız doğum günü partisi için siparişler veriyor, bir yandan aile büyüklerine son bir yılın Arca fotoğraflarını ayırıyordum.
Bu kısa mutluluk Arca’ya yeni musallat olan öksürük ile defalarca bozuldu. Gece Arca’nın yatağında noktalandı. Öğlen rapor edilen ateşin ardından sabaha karşı yine ateş düşürücüye 10 kala 39 dereceyi görünce sabah ola hayrola, acilen doktor arana!
Sabah korkunçtu. Ümit abla geç geldi, Arca benim boynumu bırakmadı. Bu sahne yine beni gerdi, benim gerginliğim Arca’ya geçti. Arca öfkeden kendinden geçti. Bir şekilde arabaya attım kendimi. Şiddetli yağmurun altında avaz avaz “Mor yazma” şarkısına eşlik eden mor hırkalı kadın şoför bendim. Dokuz civarı çevre yolunu kullanan talihsizler güne benimle başladı.
Nil’e içimi döktüm, “evden kaçtığım için rahatladım” diye. Hiç sevimli profil çizen blogger anaya yakışıyor mu bu haller? Ve ne acıdır ki Arca’yı o huysuzluk halinde evde bıraktığım için vicdanım sızlamıyor. Tanıyın beni bu benim gerçek yüzüm! Tamam totomu gezdirmeye çıkmadım, işe gittim sonuçta ama daralan göğsüme bir fincan çay eşliğinde çalışmak iyi geldi. Hiç “vah evladım” şeklinde duygu sömürüsü yapacak değilim.
Arca’nın hiçbir suçu olmamasına rağmen içinde bulunduğumuz bu durumdan son derece şikayetçiyim ve yazık ki bu durumu ne düzeltebiliyorum ne de Arca’ya çemkirip suçlu ilan edip deşarj olabiliyorum.
Doktorla konuştum.
Ateşin devam etmesinden acayip rahatsız oldu, ishalin olmasını ateşe sebebiyet verdiğini düşünerek “olumlu” karşıladı. Karın ağrılarının devam ettiğini de öğrenince, son aylarda karşılaşılan “keçi gribi”nin belirtilerinin tamamını gösterdiğini söyledi. Şahane! Evde bir keçi eksikti, tam oldu!
Yarına kadar ateş kontrol, yarın gerekirse doktor kontrol!
Ve… doğum günü partisi iptal… Tuna, Ela, Demir, Berk, Ege, Nilda, Cansu, Ekin’den “keçi gribi olduk” lafını duymak istemiyorsak partiyi rafa kaldıracağız. Doktor tavsiyesi. Hatta aile arasında yapılacak kutlama da iptal, malum Duru var, okulu var. Eh artık öküz gribine yakalanmazsak parti haftaya yapılacak.
Sözlerime ünlü bir vecize ile son verirken Arca'nın tez zamanda fabrika ayarlarına geri dönmesi için dua ediyor, sizleri Arca’nın melül bakışlı hasta pozu ile baş başa bırakıyorum:
Çocuğun hasta olduğuna değil huyunun değiştiğine yanarım.
Bu kısa mutluluk Arca’ya yeni musallat olan öksürük ile defalarca bozuldu. Gece Arca’nın yatağında noktalandı. Öğlen rapor edilen ateşin ardından sabaha karşı yine ateş düşürücüye 10 kala 39 dereceyi görünce sabah ola hayrola, acilen doktor arana!
Sabah korkunçtu. Ümit abla geç geldi, Arca benim boynumu bırakmadı. Bu sahne yine beni gerdi, benim gerginliğim Arca’ya geçti. Arca öfkeden kendinden geçti. Bir şekilde arabaya attım kendimi. Şiddetli yağmurun altında avaz avaz “Mor yazma” şarkısına eşlik eden mor hırkalı kadın şoför bendim. Dokuz civarı çevre yolunu kullanan talihsizler güne benimle başladı.
Nil’e içimi döktüm, “evden kaçtığım için rahatladım” diye. Hiç sevimli profil çizen blogger anaya yakışıyor mu bu haller? Ve ne acıdır ki Arca’yı o huysuzluk halinde evde bıraktığım için vicdanım sızlamıyor. Tanıyın beni bu benim gerçek yüzüm! Tamam totomu gezdirmeye çıkmadım, işe gittim sonuçta ama daralan göğsüme bir fincan çay eşliğinde çalışmak iyi geldi. Hiç “vah evladım” şeklinde duygu sömürüsü yapacak değilim.
Arca’nın hiçbir suçu olmamasına rağmen içinde bulunduğumuz bu durumdan son derece şikayetçiyim ve yazık ki bu durumu ne düzeltebiliyorum ne de Arca’ya çemkirip suçlu ilan edip deşarj olabiliyorum.
Doktorla konuştum.
Ateşin devam etmesinden acayip rahatsız oldu, ishalin olmasını ateşe sebebiyet verdiğini düşünerek “olumlu” karşıladı. Karın ağrılarının devam ettiğini de öğrenince, son aylarda karşılaşılan “keçi gribi”nin belirtilerinin tamamını gösterdiğini söyledi. Şahane! Evde bir keçi eksikti, tam oldu!
Yarına kadar ateş kontrol, yarın gerekirse doktor kontrol!
Ve… doğum günü partisi iptal… Tuna, Ela, Demir, Berk, Ege, Nilda, Cansu, Ekin’den “keçi gribi olduk” lafını duymak istemiyorsak partiyi rafa kaldıracağız. Doktor tavsiyesi. Hatta aile arasında yapılacak kutlama da iptal, malum Duru var, okulu var. Eh artık öküz gribine yakalanmazsak parti haftaya yapılacak.
Sözlerime ünlü bir vecize ile son verirken Arca'nın tez zamanda fabrika ayarlarına geri dönmesi için dua ediyor, sizleri Arca’nın melül bakışlı hasta pozu ile baş başa bırakıyorum:
Çocuğun hasta olduğuna değil huyunun değiştiğine yanarım.
20 Şubat 2011 Pazar
Nöbetçi blogger
Bu fincan birilerinden ev hediyesi olarak gelmişti seneler önce. Kapak ne ola ki? diye soramamıştım, cahillik etmeyeyim dedim herhalde? Hiç kullanmamıştım ama atmamışım da. Atarım ben normalde, bir gün bir yerde ihtiyaç duyulur diye saklama adetim yoktur. Bu geceki nöbetin yoldaşı beyaz çay ve bu porselen kupa. Demleniyor içerde, o kapak işte bunun içinmiş. Tea&pot sağolsun çay kültürümüz arttı:)
Calpol versem mi, Ibufen'e bir buçuk saat kaldı, az sabretsem mi? Aslında bu soru kafamda dönüp duruyor şu an. Sekiz saatte bir ibufen veriyoruz ve araya Calpol sıkıştırmıyoruz son 24 saattir ancak bu akşam ilaç saatine çok az kala ateş 39'un üzerine çıkınca gece dönüşümlü tarifeye karar kılmıştık. Ama ben Arca ile uyuyakalmışım, şimdi uyandım.
Tabir-i caizse bu aralar kendimi b.k gibi hissediyorum. Günlerdir aynı ev kıyafeti üzerimde, bu şekilde uyuyup uyanıyorum, kafam kaşınıyor, artık toka takmıyorum, havasızlıktan daha beter kaşınıyor çünkü, zaten pislikten peruk gibi önüme hiç düşmüyor, arada kaşıyıp havalandırıyorum dipleri. Ne? bakmayın öyle, itiraflarda yazmıştım, tekrar ettirmeyin, bahane buldum mu yıkanmam ben, pisim!
Önce Arca, sonra tam kuyruğu doğrulttu derken ben, sonra tekrar Arca... Döngü hiç bitmeyecek gibi. Hastalık mısın? Vur geç kardeşim! Uzun soluklu dizi gibi, yaprak dökümü halt etmiş! Bu senenin gribi bana sinüzit, Arca'ya bünyenin zayıf düşmesini müteakip boğaz enfeksiyonu armağan etti, eksik olmasın.
Çocuğunun hasta olması çok fena, sosyal damarlarımız tıkandı, kıpırdayamıyoruz. Dün karşı komşumuz elinde 3 aylık bebeği ile bize gelmek istedi, kapıdan çevirdik. Enfeksiyon bu! Bu akşam haftalardır görmediğimiz arkadaşlarımıza yemeğe gidecektik, Poyraz var, el kadar bebek. Bugün uzun zamandır beklediğimiz Nilda'nın doğumgününe gidemedik. Çocukları telef etmeyelim. Çok fena oldu. Bir otelde yapmışlar organizasyonu, dışarda 2 yaş doğumgünü partisi nasıl olur gözlem yapacaktım. Arca'nın aşkı kabardı, kapılardan bağırıyor "Cansuuuuu" diye, namümkün! Nurturia'ya bile girmek istemiyorum, sanki oradaki bebelere biraz fazla bakarsam benimkinin enfeksiyonunu bulaştıracağım.
Her bebek gibi Arca da hasta olduğunda anneye yapışma moduna giriyor. Gözü benden başka bir şey görmüyor, zaten bu yüzden ateşin çıktığı ilk gün ofise gidemedim. Cuma günü öğleye kadar sabredemeyeceğimi bile bile gittim. Nitekim öğlen Ümit ablanın sesi resmen gel diye yalvarıyordu. Zaten ateş 39'a çıkmış. Doktordan dönüşte İlker kuru temizlemeciye gidecekti, terziye bel ölçüsü vereceğim bahanesiyle hemen yamandım. Bütün haftasonumun akibetini biliyorum, her nefes sonrası için güç olacak bana. Annem geliyor, İlkerin annesi geliyor, İlker her daim etrafta ama yok Arca hasta ise illa ki anne! Haklı! Neyse terzi dükkanı kapatmış, hava da güzel, Betonyola çıktık. Meşhur turşucudan turşu, çerezciden lokum, Arca'ya kurabiye... el ele gezdik İlkerle. Bu bilinçli uzaklaşmanın vicdanımı hiç rahatsız etmediğini düşünüyordum, ama dönüşte İlker'in Arca'ya oyuncak alma talebine hayır demediğime göre (bir yerden eve oyuncakla dönmemeye çalışıyorum) vicdan yapmışım demek ki:)
Uyur kalırım diye günlerdir kitap okumuyorum. Arada Arca kendi kendine oynarsa, o da iki satır. Televizyona da pek bakmıyorum, bunlar hep uyku tuzağı. Filtre kahve makinesi aldık, Tschibo'dan da taze çekilmiş kahve. Tiryaki oldum içmeyince başım ağrır oldu. Bilgisayardaki fotoğrafları düzenliyorum, katiyen uyku getirmeyen bir aktivite. Önümüz doğum günü, düzenli aralıklarla aile büyüklerinin fırça kaymasından dolayı doğum günü gelmeden geçen yılın Arca fotoğraflarından bir albüm neyim yapalım seneye kadar konuşamasınlar istiyorum. Evet çok gıcığım.
Calpol'e gerek kalmadan ibufen vakti geldi. Yatmadan önce önümüzdeki şikayet konularını da yazayım:
1. Arca benimle uyumaya alıştı, kendi başına yatmak istemiyor.
2. İshal oldu (şimdi bile şikayet edebilirim bu konuda)
3. Huy değiştirdi, her halta ağlar oldu.
4. El bileklerim Arca'yı taşımaktan ağrıyor, doktora gideceğim.
.
.
.
.
Arca hastayken en çok annesiz çocuklar aklıma düşüyor. Kime sarılıyorlardır, kime nazları geçiyordur? Neyse gözlerim yine dolmadan kaçayım, zaten boğazım yine düğüm düğüm.
Sağlıkla kalın, hoşça kalın!
16 Şubat 2011 Çarşamba
Çocuk Eğitim kitaplığının Şanlı İmparatorluk tarihi
Kuruluş Dönemi (Arca'dan sonra - A.S. 0 – 12. Aylar arası)
Acemilik, ne yapacağını bilmezlik. Birinin üzerinde baskı kurmasına, siyah-beyazlara ihtiyacı var annenin. Biri ona “bu işin doğrusu budur!” demeli! İdi o dönem. Sağ olsunlar diyenler oldu, Tracy, SPK, kodum mu oturturum üsluplarıyla anneyi ziyadesiyle hizaya soktular.
Yükselme devri (A.S. 12 – 17. Aylar arası)
Arca ilk yaşını doldurdu. Buraya kadar her şey güzeldi, hoştu. Ama bitti. Yediydi, içtiydi, mıçtıydı, öyle böyle bu yaşa bir şekilde gelecekti, geldi. Şimdi sıra artık bir birey olan Arca’nın yetiştirilmesine gelmişti.
Nasıl söz dinleyen işbirliği yapan bir çocuk olur gibi sorulara cevap aranmaya başlandı.
Vakit dar, kaynak çoktu. Çokça okunmalı, iki yaş sendromuna tam donanımlı girilmeliydi. Zira ebeveynlik konusunda kendine güven bir türlü oluşmamış, hala bir yol haritasına ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu dönemde krizsavar kitaplar, hap gibi çözümler, kutu içine alınmış formüller imdada yetişti. Kitaplar okundu, notlar çıkarıldı, sağda solda anlatıldı ki pekişsin, Arca üzerinde uygulamalar yapıldı. Kotarınca döt kalktı, “ben bu işi biliyorum”lar arttı. Annenin havasından geçilmedi. Kitaplık da yükselişe geçmişti.
Çocuğunuzla İş birliği yapma
Kahraman çocuklar yetiştirme
Sesimi duyuyor musun?
Mahallenin en mutlu yumurcağı
SOS
Yöntemler, yol gösterenler…
Biri gidiyor, biri geliyor, ara sıra eskiye dönüp altı çizilenler tekrar okunuyordu. İlkere anlatılıyordu.
Dahası önüne gelene anlatılıyordu. Zaferler kazanıldıkça çok biliyorum halleri…
Kitap tavsiyeleri… Bu alemin kralı benimler!
Muhteşem Süleyman, Muhteşem yüzyıl…
Duraklama, Gerileme, Dağılma Devri (A.S. 18. – 20. Aylar)
Ufaktan hap yöntemler geri tepmeye başladı. Arca birkaç sefer ayar verince hop gerileme!
Üst üste yenilgiler imparatorluğu sarsmaya başladı. Kitaplığın imparatorluğunda sesler yükselmeye, isyanlar çıkmaya başladı. “Nerede hata yapıyorum? Bu iş amacını aşmaya başladı!” sesleri yükselmeye başladı, gerileme dönemine girildi.
Araya Tanzimat devri, Meşrutiyet, Nizam-ı Cedid gibi dötü kurtarmaya yönelik çalışmalar yapıldıysa da nafile.
Bozum olma konusunda yenen goller kazanılan savaşlara sayıca üstünlük sağladı. Sorgu sualler bitmedi. Öyle ya her şey kitabına göre yapılmıştı? Hata kimdeydi?
Kitaplığın imparatorluğu dağıldı!
Cumhuriyet !!! (A.S. 23. Ay - ………)
Savaşlardan yenik düşen anne, edebiyatın sarmalayıcı sevgisinde şefkati aradı. Araya giren Murakami, Marc Levy gibi centilmenler ruhunu beslerken, fotoğraf gibi yeni ilgi alanları kafasını boşaltmasını sağladı.
Dingin bir dönem…
Yepyeni bir bakış açısı, yeni filizlenen bu süreçte şenlik ateşleriyle kutsandı.
Anne ihtiyacı olanı bulmuştu! Çocuğundan yana bakmak, onu anlamak siyahlarla beyazlarla değil grilerle… hayır hayır renklerle bezenmeliydi onların dünyası! Kırmızılar kardeş, morlar sarılar yoldaş olmalıydı.
"İki yaşındaki çocuğunuz büyürken"i tekrar aldı eline, sonra “üzülme geç kalmış değilsin” diye sırtını sıvazlayan "koruyucu psikoloji"de teselli buldu bünye.
Derken tüm o hap yöntemlerin arasında güme gitmiş OSHO’yu tekrardan keşfetti anne.
"Anneler ve Oğulları için bir fincan huzur"daki sımsıcak öykülerde aradı huzuru.
Hayır tek doğru yoktu. Hap yöntemler hapı yutturabilirdi adama. Hep ben bilirim demek sadece kitaplara dayalı bir söylem olmamalıydı, anne içgüdüsü ile doğruyu kendisi bulabilmeliydi.
Ve son olarak işten arakladığı zamanda, kitapçıda gezerken rastladı ona: "Çocuğunuzla Birlikte Büyümek!" , Naomi Aldort
Tam da ihtiyacı olan bu değil miydi? Arca ile birlikte büyümek ve kendini eğitmek?
Kahve molalarını paylaştı ve keyifle okudu. Zaten bu annenin en iyi yaptığı şey de bu değil miydi?
Bakalım gelecek yüzyıl ne gösterecek? Çocuğuyla birlikte büyümeyi başarabilecek mi bu anne? Yoksa dış mihrakların ördüğü ağlara teslim mi olacak? Çocuğuyla ilişkisinde doğruyu demokrasiyi sağduyuyu bulabilecek mi?
Not: Şaka bir yana cidden güzel bir kitap. Ben çok beğendim, tavsiye ederim. Benim gibi didaktik üsluplardan, siyahla beyazdan, tek doğru budurlardan sıkıldıysanız ama kitaplardan da uzak kalamıyorsanız, keyifli okumalar dilerim.
Acemilik, ne yapacağını bilmezlik. Birinin üzerinde baskı kurmasına, siyah-beyazlara ihtiyacı var annenin. Biri ona “bu işin doğrusu budur!” demeli! İdi o dönem. Sağ olsunlar diyenler oldu, Tracy, SPK, kodum mu oturturum üsluplarıyla anneyi ziyadesiyle hizaya soktular.
Yükselme devri (A.S. 12 – 17. Aylar arası)
Arca ilk yaşını doldurdu. Buraya kadar her şey güzeldi, hoştu. Ama bitti. Yediydi, içtiydi, mıçtıydı, öyle böyle bu yaşa bir şekilde gelecekti, geldi. Şimdi sıra artık bir birey olan Arca’nın yetiştirilmesine gelmişti.
Nasıl söz dinleyen işbirliği yapan bir çocuk olur gibi sorulara cevap aranmaya başlandı.
Vakit dar, kaynak çoktu. Çokça okunmalı, iki yaş sendromuna tam donanımlı girilmeliydi. Zira ebeveynlik konusunda kendine güven bir türlü oluşmamış, hala bir yol haritasına ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu dönemde krizsavar kitaplar, hap gibi çözümler, kutu içine alınmış formüller imdada yetişti. Kitaplar okundu, notlar çıkarıldı, sağda solda anlatıldı ki pekişsin, Arca üzerinde uygulamalar yapıldı. Kotarınca döt kalktı, “ben bu işi biliyorum”lar arttı. Annenin havasından geçilmedi. Kitaplık da yükselişe geçmişti.
Çocuğunuzla İş birliği yapma
Kahraman çocuklar yetiştirme
Sesimi duyuyor musun?
Mahallenin en mutlu yumurcağı
SOS
Yöntemler, yol gösterenler…
Biri gidiyor, biri geliyor, ara sıra eskiye dönüp altı çizilenler tekrar okunuyordu. İlkere anlatılıyordu.
Dahası önüne gelene anlatılıyordu. Zaferler kazanıldıkça çok biliyorum halleri…
Kitap tavsiyeleri… Bu alemin kralı benimler!
Muhteşem Süleyman, Muhteşem yüzyıl…
Duraklama, Gerileme, Dağılma Devri (A.S. 18. – 20. Aylar)
Ufaktan hap yöntemler geri tepmeye başladı. Arca birkaç sefer ayar verince hop gerileme!
Üst üste yenilgiler imparatorluğu sarsmaya başladı. Kitaplığın imparatorluğunda sesler yükselmeye, isyanlar çıkmaya başladı. “Nerede hata yapıyorum? Bu iş amacını aşmaya başladı!” sesleri yükselmeye başladı, gerileme dönemine girildi.
Araya Tanzimat devri, Meşrutiyet, Nizam-ı Cedid gibi dötü kurtarmaya yönelik çalışmalar yapıldıysa da nafile.
Bozum olma konusunda yenen goller kazanılan savaşlara sayıca üstünlük sağladı. Sorgu sualler bitmedi. Öyle ya her şey kitabına göre yapılmıştı? Hata kimdeydi?
Kitaplığın imparatorluğu dağıldı!
Cumhuriyet !!! (A.S. 23. Ay - ………)
Savaşlardan yenik düşen anne, edebiyatın sarmalayıcı sevgisinde şefkati aradı. Araya giren Murakami, Marc Levy gibi centilmenler ruhunu beslerken, fotoğraf gibi yeni ilgi alanları kafasını boşaltmasını sağladı.
Dingin bir dönem…
Yepyeni bir bakış açısı, yeni filizlenen bu süreçte şenlik ateşleriyle kutsandı.
Anne ihtiyacı olanı bulmuştu! Çocuğundan yana bakmak, onu anlamak siyahlarla beyazlarla değil grilerle… hayır hayır renklerle bezenmeliydi onların dünyası! Kırmızılar kardeş, morlar sarılar yoldaş olmalıydı.
"İki yaşındaki çocuğunuz büyürken"i tekrar aldı eline, sonra “üzülme geç kalmış değilsin” diye sırtını sıvazlayan "koruyucu psikoloji"de teselli buldu bünye.
Derken tüm o hap yöntemlerin arasında güme gitmiş OSHO’yu tekrardan keşfetti anne.
"Anneler ve Oğulları için bir fincan huzur"daki sımsıcak öykülerde aradı huzuru.
Hayır tek doğru yoktu. Hap yöntemler hapı yutturabilirdi adama. Hep ben bilirim demek sadece kitaplara dayalı bir söylem olmamalıydı, anne içgüdüsü ile doğruyu kendisi bulabilmeliydi.
Ve son olarak işten arakladığı zamanda, kitapçıda gezerken rastladı ona: "Çocuğunuzla Birlikte Büyümek!" , Naomi Aldort
Tam da ihtiyacı olan bu değil miydi? Arca ile birlikte büyümek ve kendini eğitmek?
Kahve molalarını paylaştı ve keyifle okudu. Zaten bu annenin en iyi yaptığı şey de bu değil miydi?
Bakalım gelecek yüzyıl ne gösterecek? Çocuğuyla birlikte büyümeyi başarabilecek mi bu anne? Yoksa dış mihrakların ördüğü ağlara teslim mi olacak? Çocuğuyla ilişkisinde doğruyu demokrasiyi sağduyuyu bulabilecek mi?
Not: Şaka bir yana cidden güzel bir kitap. Ben çok beğendim, tavsiye ederim. Benim gibi didaktik üsluplardan, siyahla beyazdan, tek doğru budurlardan sıkıldıysanız ama kitaplardan da uzak kalamıyorsanız, keyifli okumalar dilerim.
15 Şubat 2011 Salı
Musikişinas bebe anasının billur sesini keşfediyor
Ego tatmini mi ihtiyaç duyulan? Hemen bir bebek doğurmalarını tavsiye ederim. En etkili reçete!
Benim sesim korkunçtur, kulağım sıfır! Kendi sesime bile tahammül edemem. Benim tam tersim İlker ise şahane şarkı söyler, kulağı iyidir, sağlam bir müzik geçmişi vardır. Sanırsınız ki Arca babaya şarkı ninni söyletsin! Katiyen! O benim sesime hasta, o bendeki tarifi mümkün olmayan tınıya vurgun. Şarkı illa ki anne söyleyecek! Allahım ne mes-udum!!
Günlerden bir gün, Arca’nın yanında oturmuşum, uyusun diye kırk takla atıyorum, Arca gözlerini kapatmamakta ısrarlı. İyice sıyırmış olacağım ki musikimizin güzide eserlerinden “…kapat gözlerini, kimse görmesin, yalnız benim için bak yeşil yeşil…” şarkısını söylemeye başlıyorum, sırf geyiğinden, gülmeliyim ki Arca’ya girişmeyeyim. Şarkı feci tutuyor.O gün bugündür Arca ısrarla bu şarkıyı söyletiyor.
Ve böyle başlıyor billur sesimin keşfedilmesi... Hemen havaya giriyorum, kaçırır mıyım!
Çöpçü masalının arasında bir kuple seslendirdiğim “….. dün gece çok arağğğdımmm, aradım bulamadıımmm… “ Erkin Koray’ın ölümsüz eseri de repertuarımızın demirbaşlarındandır efenim.
“Dandini dandini dastana” şeklinde başlayan geleneksel ninnimiz programımızın sonlarına doğru istek alır, lakin akabinde Arca gözlerini uykuya teslim eder.
Popüler eserlerimizi de ihmal etmiyor, repertuarımıza dahil ediyoruz. “Vak the Rock” tercihen Arca’nın pek sevdiği oyuncağı Donald Amca’nın ritmik dansları eşliğinde seslendiriliyor, şaşırma ve ilgiyi dağıtma konulu çalışmalarımızın fon müziği ise “sen neymişsin be abi a a a a!”
Baş başa şahane vakit geçiriyoruz Arca ile. “Anne şarkı” diyor, istekte bulunuyor ben ise, gözlerim yaptığım işin ciddiyetine teslim olmuş, yarı açık vaziyette iken sanatımı icra ediyorum. Arca keyifli, bi daha diyor ben coşuyorum, kendimden geçiyorum. Sahne bulsam, ışıkları altında devleşeceğim.
Lakin odaya İlker giriyor, “yav bi sus, çocuğun kulağını bozacaksın” diyor. Beni şiddetle kıskandığını söyleyen, boşver devam et iç sesim, annelik vicdanına yenik düşüyor ve programımı sonlandırıyorum.
En kötüsü sokak ortasında ya da toplum içinde talep gelmesi. Böyle durumlarda, katiyen istifimi bozmuyorum, kulağına eğilip, son derece kısık buğulu bir ses ile sanatımı icra ediyorum. Cemi cümlemizin selameti için iyi ki “sesini aç!”demiyor.
İyi ki…
Benim sesim korkunçtur, kulağım sıfır! Kendi sesime bile tahammül edemem. Benim tam tersim İlker ise şahane şarkı söyler, kulağı iyidir, sağlam bir müzik geçmişi vardır. Sanırsınız ki Arca babaya şarkı ninni söyletsin! Katiyen! O benim sesime hasta, o bendeki tarifi mümkün olmayan tınıya vurgun. Şarkı illa ki anne söyleyecek! Allahım ne mes-udum!!
Günlerden bir gün, Arca’nın yanında oturmuşum, uyusun diye kırk takla atıyorum, Arca gözlerini kapatmamakta ısrarlı. İyice sıyırmış olacağım ki musikimizin güzide eserlerinden “…kapat gözlerini, kimse görmesin, yalnız benim için bak yeşil yeşil…” şarkısını söylemeye başlıyorum, sırf geyiğinden, gülmeliyim ki Arca’ya girişmeyeyim. Şarkı feci tutuyor.O gün bugündür Arca ısrarla bu şarkıyı söyletiyor.
Ve böyle başlıyor billur sesimin keşfedilmesi... Hemen havaya giriyorum, kaçırır mıyım!
Çöpçü masalının arasında bir kuple seslendirdiğim “….. dün gece çok arağğğdımmm, aradım bulamadıımmm… “ Erkin Koray’ın ölümsüz eseri de repertuarımızın demirbaşlarındandır efenim.
“Dandini dandini dastana” şeklinde başlayan geleneksel ninnimiz programımızın sonlarına doğru istek alır, lakin akabinde Arca gözlerini uykuya teslim eder.
Popüler eserlerimizi de ihmal etmiyor, repertuarımıza dahil ediyoruz. “Vak the Rock” tercihen Arca’nın pek sevdiği oyuncağı Donald Amca’nın ritmik dansları eşliğinde seslendiriliyor, şaşırma ve ilgiyi dağıtma konulu çalışmalarımızın fon müziği ise “sen neymişsin be abi a a a a!”
Baş başa şahane vakit geçiriyoruz Arca ile. “Anne şarkı” diyor, istekte bulunuyor ben ise, gözlerim yaptığım işin ciddiyetine teslim olmuş, yarı açık vaziyette iken sanatımı icra ediyorum. Arca keyifli, bi daha diyor ben coşuyorum, kendimden geçiyorum. Sahne bulsam, ışıkları altında devleşeceğim.
Lakin odaya İlker giriyor, “yav bi sus, çocuğun kulağını bozacaksın” diyor. Beni şiddetle kıskandığını söyleyen, boşver devam et iç sesim, annelik vicdanına yenik düşüyor ve programımı sonlandırıyorum.
En kötüsü sokak ortasında ya da toplum içinde talep gelmesi. Böyle durumlarda, katiyen istifimi bozmuyorum, kulağına eğilip, son derece kısık buğulu bir ses ile sanatımı icra ediyorum. Cemi cümlemizin selameti için iyi ki “sesini aç!”demiyor.
İyi ki…
14 Şubat 2011 Pazartesi
Laf lafı açıyor
Şubat olmuş 14, benim yazıların bu ayki sayısı 12! Çok yazıyorum değil mi?
Birgün Hülya bana blogcuanneyi geçtin demişti, ne gülmüştüm. Sahi ne şahane yazar Elif, keyifle okunur. Bazen yazıları biriktirilip okunur. Benim son aylardaki bu yazıya sarmamın sebebi öyle “ilham kapıyı çaldı hadisesi”değil. Yazılara kaçıyorum, klavye ile ekran arasına sığınıyorum. Motivasyonsuzluğum baki, lakin enerjimi bir yere yönlendirmem gerek. Uzun lafın kısası; yazıyorum… Hem bu bloğun adının “günün çorbası” olmasının sebebi bu! Günlük yazılar, günlük çorbalar, aksi halde haftanın menüsü olurdu.
Bloğun adından bahsetmişken birkaç ay önce 150 TL’ye satın almak isteyen biri çıktı. Evet bu adresi satın almak istiyordu. İtiraf edeyim parasında değilim, tek derdim tüm yazıları başka bir yere taşıma zahmetiydi, kibarca teşekkür ettim.
Bir teşekkür de genel müdürüme. Telefonda travestiden hallice sesimi duyunca bir süre tanıyamadı, sonra da erken çıkmamı önerdi. Eve gidip dinlenmek için. Vücudumun dinleneceğine zerre kadar inansam bir dakika durmazdım, lakin Arca’nın peşimi bırakmayacağını biliyorum, oturup işlerimi bitirmeye karar verdim. Belli olmaz kafama eserse erken çıkıp kitapçılarda vakit öldürebilirim. Ne vakittir almaya karar veremediğim fotoğrafçılıkla ilgili birkaç kitabı incelerim belki, belli mi olur? Bazı kitaplar internetten alınmıyor, dokunmak lazım.
Sevgililer günü hediyesi gibi: ) Sevgililer günü deyince aklıma şahane bir anı geliyor. Yeni taşınmıştık İzmire. Arca’nın fikri bile düşmemiz aklımıza. Düşün düşün, özel bir şey mi yapsak derken ikimizin de canı kebap çekince Öz Urfa’ya gitmiştik. Hani değişiklik olsun diye de Narlıdere’dekini tercih etmiştik. Şahaneydi. Televizyonda maç vardı. Çoğunluk aileler gelmiş. Çocuklar koşturmaca oynuyor. Bir de piyanist şantör koymuşlar, ne eğlenmiştik. Çıkarken bir plastik kırmızı gonca gül ile kalp şeklinde bir balon tutuşturmuşlardı elime. Hem kebaba hem romantizme doymuştuk.
Romantizm deyince bizim balayı aklıma geldi. Elvanın babası o yıllar turizm bakanlığında genel müdür, hemen bize ucuz yollu bir balayı ayarladı sağ olsun. Düğünden sonra vakit yok, Çeşme’de birkaç gün geçirip doğru İstanbul’a gideceğiz. Sheraton o yıllar yeni açılmış, Arabayı kapıdaki çocuğa verdik, çocuk park etti, bavullarımızı getirdi. Biz resepsiyondayız. Diyoruz ki bizim adımıza bir oda ayırtılmış olmalı? Diyorlar yok. Israrlıyız, üstelik bakanlıktan ayarlanmış odamız, gerim gerim geriliyoruz. İş sarpa sarmaya başladı, Elvanın babasını aradık. “eski Turban değil mi orası?” evet burası, e tamam işte oradan ayırttım odanızı. İsim verir, Ahmet bey, otel müdürü, İlker’de hava force desen yanına yaklaşılmıyor, “çağırın Ahmet beyi görüşelim” diyoruz. Otel müdürü geliyor, telefonda Elvanın babası ile konuşuyor, Allahtan Ahmet beyi tanırmış, başka otelin müdürüymüş. Hehe bizim süngü düşüyor tabii. Meğer otelleri karıştırmışlar. Kös kös arabaya geri biniyoruz. Diğer otele gidiyoruz. Kapıdaki çocuk anahtarı istiyor, aman diyoruz dur bi emin olalım. Ahmet beyi soruyoruz çekine çekine, oh bu defa giriyoruz otele. Pek romantik başlamıştı balayımız. İstanbul’a gittiğimizde ağır soğuk algınlığı ile bir hafta yatmıştım. Belli ki Çeşmenin denizini Kasım ayında bizim romantizmimiz ısıtamamış.
Neyse geyiğin sohbetin lafın sonu yok, işler çok.
Birgün Hülya bana blogcuanneyi geçtin demişti, ne gülmüştüm. Sahi ne şahane yazar Elif, keyifle okunur. Bazen yazıları biriktirilip okunur. Benim son aylardaki bu yazıya sarmamın sebebi öyle “ilham kapıyı çaldı hadisesi”değil. Yazılara kaçıyorum, klavye ile ekran arasına sığınıyorum. Motivasyonsuzluğum baki, lakin enerjimi bir yere yönlendirmem gerek. Uzun lafın kısası; yazıyorum… Hem bu bloğun adının “günün çorbası” olmasının sebebi bu! Günlük yazılar, günlük çorbalar, aksi halde haftanın menüsü olurdu.
Bloğun adından bahsetmişken birkaç ay önce 150 TL’ye satın almak isteyen biri çıktı. Evet bu adresi satın almak istiyordu. İtiraf edeyim parasında değilim, tek derdim tüm yazıları başka bir yere taşıma zahmetiydi, kibarca teşekkür ettim.
Bir teşekkür de genel müdürüme. Telefonda travestiden hallice sesimi duyunca bir süre tanıyamadı, sonra da erken çıkmamı önerdi. Eve gidip dinlenmek için. Vücudumun dinleneceğine zerre kadar inansam bir dakika durmazdım, lakin Arca’nın peşimi bırakmayacağını biliyorum, oturup işlerimi bitirmeye karar verdim. Belli olmaz kafama eserse erken çıkıp kitapçılarda vakit öldürebilirim. Ne vakittir almaya karar veremediğim fotoğrafçılıkla ilgili birkaç kitabı incelerim belki, belli mi olur? Bazı kitaplar internetten alınmıyor, dokunmak lazım.
Sevgililer günü hediyesi gibi: ) Sevgililer günü deyince aklıma şahane bir anı geliyor. Yeni taşınmıştık İzmire. Arca’nın fikri bile düşmemiz aklımıza. Düşün düşün, özel bir şey mi yapsak derken ikimizin de canı kebap çekince Öz Urfa’ya gitmiştik. Hani değişiklik olsun diye de Narlıdere’dekini tercih etmiştik. Şahaneydi. Televizyonda maç vardı. Çoğunluk aileler gelmiş. Çocuklar koşturmaca oynuyor. Bir de piyanist şantör koymuşlar, ne eğlenmiştik. Çıkarken bir plastik kırmızı gonca gül ile kalp şeklinde bir balon tutuşturmuşlardı elime. Hem kebaba hem romantizme doymuştuk.
Romantizm deyince bizim balayı aklıma geldi. Elvanın babası o yıllar turizm bakanlığında genel müdür, hemen bize ucuz yollu bir balayı ayarladı sağ olsun. Düğünden sonra vakit yok, Çeşme’de birkaç gün geçirip doğru İstanbul’a gideceğiz. Sheraton o yıllar yeni açılmış, Arabayı kapıdaki çocuğa verdik, çocuk park etti, bavullarımızı getirdi. Biz resepsiyondayız. Diyoruz ki bizim adımıza bir oda ayırtılmış olmalı? Diyorlar yok. Israrlıyız, üstelik bakanlıktan ayarlanmış odamız, gerim gerim geriliyoruz. İş sarpa sarmaya başladı, Elvanın babasını aradık. “eski Turban değil mi orası?” evet burası, e tamam işte oradan ayırttım odanızı. İsim verir, Ahmet bey, otel müdürü, İlker’de hava force desen yanına yaklaşılmıyor, “çağırın Ahmet beyi görüşelim” diyoruz. Otel müdürü geliyor, telefonda Elvanın babası ile konuşuyor, Allahtan Ahmet beyi tanırmış, başka otelin müdürüymüş. Hehe bizim süngü düşüyor tabii. Meğer otelleri karıştırmışlar. Kös kös arabaya geri biniyoruz. Diğer otele gidiyoruz. Kapıdaki çocuk anahtarı istiyor, aman diyoruz dur bi emin olalım. Ahmet beyi soruyoruz çekine çekine, oh bu defa giriyoruz otele. Pek romantik başlamıştı balayımız. İstanbul’a gittiğimizde ağır soğuk algınlığı ile bir hafta yatmıştım. Belli ki Çeşmenin denizini Kasım ayında bizim romantizmimiz ısıtamamış.
Neyse geyiğin sohbetin lafın sonu yok, işler çok.
"Acıktım!"
Bir gün bunu başıma geleceğini biliyordum.
Hayatının hiçbir döneminde yemek sorunu olmadı Arca'nın.
En azılı azılara geldi sıra, tüm o diş çıkarmalar süresince bir öğünü atladıysa öbürünü mutlaka tıka basa yedi. Hadi şimdi anne olarak “ben çocuğum yerse yesin yemezse yemesin, zorlamadım, oyunla televizyonla yedirmedim” havalarına girmeyelim. Adamın tabiatı böyle. Sonradan değişir mi bilmem ama canı çektiği sürece kerevizden karpuza kadar geniş bir sebze-meyve yelpazesine sahiptir. Süte asla “hayım” demez.
Yaklaşık iki yıllık hayatında hiç çekmediği iştahsızlığı geçen hafta gördük. Herkesin eli ayağına dolaştı. O dombik göbek hafiften içine kaçtı. İlker, kaburgaları sayılıyor diye dert etti. Ümit abla muhallebiler, akşamüzerine doğru makarnalar yaptı. Bana dert edecek bir şey kalmadığından olsa gerek üstünde durmadım. Hem arka azıların nazı hem de adam düpedüz hasta işte, ötesi var mı?
Tam ben de havlu atmaya hazırlanmıştım ki, Arca cumartesi itibari ile özüne döndü.
Öğleye doğru uyudu, daninolarını bile yemeden. O uyurken köfteli çorba yaptım, katiyen karşı koyamaz. Uyandı. Çorbayı tarif ettim:
“ Of içinde minik minik köfteler var, mis gibi sıcacık….”
“Havuç?”
“olmaz mı ! patates bile var! Bak ne dicem şimdi kalkalım, sonra sen bana acıkınca söyle, çorbayı tabağa koyalım. Köfteleri ayrı koyalım sen kendin ye, suyundan ben vereyim. “
Arca yataktan doğruldu: “Anne ACIKTIM” dedi.
İki tabak götürdü.
Pazar günü dolaptaki her şeyi silip süpürdükten sonra, akşam kıymalı makarna istedi küçük beyin canı. İyi de kıyma ancak çözünüyor. Bu arada oyalansın diye erik, armut hatta kinder’in süt diliminden bile yer. On beş dakika geçmiştir Arca yine “ACIKTIM! Makavna” der.
Makarnayı birlikte pişiririz ki biraz kokusunda doysun, yok daha çok acıkır. İki insan tabağı yer, anne babanın çubuk makarnasına da musallat olur.
Kendiyle birlikte kaşı gözü saçı da yediğinden yemekten sonra banyoya girer. Makarnanın üzerinden bir saat geçmiştir. İlker televizyonda bir yemek programına bakmaktadır. Bir kadın yörelerimizi geziyor, bir yerde de bir köfteciyi tanıtıyor. İlkerle okul yıllarını yad ediyoruz, onların evinin oraya el arabasıyla köfteci gelirdi, öf ne biçim kokardı. O kadar yerdik kilo almazdık, diye muhabbet ediyoruz. Hatta İlker o kadar çok makarna yemiş ki bak bu köfteyi bile canım çekmedi diyor. Arca “Anne köfte!” diyor.
Şaka yapıyor diyor, oralı olmuyoruz.
Arca azimli “ACIKTIM!” “Annecim yeni yemek yedin, emin misin?” “emin!” “ama köfte yok! Başka bir şey?” “köfteli çorba”
Tereddütle mutfağa gidip çorbayı ısıtıyoruz ve ikinci tabağın bitmesine az kala “doydum” diyor. İlker inanmıyor.
Bir gün başımıza geleceğini biliyorduk ama bu kadar çabuk beklemiyorduk. Evet biz Arca’yı doyuramıyoruz.
Fotoğraf, cumartesi gününden… Güzelyalı parkında deli deli oynadıktan sonra artık tamamen açtığımız yatağı için lastikli çafçaf alıp kuşların yanına gitmiştik. Arca bulgurdan kuş yemini kuşlara yedirdi. Ancak kuşların kaka sorunsalını göz ardı etmişiz, nasibimizi aldık. Zaten oraya gittin mi kuş mıçmazsa piyango bileti alacaksın, boş çıkman imkansız!
Bir Göztepe klasiği olarak fırından gevrek yiyerek eve döndük. Tabii bu şahane gün bana hastalığımın nüksetmesi ve hafta sonunun geri kalanının yatak döşek olarak geri döndü. Olsun onun çocuk kahkahalarını duydum ya, varsın iki gün daha yatayım.
Hayatının hiçbir döneminde yemek sorunu olmadı Arca'nın.
En azılı azılara geldi sıra, tüm o diş çıkarmalar süresince bir öğünü atladıysa öbürünü mutlaka tıka basa yedi. Hadi şimdi anne olarak “ben çocuğum yerse yesin yemezse yemesin, zorlamadım, oyunla televizyonla yedirmedim” havalarına girmeyelim. Adamın tabiatı böyle. Sonradan değişir mi bilmem ama canı çektiği sürece kerevizden karpuza kadar geniş bir sebze-meyve yelpazesine sahiptir. Süte asla “hayım” demez.
Yaklaşık iki yıllık hayatında hiç çekmediği iştahsızlığı geçen hafta gördük. Herkesin eli ayağına dolaştı. O dombik göbek hafiften içine kaçtı. İlker, kaburgaları sayılıyor diye dert etti. Ümit abla muhallebiler, akşamüzerine doğru makarnalar yaptı. Bana dert edecek bir şey kalmadığından olsa gerek üstünde durmadım. Hem arka azıların nazı hem de adam düpedüz hasta işte, ötesi var mı?
Tam ben de havlu atmaya hazırlanmıştım ki, Arca cumartesi itibari ile özüne döndü.
Öğleye doğru uyudu, daninolarını bile yemeden. O uyurken köfteli çorba yaptım, katiyen karşı koyamaz. Uyandı. Çorbayı tarif ettim:
“ Of içinde minik minik köfteler var, mis gibi sıcacık….”
“Havuç?”
“olmaz mı ! patates bile var! Bak ne dicem şimdi kalkalım, sonra sen bana acıkınca söyle, çorbayı tabağa koyalım. Köfteleri ayrı koyalım sen kendin ye, suyundan ben vereyim. “
Arca yataktan doğruldu: “Anne ACIKTIM” dedi.
İki tabak götürdü.
Pazar günü dolaptaki her şeyi silip süpürdükten sonra, akşam kıymalı makarna istedi küçük beyin canı. İyi de kıyma ancak çözünüyor. Bu arada oyalansın diye erik, armut hatta kinder’in süt diliminden bile yer. On beş dakika geçmiştir Arca yine “ACIKTIM! Makavna” der.
Makarnayı birlikte pişiririz ki biraz kokusunda doysun, yok daha çok acıkır. İki insan tabağı yer, anne babanın çubuk makarnasına da musallat olur.
Kendiyle birlikte kaşı gözü saçı da yediğinden yemekten sonra banyoya girer. Makarnanın üzerinden bir saat geçmiştir. İlker televizyonda bir yemek programına bakmaktadır. Bir kadın yörelerimizi geziyor, bir yerde de bir köfteciyi tanıtıyor. İlkerle okul yıllarını yad ediyoruz, onların evinin oraya el arabasıyla köfteci gelirdi, öf ne biçim kokardı. O kadar yerdik kilo almazdık, diye muhabbet ediyoruz. Hatta İlker o kadar çok makarna yemiş ki bak bu köfteyi bile canım çekmedi diyor. Arca “Anne köfte!” diyor.
Şaka yapıyor diyor, oralı olmuyoruz.
Arca azimli “ACIKTIM!” “Annecim yeni yemek yedin, emin misin?” “emin!” “ama köfte yok! Başka bir şey?” “köfteli çorba”
Tereddütle mutfağa gidip çorbayı ısıtıyoruz ve ikinci tabağın bitmesine az kala “doydum” diyor. İlker inanmıyor.
Bir gün başımıza geleceğini biliyorduk ama bu kadar çabuk beklemiyorduk. Evet biz Arca’yı doyuramıyoruz.
Fotoğraf, cumartesi gününden… Güzelyalı parkında deli deli oynadıktan sonra artık tamamen açtığımız yatağı için lastikli çafçaf alıp kuşların yanına gitmiştik. Arca bulgurdan kuş yemini kuşlara yedirdi. Ancak kuşların kaka sorunsalını göz ardı etmişiz, nasibimizi aldık. Zaten oraya gittin mi kuş mıçmazsa piyango bileti alacaksın, boş çıkman imkansız!
Bir Göztepe klasiği olarak fırından gevrek yiyerek eve döndük. Tabii bu şahane gün bana hastalığımın nüksetmesi ve hafta sonunun geri kalanının yatak döşek olarak geri döndü. Olsun onun çocuk kahkahalarını duydum ya, varsın iki gün daha yatayım.
11 Şubat 2011 Cuma
itiraf.com
Hülyayı bu mimi bana paslaması için resmen zorladım. Günah çıkarasım gelmiş nicedir. Hoş, paslamasa da bir punduna getirip yazardım.
Uzun bir post olacak, şimdiden uyarayım.
Bazen 5 (yazı ile beş) gün yıkanmadığım oluyor. Saçlarım kuru olduğu için görüntüyü kaldırıyor ancak kaşınmaya başladığımda zorla banyoya gidiyorum. Çocukken de sevmezdim.
Arca’yı da günlerce yıkamayı unuttuğum oluyor.
Arca ile ilgili sürekli hayaller kurarken yakalıyorum kendimi. Sonra hep bir Kızılderili atasözü ile kendimi silkeliyorum. “Hayalkırıklığı yoktur, yüksek beklenti vardır. “ I-ıh hayır işe yaramıyor! Yine başa dönüyorum.
Kendimde çocuğunu yarış atı gibi o kurs senin bu kurs benim gezdirecek hırslı anne potansiyeli görüyorum. Bundan nefret ediyorum! Arca büyümeden önce bu potansiyelimi rafa kaldırmalıyım.
Arca’nın göz göre göre elini yaktım. Acayip vicdanım sızlıyor. Pilavın suyuna limonu sıktırmamalıydım, kaynar su eline sıçradı, çok canı acıdı.
Ama Arca’nın benim canımı acıtmasına tahammülüm yok. Saçımı çekmesi ya da yanlışlıkla da olsa acıtmasına çok sinirleniyorum. Emzirirken ve doğumda yeterince acı çektim, yeter ulen psikolojisine sahibim
Arca’ya sesimi yükselttiğimde daha yükselttiğim an pişman oluyorum ama bazen durduramıyorum.
Arca ile ilgili krizleri aştığımda dötüm kalkıyor, ben bu işi biliyorum havalarına giriyorum. Tökezlediğimde ise aynı hızla geri iniyor o döt!
Gelecek maçlardan acayip tırsıyorum. Pütürlü yiyemezse diye 7 aylıkken pirzola verdim eline, boğulmasından daha az korkuyormuşum. Sonra 2 yaş civarı emzik zor olur dediler, 18 aylık olmadan bıraktıralım dedim. 2,5 yaş tuvalet konusunda inat edebilir korkusuyla tuvalet eğitimine yöneldim, erkenden lazımlığı koydum önüne. Ha kötü mü oldu? Bilmiyorum çünkü kendimi boşu boşuna yorduğumu ve gerdiğimi düşünüyorum şimdi. Üstelik bunların hiçbirinde öyle aman aman bir çabam yok, Arca bu konularda uyumlu davrandı, o yüzden kendimi övmenin de bir anlamı kalmıyor. Sanki hiç katkım yokmuş gibi hissediyorum bazen.
İlkere çok gıcık oluyorum. Ben uğraşıyorum o kenardan seyrediyor sonra bir tespit yapıyor ve doğru çıkıyor. Benden daha fazla annelik güdüsü olmasına gıcık oluyorum.
Uzun bir süre Arca ile baş başa kalmaktan korktum. İlker eve geç geleceği zamanlarda o gece nasıl geçecek diye ödüm patladı.
Kitap anne hallerimden nefret ediyorum. İnsanlara “…. Kitabında böyle yazıyor” ile başlayan öğütler vermiş olmaktan utanıyorum. Daha da fenası çocuk eğitim kitapları yerine bu aralar romanlara sarmış olmama rağmen itiraf ediyorum hala gizli gizli çocuk eğitim kitapları karıştırıyorum.
Arca’ya kitap almaktan/okumaktan hastalıklı bir zevk duyuyorum. Abarttığımı düşünüp acayip tırstığım zamanlar olmakla birlikte buna engel olamıyorum. Oyuncak almaktan ise nefret ediyorum, çünkü beceremiyorum.
Yaptığım işi sevmekle beraber bazen “farklı bir şeyler yapabilirim” güdüsü geliyor. Ama “rahat dötüne mi battı otur oturduğun yerde” düşüncesi bu karşılaşmada galip geliyor ve oturuyorum. Cesaretsiz ve rahatına düşkün buluyorum kendimi ve bundan nefret ediyorum.
Çok şekilci bir insanım. Hadi bunu “estetiğe önem veriyor” diye yumuşatmayalım düpedüz şekilciyim işte. Etrafımda hep güzel insanlar olsun istiyorum. [Boris Vian “Bütün çirkinler ölmeli!” demiş di mi? Kendisi de pek güzel sayılmaz! - bak başladım yine]
Temizlik yapmaktan nefret ediyorum. Ev 15 gün temizlenmeyebilir, rahatsız olmuyorum.
Evde temizlik yapılırken evde olmaktan nefret ediyorum. Ben de yapmayayım, başkası da yapmasın!
Uyurken dişlerimi sıkıyorum. Özellikle hasta veya stresli olduğumda. Böyle bir şey yaptığımı yirmilik dişimi alacak olan çene cerrahı fark etmişti, altı yıl kadar oluyor. Üstelik antidepresan vermişti. Kendimi psikolojik deli hissetmiştim ve inatla içmemiştim. Sonradan öğrendim ki yetişkinlerin %70’i dişlerini sıkarmış. Bu beni rahatlatmıyor tabii ki, şu anda çenem ağrıyor!
Ve... hasta olmaktan nefret ediyorum. İğrenç mıymıntı tiksinti bir insan oluyorum. Etrafımdaki herkese mikrop gibi bu mıymıntı hallerimi bulaştırıyorum, zamanla etrafımda mıymıntılıktan bir sur örülüyor ve ben bunun içinde boğuluyorum.
Çok mıymıntı bir yazı oldu, böhüüü iyileşmeden dönmemek üzere gidiyorum!!!
Gitmeden...
Elfanam, Başakçım canım benim ve babadan itirafları duyalım!!
Uzun bir post olacak, şimdiden uyarayım.
Bazen 5 (yazı ile beş) gün yıkanmadığım oluyor. Saçlarım kuru olduğu için görüntüyü kaldırıyor ancak kaşınmaya başladığımda zorla banyoya gidiyorum. Çocukken de sevmezdim.
Arca’yı da günlerce yıkamayı unuttuğum oluyor.
Arca ile ilgili sürekli hayaller kurarken yakalıyorum kendimi. Sonra hep bir Kızılderili atasözü ile kendimi silkeliyorum. “Hayalkırıklığı yoktur, yüksek beklenti vardır. “ I-ıh hayır işe yaramıyor! Yine başa dönüyorum.
Kendimde çocuğunu yarış atı gibi o kurs senin bu kurs benim gezdirecek hırslı anne potansiyeli görüyorum. Bundan nefret ediyorum! Arca büyümeden önce bu potansiyelimi rafa kaldırmalıyım.
Arca’nın göz göre göre elini yaktım. Acayip vicdanım sızlıyor. Pilavın suyuna limonu sıktırmamalıydım, kaynar su eline sıçradı, çok canı acıdı.
Ama Arca’nın benim canımı acıtmasına tahammülüm yok. Saçımı çekmesi ya da yanlışlıkla da olsa acıtmasına çok sinirleniyorum. Emzirirken ve doğumda yeterince acı çektim, yeter ulen psikolojisine sahibim
Arca’ya sesimi yükselttiğimde daha yükselttiğim an pişman oluyorum ama bazen durduramıyorum.
Arca ile ilgili krizleri aştığımda dötüm kalkıyor, ben bu işi biliyorum havalarına giriyorum. Tökezlediğimde ise aynı hızla geri iniyor o döt!
Gelecek maçlardan acayip tırsıyorum. Pütürlü yiyemezse diye 7 aylıkken pirzola verdim eline, boğulmasından daha az korkuyormuşum. Sonra 2 yaş civarı emzik zor olur dediler, 18 aylık olmadan bıraktıralım dedim. 2,5 yaş tuvalet konusunda inat edebilir korkusuyla tuvalet eğitimine yöneldim, erkenden lazımlığı koydum önüne. Ha kötü mü oldu? Bilmiyorum çünkü kendimi boşu boşuna yorduğumu ve gerdiğimi düşünüyorum şimdi. Üstelik bunların hiçbirinde öyle aman aman bir çabam yok, Arca bu konularda uyumlu davrandı, o yüzden kendimi övmenin de bir anlamı kalmıyor. Sanki hiç katkım yokmuş gibi hissediyorum bazen.
İlkere çok gıcık oluyorum. Ben uğraşıyorum o kenardan seyrediyor sonra bir tespit yapıyor ve doğru çıkıyor. Benden daha fazla annelik güdüsü olmasına gıcık oluyorum.
Uzun bir süre Arca ile baş başa kalmaktan korktum. İlker eve geç geleceği zamanlarda o gece nasıl geçecek diye ödüm patladı.
Kitap anne hallerimden nefret ediyorum. İnsanlara “…. Kitabında böyle yazıyor” ile başlayan öğütler vermiş olmaktan utanıyorum. Daha da fenası çocuk eğitim kitapları yerine bu aralar romanlara sarmış olmama rağmen itiraf ediyorum hala gizli gizli çocuk eğitim kitapları karıştırıyorum.
Arca’ya kitap almaktan/okumaktan hastalıklı bir zevk duyuyorum. Abarttığımı düşünüp acayip tırstığım zamanlar olmakla birlikte buna engel olamıyorum. Oyuncak almaktan ise nefret ediyorum, çünkü beceremiyorum.
Yaptığım işi sevmekle beraber bazen “farklı bir şeyler yapabilirim” güdüsü geliyor. Ama “rahat dötüne mi battı otur oturduğun yerde” düşüncesi bu karşılaşmada galip geliyor ve oturuyorum. Cesaretsiz ve rahatına düşkün buluyorum kendimi ve bundan nefret ediyorum.
Çok şekilci bir insanım. Hadi bunu “estetiğe önem veriyor” diye yumuşatmayalım düpedüz şekilciyim işte. Etrafımda hep güzel insanlar olsun istiyorum. [Boris Vian “Bütün çirkinler ölmeli!” demiş di mi? Kendisi de pek güzel sayılmaz! - bak başladım yine]
Temizlik yapmaktan nefret ediyorum. Ev 15 gün temizlenmeyebilir, rahatsız olmuyorum.
Evde temizlik yapılırken evde olmaktan nefret ediyorum. Ben de yapmayayım, başkası da yapmasın!
Uyurken dişlerimi sıkıyorum. Özellikle hasta veya stresli olduğumda. Böyle bir şey yaptığımı yirmilik dişimi alacak olan çene cerrahı fark etmişti, altı yıl kadar oluyor. Üstelik antidepresan vermişti. Kendimi psikolojik deli hissetmiştim ve inatla içmemiştim. Sonradan öğrendim ki yetişkinlerin %70’i dişlerini sıkarmış. Bu beni rahatlatmıyor tabii ki, şu anda çenem ağrıyor!
Ve... hasta olmaktan nefret ediyorum. İğrenç mıymıntı tiksinti bir insan oluyorum. Etrafımdaki herkese mikrop gibi bu mıymıntı hallerimi bulaştırıyorum, zamanla etrafımda mıymıntılıktan bir sur örülüyor ve ben bunun içinde boğuluyorum.
Çok mıymıntı bir yazı oldu, böhüüü iyileşmeden dönmemek üzere gidiyorum!!!
Gitmeden...
Elfanam, Başakçım canım benim ve babadan itirafları duyalım!!
Hangi çizgi film kahramanı?
ATOM KARINCA!!
Çocukken öyle aman aman çizgi film yoktu. Bir atom karınca bir ağaçkakan bir de değerli. Ablam değerli olurdu hep, sakin miskin kenarda ama her şeyden haberdar. Ben asla ve asla yer yüzü görmeyen dötümle atom karınca.
Sonraları en sevdiğim çizgi filmler çok değişti. Kendimi şeker kız candy sandığım uzun bir dönem oldu. Hatta üniversitedeyken tekrar yayınlamışlardı, Elvan’la izleyip ağladığımızı hatırlıyorum. Siz bize bakmayın bizim Banu Alkan’ın Serpil Çakmalı ile filmini izlemek için ders ektiğimiz zamanlar oldu, Candy kimmiş: )
Şirinlerin hastasıydım, Tom ve Jerry için yanıp tutuşurdum. He-man için annem sokaktan çağırırdı, Disney’in cumartesi sabahları için erkenden uyandırırdı. Kaçırırsam terör estirirdim. Çocuk olmayı çok seven, çocukluğunu doya doya yaşayan bir çocuktum.
Şimdi çizgi filmleri çok bilmiyorum. Mesela Kayyu (tabii başka türlü yazılıyor) çok güzelmiş. Arca henüz izlemedi ama babanesi iki kitabını almış. Arca bayıldı. Bence izlenebilir, sevimli, zararsız güzel bir çizgi filme benziyor.
Arca Mickey’nin hastası. Haftada bir veya iki defa izliyor. Televizyonda kayıtlı. “A şimdi Mickey varmış, hadi açalım” deyince hemen Mickey ve Donald Amcayı koltuğunun altına sıkıştırıp geliyor. Şimdilik sarmadı, ısrar etmedi ama öğrense istendiği zaman izleyebileceğini eminim sarar.
Bir de Cars… Bu film tabii aslında. İlker DVD’sini almış, 15’er dakikalık parçalarla seyrettik. Ben önceden izlememiştim. Bayıldım. O son sahnelerde Kral’ın kaza yaptığı hani, ağladım. Manyak mıyım neyim! Evet Arca da suratıma manyak mısın diye baktı.
Arca biraz büyüsün de sinemaya gidip çizgi film (şimdi animasyon diyorlar değil mi?) izleyelim istiyorum. Ice Age'i defalarca izledim, sonra o aşçı fare, bir de Incredibles...
Hay allah unuttum. Mim bu mim! Çok baba bir blogger var. Blogger baba pek bulunmaz bilirsiniz, hazinedir onlar. Mimi bana paslamış, ben de ...
Aslında soru şu: hangi çizgi film karakteri olmak istersiniz? Ben çocukluğuma indim kısa bir süre, yenilerden bilen varsa buyursun:)
Tekir
Huysuz
ve çocukluğunu harika anlatan iça'ya paslıyorum,
heyecanla bekliyorum
Çocukken öyle aman aman çizgi film yoktu. Bir atom karınca bir ağaçkakan bir de değerli. Ablam değerli olurdu hep, sakin miskin kenarda ama her şeyden haberdar. Ben asla ve asla yer yüzü görmeyen dötümle atom karınca.
Sonraları en sevdiğim çizgi filmler çok değişti. Kendimi şeker kız candy sandığım uzun bir dönem oldu. Hatta üniversitedeyken tekrar yayınlamışlardı, Elvan’la izleyip ağladığımızı hatırlıyorum. Siz bize bakmayın bizim Banu Alkan’ın Serpil Çakmalı ile filmini izlemek için ders ektiğimiz zamanlar oldu, Candy kimmiş: )
Şirinlerin hastasıydım, Tom ve Jerry için yanıp tutuşurdum. He-man için annem sokaktan çağırırdı, Disney’in cumartesi sabahları için erkenden uyandırırdı. Kaçırırsam terör estirirdim. Çocuk olmayı çok seven, çocukluğunu doya doya yaşayan bir çocuktum.
Şimdi çizgi filmleri çok bilmiyorum. Mesela Kayyu (tabii başka türlü yazılıyor) çok güzelmiş. Arca henüz izlemedi ama babanesi iki kitabını almış. Arca bayıldı. Bence izlenebilir, sevimli, zararsız güzel bir çizgi filme benziyor.
Arca Mickey’nin hastası. Haftada bir veya iki defa izliyor. Televizyonda kayıtlı. “A şimdi Mickey varmış, hadi açalım” deyince hemen Mickey ve Donald Amcayı koltuğunun altına sıkıştırıp geliyor. Şimdilik sarmadı, ısrar etmedi ama öğrense istendiği zaman izleyebileceğini eminim sarar.
Bir de Cars… Bu film tabii aslında. İlker DVD’sini almış, 15’er dakikalık parçalarla seyrettik. Ben önceden izlememiştim. Bayıldım. O son sahnelerde Kral’ın kaza yaptığı hani, ağladım. Manyak mıyım neyim! Evet Arca da suratıma manyak mısın diye baktı.
Arca biraz büyüsün de sinemaya gidip çizgi film (şimdi animasyon diyorlar değil mi?) izleyelim istiyorum. Ice Age'i defalarca izledim, sonra o aşçı fare, bir de Incredibles...
Hay allah unuttum. Mim bu mim! Çok baba bir blogger var. Blogger baba pek bulunmaz bilirsiniz, hazinedir onlar. Mimi bana paslamış, ben de ...
Aslında soru şu: hangi çizgi film karakteri olmak istersiniz? Ben çocukluğuma indim kısa bir süre, yenilerden bilen varsa buyursun:)
Tekir
Huysuz
ve çocukluğunu harika anlatan iça'ya paslıyorum,
heyecanla bekliyorum
9 Şubat 2011 Çarşamba
Çarşambaya çıkmadı garip!
Hani Arca'nın ateşi 40'a çıktığında doktora gitmiştik ya, bi de sormuştuk : biz ne zaman hasta oluruz diye. Malum virüs, bulaşmaması mümkün değil. Pazartesi bilemedin Salıya ömür biçmişti sağolsun.
"Beni Türk doktorlarına emanet edin!"
Dün akşam saatlerinde başlayan baş ağrısı, tüm vücuda yayıldı. Saat sekiz itibari ile daldığım uykudan sabaha karşı Arca'nın ateşlenmesi ile uyandım. Sonra birlikte uyuduk.
Arca iyi, anne beter!
Çok da iş var. Yeliz, baş kas, kıç ağrısını da alır kaçar.
"Beni Türk doktorlarına emanet edin!"
Dün akşam saatlerinde başlayan baş ağrısı, tüm vücuda yayıldı. Saat sekiz itibari ile daldığım uykudan sabaha karşı Arca'nın ateşlenmesi ile uyandım. Sonra birlikte uyuduk.
Arca iyi, anne beter!
Çok da iş var. Yeliz, baş kas, kıç ağrısını da alır kaçar.
8 Şubat 2011 Salı
Dumur diyalog #6 : Bizim evde uzaylı var!
Arca bir gün "beni leylekler mi getirdi anne?" diye sorarsa "yok anam seni uzaylılar getirdi" deyip aşağıdaki anıyı anlatacağım, hak verecek fakir.
Ben bu uzaylı sendromunu koca göbeğini aylarca kaldıramayıp 15 aylık civarı ilk adımlarını atmaya başladığında yaşamıştım.
Gelelim yeni hadiseye.
Arca düdüğü kitap okutur, hani artık bunu bilmeyen yok.
Yeliz eskileri diğer kitaplığa koymuştur,
Bulmuş Arca düdüğü, "oku" buyurur.
Odasında yerde oturulur, okunur,
Kitap "Yavru ahtapot olmak çok zor"dur.
Bu kitabın okunması onbeşmilyonyüzüncü defayı bulmuştur!
(Sara Şahinkanat kadar olamasa da biz de ucundan bir kafiye attıralım dedik:) )
Tam bir satırın sonuna gelinir:
Yeliz : Babası tıkıştırıyordu lokmaları
herkes bilirdi
çok önemliydi ...
İlker : cüzdanımı bulamıyorum
şeklinde ortadan dalar
Ben İlkere cevap yetiştirirken, Arca sabırsızca; KAHVALTI!
Y&İ: HÖNK!
İlker : Ezberlemiş düdük
Yeliz : Yok be tesadüf
İlker : Oku, satır sonlarını boş bırak göreceksin
Yeliz : ..... (öf ben hatırlamıyorum işte)
Arca : OPOTÜSÜN!
Yeliz : HADİ BEH!
Yeliz : Daha çok işimiz, fırçalanacak...
Arca : DİŞLERİMİZ
Yeliz haıahhahd şeklinde korkan gözlerle bebesine bakar!
kitap baştan aşağıya son kelimeleri boş bırakılırak okunur ve hepsi Arca tarafından tamamlanır.
O kitap yetmez hemen başka kitaplara geçilir.
"Kim Korkar Kırmızı başlıklı kızdan"
Yeliz acayip tırsar düştüğü bu durumdan
Rastgele satırlar seçilir kitaptan
(kafiye devam! sevdim ben bu işi:P)
"Geç kalma
soğumasın sofrada..."
Arca : Mantarlı pizza!!
"hasta bir büyükanne,
yanında da alev alev yanan..."
Arca : bir şömine
.
.
.
.
.
Böyle böyle en sevdiği kitaplar okunur baştan,
Pırtık Tekir, Tostoraman...
Sırrın ortaya çıktı! Hepsini ezberlemişsin işte!
Utanmadan bir de "oku!" buyuruyor pis cüce!
Sen oku da biz dinleyelim bundan böyle!
7 Şubat 2011 Pazartesi
iyi iyi kuyruğu doğrulttu
Cuma gecesi nöbeti İlkerdeydi ve artık oturduğu yerde gözleri kapanıyordu. Arca'yı uyuttuktan sonra aslında uyumalıydık ama uyusam kesinlikle ayılamazdım. İlkere dedim ki sen yat ben uyumayacağım, birşey olursa uyandırırım.
O gece beni Nurturia ayakta tuttu. Gecenin bir vaktinde Sims muhabbeti yapan birkaç kadındık. Kimimiz ateş nöbetinde, kimimizin uykusu kaçmış. elfanam, annevebebişi, asna, anneyazar... Hem eski günlere giderek biraz ortamdan uzaklaştırdım kendimi hem de uyanık kalabildim.
Nurturia: çok işlevsel bir icat:)
O gece 4 gibi son ateş düşürücüyü verdikten sonra ateş düştü. İnanamadım ama gerçekten düştü. Bütün pazar günü evde pıtı pıtı dolaşan bir cüce vardı. Öyle koymuş ki öyle çırılçıplak yatışı, bu hareketlilik hepimize iyi geldi. Ama öğleye doğru pilimiz bitti, Arca'nın gözünün içine baktık uyusun diye.
Blog dostları, o kadar mutlu oldum ki güzel mesajlarınıza, iyi dileklerin ve duaların pozitif bir enerji oluşturduğunu biliyorum, iyi ki varsınız.
Arca'nın iyileştiğine dair en önemli kriter; iştah!
Dün akşam itibari ile yerine geldi, hatta bu cümle yetmez, gripe çare tavuk suyuna çorbadan bir insan tabağı yedikten sonra oyalansın diye bulgur pilavı koydum önüne. Artık tavuk yemez dedim ama ayranın üzerine bizim tabaktaki tavuklara göz dikti, bir buçuk tavuk kalçayı da götürdü.
Dostlar!! ARCA SAHALARA GERİ DÖNDÜ!!!
O gece beni Nurturia ayakta tuttu. Gecenin bir vaktinde Sims muhabbeti yapan birkaç kadındık. Kimimiz ateş nöbetinde, kimimizin uykusu kaçmış. elfanam, annevebebişi, asna, anneyazar... Hem eski günlere giderek biraz ortamdan uzaklaştırdım kendimi hem de uyanık kalabildim.
Nurturia: çok işlevsel bir icat:)
O gece 4 gibi son ateş düşürücüyü verdikten sonra ateş düştü. İnanamadım ama gerçekten düştü. Bütün pazar günü evde pıtı pıtı dolaşan bir cüce vardı. Öyle koymuş ki öyle çırılçıplak yatışı, bu hareketlilik hepimize iyi geldi. Ama öğleye doğru pilimiz bitti, Arca'nın gözünün içine baktık uyusun diye.
Blog dostları, o kadar mutlu oldum ki güzel mesajlarınıza, iyi dileklerin ve duaların pozitif bir enerji oluşturduğunu biliyorum, iyi ki varsınız.
Arca'nın iyileştiğine dair en önemli kriter; iştah!
Dün akşam itibari ile yerine geldi, hatta bu cümle yetmez, gripe çare tavuk suyuna çorbadan bir insan tabağı yedikten sonra oyalansın diye bulgur pilavı koydum önüne. Artık tavuk yemez dedim ama ayranın üzerine bizim tabaktaki tavuklara göz dikti, bir buçuk tavuk kalçayı da götürdü.
Dostlar!! ARCA SAHALARA GERİ DÖNDÜ!!!
6 Şubat 2011 Pazar
40.2 ?!?
Tarih yazıldı bugün bizim evde, bu gözler 40.2'yi gördü.
Halbuki dün akşam saatlerine kadar herşey normaldi.
Geçen hafta Ümit abla İstanbula gitmek için iki gün istemişti, kırmak istemedik. Hem mutlu hem de üzücü bir haberle döndü, kızı hamileydi ve Arca'yı yakında bırakacaktı, en geç Eylül gibi... Hani bir yıl içinde bırakacağını düşünüyorduk ama daha önce olması fena koydu. Hazmetmeye çalışıyorum...
Neyse salı gün döndü, o gün iyiydi. Çarşamba geldiğinde çok öksürüyordu, içimize sinmedi, doktora gönderdik. Ümit abla kuvvetle muhtemel gripti ama doktorlar bronşitte ısrar ettiler. Biz yine önlemimizi aldık, pazartesiye kadar gelme dedik. Üç gün Arca'ya imece usülü bakıldı, annem, ablam, İlker...
Son olarak ben dün öğlen evdeydim. Arca öğlen uykusunda keyifle uyanıp yanıma geldi. Birlikte temizlik yaptık, neşeliydik. Akşama doğru başladı ateş. Arka azılara yorduk masumca.
39'ları görünce azı mazı rafa kalktı.
Aksiyon başladı!
Ateş bir türlü düşmedi, her yol denendi. Doktor arandı yeni talimatlar alındı. Yok yine düşmüyor. 40 sınırına dayandı, kaptık doğru doktora. Enfeksiyon şüphesi olduğundan bizi başka odada beklettiler, Arca kudurur durmaz. Aklıma "Kar Masalının" iphone uygulaması geldi, Arca'ya daha göstermemiştim. Bayıldı!! Hatta doktor sordu, o da eve gidince 2,5 yaşındaki kızına gösterecekti.
Doktor grip teşhisini koydu, biz antibıdıbıdıda ısrar ettik. Dünyada doktorunun anitbiyotik vermek istemediği ancak ailesi ısrar eden tek bebe Arca'dır herhalde. Yok öyle zor bir sabah geçirdik ki totomuz yemedi, ya ateş daha da çıkarsa?
Doktor bizi ikna etmek için kan tahlili ve boğaz kültürü talep etti. Sonunda ikna olduk. Acayip kıl bir anababayız, biliyorum. Yine de her ihtimale karşı reçeteye yazdırdık.
Kullanmamak üzere antibiyotik, kullanmak üzere ateş düşürücüler, kullanmama ümidi ile novalgin damla ayrıca şurupları içirmek için şırınga ve muhtemel sümükler için otribebe. Evet tüm donanımlarımız hazır! o grip virüsünü yeneceğiz!!
Arca iyiydi hoştu hatta 38 derecelere kadar düşen ateşi ile bipbip ile turlarken cıbıl poz verdi...
Sonra halası geldi, hoşbeş etti, ama hali yok.
Birlikte yemek hazırladık, tavuk ve bulgur pilavının yanına ayran istedi, birlikte çırptık. Ne olduysa o 15 dakika içinde oldu ve bir anda çıkan ateş hiç düşmedi. 40.2 yi gördük. Duş, sirkeli sular... Üstelik ateş düşürücülere daha vardı.
Bir ara düşer gibi oldu hatta üşüdü. Ama bu defa da kakası geldi, bingo ishal!!
Bu gece böyle... Uyumuyorum nöbetteyim yoksa top patlasa uyanmam. İlacın saatini bekliyorum, 10 dakika arayla ölçüyorum ateşi.
Bütün gün hiç bir şey yemedi. Normalde bütün gün boyunca yemek yiyen bir insan yavrusu için çok ama çok zor olmalı! Ara uyanmalarından birinde süt içmeye ikna oldu sadece.
Bir rivayete göre bu rezil ateş 5-6 gün sürüyormuş. Bakalım önümüzdeki geceler ne olacak. Bir de ayrılmadan doktora sorduk, kesin biz de kapmışsızdır, ne zaman hasta oluruz tahminen? Pazartesi bilemedin salıya kadar ömür biçti bize.
Bir de unutmadan....
İlker bir kulağından ateşini ölçüyor, Arca hop kalkıyor, öbür tarafı dönüyor "bunu da!!" illa ki iki kulak birden ölçülecek! Hani bir defa da değil her seferinde!
Allah iyiliğini versin Arca!
Halbuki dün akşam saatlerine kadar herşey normaldi.
Geçen hafta Ümit abla İstanbula gitmek için iki gün istemişti, kırmak istemedik. Hem mutlu hem de üzücü bir haberle döndü, kızı hamileydi ve Arca'yı yakında bırakacaktı, en geç Eylül gibi... Hani bir yıl içinde bırakacağını düşünüyorduk ama daha önce olması fena koydu. Hazmetmeye çalışıyorum...
Neyse salı gün döndü, o gün iyiydi. Çarşamba geldiğinde çok öksürüyordu, içimize sinmedi, doktora gönderdik. Ümit abla kuvvetle muhtemel gripti ama doktorlar bronşitte ısrar ettiler. Biz yine önlemimizi aldık, pazartesiye kadar gelme dedik. Üç gün Arca'ya imece usülü bakıldı, annem, ablam, İlker...
Son olarak ben dün öğlen evdeydim. Arca öğlen uykusunda keyifle uyanıp yanıma geldi. Birlikte temizlik yaptık, neşeliydik. Akşama doğru başladı ateş. Arka azılara yorduk masumca.
39'ları görünce azı mazı rafa kalktı.
Aksiyon başladı!
Ateş bir türlü düşmedi, her yol denendi. Doktor arandı yeni talimatlar alındı. Yok yine düşmüyor. 40 sınırına dayandı, kaptık doğru doktora. Enfeksiyon şüphesi olduğundan bizi başka odada beklettiler, Arca kudurur durmaz. Aklıma "Kar Masalının" iphone uygulaması geldi, Arca'ya daha göstermemiştim. Bayıldı!! Hatta doktor sordu, o da eve gidince 2,5 yaşındaki kızına gösterecekti.
Doktor grip teşhisini koydu, biz antibıdıbıdıda ısrar ettik. Dünyada doktorunun anitbiyotik vermek istemediği ancak ailesi ısrar eden tek bebe Arca'dır herhalde. Yok öyle zor bir sabah geçirdik ki totomuz yemedi, ya ateş daha da çıkarsa?
Doktor bizi ikna etmek için kan tahlili ve boğaz kültürü talep etti. Sonunda ikna olduk. Acayip kıl bir anababayız, biliyorum. Yine de her ihtimale karşı reçeteye yazdırdık.
Kullanmamak üzere antibiyotik, kullanmak üzere ateş düşürücüler, kullanmama ümidi ile novalgin damla ayrıca şurupları içirmek için şırınga ve muhtemel sümükler için otribebe. Evet tüm donanımlarımız hazır! o grip virüsünü yeneceğiz!!
Arca iyiydi hoştu hatta 38 derecelere kadar düşen ateşi ile bipbip ile turlarken cıbıl poz verdi...
Sonra halası geldi, hoşbeş etti, ama hali yok.
Birlikte yemek hazırladık, tavuk ve bulgur pilavının yanına ayran istedi, birlikte çırptık. Ne olduysa o 15 dakika içinde oldu ve bir anda çıkan ateş hiç düşmedi. 40.2 yi gördük. Duş, sirkeli sular... Üstelik ateş düşürücülere daha vardı.
Bir ara düşer gibi oldu hatta üşüdü. Ama bu defa da kakası geldi, bingo ishal!!
Bu gece böyle... Uyumuyorum nöbetteyim yoksa top patlasa uyanmam. İlacın saatini bekliyorum, 10 dakika arayla ölçüyorum ateşi.
Bütün gün hiç bir şey yemedi. Normalde bütün gün boyunca yemek yiyen bir insan yavrusu için çok ama çok zor olmalı! Ara uyanmalarından birinde süt içmeye ikna oldu sadece.
Bir rivayete göre bu rezil ateş 5-6 gün sürüyormuş. Bakalım önümüzdeki geceler ne olacak. Bir de ayrılmadan doktora sorduk, kesin biz de kapmışsızdır, ne zaman hasta oluruz tahminen? Pazartesi bilemedin salıya kadar ömür biçti bize.
Bir de unutmadan....
İlker bir kulağından ateşini ölçüyor, Arca hop kalkıyor, öbür tarafı dönüyor "bunu da!!" illa ki iki kulak birden ölçülecek! Hani bir defa da değil her seferinde!
Allah iyiliğini versin Arca!
4 Şubat 2011 Cuma
Arca karanlıktan korkuyor
Ve ben nasıl yaklaşacağımı bilemedim.
Spontane gelişti her şey.
Önce karanlık bir odanın ortasına gidiyor, sonra hüngür hüngür ağlıyordu. Bir iki defa sadece gidip ışığı yakmış, ağlamana gerek yok, beni çağır, ışığı yakayım, dedim. Hiç işe yaramadı tabii ki.
Sonra bir gün yine aynı şey olunca, bu defa daldım konuya hönk diye: Arca karanlıktan korkuyorsun?
Çok net EVET dedi.
Bebem sen bi dur ben iki satır kitap karıştırayım diyemeyeceğiniz bir andır o!
İç ses: annaaam zıştık, ne edecektik? Dur bir zaman kazanayım, belki dökülür.
Hmm peki, gel beraber karanlık odaya gidelim, ben yanındayken anlat, ne görüyorsun, ben de bakayım.
Odaya gidilir.
Y: Karanlıkta bir şey görüyorsun ve bu seni korkutuyor.
A: Evet
Y: bu bir hayvan olabilir mi? (tostoraman veya ejderhadan şüpheleniyorum)
A: GEYİK!
İç ses: ulen geyik nerde vardı yav? Çalıştır saksıyı yeliz, çalıştır, hangi kitaptı o? Dur biraz daha zaman kazanayım
Y: bana nerede olduğunu gösterir misin geyiğin?
A: Orda!
İç ses: yok lan orada bişey gölge bile yok, hadi bir hamle yapman lazım, hadi koçum, ahanda buldum Agoradaki bir vitrinde kocaman bir geyik koymuşlardı, o galiba!!
Y: hani Agoradaki geyik gibi değil mi? Hani büyüktü, o beyaz geyikten, evet şurada gördüm.Büyük bir geyik.
A: Küçüükk!
İç ses: hadi beh! Tutturamadık!
Derken…
Arca hayali küçük bir geyiğin uçtuğunu pandomim hareketleri ile tarif eder. Hayali geyiği yakalamaya çalışır.
İç ses: uçuyor lan bu geyikler.
Y: Ahanda yakaladım!! yok annem geyiği yakalamadım, değnek adam kitabındaki geyiklerden di mi? Uçuyorlar hani?
A: evet
İç ses: ohhh yırttık, şimdi hadiseyi yumuşatalım
Y: hmm gel o kitabı bir daha okuyalım. Geyikler Noel baba hediyeleri hızlıca dağıtsın diye yardım ediyorlar. Geyikler güzel hayvanlardır, ot yerler, boynuzları vardır, insanları, çocukları çok severler (ah ulan daha çok belgesel izlemem lazım, ot yiyordu di mi bunlar?)
Kitabı baştan tekrar okuduk, geyiklerin ne şeker ne sevimli hayvanlar olduğu ile ilgili brifing verdik. Hemen İlker ve Ümit abla uyarıldı ki, hazırlıklı olsunlar.
Çözdük! Diyemeyeceğim, çünkü bazen karanlık odaya girdiğinde yine ağlıyor, bazen ışığı kendi kendine açıyor. Ama en kötüsü uyumaya gittiğinde oda karanlık olmayacak. Bu da uyku öncesi ritüelimizi cidden sekteye uğratıyor. Hala kökten bir çözüme ulaşamadık yazık ki! Sadece onu anladığımı biliyor artık, tek kazanç bu!
Spontane gelişti her şey.
Önce karanlık bir odanın ortasına gidiyor, sonra hüngür hüngür ağlıyordu. Bir iki defa sadece gidip ışığı yakmış, ağlamana gerek yok, beni çağır, ışığı yakayım, dedim. Hiç işe yaramadı tabii ki.
Sonra bir gün yine aynı şey olunca, bu defa daldım konuya hönk diye: Arca karanlıktan korkuyorsun?
Çok net EVET dedi.
Bebem sen bi dur ben iki satır kitap karıştırayım diyemeyeceğiniz bir andır o!
İç ses: annaaam zıştık, ne edecektik? Dur bir zaman kazanayım, belki dökülür.
Hmm peki, gel beraber karanlık odaya gidelim, ben yanındayken anlat, ne görüyorsun, ben de bakayım.
Odaya gidilir.
Y: Karanlıkta bir şey görüyorsun ve bu seni korkutuyor.
A: Evet
Y: bu bir hayvan olabilir mi? (tostoraman veya ejderhadan şüpheleniyorum)
A: GEYİK!
İç ses: ulen geyik nerde vardı yav? Çalıştır saksıyı yeliz, çalıştır, hangi kitaptı o? Dur biraz daha zaman kazanayım
Y: bana nerede olduğunu gösterir misin geyiğin?
A: Orda!
İç ses: yok lan orada bişey gölge bile yok, hadi bir hamle yapman lazım, hadi koçum, ahanda buldum Agoradaki bir vitrinde kocaman bir geyik koymuşlardı, o galiba!!
Y: hani Agoradaki geyik gibi değil mi? Hani büyüktü, o beyaz geyikten, evet şurada gördüm.Büyük bir geyik.
A: Küçüükk!
İç ses: hadi beh! Tutturamadık!
Derken…
Arca hayali küçük bir geyiğin uçtuğunu pandomim hareketleri ile tarif eder. Hayali geyiği yakalamaya çalışır.
İç ses: uçuyor lan bu geyikler.
Y: Ahanda yakaladım!! yok annem geyiği yakalamadım, değnek adam kitabındaki geyiklerden di mi? Uçuyorlar hani?
A: evet
İç ses: ohhh yırttık, şimdi hadiseyi yumuşatalım
Y: hmm gel o kitabı bir daha okuyalım. Geyikler Noel baba hediyeleri hızlıca dağıtsın diye yardım ediyorlar. Geyikler güzel hayvanlardır, ot yerler, boynuzları vardır, insanları, çocukları çok severler (ah ulan daha çok belgesel izlemem lazım, ot yiyordu di mi bunlar?)
Kitabı baştan tekrar okuduk, geyiklerin ne şeker ne sevimli hayvanlar olduğu ile ilgili brifing verdik. Hemen İlker ve Ümit abla uyarıldı ki, hazırlıklı olsunlar.
Çözdük! Diyemeyeceğim, çünkü bazen karanlık odaya girdiğinde yine ağlıyor, bazen ışığı kendi kendine açıyor. Ama en kötüsü uyumaya gittiğinde oda karanlık olmayacak. Bu da uyku öncesi ritüelimizi cidden sekteye uğratıyor. Hala kökten bir çözüme ulaşamadık yazık ki! Sadece onu anladığımı biliyor artık, tek kazanç bu!
3 Şubat 2011 Perşembe
İkidir ne yapsa yeridir
İnsanın küçüğüne çocuk denir, çocuğun delisine “2 yaş çocuğu” denir.
Arca olumsuzluk eklerini öğrendi beridir, keyfimize diyecek yok!
Bir negatiflik hakim ki sorma gitsin!
Y: Gel annecim
A: gelme!
Y: Hadi yemek yiyelim
A: Yeme!
Y: Öpeyim mi bi kerecik?
A: Öpme!
Sonra öpülmek istediği aklına gelir hemen düzeltir : öp öp öp!!!
Yolda sokakta “kucaaak” olayı ayrı bir eğlence konusu. Neyse ki pusette anlaşıyoruz. Ama zırlayacaksa kucak şahane bir bahane!
Bir de öğle uykusu konusundaki direnç dostlar başına! Cumartesi düğüne gideceğiz, banyo yapmam lazım ama Arca 12’de gözleri kapanmaya başlamış olmasına rağmen tam üçte mırıl mırıl kitap dinlerken uyuyakaldı. Özel bir radarları var bu veletlerin anne telaşlı mı işi mi var, çocuğun uykuya yatmasını dört gözle mi bekliyor, hoop antenler devreye giriyor, başlıyor arızaya.
O nedensiz krizler mesela, çok ilginç! Elleri yıkamak için lavaboya yaklaşıyoruz, suyu açıyorum, kızıyor, kapatıyorum kızıyor. Empati hak getire! Biri de anadan yana empati kursa?
Agora’daki oyuncaklara söz vermiş İlker, bindirdik, hareket edince bastı yaygarayı, hop boynumda! Talep şu, bütün jetonları kullanıp oyuncakları çalıştıracağız, o nasıl hareket ettiklerini karşılarına geçip seyredecek, inceleyecek, çalışma prensiplerini keşfedecek! Oldu canım görürsem söylerim!!
Biliyorum dişler de zorluyor, keyfini kaçırıyor, bazen o kadar ağrım olsa koşup oynar mıydım diyorum. Mümkün mü?
Kendini ifade edememenin gerginliği bunlar, hem her şeyi yapabilecek gücü damarlarındaki asil kanda hissedecek hem hala anneye bağımlılığın gerçeği ile yüzleşecek.
Bu kadar çelişkiyle bu kadar acı ile o küçücük bedeni ve sevgi dolu yüreği ile baş edebilmek ancak deli işi olabilir.
Biz de ne yapalım “ikidir ne yapsa yeridir” deyip geçiyoruz.
Bitirirken…
Arca’nın ilk şarkısnı unutmadan yazalım
Oooo (işaret parmağı büzülmüş dudaklar çember yapılarak arasına sokulur, bazen bu kısım o kadar hoşuna gidiyor ki şarkıya geçemiyor)
Pokkavavı soydum (es)
Başucuma koydum (es)
Arca bir yalan uydurduh (es)
Duma duma dum kımını mum
Kocakarı kalktı
Nambayı yaktı
Üç göbek attı
Yatağına yatttt - tıh
Arca olumsuzluk eklerini öğrendi beridir, keyfimize diyecek yok!
Bir negatiflik hakim ki sorma gitsin!
Y: Gel annecim
A: gelme!
Y: Hadi yemek yiyelim
A: Yeme!
Y: Öpeyim mi bi kerecik?
A: Öpme!
Sonra öpülmek istediği aklına gelir hemen düzeltir : öp öp öp!!!
Yolda sokakta “kucaaak” olayı ayrı bir eğlence konusu. Neyse ki pusette anlaşıyoruz. Ama zırlayacaksa kucak şahane bir bahane!
Bir de öğle uykusu konusundaki direnç dostlar başına! Cumartesi düğüne gideceğiz, banyo yapmam lazım ama Arca 12’de gözleri kapanmaya başlamış olmasına rağmen tam üçte mırıl mırıl kitap dinlerken uyuyakaldı. Özel bir radarları var bu veletlerin anne telaşlı mı işi mi var, çocuğun uykuya yatmasını dört gözle mi bekliyor, hoop antenler devreye giriyor, başlıyor arızaya.
O nedensiz krizler mesela, çok ilginç! Elleri yıkamak için lavaboya yaklaşıyoruz, suyu açıyorum, kızıyor, kapatıyorum kızıyor. Empati hak getire! Biri de anadan yana empati kursa?
Agora’daki oyuncaklara söz vermiş İlker, bindirdik, hareket edince bastı yaygarayı, hop boynumda! Talep şu, bütün jetonları kullanıp oyuncakları çalıştıracağız, o nasıl hareket ettiklerini karşılarına geçip seyredecek, inceleyecek, çalışma prensiplerini keşfedecek! Oldu canım görürsem söylerim!!
Biliyorum dişler de zorluyor, keyfini kaçırıyor, bazen o kadar ağrım olsa koşup oynar mıydım diyorum. Mümkün mü?
Kendini ifade edememenin gerginliği bunlar, hem her şeyi yapabilecek gücü damarlarındaki asil kanda hissedecek hem hala anneye bağımlılığın gerçeği ile yüzleşecek.
Bu kadar çelişkiyle bu kadar acı ile o küçücük bedeni ve sevgi dolu yüreği ile baş edebilmek ancak deli işi olabilir.
Biz de ne yapalım “ikidir ne yapsa yeridir” deyip geçiyoruz.
Bitirirken…
Arca’nın ilk şarkısnı unutmadan yazalım
Oooo (işaret parmağı büzülmüş dudaklar çember yapılarak arasına sokulur, bazen bu kısım o kadar hoşuna gidiyor ki şarkıya geçemiyor)
Pokkavavı soydum (es)
Başucuma koydum (es)
Arca bir yalan uydurduh (es)
Duma duma dum kımını mum
Kocakarı kalktı
Nambayı yaktı
Üç göbek attı
Yatağına yatttt - tıh
2 Şubat 2011 Çarşamba
Giyinmekten sorumlu devlet bakanı : Panda
Arca'yı giydirmek ölüm!! Daha doğrusu ölümdü! Artık değil.
Hemen tarifi vereyim.
Önce malzemeler:
1 adet insan yavrusu Arca
1 adet temiz bez
1 kat giysi, çorap vs...
1 adet panda
Evdeki malzemeleri de değerlendirebilirsiniz, mesela panda yoksa, tavşan, ayı vs... iş görür. Bizde Ayı uykudan sorumlu olduğundan bu işlem için pandayı tercih ettik.
Hazırlanışı:
İnsan yavrusu önce insani yollarla ikna edilmeye çalışılır.
Genelde bu ön sevişme sökmez, direkt olaya girişeyim denilir. Lakin hırpalanma olasılığı yüksek olduğundan Panda alınır, tam yüzünüzün ortasında yüzü Arca'ya bakacak şekilde tutulur. Tercihen değiştirilmiş bir ses tonu ve eller hareket ettirilerek şu ve benzer cümleler sarfedilir:
Panda: AA merhaba Arca, ben Panda, nasılsın?
Arca: İyiyim
Panda: Hmm ama üzerinde hiç giysi yok, bezin de çiş olmuş, böyle arkadaşlık edemeyiz seninle. hadi giyinmek için annene yardım edeceğine söz ver, el sıkışalım anlaşalım, olur mu?
Arca: anlaşalım
Panda ve Arca el sıkışırlar, Panda Arca'nın yanağından öper, yanına oturup giyinmesini izleyeceğini söyler ve Arca giyinir, sorunsuzca... Garip ama gerçek!!
Defalarca denendi!
Konu ile ilgili başka bir diyalog:
Yeliz: Arca giyinmemişsin, hhm nerede senin giyinmekten sorumlu arkadaşın? konuşmadı mı seninle?
Arca: Panda!
Doktordayız, aksi gibi Panda yanımızda yok, Arca'yı soyup giydirmek sorun!
Y: Panda burada değil ama hemen giyinecek olursan çok sevinecek, eve gidince birlikte anlatırız.
Arca giyinir.
Ümit ablanın olmadığı gün annem baktı Arca'ya, sabahtan akşama kadar bezini üstünü kesinlikle değiştirmemiş, eve geldim. Panda devreye girdi, annemin şaşkın bakışları arasında 5 dakikada tertemiz olmuştu!
Madem sınırsız hayal güçleri var, azıcık kendi yararımıza kullanmakta ne sakınca olabilir?
1 Şubat 2011 Salı
Hayat "hayat" kurtarır!
Aylar var ki Arca'nın yatağını büyütmek istiyorum. Yandaki komodinleri başka bir tarafa alıp koca yatakta Arca ile uykuya gömülmenin hayalini kuruyorum.
Bu süreçte çok araştırma yaptım, hatta -kazara- Arca'nın karyolasındaki korkulukları kırdım? Kendimi psikolojik olarak hazırladım.
Ama en çetin cevizde takılı kaldım. İlker! Her türlü radikal kararı gözü kapalı alırım da İlker'in gönüllü olmadığı işe asla girmem. Çünkü özellikle Arca konusunda müthiş bir sağduyusu vardır. Her seferinde beni dumura uğratır. Kısacası İlker'in ak dediğine kara demeyi totom yemez.
O hep erken diyordu. Geçtiğimiz haftalarda Arca'nın epey uzayıp da kırık korkuluklardan yere kapaklanmasına ramak kala korkuluğu kaldırdık.
Peki düşmesine nasıl engel olacaktık?
İşte burada devreye hayat kurtaran Kuzu Ela'nın annesi Hayat girdi ve bu postunda ilginç bir ürünü tanıttı. Denemeden harika olduğuna karar veremezdim.
Bu süngerlerden biri bizim evde şimdilerde, deniyoruz. İlkinde düştü, yerde uyumaya devam etti. Diğer düşüşünün sebebi Ümit ablanın çarşaf altına iyi sıkıştıramamasından kaynaklandı. Yani o gün bugündür fire yok.
Biz de alacağız, düşmekten yırtacağız. Daha iyi bir alternatifle henüz karşılaşmadım.
Anlatmazsam çatlarım, Arca'nın normal yatakta yatma olayı başladığından beri gece yatmadan önce bütün odaların kapıları kapanıyor, sadece bizim oda ve Arcanınki açık. Sokak kapısı kilitleniyor. Arca'ya her gece birşeye ihtiyacı olursa seslenmesi tembihleniyor. Aklımda inanılmaz felaket senaryoları var. Geçen İstanbula giderken tuvaletin kapısını kapatmayı unutmuşum sabahın köründe İlkeri arayıp kapattırdım. Mazallah Arca uyanır, kafasını klozete sokmaya karar verir filan? Bu arada evden çıktığımda arkadan sokak kapısını bir güzel kilitlediğimi söylememe gerek var mı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)