Annemler,
üniversiteye kayıt için İstanbul’a gittiğimde yanımdalardı. Fakültenin
bahçesindeki vakıf yurduna da kaydettirmişler, bir banka hesabı açtırmışlar,
dualarını üzerimden eksik etmemişlerdi. Okula başladım. Hem yalnızdım, ailemden
ilk defa ayrılmıştım, hem değildim, pek çok arkadaşım vardı. Ama ne kadar
donanımlı da olsan o yalnızlığı hissediyorsun.
O yıllar bu grip aşıları
yeni çıkıyor, yurt köşelerinde, soğuk İstanbul’da gripten cılkım çıkmasın diye
aşı olayım diyorum. Bir boş dersimde tek başıma Taksim ilkyardıma gidiyorum.
Salağım biraz evet, ama daha çok safım ve kırılganım. Bir memur bana carlıyor, hatırlamıyorum
şimdi, aptalca bir soru sormuşumdur belki. Oradan oraya koşmuşum bir işi
halledememişim, bir de azarlanmışım. Bir banka oturdum ve tüm kırılganlığımla
içli içli ağladım. Ağlarım ben içim açılır ağladıkça, iyi gelir gözyaşları…
Orta yaşlı bir kadın oturdu
yanıma. “Ağır hastan mı var kızım?” diye sordu. Yok, dedim, ağlıyorum ama hala.
O anlattı, çıkmaz dedikleri hastası varmış. Günlerdir gidip geliyorlarmış ama
nafile… Anlatamadım, o kadına, utandım, ağladığıma da saçma sapan gözyaşı
döktüğüme de utandım, kendime kızdım, bu defa da kadın için ağlaya ağlaya okula döndüm.
İlker’e anlattım, salak
olduğumu biliyordum, bir de ondan duyayım istedim. Yav deli misin ne işin var
hastanede, aşıyı eczanede bile yapıyorlar, dedi. Hıh pis, senin baban eczacı
tabii sen eczanede nöbet bile tutuyorsun, zilyon ilacın adını prospektüsünü
ezbere biliyorsun, ben ne bileyim, diye içimden geçirdiysem de carlamadım tabii
çocuğa, dudağımı büktüm oturdum. Kıyamadı, tamam, ya ben seni götürürüm sağlık
ocağına ama yanında girmem iğneye filan bakmam, dedi. Bakmaz. Bakamaz. Daha
doğrusu bakamazdı. İğne görünce bayılacak gibi olurdu, hiç unutmam yirmilik diş
ameliyatı yapacaklar bana, yine yanımda. Hem dayanamaz, hem de bırakamaz beni.
Benim operasyon yapılırken bir fenalaştı, doktor beni bıraktı, bayılacak diye
İlker’e koştu. Bak hala anlatır güleriz. Ama sonra n’oldu? Baba oldu. Oğlu
hastanede sabah akşam kan verirken, damar yolu açılırken ve sonrasında
defalarca kan testi yapılırken alıştı… Artık ağız tadıyla İlkerin iğne görememe
hallerine gülemiyoruz, hoş gülsem ne olacak ben kıytırıktan bir aşı için
hastaneye gidip zırlamış kadınım. Hangimiz daha komik?
Şimdi o zamankinden çok
mu farklıyım? Hadi ordan!
Evrenin, kendi küçük
dertlerimin aslında nasıl da küçük olduğunu, yüzüme vurmak için ilginç
yöntemleri var. Tabii ki, haber izlemek, gazete okumak bizim dışımızdakilerin
çektiklerini görmek için yeterli. Ama artık kaşarlandık mı, alıştık mı, ne
olduysa, gördüğümüz her vicdansızlığa bir duvar örüyoruz. Bir savunma
mekanizması devreye giriyor ve kendini koruma altına almak için dehşeti ya
normalleştiriyor, ya da görmezden gelmeye çalışıyor.
Asıl tokat hiç
beklemediğin anda geliyor. Asıl tokat, hayatının normal seyrinde, senin onu
gördüğünü bile bilmeden çarpıyor yüzüne ve o küçük detaylar ana haber
bültenlerindeki acı çeken insanlar kadar fazla acıtıyor, utandırıyor.
Arca bu ara hamburgere
dadandı, ne zaman bir AVM’ye yolumuz düşse, illa yenecek. Peki. Bir akşam yine
Arca tıkınırken etrafıma bakınıyorum. Kalabalık bir AVM Food court’undayız.
Görüş alanım içinde kalabalık bir aile var, anne çocuklara pizzalarını
bitirmelerini tembihliyor, çocuklar oralı değil. Çok geçmeden talan edilmiş
pizzaları masada bırakıp kalkıyorlar. Az önce gözüme takılan çalışan
yine görüş alanıma giriyor, elinde servis arabası ile düşünceli düşünceli
masaların arasından ilerleyen eleman. Otuzlarında bir kadın. Üniforma
giydirmişler, kepinin altında başörtüsü var. O kalabalığın ve acelenin içinde
haddinden fazla yavaş hareket etmesi dikkatimi çekmişti, şimdi sanki sadece o ve ben
varız. Baktığı yöne bakıyorum, az önce ayrılan aileye dikmiş gözünü. İyice
uzaklaştıklarına kanaat getirmiş olacak, aynı yavaşlıkla masaya ilerliyor. Önce
bir kuşbakışı attı masadakilere. Sonra yarısı dişlenmiş pizza dilimini eline aldı,
sağına soluna baktı, dişlenmiş kısmı itinayla kopardı, kalan temiz kısmı
cebinden çıkardığı temiz bir poşete koydu. Aynı işlemi diğer pizza dilimlerine
de uyguladı. İşi bitince masayı temizleyip yoluna devam etti. Belki çocuklarına
götürüyordu, belki kendi yiyecekti. Senin benim masada öylece bıraktığımız
lokmalara ihtiyacı vardı.
Bunu bilgisayar veya
televizyon ekranından görmeye ihtiyacımız yok. Bu kadar hayatımızda, bu kadar
yanı başımızda. Diyorum ya, evrenin kendi küçük dertlerimizi fazlaca dert
ettiğimizi yüzümüze vurmak için ilginç yöntemleri var, aynı havayı soluduğumuz
insanların bir lokmaya muhtaç olduğunu görmemizi sağlamak gibi…
8 yorum:
Aslında biraz gözlemleyince evrenin her gün bize farklı farklı mesajlar yolladığını görebiliriz de kafamızı kaldırıp etrafımıza bakmıyoruz ki görelim. Küçük dertlerimizin içinde kaybolup gitmek işimize geliyor sanırım.
galiba çaresizliğimiz korkutuyor bizi, bu yüzden gözümüzü kapatıyoruz.
dun hani bloga yazi yazdim, korkuyorum diye. sonra aksam eve donerken arkadasimla konusuyorduk. sen biliyorsun ya rahatsizlanan arkadasim yeliz. kendimden oyle utandim ki anlatamam. kcuk dertlerimiz hatta dert bile degiller. neler yasaniyor ayni anda hayatta. tam da dedigin gibi etrafimizda bazen cok yakinimizda, bazen canlarimizda.
PS: bu arada durum iyiye gidiyor. Iste hayat insani bir yerden cok sukur ki doya doya gulduruyor...
Yeliz hn ne güzel hatirlatmissiniz bize bu ayrıntıyı..biz küçük dertlerimizde debelenirken kimler nasıl yaşıyor neler çekiyor ..
Ah be Yeliz, bakmakla görmek arasında fark var derler ya,işte tam da bunu anlatmışsın..Acaba senden başka kaç kişi " GÖRDÜ " bu ayrıntıyı , acaba görenler çoğalırsa bi' faydamız dokunur mu o insanlara.. Dediğin gibi bazen insan öyle şeyler görüyor veya duyuyor ki kendine dert ettiği şeyden utanıyor ..
Tam bir sene önce İstanbul'da bir AVM'de böyle bir olaya tanık oldum. Üzeri çokta kötü giyimli olamayan bir amca vardı. Teras kapısında bekliyor ve yemeğini bırakıp kalkan birileri olduğunda masaya oturup kalanları yiyordu. 2 gün kendime gelememiştim. Çok acı ama bu yaşananların yaşanması gerekiyor mu acaba? Sözlerimi 1984 (George Orwell) adlı kitaptan yapacağım bir alıntı ile bitirmek istiyorum:
"Kuskusuz, kisisel mülk anlamındaki zenginliğin esit olarak paylasıldığı, kudretin ise ayrıcalıklı, sınırlı bir
zümrenin elinde olduğu bir toplumu düslemek olasıydı, ama uygulamada, böyle bir toplumun
sarsılması uzun sürmezdi. Çünkü rahat ve geleceğe olan güvence herkese sağlandığı zaman, yoksulluk
nedeniyle gelisemeyen insan kitleleri okuma-yazma öğrenerek, kendileri için düsünmeyi
basarabilecekler; bu asamayı geçirdikten sonra, ergeç ayrıcalıklı sınıfın gereksizliğini kavrayarak ondan
kurtulacaklardı. Uzun dönemde, hiyerarsik toplum, ancak yoksulluk ve bilgisizlik üzere kurulu olduğu
sürece var olabilirdi. Yirminci yüzyıl baslarında bazı düsünürlerin de önerdiği gibi, yeniden tarım
toplumuna dönüs de bir çözüm değildi. Bu, tüm dünyayı sarmıs olan mekaniklesmeyle çelismekteydi.
Üstelik, endüstride geri olan ülke, askeri açıdan da geriydi ve doğrudan ya da dolaylı olarak kendisinden daha güçlü olan devletler tarafından yönetilmeye mahkûmdu."
Link vermem uygun olur mu bilmiyorum ama dün okuduğum http://www.yorgoderki.com/2015/09/kurban-keseceksiniz-dimi/ bu yazının üstüne denk gelince yazdıklarınız, tutamadım göz yaşlarımı. :( Bir tarafta haddi hesabı olmayan bir israf, diğer tarafta yiyecek lokma bulamayan insanlar...
demin ofisim penceresinden karşıdaki caminin bahçesine bakıyordum..cemaat cuma namazından çıkmaya başlamış..bi adam ve çocuk geldi..adamın elinde boyacı kutusu ama böyle küçük üç beş tahta ile yapılmış, dandirik bir şey..yanındaki çocuk da onun çocuğu belli, küçücük..adamın kafasında kırmızı poşu gibi bir şey vardı, belli suriyeliler..cemaat öylece geçti gitti yanlarından..bir yardım eden, ayakkabısını boyatan olmadı..çok ağlıyorum ben artık..çocuğum olunca herkesin herşeyi aslında çocukları için yaptığını fark ettim..çok ağlıyorum, hep ağlıyorum sanki..
Yorum Gönder