Agora gittiğimiz akşam, arabada pijamalarını giydirdim Arca'nın, yola uyuyacak adım gibi biliyorum.
Makamına kuruldu ve buyurdu: “Munik!”
Sakat bir durum zira Özge'nin Aylin iin hazırlayıp bizim bebelerimize de gönderdiği şahane CD benim arabada kalmış. Radyo katiyen kesmiyor Arca’yı. O arada İlknur, konuşuyor ön koltuktan “İstanbul” kelimesini cümle içinde kullandı. Arca başladı İttanbo ittanbo demeye. Yok annecim bu aralar gitmeyeceğim diyorum, hani İstanbula gidince eve geç geliyorum ya, içlendi sanıyorum. Arca abartmıyorum 125 bin defa ittanbo kelimesini kullanınca Sertab Erener’in üst üste dinlettirildiğimiz “İstanbul” şarkısını kastettiğini anladık. Hani “sen beni üzersen döver seni İstanbul” filan diyen şarkı. Diyorum bizim jetonlar köşeli! EE o CD de yok.
^?##!!!?**&$$££ (küfür bu)
Şarkıyı da hatırlayamıyoruz, hatırlasak söyleyeceğiz.
Radyoyu açtık, “biz gülleri severdikkk dikenleriyleee” diye bir şarkı var ya (bu arada müzikal anlamdaki cehaletimi bilmem fark ettiniz mi?) İlker bütün şarkının üzerine İstanbul İstanbul ah istanbuuuuuullll diye yeni şarkı sözleri yazıp söyledi ve Arca dümbeleği şarkı bitmeden huzura ererek kendini uykunun tembel kollarına bıraktı.
12 Ocak 2011 Çarşamba
11 Ocak 2011 Salı
“Yaratıcılıkta sınırları zorlama” konulu seminer notları
Böyle bir seminer gerçekten olsaydı, ön sıralardan yerim hazırdı.
Yazık ki bu havalı başlık, sadece yaşanmışlıkların kayıt alınmasından öteye geçmeyecek, ön sıraları kapışmanıza gerek yok. Yazının sonunda “bu mudur!” demeyin, BUDUR!
Kitap anne günlerime ait yazılarıma bakıp bakıp gülüyorum. Okumuş öğrenmişim, uygulamışım, başarmışım, yemeyip içmeyip blogta yazmışım ki dostlar faydalansın. (hmm bak bu kadın bu işi biliyor diye içlerinden geçirmelerini de ummuşum, satır aralarında hissediliyor) Çok bilmiş çok okumuş ananın bir tecrübe yazısı örneği için buraya bir tık. Sonrasında iki yazı arasındaki 5 farkı soracağım, anlayarak okuyun :))))))
Sabahlarımız iyi geçer(di). Sadece tatil sonraları ve pazartesileri hafif sendromlar yaşanır ama Ümit ablaya olan büyük aşkı ile yırtardık.
Birkaç hafta önceydi, geç kalmışız zaten. Bir de düz vitese geçtim ya, vitesten tasarruf ediyorum o günler bir türlü 5. Vitese geçirmediğimden kaplumbağa hızıyla işe gidiyorum, her gün 20 dakikalık yok 40 dakikaya çıkıyor.
Kapıda her günkü gibi bize “hokkayay” (hoşça kal) demesini bekliyoruz. Sihirli kelime bu! Bunu derse içimiz rahat kapıyı çekeceğiz. O gün Arca yaygarayı basıyor. “KUCAK!!” İşte o linkini verdiğim yazıdaki gibi hemen toka verdim eline “Ümit teyzenin saçına tak” dedim. “yemem ben bu numaraları” bakışıyla gerisin geri tıktı çantanın içine. Nerdesin SPK huu?
Kapının önünde Ayşecik filmi çeviriyoruz, apartman sakinlerinin kapı önlerine çıkıp çiğdem çıtlatması an meselesi.
Maya tutmadı ya, başka stratejiler geliştiriyorum. Saniyenin onda biri gibi bir sürede on tane yeni düşünce geçiyor kafamdan. Ulen ben bu kadar hızlı düşünsem iş yerinde genel müdür olurum şerefsizim!
Arabanın anahtarını İlker’e veriyorum, koş park yerinden çıkar bir 10 dakika da bunun için uğraşmayayım.
Güzellikle anlattım,
“işe gitmem gerekiyor Arca”
“gitmeee”
“Hadi öpüşelim anneye hokkayay de”
“demeee!”
“geleyim içerde konuşalım”
“gelmeee”
Bir taraftan Ümit abla, “gel kahvaltı hazırlayalım, gel bana haftasonu ne yaptın anlat, oyun grubuna gittin mi” gibi Arca’nın hiç umursamadığı cümleler sarf ediyor.
Dayanamayıp sert yapıyorum, göz hizasındayım, kaşlarım çatık: “İşe her gün gidiyorum ve bugün de gideceğim. Şimdi ağlaman bunu değiştirmeyecek, istersen öpüşelim hokkayay de bana, daha çabuk gideyim daha çabuk döneyim”
Durdu, hokkayay dedi. Amanın kolay oldu! O sihirli kelimeyi duydum ya asansöre bir gidişim var kendi hızımdan ben korktum. Maazallah fikrini değiştirir filan.
Bir defasında krizi Ümit ablanın getirdiği yeni boyama kitabı ile aştık, iyi de kadın her gün kitap mı getirecek Arca’ya. Yok uzun soluklu çözüm olması imkansız.
Başka bir gün…
Giriş ve gelişme bölümü benzer, bu defa da sert yapmak ve “çabuk gideyim çabuk geleyim” formülü tutmuyor. Cücenin her çözüme bağışıklığı bir öncekine göre acayip artıyor.
Kıvranıyorum… Bir anahtar bulmak için nerdeyse içine kafamı soktuğum hatta içini boşalttığım koca boy çantayı açıyorum, belli mi olur belki toka işi söker bu defa. Arca mızırdanır ben aranırken, çözüm Arca’dan geliyor, fosforlu markerımı görüyor, atlıyor, hokkayay diyerek masasına koşuyor.
Hehe yakaladım düdüğü. Sabah kalkar kalkmaz ve hatta geceden çantanın içine bir şeyler atıyorum. Küçük hayvan modelleri, arabalar, boya kalemleri, uzun zamandır görmediği bir kitap…
Her sabah sürprizler değişiyor. Bazı sabahlar çanta sürprizine gerek kalmıyor, koca koca arabaları çantamda işe getiriyorum. Çoğu sabah o sihirli “hokkayay” lafını duyar duymaz ardıma bakmadan koşuyorum, öyle hızlıyım ki ayakkabılarım elimde çorapla asansöre biniyorum, asansörde giyiyorum.
Sabahlar komediye döndü dönecek, az kaldı ve bu daha ne kadar sürecek hiç fikrim yok!
Yazık ki bu havalı başlık, sadece yaşanmışlıkların kayıt alınmasından öteye geçmeyecek, ön sıraları kapışmanıza gerek yok. Yazının sonunda “bu mudur!” demeyin, BUDUR!
Kitap anne günlerime ait yazılarıma bakıp bakıp gülüyorum. Okumuş öğrenmişim, uygulamışım, başarmışım, yemeyip içmeyip blogta yazmışım ki dostlar faydalansın. (hmm bak bu kadın bu işi biliyor diye içlerinden geçirmelerini de ummuşum, satır aralarında hissediliyor) Çok bilmiş çok okumuş ananın bir tecrübe yazısı örneği için buraya bir tık. Sonrasında iki yazı arasındaki 5 farkı soracağım, anlayarak okuyun :))))))
Sabahlarımız iyi geçer(di). Sadece tatil sonraları ve pazartesileri hafif sendromlar yaşanır ama Ümit ablaya olan büyük aşkı ile yırtardık.
Birkaç hafta önceydi, geç kalmışız zaten. Bir de düz vitese geçtim ya, vitesten tasarruf ediyorum o günler bir türlü 5. Vitese geçirmediğimden kaplumbağa hızıyla işe gidiyorum, her gün 20 dakikalık yok 40 dakikaya çıkıyor.
Kapıda her günkü gibi bize “hokkayay” (hoşça kal) demesini bekliyoruz. Sihirli kelime bu! Bunu derse içimiz rahat kapıyı çekeceğiz. O gün Arca yaygarayı basıyor. “KUCAK!!” İşte o linkini verdiğim yazıdaki gibi hemen toka verdim eline “Ümit teyzenin saçına tak” dedim. “yemem ben bu numaraları” bakışıyla gerisin geri tıktı çantanın içine. Nerdesin SPK huu?
Kapının önünde Ayşecik filmi çeviriyoruz, apartman sakinlerinin kapı önlerine çıkıp çiğdem çıtlatması an meselesi.
Maya tutmadı ya, başka stratejiler geliştiriyorum. Saniyenin onda biri gibi bir sürede on tane yeni düşünce geçiyor kafamdan. Ulen ben bu kadar hızlı düşünsem iş yerinde genel müdür olurum şerefsizim!
Arabanın anahtarını İlker’e veriyorum, koş park yerinden çıkar bir 10 dakika da bunun için uğraşmayayım.
Güzellikle anlattım,
“işe gitmem gerekiyor Arca”
“gitmeee”
“Hadi öpüşelim anneye hokkayay de”
“demeee!”
“geleyim içerde konuşalım”
“gelmeee”
Bir taraftan Ümit abla, “gel kahvaltı hazırlayalım, gel bana haftasonu ne yaptın anlat, oyun grubuna gittin mi” gibi Arca’nın hiç umursamadığı cümleler sarf ediyor.
Dayanamayıp sert yapıyorum, göz hizasındayım, kaşlarım çatık: “İşe her gün gidiyorum ve bugün de gideceğim. Şimdi ağlaman bunu değiştirmeyecek, istersen öpüşelim hokkayay de bana, daha çabuk gideyim daha çabuk döneyim”
Durdu, hokkayay dedi. Amanın kolay oldu! O sihirli kelimeyi duydum ya asansöre bir gidişim var kendi hızımdan ben korktum. Maazallah fikrini değiştirir filan.
Bir defasında krizi Ümit ablanın getirdiği yeni boyama kitabı ile aştık, iyi de kadın her gün kitap mı getirecek Arca’ya. Yok uzun soluklu çözüm olması imkansız.
Başka bir gün…
Giriş ve gelişme bölümü benzer, bu defa da sert yapmak ve “çabuk gideyim çabuk geleyim” formülü tutmuyor. Cücenin her çözüme bağışıklığı bir öncekine göre acayip artıyor.
Kıvranıyorum… Bir anahtar bulmak için nerdeyse içine kafamı soktuğum hatta içini boşalttığım koca boy çantayı açıyorum, belli mi olur belki toka işi söker bu defa. Arca mızırdanır ben aranırken, çözüm Arca’dan geliyor, fosforlu markerımı görüyor, atlıyor, hokkayay diyerek masasına koşuyor.
Hehe yakaladım düdüğü. Sabah kalkar kalkmaz ve hatta geceden çantanın içine bir şeyler atıyorum. Küçük hayvan modelleri, arabalar, boya kalemleri, uzun zamandır görmediği bir kitap…
Her sabah sürprizler değişiyor. Bazı sabahlar çanta sürprizine gerek kalmıyor, koca koca arabaları çantamda işe getiriyorum. Çoğu sabah o sihirli “hokkayay” lafını duyar duymaz ardıma bakmadan koşuyorum, öyle hızlıyım ki ayakkabılarım elimde çorapla asansöre biniyorum, asansörde giyiyorum.
Sabahlar komediye döndü dönecek, az kaldı ve bu daha ne kadar sürecek hiç fikrim yok!
10 Ocak 2011 Pazartesi
Arca'yı toplu taşıma araçlarıyla tanıştırma ve kaynaştırma procesi #1
Tübitak serisinden "Yeraltında" çok ilginç bir kitap. Arca'nın 4 hecelik ilk kelimesi yeraltında. En çok ilgisini çeken sayfa da pek tabii ki metronun olduğu sayfa.
Aylar önce niyetlenmiş, Arca hasta olunca ertelemiştik.
Geçen hafta birgün eve metroyla geldim. Salata yaparken Arca'ya anlatıyorum, "dikkat kapılar kapanacak!"
Hemen kitap geldi, temsili metro sahneleri canlandırıldı. Arca feci gaza geldi. Yakamdan düşmüyor.
Haklı da! Al götür çocuğu üç durak bindir dön değil mi?
Eylem planı yapıldı. İlker de proceye dahil olmak isteyince p0zar gününde karar kılındı. Kahvaltı sofrasını bırakıp çıktık. Metro kaçıyor ya!!
Yürüyen merdivenler, kentkart ile dıtlar, boş koridorlarda İlkerle yarış, her detayı inceleme. Say say bitmez.
Bizim sıradan dünyamızın 23 aylık bir çocuk üzerindeki etkisine bakar mısınız?
Her durakta "dikkat kapılar kapanacak" cümlesi ablayla beraber söylendi. Konak, Çankaya, Basmane gibi güzide semtlerimiz kelime dağarcığına dahil edildi.
Özellikle yerin üzerine çıkılan bir durak seçilerek ters istikamette eve dönüş yolculuğunda benzer sahneler yaşandı.
Öğle uykusu hikayesi "Arca'nın metro yolculuğu" idi. Telefon eden babaneye ve akşam yemeğe gelen anane ile dedeye detaylar anlatıldı.
Next taşıt : Vapur
Aylar önce niyetlenmiş, Arca hasta olunca ertelemiştik.
Geçen hafta birgün eve metroyla geldim. Salata yaparken Arca'ya anlatıyorum, "dikkat kapılar kapanacak!"
Hemen kitap geldi, temsili metro sahneleri canlandırıldı. Arca feci gaza geldi. Yakamdan düşmüyor.
Haklı da! Al götür çocuğu üç durak bindir dön değil mi?
Eylem planı yapıldı. İlker de proceye dahil olmak isteyince p0zar gününde karar kılındı. Kahvaltı sofrasını bırakıp çıktık. Metro kaçıyor ya!!
Yürüyen merdivenler, kentkart ile dıtlar, boş koridorlarda İlkerle yarış, her detayı inceleme. Say say bitmez.
Bizim sıradan dünyamızın 23 aylık bir çocuk üzerindeki etkisine bakar mısınız?
Her durakta "dikkat kapılar kapanacak" cümlesi ablayla beraber söylendi. Konak, Çankaya, Basmane gibi güzide semtlerimiz kelime dağarcığına dahil edildi.
Özellikle yerin üzerine çıkılan bir durak seçilerek ters istikamette eve dönüş yolculuğunda benzer sahneler yaşandı.
Öğle uykusu hikayesi "Arca'nın metro yolculuğu" idi. Telefon eden babaneye ve akşam yemeğe gelen anane ile dedeye detaylar anlatıldı.
Next taşıt : Vapur
9 Ocak 2011 Pazar
Annelik iki ileri bir geri
Mehter marşı kıvamında...
Tam ulen ben bu işi kıvırıyorum diyorsun iyi de gidiyorsun, gün geliyor çuvalladım yine diyorsun. Annenin 2 yaş sendromu halleri:)
Bilmemek mi lazım acaba? Bildikçe ve buna rağmen yapamayınca daha çok kızıyor insan kendine. Böyle anlarımdan birinde kitapanne.com'a veda etmiştim.
Cumartesi sabah oyun grubunda Arca'yı bırakıp gitmem gerektiğini bile bile kaldım. Ve o beni o kenarda her gördüğünde konsantrasyonunu yitirerek benimle vakit geçirmek istedi. Evet ufak tefek şeylere ağlayabilen bir çocuğum var. Ve ben onun bu tuzağına düştüğüm her defasında daha da mızmız olması için fırsat yaratıyorum. Bunları bilmek söylemek ve "ya dur bi kadın" diyememek kendine? Eminim tıpta bir tanımı vardır ama ben daha teşhisi koyacak bir doktora rastlamadım.
Kontrol delisi iç ses İlker'le konuşurken dile geldi:
Y: Şimdi ben o uyurken çıktım ya, bak anlatmadım dışarıda olacağımı
İ: Ümit abla evde, o uyanmadan ben gideceğim yanına bişey olmaz.
Y: Daninolardan 4 tane yedi uyudu, uyanmaz bi süre. Ümit abla bamya yapacaktı, yedirebilmen garanti olsun diye köfteli çorba yaptırdım, merak etme mutlaka yer, tok bile olsa hayır demez köfteli çorbaya.
İ: Birşey olmaz, senden çok yiyor.
Y: Geçenlerde çocuk dürbünü aldım Arca'ya, ama göstermeden arka odadaki dolaba tıktım.
İ: ee?
Y: Yani kriz anı olur dikkat dağıtmak gerekir, anne der filan çıkarırsın.
İ: Yürü git Yeliz ya, ne kriz anı. Kime bırakıyorsun Arca'yı? bana? Ne kadar uzun zamandır kendin için yapman gereken birşeyi yapıyorsun, geç bile kaldın. Bi rahat ol ya.
Y: Bugün oyun grubundaki psikolog da durmayın ilgisini dağıtıyorsunuz gidin buradan biz hallederiz dedi çıkarken.
İ: İyi de ilk defa söylemedi, geçen defa söylemişti, niye dinlemiyorsun?
Y: Ya ne bileyim böyle kriz yaklaşıyor gibiydi, orada olayım kontrol edeyim dedim.
İ: İyi b.k yedin. Gören de hergün işe gidip bırakmıyorsun sanacak, sen olmayınca ne olacak bi rahat bırak çocuğu yav!!
Neyse ki sahile gelmiştik ve o Narlıdere'ye dönecekti, ben kızlarla buluşmak için ters istikamete gidecektim. Biraz daha konuşsak ben böhühü diye mızıklamaya başlayacaktım. (Hmm Arca'nın mızmız geni kimden geliyor acaba:P)
Lise yıllarındaki gibi "Sevinç'in önünde buluşalım" klişesini hayata geçirdiğimizde bunları anlattım Hayat'a. O da her zamanki gibi rahatlattı beni, "ya ne dedi de rahatladın" deseler birşey diyemem ama her seferinde beni anladığını hissetmek rahatlatıyor sanırım. Bilmiyorum. Nil ve Elif geldi, Hülya geldi, Elfanam geldi.
Çocuklar olmadan toplaşıp Kordon'da bira patates yapmak! Var mı ötesi!
Benim için bira akşam da devam etti, Güzelbahçe programı yapmışlar, özlemişim. Arca'yla yemekten sonra yürüyüşe çıktık.
İçtiğim biraların ve muhteşem geçen günün gevşekliği ile minicik bir eli tuttuğum o gece havada kekik kokusu vardı.
Ve o gece o lokantanın ortasındaki şöminede yanan odunlardan hiçbirinin Değnek Adam olmadığına, Değnek Adam'ın Noel baba tarafından ailesinin yanına götürüldüğüne ikna oldu mu?
Hiç bilemeyeceğim.
Ya o cüce, kontrol delisi anasının aslında onu iyi yetiştirmek adına saçmalayıp durduğunu?
Hiç bilemeyecek.
Tam ulen ben bu işi kıvırıyorum diyorsun iyi de gidiyorsun, gün geliyor çuvalladım yine diyorsun. Annenin 2 yaş sendromu halleri:)
Bilmemek mi lazım acaba? Bildikçe ve buna rağmen yapamayınca daha çok kızıyor insan kendine. Böyle anlarımdan birinde kitapanne.com'a veda etmiştim.
Cumartesi sabah oyun grubunda Arca'yı bırakıp gitmem gerektiğini bile bile kaldım. Ve o beni o kenarda her gördüğünde konsantrasyonunu yitirerek benimle vakit geçirmek istedi. Evet ufak tefek şeylere ağlayabilen bir çocuğum var. Ve ben onun bu tuzağına düştüğüm her defasında daha da mızmız olması için fırsat yaratıyorum. Bunları bilmek söylemek ve "ya dur bi kadın" diyememek kendine? Eminim tıpta bir tanımı vardır ama ben daha teşhisi koyacak bir doktora rastlamadım.
Kontrol delisi iç ses İlker'le konuşurken dile geldi:
Y: Şimdi ben o uyurken çıktım ya, bak anlatmadım dışarıda olacağımı
İ: Ümit abla evde, o uyanmadan ben gideceğim yanına bişey olmaz.
Y: Daninolardan 4 tane yedi uyudu, uyanmaz bi süre. Ümit abla bamya yapacaktı, yedirebilmen garanti olsun diye köfteli çorba yaptırdım, merak etme mutlaka yer, tok bile olsa hayır demez köfteli çorbaya.
İ: Birşey olmaz, senden çok yiyor.
Y: Geçenlerde çocuk dürbünü aldım Arca'ya, ama göstermeden arka odadaki dolaba tıktım.
İ: ee?
Y: Yani kriz anı olur dikkat dağıtmak gerekir, anne der filan çıkarırsın.
İ: Yürü git Yeliz ya, ne kriz anı. Kime bırakıyorsun Arca'yı? bana? Ne kadar uzun zamandır kendin için yapman gereken birşeyi yapıyorsun, geç bile kaldın. Bi rahat ol ya.
Y: Bugün oyun grubundaki psikolog da durmayın ilgisini dağıtıyorsunuz gidin buradan biz hallederiz dedi çıkarken.
İ: İyi de ilk defa söylemedi, geçen defa söylemişti, niye dinlemiyorsun?
Y: Ya ne bileyim böyle kriz yaklaşıyor gibiydi, orada olayım kontrol edeyim dedim.
İ: İyi b.k yedin. Gören de hergün işe gidip bırakmıyorsun sanacak, sen olmayınca ne olacak bi rahat bırak çocuğu yav!!
Neyse ki sahile gelmiştik ve o Narlıdere'ye dönecekti, ben kızlarla buluşmak için ters istikamete gidecektim. Biraz daha konuşsak ben böhühü diye mızıklamaya başlayacaktım. (Hmm Arca'nın mızmız geni kimden geliyor acaba:P)
Lise yıllarındaki gibi "Sevinç'in önünde buluşalım" klişesini hayata geçirdiğimizde bunları anlattım Hayat'a. O da her zamanki gibi rahatlattı beni, "ya ne dedi de rahatladın" deseler birşey diyemem ama her seferinde beni anladığını hissetmek rahatlatıyor sanırım. Bilmiyorum. Nil ve Elif geldi, Hülya geldi, Elfanam geldi.
Çocuklar olmadan toplaşıp Kordon'da bira patates yapmak! Var mı ötesi!
Benim için bira akşam da devam etti, Güzelbahçe programı yapmışlar, özlemişim. Arca'yla yemekten sonra yürüyüşe çıktık.
İçtiğim biraların ve muhteşem geçen günün gevşekliği ile minicik bir eli tuttuğum o gece havada kekik kokusu vardı.
Ve o gece o lokantanın ortasındaki şöminede yanan odunlardan hiçbirinin Değnek Adam olmadığına, Değnek Adam'ın Noel baba tarafından ailesinin yanına götürüldüğüne ikna oldu mu?
Hiç bilemeyeceğim.
Ya o cüce, kontrol delisi anasının aslında onu iyi yetiştirmek adına saçmalayıp durduğunu?
Hiç bilemeyecek.
7 Ocak 2011 Cuma
Dumur diya(mono)log #4
Flaş flaş flaş!!
Arca uykusunda konuşuyor! (Bir huyu da babasına çekmesin kardeşim! İlker gece uyurken konuşmaya başladı mı, soru sorarsanız, cevap verir hatta hiç abartmıyorum sohbet edebilirsiniz bile)
Arca büyüyüp de bu bloğu okuduğunda bütün kirli çamaşırlarını ortaya döküyorum diye acayip gıcık olacak bana ama ne yapayım çok komik ya!!
Gecenin bir vakti, telsizden Arca’nın mızıklama sesleri geliyor. Önce gitmiyorum, yatakta dönerken de benzer sesler çıkarır çünkü.
Derken sesler sayıklamaya dönüşüyor, merak ediyorum, kabus görüyor galiba diye, ışığı hafiften açıyorum, Arca yatakta sırt üstü yatıyor, gözler sımsıkı kapalı, ellerini uzatmış:
“Donald-am-ca… Donald-am-ca…” diye sayıklıyor.
Artık rüyasında ne görüyorsa, kendisini Donald amcayla baş başa bırakıp çıkıyorum.
Başka bir gün...
Sabah İlker yatakta doğrulmuş, Cebrail’den ilk emri almış; beni dürtüyor:
“kalk Arca konuşuyor”
Telsize veriyorum kulağımı, Arca konuşuyor : “Oku!”
Saniyeler sonra “Anne oku, anne oku”ya dönüşüyor ilk emir.
Biz yatakta gülerken birden Arca’nın cümle değişiyor: “Anne kaka, kaka, ııhhh” önce hadi canım diyorum ama İlker kakadan emin.
Hemen koşuyorum, gözler kapalı, lazımlığa gidiyoruz, hala konuşuyor hala uyuyor ama icraat tamam!
Arca uykusunda konuşuyor! (Bir huyu da babasına çekmesin kardeşim! İlker gece uyurken konuşmaya başladı mı, soru sorarsanız, cevap verir hatta hiç abartmıyorum sohbet edebilirsiniz bile)
Arca büyüyüp de bu bloğu okuduğunda bütün kirli çamaşırlarını ortaya döküyorum diye acayip gıcık olacak bana ama ne yapayım çok komik ya!!
Gecenin bir vakti, telsizden Arca’nın mızıklama sesleri geliyor. Önce gitmiyorum, yatakta dönerken de benzer sesler çıkarır çünkü.
Derken sesler sayıklamaya dönüşüyor, merak ediyorum, kabus görüyor galiba diye, ışığı hafiften açıyorum, Arca yatakta sırt üstü yatıyor, gözler sımsıkı kapalı, ellerini uzatmış:
“Donald-am-ca… Donald-am-ca…” diye sayıklıyor.
Artık rüyasında ne görüyorsa, kendisini Donald amcayla baş başa bırakıp çıkıyorum.
Başka bir gün...
Sabah İlker yatakta doğrulmuş, Cebrail’den ilk emri almış; beni dürtüyor:
“kalk Arca konuşuyor”
Telsize veriyorum kulağımı, Arca konuşuyor : “Oku!”
Saniyeler sonra “Anne oku, anne oku”ya dönüşüyor ilk emir.
Biz yatakta gülerken birden Arca’nın cümle değişiyor: “Anne kaka, kaka, ııhhh” önce hadi canım diyorum ama İlker kakadan emin.
Hemen koşuyorum, gözler kapalı, lazımlığa gidiyoruz, hala konuşuyor hala uyuyor ama icraat tamam!
6 Ocak 2011 Perşembe
5 Adımda Oyuncaktan Yana Sadeleşme Rehberi
Geçenlerde İlker, Arca’nın oyuncaklarını eleyelim, dedi. Hay hay! Canıma minnet!
Hemen bir aksiyon planı devreye sokuldu.
Birinci adım : Hangi oyuncaklar var?
Liste söz konusu olur da ben durur muyum: )
1. Sayısız araba, kamyon, otobüs, kepçe…
2. Ahşap puzzlelar (tutmalı ve içiçe geçmeli olanlardan)
3. Bul tak
4. Ahşap çekiç
5. Ahşap geometrik şekiller
6. Tamir seti – 2 set
7. Toplar
8. Hayvanlar
9. Ahşap bloklar
10. Tırtıklı legolar
11. Clippo
12. Küp blok lego
13. Bulmaca ahşap araba
14. Kuklalar
15. Ahşap tren seti
16. Yaramaz toplar
17. Şimşek Mcqueen üzerine binilen araba
18. Kaynana zırıltısı
19. Müzik aletleri
20. Medikal set (bu lafa koptum!! Ablam telefonda “Arcanın medikal seti var mı , hediye alabilir miyim dedi. Ne len medikal set! Oldum. Tecrübeli kadın tabi konuşurken terimleri doğru kullanıyor. Bildiğin doktorculuk oynama şeysi:) )
21. Hamurlar
22. Boya kalemleri
23. Bowling seti
24. Onlarca peluş hayvan
25. Balık-olta seti
26. Matruşka
İkinci adım : Görüşleri almak!
Önce uzman görüşleri alındı. Başak'ın bu çok güzel yazısını bir daha okudum.
Ayrıca Damla da geçtiğimiz günlerde güzel bir tecrübesini paylaşmıştı, çok faydalı oldu, kitubinin yazısı için bir tık
İlker, super gözlemcidir, iyi tespitleri vardır, hatta Hülya ile ortak tespit genine sahip olduklarını düşünürüm. Hemen söyledi, "ilk arabam" gidecek. Yer kaplıyor, oynamıyor, yaşına uygun değil! Hmm ama bir arkadaşı gelince biri mcqueen’e biri arabaya binip yarış yapıyorlardı? Emin olamadım. Ümit ablaya sordum.
Ne de olsa biz kısıtlı zamanımızı daha çok yumularak tepişerek geçiriyoruz, Ümit abla daha uzun süreler Arca ile birlikte oyun oynuyor.
Sonuç? İlk arabam gidiyor!
Sonra clippolarla hiç oynamadğını söyledi. Hemen listeye bir çizik daha atıldı.
Müzik aletlerine hiç ilgi yok artık. Babasının çocukluk orgu geldi, emektarların pabucu dama atıldı.
Küp blok legoları da oynamıyor, ahşap bloklarla oynuyoruz deyince, bir çizik de o maddeye. Oh rahatlıyoruz.
Ahşap puzzle’ların tutmalı olanları hani tek tek parçalı olanlar, hiç ilgilenmiyormuş. En son Kipa’dan 5 TL’ye aldığım 9 parçalık içiçe geçmeli yapboz seviyormuş. Aa şahane! Ahşap puzzle’lar ŞUT!!
Birkaç tane de benden gelsin.
Bul-tak güzel bir oyuncaktı renkleri ve geometrik şekilleri bu oyuncak sayesinde öğrendi ancak artık yaşına uygun değil, miyadını doldurdu. Gidecek!
Bowling seti ile pek oynamıyor, topu da çok ses yapıyor. Belki vermeyiz ama şimdilik saklayacağız.
Tamir setlerinden eski olana hokkayay!!
Bulmaca ahşap araba, yaşına uygun değil, biz yaparsak oynuyor, kötü seçim! Bowling seti ile birlikte saklanacak, belki sonra?
Doktorculuk oyuncaklarının hastası. Ancak o arabası var ya o arabası , acayip yer kaplıyor. Eski bir çantamı doktor çantası yaptım, aletler onun içine , arabaya güle güle!
Peluş hayvanlar ve bebekler büyük dert! Biz bunları odasındaki rafında dursun, dekorasyonun bir parçası olsun diye almıştık, sürekli o plastik koca kutunun içinde. Ben düzenliyorum, Arca hepsini oyun odasına yığıyor. Şimdilik çözüm o koca plastik kutuyu iptal etmek!
Üçüncü Adım: Kararlar alındı, uygulamaya geçiyoruz.
İlker yoktu dün akşam, işe giriştim. Yaşının oynamak için büyüdüğüne karar verdiğimiz oyuncaklar, daha sonra kuzenler oynar düşüncesi ile babanenin evine yollanmak üzere paketlendi.
Yaşının oynamak için küçük olduğunu düşündüklerimiz o iptal edilmeye karar verilen plastik kutuya konarak arka odaya şutlandı.
Arabalar ikiye ayrıldı, özellikle benzer özellikte olanlardan sadece bir tane bırakıldı. Kalan arabalar kutu içine yığılmadı, rafa dizildi. Rafta epey yer kaldığı için doldurması sorun olmadı.
Dördüncü Adım: Dağılım
Bizim ev görece büyük. Daha doğrusu Arca’ya ayrılan bölüm sayısı fazla. Oyuncakları oyunları böldük.
Arca’nın odası mobilyalar fazla ve çok da yer olmadığından sadece kitap, boyama, hamur işlerine ayrıldı.
Salonda tren seti duruyor. Ayrıca parkeler araba pisti olduğu için salon tren ve araba oynama odası denebilir.
Oturma odası yaklaşık 1 yıldır Arca’nın oyun odası. Özellikle Ümit ablayla bu odadan pek çıkmıyorlar. Oyuncaklar, müzik bu odada. Tabii kesin çizgiler yok yani Nilda geldiğinde masa bu odaya taşınıyor. Kitap çoğunlukla “kımını” koltukta okunuyor. Ama araba oyunu için tercih etmiyor, tren için de dar bir alan.
Arabada dursun diye, 3 boyutlu kitapları, mıknatıslı yazı tahtası ve ayrılan arabalardan birkaçı eski sırt çantasının içine kondu.
Beşinci Adım: Tespitler, özeleştiriler, yapıcı eleştiriler
Tespitlerimizi eleştirilerimizi sıralayalım ki bundan sonra daha dikkatli olalım.
Oyuncak konusunda genelde çok abartmadığımızı düşünüyordum ama iyimser düşünmüşüm. Hatalarımız çok olmuş. Bir kaç aylık periyotlarla eleme yaptığımıza göre?
Kendimi eleştireceğim en önemli nokta, ucuz bulduğum, Arca’nın sevdiğini düşündüğüm oyuncaklardan gereksiz almışım! Örneğin ahşap puzzle (takmalı olanlardan). Gerçekten bir ara deli gibi oynuyordu, ve ben BIM’de ucuz bulunca düşünmeden birkaç (tam olarak 6 :P) tane almışım. Ezberlemiş artık hiç bakmıyormuş. Aynı tuzağa yine düştüm aslında, Kipa’da 9 parçalık geçmeli olanlardan ucuz diye 3 tane aldım.
Doğru yaptığım şey şu, hepsini aynı anda çıkarmadım, eğer beğenmezse arkadaşlarına hediye ederim diye düşündüm. Ama yine de gerekli miydi?
Sonra o araba bulmaca gerçekten yaşına uygun değil, ben bile zor buluyorum. Yine BIM’den ucuz diye almıştım.
Arabaları da çok çok fazlaydı bence koca bir kutu tekerlekli nesne! Ümit abla kıyma onlara onları çok seviyor dedi ama gözümü kararttım bir kere, en azından azaltacağım.
Sonra bazı oyuncakları gereksiz tutmuşuz. Tırtıklı legolar geldikten sonra Clippolara gerek yoktu, kaldır değil mi? Ya da ilk arabam gerçekten sadece duruyor. Son birkaç gündür oynadığını görmesem yaramaz topları da kaldıracağım ama?
Oyuncak konusunda İlker bir ara abartır gibi olmuştu. Özellikle sabah evden çıkarken "sana ne getireyim gelirken" gibi çok çok tehlikeli bir soru sormaya başlamıştı. Hatta bir gün Ümit abla ben çıkarken Arca'ya : "annen ne getirsin sana?" diyerek bir sonraki aşamaya geçmişti. Benim cevap hazır tabii "ben kendimi getireceğim annecim:)" (narsist ana:P) Ama doğrusu bu! Çocuklar birşeyler getireceğiz, onları oyuncaklara boğacağız beklentisi içinde olmamalılar. Elimde oyuncakla hatta kitapla bile gelmemeye çalışıyorum. Kitapları kargocu abinin hediyesi sanıyor. Üstelik şimdi hediye olayına iyice sarmış durumda. Paketli sabunları bile hediye diye açıyor. Dikkat etmek lazım. Artık İlker de kesinlikle bu kırmızı noktalı cümleyi zikretmiyor.
Takdir ettiğim, kendimizi tuttuğumuz noktalar da var. Örneğin bu tamir setini taa Mayıs ayında İstanbul'daki toptancıdan yarı fiyatına almıştım. Eve geldiğimde Arca uyuyordu, İlker seti görünce sakla bunu görmesin dedi. İçim kaldı, çok heyecanlanmıştım çünkü. Allahtan aynı zamanda İlknur küçük bir set hediye etti ve Arca ilk tamiratlarını bu setle yaptı. Yılbaşına kadar çıkarmadık, iyi yaptık, çünkü heba olacaktı, yaşı henüz küçüktü.
Diğer iyi yaptığım şey ise Tuna gibi bir gurunun tavsiyelerine kulak kesilmek oldu. Zevkleri tutuyor işte! Bitti!
Son olarak oyuncakçılarda İlker Arca ile anlaşma yapıyor, elini kesinlikle bırakmamasını, sadece bakacaklarını söylüyor. Geçen Agora’ya gittiğimizde Joker’e daldı ama İlker uyarınca elinden tutu ve hiçbir şey almadan çıktık. Tabii ki biraz daha büyüdüğünde tutturmalar olabilir, şimdiden çözdük diyemem!
Sonuç:
Ay pek bi eledik yav, dur ben bir eksikler listesi yapayım:P
Hemen bir aksiyon planı devreye sokuldu.
Birinci adım : Hangi oyuncaklar var?
Liste söz konusu olur da ben durur muyum: )
1. Sayısız araba, kamyon, otobüs, kepçe…
2. Ahşap puzzlelar (tutmalı ve içiçe geçmeli olanlardan)
3. Bul tak
4. Ahşap çekiç
5. Ahşap geometrik şekiller
6. Tamir seti – 2 set
7. Toplar
8. Hayvanlar
9. Ahşap bloklar
10. Tırtıklı legolar
11. Clippo
12. Küp blok lego
13. Bulmaca ahşap araba
14. Kuklalar
15. Ahşap tren seti
16. Yaramaz toplar
17. Şimşek Mcqueen üzerine binilen araba
18. Kaynana zırıltısı
19. Müzik aletleri
20. Medikal set (bu lafa koptum!! Ablam telefonda “Arcanın medikal seti var mı , hediye alabilir miyim dedi. Ne len medikal set! Oldum. Tecrübeli kadın tabi konuşurken terimleri doğru kullanıyor. Bildiğin doktorculuk oynama şeysi:) )
21. Hamurlar
22. Boya kalemleri
23. Bowling seti
24. Onlarca peluş hayvan
25. Balık-olta seti
26. Matruşka
İkinci adım : Görüşleri almak!
Önce uzman görüşleri alındı. Başak'ın bu çok güzel yazısını bir daha okudum.
Ayrıca Damla da geçtiğimiz günlerde güzel bir tecrübesini paylaşmıştı, çok faydalı oldu, kitubinin yazısı için bir tık
İlker, super gözlemcidir, iyi tespitleri vardır, hatta Hülya ile ortak tespit genine sahip olduklarını düşünürüm. Hemen söyledi, "ilk arabam" gidecek. Yer kaplıyor, oynamıyor, yaşına uygun değil! Hmm ama bir arkadaşı gelince biri mcqueen’e biri arabaya binip yarış yapıyorlardı? Emin olamadım. Ümit ablaya sordum.
Ne de olsa biz kısıtlı zamanımızı daha çok yumularak tepişerek geçiriyoruz, Ümit abla daha uzun süreler Arca ile birlikte oyun oynuyor.
Sonuç? İlk arabam gidiyor!
Sonra clippolarla hiç oynamadğını söyledi. Hemen listeye bir çizik daha atıldı.
Müzik aletlerine hiç ilgi yok artık. Babasının çocukluk orgu geldi, emektarların pabucu dama atıldı.
Küp blok legoları da oynamıyor, ahşap bloklarla oynuyoruz deyince, bir çizik de o maddeye. Oh rahatlıyoruz.
Ahşap puzzle’ların tutmalı olanları hani tek tek parçalı olanlar, hiç ilgilenmiyormuş. En son Kipa’dan 5 TL’ye aldığım 9 parçalık içiçe geçmeli yapboz seviyormuş. Aa şahane! Ahşap puzzle’lar ŞUT!!
Birkaç tane de benden gelsin.
Bul-tak güzel bir oyuncaktı renkleri ve geometrik şekilleri bu oyuncak sayesinde öğrendi ancak artık yaşına uygun değil, miyadını doldurdu. Gidecek!
Bowling seti ile pek oynamıyor, topu da çok ses yapıyor. Belki vermeyiz ama şimdilik saklayacağız.
Tamir setlerinden eski olana hokkayay!!
Bulmaca ahşap araba, yaşına uygun değil, biz yaparsak oynuyor, kötü seçim! Bowling seti ile birlikte saklanacak, belki sonra?
Doktorculuk oyuncaklarının hastası. Ancak o arabası var ya o arabası , acayip yer kaplıyor. Eski bir çantamı doktor çantası yaptım, aletler onun içine , arabaya güle güle!
Peluş hayvanlar ve bebekler büyük dert! Biz bunları odasındaki rafında dursun, dekorasyonun bir parçası olsun diye almıştık, sürekli o plastik koca kutunun içinde. Ben düzenliyorum, Arca hepsini oyun odasına yığıyor. Şimdilik çözüm o koca plastik kutuyu iptal etmek!
Üçüncü Adım: Kararlar alındı, uygulamaya geçiyoruz.
İlker yoktu dün akşam, işe giriştim. Yaşının oynamak için büyüdüğüne karar verdiğimiz oyuncaklar, daha sonra kuzenler oynar düşüncesi ile babanenin evine yollanmak üzere paketlendi.
Yaşının oynamak için küçük olduğunu düşündüklerimiz o iptal edilmeye karar verilen plastik kutuya konarak arka odaya şutlandı.
Arabalar ikiye ayrıldı, özellikle benzer özellikte olanlardan sadece bir tane bırakıldı. Kalan arabalar kutu içine yığılmadı, rafa dizildi. Rafta epey yer kaldığı için doldurması sorun olmadı.
Dördüncü Adım: Dağılım
Bizim ev görece büyük. Daha doğrusu Arca’ya ayrılan bölüm sayısı fazla. Oyuncakları oyunları böldük.
Arca’nın odası mobilyalar fazla ve çok da yer olmadığından sadece kitap, boyama, hamur işlerine ayrıldı.
Salonda tren seti duruyor. Ayrıca parkeler araba pisti olduğu için salon tren ve araba oynama odası denebilir.
Oturma odası yaklaşık 1 yıldır Arca’nın oyun odası. Özellikle Ümit ablayla bu odadan pek çıkmıyorlar. Oyuncaklar, müzik bu odada. Tabii kesin çizgiler yok yani Nilda geldiğinde masa bu odaya taşınıyor. Kitap çoğunlukla “kımını” koltukta okunuyor. Ama araba oyunu için tercih etmiyor, tren için de dar bir alan.
Arabada dursun diye, 3 boyutlu kitapları, mıknatıslı yazı tahtası ve ayrılan arabalardan birkaçı eski sırt çantasının içine kondu.
Beşinci Adım: Tespitler, özeleştiriler, yapıcı eleştiriler
Tespitlerimizi eleştirilerimizi sıralayalım ki bundan sonra daha dikkatli olalım.
Oyuncak konusunda genelde çok abartmadığımızı düşünüyordum ama iyimser düşünmüşüm. Hatalarımız çok olmuş. Bir kaç aylık periyotlarla eleme yaptığımıza göre?
Kendimi eleştireceğim en önemli nokta, ucuz bulduğum, Arca’nın sevdiğini düşündüğüm oyuncaklardan gereksiz almışım! Örneğin ahşap puzzle (takmalı olanlardan). Gerçekten bir ara deli gibi oynuyordu, ve ben BIM’de ucuz bulunca düşünmeden birkaç (tam olarak 6 :P) tane almışım. Ezberlemiş artık hiç bakmıyormuş. Aynı tuzağa yine düştüm aslında, Kipa’da 9 parçalık geçmeli olanlardan ucuz diye 3 tane aldım.
Doğru yaptığım şey şu, hepsini aynı anda çıkarmadım, eğer beğenmezse arkadaşlarına hediye ederim diye düşündüm. Ama yine de gerekli miydi?
Sonra o araba bulmaca gerçekten yaşına uygun değil, ben bile zor buluyorum. Yine BIM’den ucuz diye almıştım.
Arabaları da çok çok fazlaydı bence koca bir kutu tekerlekli nesne! Ümit abla kıyma onlara onları çok seviyor dedi ama gözümü kararttım bir kere, en azından azaltacağım.
Sonra bazı oyuncakları gereksiz tutmuşuz. Tırtıklı legolar geldikten sonra Clippolara gerek yoktu, kaldır değil mi? Ya da ilk arabam gerçekten sadece duruyor. Son birkaç gündür oynadığını görmesem yaramaz topları da kaldıracağım ama?
Oyuncak konusunda İlker bir ara abartır gibi olmuştu. Özellikle sabah evden çıkarken "sana ne getireyim gelirken" gibi çok çok tehlikeli bir soru sormaya başlamıştı. Hatta bir gün Ümit abla ben çıkarken Arca'ya : "annen ne getirsin sana?" diyerek bir sonraki aşamaya geçmişti. Benim cevap hazır tabii "ben kendimi getireceğim annecim:)" (narsist ana:P) Ama doğrusu bu! Çocuklar birşeyler getireceğiz, onları oyuncaklara boğacağız beklentisi içinde olmamalılar. Elimde oyuncakla hatta kitapla bile gelmemeye çalışıyorum. Kitapları kargocu abinin hediyesi sanıyor. Üstelik şimdi hediye olayına iyice sarmış durumda. Paketli sabunları bile hediye diye açıyor. Dikkat etmek lazım. Artık İlker de kesinlikle bu kırmızı noktalı cümleyi zikretmiyor.
Takdir ettiğim, kendimizi tuttuğumuz noktalar da var. Örneğin bu tamir setini taa Mayıs ayında İstanbul'daki toptancıdan yarı fiyatına almıştım. Eve geldiğimde Arca uyuyordu, İlker seti görünce sakla bunu görmesin dedi. İçim kaldı, çok heyecanlanmıştım çünkü. Allahtan aynı zamanda İlknur küçük bir set hediye etti ve Arca ilk tamiratlarını bu setle yaptı. Yılbaşına kadar çıkarmadık, iyi yaptık, çünkü heba olacaktı, yaşı henüz küçüktü.
Diğer iyi yaptığım şey ise Tuna gibi bir gurunun tavsiyelerine kulak kesilmek oldu. Zevkleri tutuyor işte! Bitti!
Son olarak oyuncakçılarda İlker Arca ile anlaşma yapıyor, elini kesinlikle bırakmamasını, sadece bakacaklarını söylüyor. Geçen Agora’ya gittiğimizde Joker’e daldı ama İlker uyarınca elinden tutu ve hiçbir şey almadan çıktık. Tabii ki biraz daha büyüdüğünde tutturmalar olabilir, şimdiden çözdük diyemem!
Sonuç:
Ay pek bi eledik yav, dur ben bir eksikler listesi yapayım:P
5 Ocak 2011 Çarşamba
Uyku uyku huuuuu
Hatırlayalım...
Arca’nın uyku sorunları ikiye ayrılıyordu;
1. Uykuya geçişin uzaması, Hülya’nın desteği ile aştık, artık en fazla 20 dakikada kendi kendine uyuyor.
2. Geceleri sık sık uyanma sorunsalı ise 5 TL’lik çift kat penye yelek, termal atlet, içlik ve tayttan oluşan gece kostümü ile çözüme ulaştı.
Son 2 haftadır Arca ile ilgili uyku sorunumuzun olmadığını, kulak mememizi işaret ve başparmaklarımız ile hafifçe tutup çekip, çekerken “muck” sesi çıkarıp tahtaya vurmak ve eş zamanlı popomuzu kaldırıp kaşıma suretiyle nazarlardan koruyarak belirtiyor, aynı özeni sizlerden de rica ediyorum.
Annelik hayatımın en çetrefilli adımları bu uyku yolunda atıldı. Ne kadar taktım kafaya o kadar canım yandı. Neyse, uyku mazide bir yara olarak çok derinlere gömülsün, bir daha da hortlamasın!
Arca’yı hallettik diyelim, ben ne olacağım?
Arca ile birlikte odaya giriyoruz. Hala bırakıp çıkamıyorum, uyuyasıya kadar yatağın kenarında bekliyorum. Uyuyakalıyorum, uyuyakalmasam bile bu defa acayip mayışıyorum ve odadan çıkınca salondaki koltuğa kıvrılıyorum, amaç az sonra kalkmak ama uyuyakalıyorum.
Birkaç örnek:
Zor bir günün akşamı, ertesi gün izinli olduğumdan işten geç çıktım, yorgunum. İlker arkadaşlarına bilgisayar oynamaya gitti, Arca ile yemek yedik, oynadık kudurduk. Ümit abla gündüz çok az uyuduğunu söyledi, fazla yormadan uykuya yollandık. Dokuz buçukta uyumuştu, ben de uyuklamışım, hadi dedim yatağa gideyim, saati kurayım bir saat sonra kalkıp mutfağı toplarım, bekar gecemin tadını çıkarırım. İlkerin gece birde gelmesi ile uyandım. Uykuyu almışım, tekrar uyuyamadım. İnternette takıldım, yok, kitap okudum yok, birkaç mail attım, hatta Kore’nin mesai saati başlangıcına denk gelmişim, hayalet görmüş gibi oldular. Olsun birkaç iş hallettim. Tekrar kitap okudum, dört gibi uyumuşum.
Başka bir gün.. Arca kötü bir günündeydi, ufak krizler yaşadık, ben yorgunum. Arkadaşlar bize geldi. Arca’yı yatırmaya gittim, Arca öyle tatlıydı ki yanına kıvrılmışım, öpüşüp koklaşıp uyuyacak, tam kalkacağım yataktan, oyuncak ayı muamelesi ile boynumdan tutup kafamı yastığa gömüyor, iyi dedim, inat yapmayacağım, koydum kafayı, masal anlatıyorum, uyumuşuz.. İlker girdi, hemen “ben uyumuyorum, uyanığım” diye fırlamışım, koptu tabii, meğer önceden 2 defa gelmiş, beni dürtmüş, uyanmamışım. Herkesler gelmiş, şaraplar meyvalar konmuş, ben içerde Arca ile uyuyorum. Allahtan aile gibiyiz ve bana alışkınlar alınmadılar. Film koyduk hemen Inception, nasıl da merak ediyorum filmi, şarabın ve yorgunluğun etkisiyle uyuyakalmışım ama harika bir filmdi, tek gözle bile acayip beğendim. Arkadaşlar gitti, benim bir güzel uykum kaçtı, hop zombi olaraktan oturdum kaldım.
Artık böyle bünye gecede birkaç defa kalkmaya alışmış, bir geceyi deliksiz ve erkenden uyuyarak geçiriyorsam, diğer gece 2'ye kadar ayaktayım, üçüncü akşam önceki gecenin uykusuzluğu ile Arca'nın yanına kıvrılıp sızmaktayım. Düzensiz sefil bir uyku düzenim var.
Ferber yöntemi bana sökmez, yaşım geçti.
Yatır kaldır diyorum, hadi yattım kim kaldıracak, var mı öyle bir babayiğit?
Arca’nın uyku sorunları ikiye ayrılıyordu;
1. Uykuya geçişin uzaması, Hülya’nın desteği ile aştık, artık en fazla 20 dakikada kendi kendine uyuyor.
2. Geceleri sık sık uyanma sorunsalı ise 5 TL’lik çift kat penye yelek, termal atlet, içlik ve tayttan oluşan gece kostümü ile çözüme ulaştı.
Son 2 haftadır Arca ile ilgili uyku sorunumuzun olmadığını, kulak mememizi işaret ve başparmaklarımız ile hafifçe tutup çekip, çekerken “muck” sesi çıkarıp tahtaya vurmak ve eş zamanlı popomuzu kaldırıp kaşıma suretiyle nazarlardan koruyarak belirtiyor, aynı özeni sizlerden de rica ediyorum.
Annelik hayatımın en çetrefilli adımları bu uyku yolunda atıldı. Ne kadar taktım kafaya o kadar canım yandı. Neyse, uyku mazide bir yara olarak çok derinlere gömülsün, bir daha da hortlamasın!
Arca’yı hallettik diyelim, ben ne olacağım?
Arca ile birlikte odaya giriyoruz. Hala bırakıp çıkamıyorum, uyuyasıya kadar yatağın kenarında bekliyorum. Uyuyakalıyorum, uyuyakalmasam bile bu defa acayip mayışıyorum ve odadan çıkınca salondaki koltuğa kıvrılıyorum, amaç az sonra kalkmak ama uyuyakalıyorum.
Birkaç örnek:
Zor bir günün akşamı, ertesi gün izinli olduğumdan işten geç çıktım, yorgunum. İlker arkadaşlarına bilgisayar oynamaya gitti, Arca ile yemek yedik, oynadık kudurduk. Ümit abla gündüz çok az uyuduğunu söyledi, fazla yormadan uykuya yollandık. Dokuz buçukta uyumuştu, ben de uyuklamışım, hadi dedim yatağa gideyim, saati kurayım bir saat sonra kalkıp mutfağı toplarım, bekar gecemin tadını çıkarırım. İlkerin gece birde gelmesi ile uyandım. Uykuyu almışım, tekrar uyuyamadım. İnternette takıldım, yok, kitap okudum yok, birkaç mail attım, hatta Kore’nin mesai saati başlangıcına denk gelmişim, hayalet görmüş gibi oldular. Olsun birkaç iş hallettim. Tekrar kitap okudum, dört gibi uyumuşum.
Başka bir gün.. Arca kötü bir günündeydi, ufak krizler yaşadık, ben yorgunum. Arkadaşlar bize geldi. Arca’yı yatırmaya gittim, Arca öyle tatlıydı ki yanına kıvrılmışım, öpüşüp koklaşıp uyuyacak, tam kalkacağım yataktan, oyuncak ayı muamelesi ile boynumdan tutup kafamı yastığa gömüyor, iyi dedim, inat yapmayacağım, koydum kafayı, masal anlatıyorum, uyumuşuz.. İlker girdi, hemen “ben uyumuyorum, uyanığım” diye fırlamışım, koptu tabii, meğer önceden 2 defa gelmiş, beni dürtmüş, uyanmamışım. Herkesler gelmiş, şaraplar meyvalar konmuş, ben içerde Arca ile uyuyorum. Allahtan aile gibiyiz ve bana alışkınlar alınmadılar. Film koyduk hemen Inception, nasıl da merak ediyorum filmi, şarabın ve yorgunluğun etkisiyle uyuyakalmışım ama harika bir filmdi, tek gözle bile acayip beğendim. Arkadaşlar gitti, benim bir güzel uykum kaçtı, hop zombi olaraktan oturdum kaldım.
Artık böyle bünye gecede birkaç defa kalkmaya alışmış, bir geceyi deliksiz ve erkenden uyuyarak geçiriyorsam, diğer gece 2'ye kadar ayaktayım, üçüncü akşam önceki gecenin uykusuzluğu ile Arca'nın yanına kıvrılıp sızmaktayım. Düzensiz sefil bir uyku düzenim var.
Ferber yöntemi bana sökmez, yaşım geçti.
Yatır kaldır diyorum, hadi yattım kim kaldıracak, var mı öyle bir babayiğit?
4 Ocak 2011 Salı
Çocuklar ne işe yarar?
Madem istedik, doğurduk, büyütüyoruz, elimizdeki malzemeyi verimli kullanalım, heba etmeyelim.
Çocuklar köşe yastığı değildir, etinden sütünden faydalanabiliriz.
Günün çorbası ailesi çocuk denen canlıdan faydalanma kılavuzunu iftaharla sunar!!!
- Güldürür, eğlendirir: Bu canlı türünün konuşanı pek makbuldür. Eğlencenin etkisi o uyuduktan sonra da devam eder. Kendi aranda "ay şöyle dedi, ay böyle dedi" diye tekrarlarla neşeni bulursun
- Kitap sevgisi aşılar, daha doğrusu zorla enjekte eder : Kitap okumayan insan türleri üzeride ciddi bir yaptırımı vardır çocuğun. Ömrü hayatında okumadığı kadar çok kitabı bir gecede babasına okutarak öğretmenlerinin bile başaramadığını başarır. Azimli bir türdür.
- Sevmediğin misafire bahane olurlar : Misafirin geldi, sevmiyor musun, yanlarında durmak istemiyor musun? Kolayı var. Alırsın bebeni “ay çok uykusu gelmiş, bi uyutup geleyim” dersin bir saat odada takılırsın sonra “bi türlü uyumak bilmedi” diye kıvırırsın. Genelde konuşamadıklarından ve anneyle başbaşa geçirilen vakitten hoşnut olduklarından gönüllü suç ortağı olurlar.
- Sosyal olmanızı sağlar : Başka bebelerin anneleriyle dostluk kurarsın, yeni arkadaşlar edinirsin. Ev ziyaretleri, oyun grupları derken bakmışsın sosyal olmuşsun!
- Zorunlu egzersiz yaptırır : Bu canlının özellikle henüz ayaklanmış türleri yürüme bandı etkisi yaparlar bünyeye, illa ki 3-5 kalori yaktırırlar.
- Tüketim çılgınlığınıza bahane olur: napalım çocuğun ….si eksikti aldık, ….sız mı gezsin bebem?
- Blog mu yazıyorsunuz? konu sıkıntısı çekmenizi engellerler: en basitinden yedi içti zıştı yazısı karalayabilirsin, bi de fotoğraf koydun mu tamam!!
- Tespitlerin efendisi yaparlar (Hülya :) ): Hele de şöyle bir 1 yaşını geçti mi kendini hafiften tecrübeli sayarsın ya tamam işte!! Gelsin tespitler, gitsin gözlemler
- Bir çocuk doğurmuşsundur ama artık uzman doktorsundur, yerine göre eczacı, yerine göre pedegog… her şey hakkında ucundan kıyısından bir şeyler söylersin
- Yaratıcılığınızı geliştirirler: En son ilkokulda elinize aldığınız boya kalemleri ile (kisd senden bahsetmiyorum) kendinizin bile inanamadığı şaheserler çıkarırsınız. Yeri gelir hamur heykeller, yeri gelir bloklardan binalar... Bir bakmışsın heykeltraş, bir bakmışsın mimar, hey yavrum hey!!
- Sizi dünyanın merkezinde gören bu canlı tattığı ilk aşk duygusu ile tanrılaştırır sizi, o hamur olur siz sanatçı yoğurur şekillendirirsiniz, egonuz şişer, şişer şişer şişer...
Aman dikkat!
2 yaş dolaylarında PATLAR!!!
Hani bize dün Agora'da "merhaba" diyen...
Anne ve tatlı minik var ya...
Okuyorsanız teşekkürler, sizi kanlı canlı tanıdığıma çok sevindim:)
Damdan düşer gibi oldu, hikayeyi başa saralım.
Arca hala yazın aldığımız spor ayakkabılarını giyiyor.
Hayır utanmıyorum!
İçi yumuşak ve sıcak tutan cinsinden, üstelik Arca’nın ayakları hala 22,5 numara, eh ayakkabı desen taş gibi, üstüne İzmir’in bitmek bilmeyen ılıman sonbaharı eklenince Ocak ayı geldi biz hala bot tarzı bir ayakkabı almadık.
Hani burun hafiften dayanmasa kışı çıkarttıracağım ama soğuk yağmur çamur, dedik ki tasarrufun b.kunu çıkarmayalım.
Hafta sonları sevmiyorum alışveriş merkezlerini. Daha doğrusu sadece sabah seviyorum. Çalışanlarla birlikte açılış yapıp öğlen 12 dedin mi kaçacaksın AVM’den. Bırak Arcayla gitmeyi yalnızken bile daral geliyor. Bu hafta sabahları totomuzu kaldıramayınca pazartesi akşamına kaldı. Hızlıca yemek yedik, Arca’yı giydirdik, İlknur’u da kaptığımız gibi doğru Agora’ya. Güzel oldu bence, bomboştu, sakindi, Arca motor takmış gibi oradan oraya koştu. Akşamları da gidilebilir.
Önceden gözümüze kestirdiğimiz ayakkabıcıda indirim var. Ballı lokma tatlısı: ) O mu olsun bu mu olsun bakarken, birisi Arca’yı tanıdı, dahası ismimi söyledi ve hatta ötesi burasını okuyormuş!!
Çok salaklaştım. Yok ciddi salaklaştım. Ya biliyorum tabii yorum yazanlar, karşılıklı mesajlaştığımız dostlar oluyor. Çok eski dostlarımı, blog yazarı arkadaşlarımı saymıyorum bile. Ara sıra Nurturia’ya link verdiğimde okuyanlar da oluyor. Elbette birileri okuyor. Sanal ortamda birbirimizle tanıştığımız, yazıştığımız anneler oldu. Sonradan gerçek hayatlarımıza girdik birbirimizin dost olduk (Özge canım:)) Ama hiç beklemediğim bir anda böyle bir diyalog üstelik kanlı canlı karşımda bir anne ve tatlı kızını görmek çok salaklaştırdı beni. O anki şaşkınlığımı tarif edecek başka bir kelime varsa çekinmeden söylesin yoksa ömür boyu sussun: )
İnsanın bir hobisinin (evet yazmak benim hobim! boş zamanlarımızı sadece tiyatroya sinemaya giderek, kitap okuyarak, bisiklete binerek değerlendirecek değiliz, benim gibi arıza tipler yazarak da gönlünü eğleyebiliyor) başkalarına dokunabilme şansı vermesi çok ama çok özel bir şey.
Bu arada yanaklarım al al olmuş, salak salak sırıtarak dükkandan çıktığımızda, kıl İlker’in “sen bizi artık tanımazsın” geyiğini huzurlarınızda bir defa daha esefle kınıyorum.
Sonra o dükkana dönüp ayakkabı aldık Arca’ya, ilk baktığımız kahverenginin mavi-gri renklisini. Rahatmış, öyle diyor: )
Okuyorsanız teşekkürler, sizi kanlı canlı tanıdığıma çok sevindim:)
Damdan düşer gibi oldu, hikayeyi başa saralım.
Arca hala yazın aldığımız spor ayakkabılarını giyiyor.
Hayır utanmıyorum!
İçi yumuşak ve sıcak tutan cinsinden, üstelik Arca’nın ayakları hala 22,5 numara, eh ayakkabı desen taş gibi, üstüne İzmir’in bitmek bilmeyen ılıman sonbaharı eklenince Ocak ayı geldi biz hala bot tarzı bir ayakkabı almadık.
Hani burun hafiften dayanmasa kışı çıkarttıracağım ama soğuk yağmur çamur, dedik ki tasarrufun b.kunu çıkarmayalım.
Hafta sonları sevmiyorum alışveriş merkezlerini. Daha doğrusu sadece sabah seviyorum. Çalışanlarla birlikte açılış yapıp öğlen 12 dedin mi kaçacaksın AVM’den. Bırak Arcayla gitmeyi yalnızken bile daral geliyor. Bu hafta sabahları totomuzu kaldıramayınca pazartesi akşamına kaldı. Hızlıca yemek yedik, Arca’yı giydirdik, İlknur’u da kaptığımız gibi doğru Agora’ya. Güzel oldu bence, bomboştu, sakindi, Arca motor takmış gibi oradan oraya koştu. Akşamları da gidilebilir.
Önceden gözümüze kestirdiğimiz ayakkabıcıda indirim var. Ballı lokma tatlısı: ) O mu olsun bu mu olsun bakarken, birisi Arca’yı tanıdı, dahası ismimi söyledi ve hatta ötesi burasını okuyormuş!!
Çok salaklaştım. Yok ciddi salaklaştım. Ya biliyorum tabii yorum yazanlar, karşılıklı mesajlaştığımız dostlar oluyor. Çok eski dostlarımı, blog yazarı arkadaşlarımı saymıyorum bile. Ara sıra Nurturia’ya link verdiğimde okuyanlar da oluyor. Elbette birileri okuyor. Sanal ortamda birbirimizle tanıştığımız, yazıştığımız anneler oldu. Sonradan gerçek hayatlarımıza girdik birbirimizin dost olduk (Özge canım:)) Ama hiç beklemediğim bir anda böyle bir diyalog üstelik kanlı canlı karşımda bir anne ve tatlı kızını görmek çok salaklaştırdı beni. O anki şaşkınlığımı tarif edecek başka bir kelime varsa çekinmeden söylesin yoksa ömür boyu sussun: )
İnsanın bir hobisinin (evet yazmak benim hobim! boş zamanlarımızı sadece tiyatroya sinemaya giderek, kitap okuyarak, bisiklete binerek değerlendirecek değiliz, benim gibi arıza tipler yazarak da gönlünü eğleyebiliyor) başkalarına dokunabilme şansı vermesi çok ama çok özel bir şey.
Bu arada yanaklarım al al olmuş, salak salak sırıtarak dükkandan çıktığımızda, kıl İlker’in “sen bizi artık tanımazsın” geyiğini huzurlarınızda bir defa daha esefle kınıyorum.
Sonra o dükkana dönüp ayakkabı aldık Arca’ya, ilk baktığımız kahverenginin mavi-gri renklisini. Rahatmış, öyle diyor: )
3 Ocak 2011 Pazartesi
Dersimiz : Çalışan anne
İster istemez çocuğuna kötü söz söylediğin veya bağırdığın olur. Her zaman dişlerini sıkmayı ve çileden çıkarıldığın zamanları geçiştirmeyi başaramazsın. Anne olmadan önce de insandık, hala insanız.
Anne olmak bizi ne insanüstü yaptı ne de insanlıktan çıkardı.
Sadece bir insan yavrusu dünyaya getirdik, bu yavrunun bir insana dönüşmesine tanıklık ve rehberlik ediyoruz. Hani öyle aman aman abartılacak bir şey yok. Peşinen söylüyorum zira blog dünyası anaları nedense diğer ana türlerinden kendini farklı bir yerde görür, yok öyle bir şey. Önce insanız.
Blog anaları demişken, çok okur çok araştırırız ya, pek severiz bilimsel araştırmaları. Severiz kendimizden bir şeyler bulalım isteriz, illa ki buluruz. Bilmem kaç tane denek üzerinde yapılan bilmem ne araştırmasında % bilmem kaçlık kısma girer bizim hal vaziyetlerimiz.
Etiketlemek etiketlenmek, bunun üzerinden sonuçlara varmak en birincil keyfimizdir. “Çalışan anne” en sevdiğimiz etikettir. Pek çok şeyin açıklamasıdır.
“Eh çalışan anne tabii ne yapsın akşama kadar evde yok.“
“Eh anası çalışıyor tabii her istediğini yapar çocuğun”
Bizim çocukluğumuz zamanını hatırlıyorum, çalışan annelerin çocuklarına burun kıvrılırdı. Öyle ya bakıcı bakar büyütür, ya da daha şanslı ise anane babane elinde şımarır, kaç evin çocuğudur, şımaracaktır elbette. Öğretmen çocuklarına biraz daha sempati ile yaklaşılırdı. Eh onların anaları daha fazla süre evde.
Bunları çok duyduk ama yine de çalışan kadın olmak üzere yetiştirildik!
Öte taraftan çalışan annenin suçluluk duyduğu öyle çok dile getirilir ki suçluluk duymuyorsan, bu defa suçluluk duymadığın için suçluluk duyarsın ve vicdanın sızlar. O vicdan var ya o vicdan illa ki sızlatılacak.
Çocuğuna oyuncak, kitap vs alırken biraz daha düşünürsün, olmadı savunmaya geçersin, ama ama ama.. lar uzar gider.
Dersin ki yok öyle değil böyle! Yok benim derdim daha çok oyuncağı olsun değil, yok ben tüketmiyorum, ahan da filancanın anası çok şey satın alıyor, yok ben ikinci el alıyorum, beriki ucuzluktan almış, ha o zaman iyi, güzel.
Etrafına bir çeşit kendini ifade etme tuzağına düşersin.
Yazık ki sen ne kadar çok kendini ifade etmeye çalışırsan ne kadar debelenirsen o kadar batarsın.
Dünya kadar araştırma var gülüm sen kime konuşuyorsun! Biz seni bilmiyor muyuz? Sen çalıştığın için, yeterli sevgiyi vermediğini düşündüğün için çocuğun doyumsuz, sen tüketicisin, çocuğuna sınır koyamıyorsun, suçluluk duyduğun için daha pahalı oyuncağı alıyorsun.
Ve sen istediğin kadar…
“Yok benim vicdanım sızlamıyor, ben sadece iş haricindeki zamanlarımı ondan ayrı geçirirsem, vicdanım sızlıyor ve iş haricindeki her dakikamı onunla geçirmek, ondan çalmamak istiyorum” de,
İstediğin kadar “çocuğuma sınır koyuyorum, kesinlikle şımartmıyorum”
“ama benim velet tam kitap kurdu, Noel baba ne getirsin diye sorunca kitap diyor Allah canımı alsın” diye savunmalara geç,
Sesin, toplum tarafından kabul görmüş yaftalar arasında cılız bir tondan öteye geçemiyor.
Yani benim sesim: )
Pek yapmadığım bir şeyi yaptım, bu durumun üzerinde pek çok düşündüm, kafa yordum. Kendimi acımazsızca masaya yatırdım. Öyle ya, bir şekilde kendimle bu yafta-savunma işini çözmeliydim.
Ya savunmalarıma devam edecektim, ya da “evet abicim, para benim keyif benim hatta çocuk benim alırım da şımartırım da” deyip dayılanacaktım ya da…
Ya da… anneliğin tadını çıkaracaktım!
Kötü bir anne miyim?
Çocuğuma yeterli sevgi, ilgi, özgüven verebiliyor muyum?
Çalıştığım için suçluluk duyuyor muyum?
Hep kendime sormuştum, hep kendi içimde ya da İlkerle tartışmıştım bu konuyu, hiç birinci dereceden önemli insan yavrusuna danışmamıştım.
22 aylık el kadar bebe, araştırma sonuçlarından daha mı iyi bilecekti?
Öğleden sonra yaklaşık iki buçuk saatlik öğle uykusundan sonra, yarım tencere tavuk çorbasını mideye indiren Arca’nın kudurması gelmişken, Göztepe parkına gitmeyi totom yemediğinden, kapalı alan oyun-park yerine apartmanın önüne indiğimizde…
Evlerine dönmekte olan apartman sakinlerinin şaşkın bakışları arasında…
Hava sıcaklığı yaklaşık 8 C…
Lahana Arca ev hali beni böcekli eldivenleri ile zor tuttuğu kaynana zırıltısı ile kovalıyor…
Çığlık çığlığa yakalıyor…
Astronot Arca kavuşamayan kolları ile bacağıma sarıldığında, buz yanağından öptüm, döndü, iki adım attı, “seni seviyorum biliyorsun di mi” dedim. Tekrar dönüp sarıldı.
Ben cevabımı aldım, anneliğin tadını çıkarıyorum :)
Anne olmak bizi ne insanüstü yaptı ne de insanlıktan çıkardı.
Sadece bir insan yavrusu dünyaya getirdik, bu yavrunun bir insana dönüşmesine tanıklık ve rehberlik ediyoruz. Hani öyle aman aman abartılacak bir şey yok. Peşinen söylüyorum zira blog dünyası anaları nedense diğer ana türlerinden kendini farklı bir yerde görür, yok öyle bir şey. Önce insanız.
Blog anaları demişken, çok okur çok araştırırız ya, pek severiz bilimsel araştırmaları. Severiz kendimizden bir şeyler bulalım isteriz, illa ki buluruz. Bilmem kaç tane denek üzerinde yapılan bilmem ne araştırmasında % bilmem kaçlık kısma girer bizim hal vaziyetlerimiz.
Etiketlemek etiketlenmek, bunun üzerinden sonuçlara varmak en birincil keyfimizdir. “Çalışan anne” en sevdiğimiz etikettir. Pek çok şeyin açıklamasıdır.
“Eh çalışan anne tabii ne yapsın akşama kadar evde yok.“
“Eh anası çalışıyor tabii her istediğini yapar çocuğun”
Bizim çocukluğumuz zamanını hatırlıyorum, çalışan annelerin çocuklarına burun kıvrılırdı. Öyle ya bakıcı bakar büyütür, ya da daha şanslı ise anane babane elinde şımarır, kaç evin çocuğudur, şımaracaktır elbette. Öğretmen çocuklarına biraz daha sempati ile yaklaşılırdı. Eh onların anaları daha fazla süre evde.
Bunları çok duyduk ama yine de çalışan kadın olmak üzere yetiştirildik!
Öte taraftan çalışan annenin suçluluk duyduğu öyle çok dile getirilir ki suçluluk duymuyorsan, bu defa suçluluk duymadığın için suçluluk duyarsın ve vicdanın sızlar. O vicdan var ya o vicdan illa ki sızlatılacak.
Çocuğuna oyuncak, kitap vs alırken biraz daha düşünürsün, olmadı savunmaya geçersin, ama ama ama.. lar uzar gider.
Dersin ki yok öyle değil böyle! Yok benim derdim daha çok oyuncağı olsun değil, yok ben tüketmiyorum, ahan da filancanın anası çok şey satın alıyor, yok ben ikinci el alıyorum, beriki ucuzluktan almış, ha o zaman iyi, güzel.
Etrafına bir çeşit kendini ifade etme tuzağına düşersin.
Yazık ki sen ne kadar çok kendini ifade etmeye çalışırsan ne kadar debelenirsen o kadar batarsın.
Dünya kadar araştırma var gülüm sen kime konuşuyorsun! Biz seni bilmiyor muyuz? Sen çalıştığın için, yeterli sevgiyi vermediğini düşündüğün için çocuğun doyumsuz, sen tüketicisin, çocuğuna sınır koyamıyorsun, suçluluk duyduğun için daha pahalı oyuncağı alıyorsun.
Ve sen istediğin kadar…
“Yok benim vicdanım sızlamıyor, ben sadece iş haricindeki zamanlarımı ondan ayrı geçirirsem, vicdanım sızlıyor ve iş haricindeki her dakikamı onunla geçirmek, ondan çalmamak istiyorum” de,
İstediğin kadar “çocuğuma sınır koyuyorum, kesinlikle şımartmıyorum”
“ama benim velet tam kitap kurdu, Noel baba ne getirsin diye sorunca kitap diyor Allah canımı alsın” diye savunmalara geç,
Sesin, toplum tarafından kabul görmüş yaftalar arasında cılız bir tondan öteye geçemiyor.
Yani benim sesim: )
Pek yapmadığım bir şeyi yaptım, bu durumun üzerinde pek çok düşündüm, kafa yordum. Kendimi acımazsızca masaya yatırdım. Öyle ya, bir şekilde kendimle bu yafta-savunma işini çözmeliydim.
Ya savunmalarıma devam edecektim, ya da “evet abicim, para benim keyif benim hatta çocuk benim alırım da şımartırım da” deyip dayılanacaktım ya da…
Ya da… anneliğin tadını çıkaracaktım!
Kötü bir anne miyim?
Çocuğuma yeterli sevgi, ilgi, özgüven verebiliyor muyum?
Çalıştığım için suçluluk duyuyor muyum?
Hep kendime sormuştum, hep kendi içimde ya da İlkerle tartışmıştım bu konuyu, hiç birinci dereceden önemli insan yavrusuna danışmamıştım.
22 aylık el kadar bebe, araştırma sonuçlarından daha mı iyi bilecekti?
Öğleden sonra yaklaşık iki buçuk saatlik öğle uykusundan sonra, yarım tencere tavuk çorbasını mideye indiren Arca’nın kudurması gelmişken, Göztepe parkına gitmeyi totom yemediğinden, kapalı alan oyun-park yerine apartmanın önüne indiğimizde…
Evlerine dönmekte olan apartman sakinlerinin şaşkın bakışları arasında…
Hava sıcaklığı yaklaşık 8 C…
Lahana Arca ev hali beni böcekli eldivenleri ile zor tuttuğu kaynana zırıltısı ile kovalıyor…
Çığlık çığlığa yakalıyor…
Astronot Arca kavuşamayan kolları ile bacağıma sarıldığında, buz yanağından öptüm, döndü, iki adım attı, “seni seviyorum biliyorsun di mi” dedim. Tekrar dönüp sarıldı.
Ben cevabımı aldım, anneliğin tadını çıkarıyorum :)
30 Aralık 2010 Perşembe
Dumur diyalog #3
Şerefsizim ağzının tadını biliyor.
Balık var yemekte. (Balık yiyebildik ya sonunda artık hemen her post anlatırım:) ) Arca yedi, “doydim” dedi. Neyse ısrar yok, boya hamur oyalanıyor mama sandalyesinde, biz de buz gibi beyaz şarabımızı açmışız, mezeler tamam, demleniyoruz İlkerle.
Ben balık kafası sevmem, hiçbir hayvanın kafasını sevmem. İlker bayılır, yok efendim balığın en lezzetli yeri kafasıymış, yok efendim balığın kafası ile bir 70 lik bitermiş, miş miş miş…
Arca’ya yanak kısmından verdi. Arca önce itiraz etti, sonra yedi, hmmm…
Sonra İlker beynini çıkardı merhumun, Arca’ya dedi ki “al babacım, beyin bu, çok lezzetli”
O doymiş düdük beyni götürdü. Sonra yine yanak verdi, “yanak babacım al”
Arca “ıh beyin!” buyurdu.
İlker döndü, başka bir parça alırmış gibi yaptı, aklı sıra Arca’yı kandıracak. “Al babacım beyin”
Arca yedi, ama “yemedi” : ) “ıhhh beyin!!” diye tutturdu.
Hadi bakalım anlat şimdi koca balıktaki beynin minicik olduğunu!
Balık var yemekte. (Balık yiyebildik ya sonunda artık hemen her post anlatırım:) ) Arca yedi, “doydim” dedi. Neyse ısrar yok, boya hamur oyalanıyor mama sandalyesinde, biz de buz gibi beyaz şarabımızı açmışız, mezeler tamam, demleniyoruz İlkerle.
Ben balık kafası sevmem, hiçbir hayvanın kafasını sevmem. İlker bayılır, yok efendim balığın en lezzetli yeri kafasıymış, yok efendim balığın kafası ile bir 70 lik bitermiş, miş miş miş…
Arca’ya yanak kısmından verdi. Arca önce itiraz etti, sonra yedi, hmmm…
Sonra İlker beynini çıkardı merhumun, Arca’ya dedi ki “al babacım, beyin bu, çok lezzetli”
O doymiş düdük beyni götürdü. Sonra yine yanak verdi, “yanak babacım al”
Arca “ıh beyin!” buyurdu.
İlker döndü, başka bir parça alırmış gibi yaptı, aklı sıra Arca’yı kandıracak. “Al babacım beyin”
Arca yedi, ama “yemedi” : ) “ıhhh beyin!!” diye tutturdu.
Hadi bakalım anlat şimdi koca balıktaki beynin minicik olduğunu!
29 Aralık 2010 Çarşamba
Bir Kar Masalı
Burada hiç kar yağmaz!
Küçükken Bornova'nın tepelerinde kar yağdı mı, hemen atlar arabaya Sabuncubeli'ne giderdik. Birimiz eldivenini mi unuttu (İzmir'de pek eldiven de giyilmez), hemen paylaşılır, bir el cepte bir el kartopunda deliler gibi oynardık.
İlla ki küçük bir kardan adam arabanın ön camının önüne yapılır, karda oynamış olmanın verdiği rehavetle İzmir'e dönülürdü. Lakin daha arabayı park etmeden erirdi, kardan dostumuz.
Çok acıklıdır benim kar anılarım çook!
Üç kadın, üç anne çok fena dokundular kar anılarıma...
Biri, gebeşken tanıdığım, sevdiğim, okuduğum, paylaştığım dost
Biri, Nurturia sayesinde tanıdığım sevdiğim kalemini takdir ettiğim harika kadın
Biri, uzaktan sevdiğim, takip ettiğim güldüğüm "alemsin" dediğim, bildiğin OIP!
Aylardır "sürpriz" derlerdi de meğer bir anda duygu patlaması yaşanmasın diye alttan alta ısıtıyorlarmış bizi.
Aniden habersiz çıkıp gelivereydi ne olurdu halimiz?
Kitap istiyorum ben kitap!! Yoksa Iphone'dan da bilgisayardan da koparamam Arca'yı! Haberiniz ola!!
Şaka bir yana ne zaman istersem tıklayayım (tıklayalım) diye hemen yazılarımın yanıbaşında "Bir kar masalı", başucu masalı...
Birisi burada sizinle gurur duyuyor :P
Küçükken Bornova'nın tepelerinde kar yağdı mı, hemen atlar arabaya Sabuncubeli'ne giderdik. Birimiz eldivenini mi unuttu (İzmir'de pek eldiven de giyilmez), hemen paylaşılır, bir el cepte bir el kartopunda deliler gibi oynardık.
İlla ki küçük bir kardan adam arabanın ön camının önüne yapılır, karda oynamış olmanın verdiği rehavetle İzmir'e dönülürdü. Lakin daha arabayı park etmeden erirdi, kardan dostumuz.
Çok acıklıdır benim kar anılarım çook!
Üç kadın, üç anne çok fena dokundular kar anılarıma...
Biri, gebeşken tanıdığım, sevdiğim, okuduğum, paylaştığım dost
Biri, Nurturia sayesinde tanıdığım sevdiğim kalemini takdir ettiğim harika kadın
Biri, uzaktan sevdiğim, takip ettiğim güldüğüm "alemsin" dediğim, bildiğin OIP!
Aylardır "sürpriz" derlerdi de meğer bir anda duygu patlaması yaşanmasın diye alttan alta ısıtıyorlarmış bizi.
Aniden habersiz çıkıp gelivereydi ne olurdu halimiz?
Kitap istiyorum ben kitap!! Yoksa Iphone'dan da bilgisayardan da koparamam Arca'yı! Haberiniz ola!!
Şaka bir yana ne zaman istersem tıklayayım (tıklayalım) diye hemen yazılarımın yanıbaşında "Bir kar masalı", başucu masalı...
Birisi burada sizinle gurur duyuyor :P
28 Aralık 2010 Salı
Bir haftasonu anatomisi Vol.3 : Mike Tyson
Her seferinde diyorum ki “yok bu en beteri, bundan daha kötüsü olamaz”. Ama oluyor, her seferinde daha kötü, daha şiddetli, daha korkutucu, daha ömür yiyici!
Pazar öğleden sonra Arca uyanınca, market alışverişi yaptık, artık market alışverişleri bile eğlenceli! Sonra manava uğradık, Arca göz hakkı mandalinayı lüpletti tabii. Geçerken mezeler aldık, balık ziyafeti çekeceğiz kendimize, nihayet: ) Tam arabayı park ettik, elektrikler gitti. Hem de Narlıdere’den Karşıyaka’ya kadar neredeyse İzmir’in yarısı “black out”! Önce acayip küfrettik şansımıza, ev 8. Katta! Sonra üç dakika önce gelsek asansörde kalırdık, yine ucuz atlatmışız dedik. İlknurlara gittik. Arkadaşları vardı. Arca bol bol mum üflemece oynadı, güzel ablalara hava attı, numaralarını gösterdi. Elektrikler gelince daha da keyiflendi.
Tam içimden ne tatlı bir çocuk oldu canım oğlum diye geçirirken, İlkerin yanında İlknurun koltuğuna geçmeye kadar verdi, kırıta kırıta koşarken ayağı kaydı ve 22 aylık hayatının en şiddetli kapaklanmasını yaşadı. Gözümün önünde. Yüzünün şakağa yakın yanak ve göz hizasını yere çarptı, bütün vücudunun ağırlığı ile! Gözünün kenarı ve kaşı anında şişmeye başladı. En nefret ettiğimiz buz olayı tam yaygaraydı.
Eve gelip lasonil sürdük. Bütün akşam hareketlerini kontrol ettim, defalarca kafasına baktım. Ömür törpüsü. Onlar şahsen değil de yaşattıkları, yaşatacakları… Bu sebepten bu kadar sevilesi bu kadar güzel masum bu kadar ömrümüze ömür katan varlıkları var. Törpüledikleri ömrümüze biraz telafi: )
Tabii kuyruğu doğrultunca duramadık hemen geyiğe vurduk! Surat Mike Tyson modeli oldu! Hey yavrum hey doğuştan boksör: )
Pazar öğleden sonra Arca uyanınca, market alışverişi yaptık, artık market alışverişleri bile eğlenceli! Sonra manava uğradık, Arca göz hakkı mandalinayı lüpletti tabii. Geçerken mezeler aldık, balık ziyafeti çekeceğiz kendimize, nihayet: ) Tam arabayı park ettik, elektrikler gitti. Hem de Narlıdere’den Karşıyaka’ya kadar neredeyse İzmir’in yarısı “black out”! Önce acayip küfrettik şansımıza, ev 8. Katta! Sonra üç dakika önce gelsek asansörde kalırdık, yine ucuz atlatmışız dedik. İlknurlara gittik. Arkadaşları vardı. Arca bol bol mum üflemece oynadı, güzel ablalara hava attı, numaralarını gösterdi. Elektrikler gelince daha da keyiflendi.
Tam içimden ne tatlı bir çocuk oldu canım oğlum diye geçirirken, İlkerin yanında İlknurun koltuğuna geçmeye kadar verdi, kırıta kırıta koşarken ayağı kaydı ve 22 aylık hayatının en şiddetli kapaklanmasını yaşadı. Gözümün önünde. Yüzünün şakağa yakın yanak ve göz hizasını yere çarptı, bütün vücudunun ağırlığı ile! Gözünün kenarı ve kaşı anında şişmeye başladı. En nefret ettiğimiz buz olayı tam yaygaraydı.
Eve gelip lasonil sürdük. Bütün akşam hareketlerini kontrol ettim, defalarca kafasına baktım. Ömür törpüsü. Onlar şahsen değil de yaşattıkları, yaşatacakları… Bu sebepten bu kadar sevilesi bu kadar güzel masum bu kadar ömrümüze ömür katan varlıkları var. Törpüledikleri ömrümüze biraz telafi: )
Tabii kuyruğu doğrultunca duramadık hemen geyiğe vurduk! Surat Mike Tyson modeli oldu! Hey yavrum hey doğuştan boksör: )
Bir haftasonu anatomisi Vol.2
Fotoğrafçılık kursunun son dersi.
Kordon'da pratik eğitimi.
Panning tekniği çalışılıyor.
Tüm kursiyerler Körfez'i arkasına almış, tek sıra halinde yan yana dizilmişler, herkes en iyi pan tekniği ile çekilmiş pozu yakalamaya çalışıyor (ki ilk defasında yapabilmek neredeyse imkansız)
Hoca konu mankeni olarak hızla bir sağa bir sola yürüyor.
Derken bu miskin Kordon sakini, İzmir'i yıkayan yağmurdan arta kalanların tadına bakmak için kursiyerlerin arasında başını uzatıyor.
Ben niye mi panning çekim yapmaya çalışmıyorum?
Eh ben köpeklerin her türlüsünden korkarım, ve ortamda köpek varsa her hareketini göz hapsinde tutarım ki bacaktan bir lokma almasın. Göz hapsinde tutuyorum arkadaşı : )
27 Aralık 2010 Pazartesi
Tea & pot
Çayın bir seremoni olduğunu Kore seyahati sırasında öğrenmiştim. İki yudumluk yeşil çayın hazırlanması, sunulması on beş dakikadan fazla sürmüştü. Belki bu sebepten tadı bir başkaydı.
Cumartesi günü resmen açıldı.
Tea & pot.
Aylar süren titiz çalışma, hemen her anına tanık olduğumuz için belki de, çok bizden bir işti. Herkes çok pozitifti. Herkes çok keyifliydi.
Eltinin biri gıda mühendisi, diğeri iletişimci. Elti gücü: ) Onlar İlker’in kuzenlerinin tatlı eşleri, soyadımız aynı, ben de elti oluyorum değil mi, uzaktan elti : )
Çoğunlukla Çin’den olmak üzere sayısız çay getirdiler, minicik sıcacık bir butik café’de buluşturdular, özenle misafirlerine sundular. Sunumları eşsiz bir seremoniydi. Her detay iki samimi kadının ince ince işlediği oyaları gibiydi. Antika mobilyalar ve fincanlar, özel çaydanlıklar, ev yapımı pasta ve kurabiyeler …
Yasemin çayı içtim, aklım kaldı. Sizin de aklınız kalırsa, bir paket de evde pişirmek için satın alabiliyorsunuz, hatta o dibinizin düştüğü çaydanlıklardan bile kendinize, sevdiklerinize hediye edebiliyorsunuz.
Hani Gazi İlkokulu’nun arkasında bir yol vardır, Efes Pastanesine birkaç dükkan kala, işte orada. Nihan’ı bulun ve size eşsiz çaylarını sunmasını isteyin, çayı fincanınızdan önce tatlı tatlı kelimelere dökmesini, nasıl içilirse keyiften dört köşe olacağınızı anlatmasını isteyin.
Çok keyifli çok…
26 Aralık 2010 Pazar
Bir haftasonu anatomisi Vol.1
Oyun grubu ile ilgili endişelenmeye başlamıştım. Her çocuk doğuştan girişken olacak değil, kimisi için zaman uygun olmayabilir, belki de Arca için erkendi. Belki uyku saatiydi, belki hastaydı... derken öğleden sonraki grubu denemeye ve hatta vazgeçmeye karar vermişken...
Arca deli gibi oyun grubu sayıklamaya başladı.
Y: rüyanda ne gördün annecim?
A: oyun guubu
Y: Nereye gidelim annecim?
A: oyun guubu
Y: Aaa ne güzel resim yapmışsın, ne çizdin bakalım?
A: oyun guubu
ÜA: Ay bütün gün oyun grubu diye tutturdu, annen götürecek dedim, dinletemedim
Y : Aman Ümit abla, bilmeyen de bayılıyor sanacak, sanki zorla götürmüşüm gibi beni de içeri istiyor, yoksa sürekli çıkmak istiyor.
ÜA: Yok ablacım götürün siz bunu, gazını alın, aklı kalmış.
Sonra Elfanam da vazgeçme dedi.
Hadi dedim gidelim, ama öğlen uykusunu alsın sonra götüreyim dedim, ama kuzenlerin açılışı çıkınca vaktinde oradaydık.
Bir özlemiş, bir özlemiş! Attı kendini oyunun kollarına!
Fazla kalabalık değildi, Arca en sevdiği ablasını taktı koluna, baktı kendi dalgasına!
İki çift laf bile ettim. Öğretmen anneleri kahve içmeye başka bir yere davet etti. Dedim Arca'nın sabıkası kalabalık, nasıl olur? Üstelik ben single mom takılıyorum, diğerlerinin analarını alsan babaları orada, ben gidince kimse kalmayacak. Olur olur, hem bu da bir deneme bakalım bırakabiliyor muyuz. Bıraktık. Cep telefonu elimde tabii.
Bizimkilerin yaşına uygun bazı konu başlıkları üzerinde durdu, yemek, sınır koyma vs.. Elfanamın tavsiye ettiği, benim epey önce okuyup sonra bir daha bakarım dediğim "Çocuğunuza Sınır koymak" kitabını önerdi. Hatta kitaptan sohbet ettik.
Henüz yarım saat geçmişti ki telefon çaldı, ağlamamış ama mızırdanmış. Gittiğimde ablalarla resim çiziyordu. Bana nerelerde oynadğını gösterdi. 4 yaşında Burak adında bir çocuk vardı, Arca ona "Berk" dedi, birlikte saklambaç oynadılar, "Berk"i top havuzuna gömdüler, zıpladılar, ancak "Berk" giderken gitmeye ikna oldu. "Berk"in anne babasına teşekkür ettim, çok tatlı bir çocuk dedim. Şok oldular, genelde küçüklerle takılmazmış, "kardeş yapalım" bile dediler.
Demek ki neymiş, tecrübeli annelerin ve uzmanların görüşlerine kulak asmalıymışız, sabırlı olmalıymışız, üzmeden zorlamadan tekrar denemeliymişiz. Bizim oğlan da böyle işte ancak iyice kendini güvende hissetmesi gerekiyor, öncesinde temkini elden bırakmıyor.
Başak da demişti, ben şu sınır koyma kitabını bir daha okuyayım, hadi yattım, uyudum.
Arca deli gibi oyun grubu sayıklamaya başladı.
Y: rüyanda ne gördün annecim?
A: oyun guubu
Y: Nereye gidelim annecim?
A: oyun guubu
Y: Aaa ne güzel resim yapmışsın, ne çizdin bakalım?
A: oyun guubu
ÜA: Ay bütün gün oyun grubu diye tutturdu, annen götürecek dedim, dinletemedim
Y : Aman Ümit abla, bilmeyen de bayılıyor sanacak, sanki zorla götürmüşüm gibi beni de içeri istiyor, yoksa sürekli çıkmak istiyor.
ÜA: Yok ablacım götürün siz bunu, gazını alın, aklı kalmış.
Sonra Elfanam da vazgeçme dedi.
Hadi dedim gidelim, ama öğlen uykusunu alsın sonra götüreyim dedim, ama kuzenlerin açılışı çıkınca vaktinde oradaydık.
Bir özlemiş, bir özlemiş! Attı kendini oyunun kollarına!
Fazla kalabalık değildi, Arca en sevdiği ablasını taktı koluna, baktı kendi dalgasına!
İki çift laf bile ettim. Öğretmen anneleri kahve içmeye başka bir yere davet etti. Dedim Arca'nın sabıkası kalabalık, nasıl olur? Üstelik ben single mom takılıyorum, diğerlerinin analarını alsan babaları orada, ben gidince kimse kalmayacak. Olur olur, hem bu da bir deneme bakalım bırakabiliyor muyuz. Bıraktık. Cep telefonu elimde tabii.
Bizimkilerin yaşına uygun bazı konu başlıkları üzerinde durdu, yemek, sınır koyma vs.. Elfanamın tavsiye ettiği, benim epey önce okuyup sonra bir daha bakarım dediğim "Çocuğunuza Sınır koymak" kitabını önerdi. Hatta kitaptan sohbet ettik.
Henüz yarım saat geçmişti ki telefon çaldı, ağlamamış ama mızırdanmış. Gittiğimde ablalarla resim çiziyordu. Bana nerelerde oynadğını gösterdi. 4 yaşında Burak adında bir çocuk vardı, Arca ona "Berk" dedi, birlikte saklambaç oynadılar, "Berk"i top havuzuna gömdüler, zıpladılar, ancak "Berk" giderken gitmeye ikna oldu. "Berk"in anne babasına teşekkür ettim, çok tatlı bir çocuk dedim. Şok oldular, genelde küçüklerle takılmazmış, "kardeş yapalım" bile dediler.
Demek ki neymiş, tecrübeli annelerin ve uzmanların görüşlerine kulak asmalıymışız, sabırlı olmalıymışız, üzmeden zorlamadan tekrar denemeliymişiz. Bizim oğlan da böyle işte ancak iyice kendini güvende hissetmesi gerekiyor, öncesinde temkini elden bırakmıyor.
Başak da demişti, ben şu sınır koyma kitabını bir daha okuyayım, hadi yattım, uyudum.
22 aylık anne gelişimi
Arca 22 aylık oldu da ben 22 aylık anne olmadım mı?
2 yıllık anneliği doldurmaya 2 ay kala ibreyi anneye çevirelim, bakalım ne gibi gelişmeler var?
Kaba motor gelişimi : TAM NOT!
Bu ay itibari ile son derece hızlı panter kaleci özelliği bünyeye dahil olmuştur. Misal; Arca koltukta zıplamaktadır, Yeliz yanındaki koltukta oturmakta ve ortamı güvenli hale sokmaya çalışmaktadır. Arca’nın ayağı kayar ve kafa üstü yere kapaklanacakken Yeliz bir panter kaleci olarak zıplar ve Arca’yı ayak bileğinden yakalayıp kafasını yere değil koltuğa çarpmasını sağlar. En az zararla hadise atlatılır.
İnce motor gelişimi:
Bir taraftan kendi yemek yerken bir taraftan Arca’nın ağzına tıkıştırabiliyor, sağ ve sol el ile yemek yeme ve yedirme konusunda olduğu kadar Arca’nın üzerini kirletme konusunda da başarılı.
Arca kendi yemek yediği zaman daha az üzerini kirletiyor! Ancak bu gerçeği görmezden geliyor, çaba gösterdiği için anneye aferin veriyoruz!
Sanatsal faaliyetler:
Resim çok kötü, Arca’nın karalamaları bile daha başarılı.
Hamurdan heykel yapmak zayıf! Tostoramanı yaptığını söylüyor ama Arca “kirpi” olduğunda ısrar ediyor. “Aman çok biliyorsan kendin yap be senle mi uğraşacağım” cümlesi ve hayal kırıklığı ile bu aktivite direkt Ümit ablaya kaktırılıyor.
Müzik? Arca’ya göre şahane! "bi daha bi daha!" tezahuratlarıyla defalarca "Nane limon kabuğu" şarkısını söyletiyor.
Müzik konusundaki ciddi çabalara rağmen orta!
Kitap okuma:
İyi! Sadece okurken daha az uyuyakalmalı, bu konuda desteğe ihtiyacı var. Arca’nın dürtüp “oku” buyurması her zaman işe yaramıyor.
Masal anlatma :
İyi! Uydurma güzel ancak sonunu getirmede olayları bağlamada biraz destek almalı. At çiftliğinden küçük tayın nasıl kaçabildiği hala soru işareti.
Sosyallik:
10 NUMARA! Eve sürekli misafir gelsin, sürekli bir yerlere gidilsin, Arca bir şekilde oyalansın, anane babane her daim hayata dahil olsun.
Hatta parktaki anneler, sanal gerçek her ortamda sosyal olabilme becerisi yüksek!
Paylaşma :
Süper! Özellikle ev işlerini başkalarının üzerine kaktırmak suretiyle görev paylaşımı yapma konusunda çok gelişti. Hemen her ev işi Ümit ablaya, toz alma Arca’ya, yerleri süpürme İlkere, Pazar alışverişi babaneye, sofrayı toplamak gelen misafire itinayla kaktırılır.
Özbakım becerileri:
Gelişti.
Lohusalık dönemindeki kendini tanıyamaz anne yerini ayda bir saç kestiren kırışık önleyici kremlerini düzenli kullanan anneye bıraktı.
Kilo-boy gelişimi :
Boy artık uzamaz lakin yüksek topuklularla irtifa kazanılabilir.
Kilo standartın altında ki bu bir anne için iyi bir gelişim!
Organizasyon:
Gelişmekte!
İlker giyininceye kadar (ki en fazla 10 dakika) 2 koluyla ahtapottan daha ahtapot Arca’yı giydirip, eşyalarını, oyuncakları seçmesini sağlayıp, hazırlayabilmekte, bu arada kendi eşyalarını hazırlayıp giyinip makyaj yapabilmektedir.
Uyku düzeni:
Arca daha az uyanırken Yeliz’in gece uyanmaları arttı. Önlem almalı dikkat etmeli!
Rahatlık :
Gelişmekte. Daha bir “saldım çayıra ama illa ki kollana” halleri. Olacak olacak ümit var!
Olaylara bakış açısı:
İyimser, 2 yaşına 2 kalmış bir çocuğun penceresinden bakabilme becerisi kazanmaya çalışıyor. Umut verici.
Donanım:Okuduğu sayısız kitap ile "terrible 2" sendromlarını "lovable 2" durumlarına çevirme konusunda donanım sahibi. Teori desen zehir gibi pratik dersen sallanmakta! (Ali desidero)
Dil gelişimi:
Ortamdan etkileniyor. Arca ile olduğu vakitler yaşının çok altına takriben 2 yaşa kadar düşüyor. Tek kelimelerle konuşuyor. Normal yaşamında dil gelişimine özen gösteriyor.
2 yıllık anneliği doldurmaya 2 ay kala ibreyi anneye çevirelim, bakalım ne gibi gelişmeler var?
Kaba motor gelişimi : TAM NOT!
Bu ay itibari ile son derece hızlı panter kaleci özelliği bünyeye dahil olmuştur. Misal; Arca koltukta zıplamaktadır, Yeliz yanındaki koltukta oturmakta ve ortamı güvenli hale sokmaya çalışmaktadır. Arca’nın ayağı kayar ve kafa üstü yere kapaklanacakken Yeliz bir panter kaleci olarak zıplar ve Arca’yı ayak bileğinden yakalayıp kafasını yere değil koltuğa çarpmasını sağlar. En az zararla hadise atlatılır.
İnce motor gelişimi:
Bir taraftan kendi yemek yerken bir taraftan Arca’nın ağzına tıkıştırabiliyor, sağ ve sol el ile yemek yeme ve yedirme konusunda olduğu kadar Arca’nın üzerini kirletme konusunda da başarılı.
Arca kendi yemek yediği zaman daha az üzerini kirletiyor! Ancak bu gerçeği görmezden geliyor, çaba gösterdiği için anneye aferin veriyoruz!
Sanatsal faaliyetler:
Resim çok kötü, Arca’nın karalamaları bile daha başarılı.
Hamurdan heykel yapmak zayıf! Tostoramanı yaptığını söylüyor ama Arca “kirpi” olduğunda ısrar ediyor. “Aman çok biliyorsan kendin yap be senle mi uğraşacağım” cümlesi ve hayal kırıklığı ile bu aktivite direkt Ümit ablaya kaktırılıyor.
Müzik? Arca’ya göre şahane! "bi daha bi daha!" tezahuratlarıyla defalarca "Nane limon kabuğu" şarkısını söyletiyor.
Müzik konusundaki ciddi çabalara rağmen orta!
Kitap okuma:
İyi! Sadece okurken daha az uyuyakalmalı, bu konuda desteğe ihtiyacı var. Arca’nın dürtüp “oku” buyurması her zaman işe yaramıyor.
Masal anlatma :
İyi! Uydurma güzel ancak sonunu getirmede olayları bağlamada biraz destek almalı. At çiftliğinden küçük tayın nasıl kaçabildiği hala soru işareti.
Sosyallik:
10 NUMARA! Eve sürekli misafir gelsin, sürekli bir yerlere gidilsin, Arca bir şekilde oyalansın, anane babane her daim hayata dahil olsun.
Hatta parktaki anneler, sanal gerçek her ortamda sosyal olabilme becerisi yüksek!
Paylaşma :
Süper! Özellikle ev işlerini başkalarının üzerine kaktırmak suretiyle görev paylaşımı yapma konusunda çok gelişti. Hemen her ev işi Ümit ablaya, toz alma Arca’ya, yerleri süpürme İlkere, Pazar alışverişi babaneye, sofrayı toplamak gelen misafire itinayla kaktırılır.
Özbakım becerileri:
Gelişti.
Lohusalık dönemindeki kendini tanıyamaz anne yerini ayda bir saç kestiren kırışık önleyici kremlerini düzenli kullanan anneye bıraktı.
Kilo-boy gelişimi :
Boy artık uzamaz lakin yüksek topuklularla irtifa kazanılabilir.
Kilo standartın altında ki bu bir anne için iyi bir gelişim!
Organizasyon:
Gelişmekte!
İlker giyininceye kadar (ki en fazla 10 dakika) 2 koluyla ahtapottan daha ahtapot Arca’yı giydirip, eşyalarını, oyuncakları seçmesini sağlayıp, hazırlayabilmekte, bu arada kendi eşyalarını hazırlayıp giyinip makyaj yapabilmektedir.
Uyku düzeni:
Arca daha az uyanırken Yeliz’in gece uyanmaları arttı. Önlem almalı dikkat etmeli!
Rahatlık :
Gelişmekte. Daha bir “saldım çayıra ama illa ki kollana” halleri. Olacak olacak ümit var!
Olaylara bakış açısı:
İyimser, 2 yaşına 2 kalmış bir çocuğun penceresinden bakabilme becerisi kazanmaya çalışıyor. Umut verici.
Donanım:Okuduğu sayısız kitap ile "terrible 2" sendromlarını "lovable 2" durumlarına çevirme konusunda donanım sahibi. Teori desen zehir gibi pratik dersen sallanmakta! (Ali desidero)
Dil gelişimi:
Ortamdan etkileniyor. Arca ile olduğu vakitler yaşının çok altına takriben 2 yaşa kadar düşüyor. Tek kelimelerle konuşuyor. Normal yaşamında dil gelişimine özen gösteriyor.
24 Aralık 2010 Cuma
EMZİRME REFORMU GEREKLİ!
Blogcuanne Elif’i çok seviyoruz, takip ediyoruz. Çok güzel bir reform için kolları sıvadı, hepimize önayak oldu.
Bir mim başlattı, Özgüranne’den bize bir sobe geldi, hemen yanıtlıyorum.
Kimler yanıtlamak ister?
Başakçım, Hülyam, kisd, İlknur (çok uğraştığını biliyorum, bana ilham olmuştun)
bir el atsanız canlar: )
Sorular şöyle:
(1) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)
Çok düşük olduğunu (%1,3) sonradan öğrenip şok olmuştum, tahminim %50 filandı.
(2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?
6 ay sadece anne sütü aldı. Sonra 1 yaşına 10 gün kala tamamen bitti.
(3) Kaç ay doğum izni kullandınız?
16 hafta kullandım.
(4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
Evet ama bilinenden farklı bir yöntem ile. Şöyle ki;
39 hafta boyunca günde 1,5 saat izin kullanmak yerine 13 hafta boyunca günde 4,5 saat izin kullandım. Yani sabahtan öğleye kadar çalıştım, öğleden sonra evdeydim. Şirketim önce anlamadı, yok bildiğimiz usül olsun dediler. Yılmadım güzel güzel anlattım, akıllarına yattı. Çünkü matematiksel olarak onlara giren çıkan bir şey yoktu. Sonra ben kendimi biliyorum, o 1,5 saat erken çıkmaları bir süre sonra yapamayacaktım, hiçbir zaman mesai saatlerine uyamadım, yanacaktı izinler. Belki de şirkete batacaktı 39 hafta hergün erken çıkışım, çünkü benzer tecrübeler gördüm evvelden. Sonuç olarak böylesi çok iyi oldu. İş yerinde süt sağdım, erken de çıkınca 6 ay ilave hiçbir şeye gerek olmadan anne sütü ile tamamlandı. Sonra da stoklar ve sabah akşam gece emmeleri ile devam etti.
(5) Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?
Hayır kesinlikle karşılaşmadım. Kurumsal bir Alman şirketi olduğu ve kanunlara çok uyduğu için hakkım ne ise aldım. Ne eksik ne fazla. İş ortamında da sorun yaşamadım. Ama yaşayanlar oldu, gördüm, erken çıkışlara, süt sağmak için ofisten ayrılanlara iş arkadaşları tarafından tepki gösterilenlere tanık oldum önceden. Biraz da ben laf gelmesin diye şartlarımı çok zorladım belki bu sebepten karşılaşmamışımdır.
(6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?
Hiç yaşamadım. Bir pareom vardı, gerekli durumlarda onu örttüm üstümüze. Emzirme odalarını kullandım bol bol. Hatta Alsancak’taki Mothercare mağazasının arka tezgahları bizi iyi tanır: )
(7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?
İnternet ve bu yolda beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımın çok desteğini gördüm, ayrıca eşimin. Çok araştırdım, kendimi çok motive ettim. Ancak profesyonel bir destek almadım.
(8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan “sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?
Arca ilk ayda doğum kilosunun çok altına düştüğünde doktorumuz henüz anne sütüyle devam edelim demişken etraftan “pek küçük mama verelim, toparlansın” dediklerinde üstlerine yürümüşlüğüm vardır. 1 yaşına yaklaştığında büyük insan gibi yediği ve anne sütünü sadece süt olarak içtiği için kimse pek karışmamıştı.
(9) Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?
Biliyorum, sadece annelerin değil, herkesin bilinçlenmesi için çok gerekli. Çocuğun sağlıklı yetişmesi sadece annenin sorumluluğunda değildir, toplumsal bir sorumluluktur.
(10) Emzirme Reformu’nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak için www.emzirmereformu.com adresindeki formu doldurmanız yeterli
Ben Blogcuanne’ye yorum bırakmıştım ama web adresindeki formu atlamışım hemen doldurdum.
Yukarıdaki soruları yanıtladıktan sonra, veri takibi yapabilmek açısından yazınızın linkini bilgi@emzirmereformu.com adresine gönderiniz.
(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98′i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.
Bir mim başlattı, Özgüranne’den bize bir sobe geldi, hemen yanıtlıyorum.
Kimler yanıtlamak ister?
Başakçım, Hülyam, kisd, İlknur (çok uğraştığını biliyorum, bana ilham olmuştun)
bir el atsanız canlar: )
Sorular şöyle:
(1) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)
Çok düşük olduğunu (%1,3) sonradan öğrenip şok olmuştum, tahminim %50 filandı.
(2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?
6 ay sadece anne sütü aldı. Sonra 1 yaşına 10 gün kala tamamen bitti.
(3) Kaç ay doğum izni kullandınız?
16 hafta kullandım.
(4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
Evet ama bilinenden farklı bir yöntem ile. Şöyle ki;
39 hafta boyunca günde 1,5 saat izin kullanmak yerine 13 hafta boyunca günde 4,5 saat izin kullandım. Yani sabahtan öğleye kadar çalıştım, öğleden sonra evdeydim. Şirketim önce anlamadı, yok bildiğimiz usül olsun dediler. Yılmadım güzel güzel anlattım, akıllarına yattı. Çünkü matematiksel olarak onlara giren çıkan bir şey yoktu. Sonra ben kendimi biliyorum, o 1,5 saat erken çıkmaları bir süre sonra yapamayacaktım, hiçbir zaman mesai saatlerine uyamadım, yanacaktı izinler. Belki de şirkete batacaktı 39 hafta hergün erken çıkışım, çünkü benzer tecrübeler gördüm evvelden. Sonuç olarak böylesi çok iyi oldu. İş yerinde süt sağdım, erken de çıkınca 6 ay ilave hiçbir şeye gerek olmadan anne sütü ile tamamlandı. Sonra da stoklar ve sabah akşam gece emmeleri ile devam etti.
(5) Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?
Hayır kesinlikle karşılaşmadım. Kurumsal bir Alman şirketi olduğu ve kanunlara çok uyduğu için hakkım ne ise aldım. Ne eksik ne fazla. İş ortamında da sorun yaşamadım. Ama yaşayanlar oldu, gördüm, erken çıkışlara, süt sağmak için ofisten ayrılanlara iş arkadaşları tarafından tepki gösterilenlere tanık oldum önceden. Biraz da ben laf gelmesin diye şartlarımı çok zorladım belki bu sebepten karşılaşmamışımdır.
(6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?
Hiç yaşamadım. Bir pareom vardı, gerekli durumlarda onu örttüm üstümüze. Emzirme odalarını kullandım bol bol. Hatta Alsancak’taki Mothercare mağazasının arka tezgahları bizi iyi tanır: )
(7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?
İnternet ve bu yolda beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımın çok desteğini gördüm, ayrıca eşimin. Çok araştırdım, kendimi çok motive ettim. Ancak profesyonel bir destek almadım.
(8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan “sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?
Arca ilk ayda doğum kilosunun çok altına düştüğünde doktorumuz henüz anne sütüyle devam edelim demişken etraftan “pek küçük mama verelim, toparlansın” dediklerinde üstlerine yürümüşlüğüm vardır. 1 yaşına yaklaştığında büyük insan gibi yediği ve anne sütünü sadece süt olarak içtiği için kimse pek karışmamıştı.
(9) Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?
Biliyorum, sadece annelerin değil, herkesin bilinçlenmesi için çok gerekli. Çocuğun sağlıklı yetişmesi sadece annenin sorumluluğunda değildir, toplumsal bir sorumluluktur.
(10) Emzirme Reformu’nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak için www.emzirmereformu.com adresindeki formu doldurmanız yeterli
Ben Blogcuanne’ye yorum bırakmıştım ama web adresindeki formu atlamışım hemen doldurdum.
Yukarıdaki soruları yanıtladıktan sonra, veri takibi yapabilmek açısından yazınızın linkini bilgi@emzirmereformu.com adresine gönderiniz.
(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98′i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.
23 Aralık 2010 Perşembe
Ne tatlı bir yorgunluktu
Aldık aldık sonunda :)
Yemekten hemen sonra
'90 hits kanalı açıldı...
Arka planda Arca dans etmekte...
İlker süsleri hazırlamakta, uçlarına kanca takmakta ve
"fotoğraf çekmenin sırası mı kadın! kalk yardım et" şeklinde çemkirmekte...
Bense ağzım kulaklarımda mutluluktan uçmaktayım!!
Sonunda benim de gerçek bir çam ağacım oldu!
da...
şimdiden koca ağacı nasıl kutusuna geri koyup saklayacağız derdi sardı!
21 Aralık 2010 Salı
Geçmiş zaman olur ki
Hamarat insanlara çok özeniyorum. Hani her şeyi kendi yapan, eline her iş yakışan insanlar vardır. Bir poşetten bir oyuncak bebek yapabilir böyleleri. Annem böyledir mesela.
Konfeksiyonun bugünkü kadar kolay ulaşılabilir ve ucuz olmadığı yıllarda bütün kıyafetlerimizi annem dikerdi.
Dikiş, çocukluğumun en güzel anılarından biridir.
Annemin çok güzel dikiş dikmesinden midir yoksa dikiş malzemelerinin her daim ortalıkta olmasından mıdır bilinmez, çocukken terzi olmak isterdim. Annem Burda dergilerinin bütün sayılarını alır, içindeki patron kağıtlarından kalıplar çıkarırdı. Eski sabunları atmaz, kumaşı bu sabunlarla çizerdi. En çok da Duru elmalı yeşil sabun! Salonun geniş yerinde oturur, kumaşa ilk makası vurmadan hemen önce beni çağırırdı, “ oturma odasından koşarak gel” derdi. Çocukluğun heyecanı ile uzun koridoru patır kütür koştururdum. Mutlaka boynuna sarılırdım. “Ay tamam dur makas var elimde” değişmeyen cümle. Koşar gelirsem dikişin hızlıca biteceğine inanırdı(k).
Ben çok küçükken Singer dikiş makinası vardı annemin, altı dolap olanlardan, içine girip saklanırdım.
İşte bu resimdeki gibi…
Kumaşı iğnesinin altından geçirip sedefli beyaz ojeli parmaklarıyla iki tarafından gerdirdiği geliyor gözümün önüne, gözümü kırpmadan seyrederdim. Hep bir dikiş makinem olsun istemiştim. Parmaklarımı anneminki gibi iki tarafında çeke çeke tutturayım kumaşımı, makine bızt diye diksin.
O zamanlar cadde üzerinde olan Nokta kırtasiyesi, oyuncak da satardı. Nicedir vitrinden bakıştığım bir dikiş makinası vardı. Hem pilli hem de kollu. Minicik pembe beyaz. bayram harçlarımı biriktirmiş, üzerine de annemler eklemişti, kalbim küt küt, alıp eve gelmiştik. O zamana kadar elle yaptığım makine dikişini artık makinemle yapabilecektim, Allahım ne mutluluk. Annem ne zaman dikiş tezgahını kursa, ben de kendi malzemelerimi dökerdim. Saatlerce dikiş diktiğimi hatırlıyorum. Öyle tasarım harikaları değil tabii ki, oyuncak bebeğin annemin artan kumaşları üzerine yatırılarak çıkarılmış kalıplardan elbiseler, etekler. Keserken bez bebeğimin kolunu kesmişim, hadi bir dikiş de ona.
Terzilik çocukluk hayali olarak kaldı. Sonraları lisedeyken annemle şahane elbiseler, bluzlar diktiğimizi hatırlıyorum. Tabii o dikerdi ama ben de onunla Kemeraltı’na iner Tatarlar’dan Hacılar’dan köşedeki parça kumaşçıdan kumaş seçerdim. Sağda solda gördüğüm modelleri anlatırdım, annem yine Burda dergilerinden çıkardığı kalıplarla uydurur, dikerdi. Defalarca prova defalarca oynama, kurcalama. Çok keyifli günlerdi.
Sonra sonra hazır giyim ucuzladı, dikmek külfet gelmeye başladı anneme. En son ablama hamile kıyafetleri diktiğini hatırlıyorum. Öyle bıkmış ki dikmekten şimdilerde dikiş desen “aman pazarda 3 kuruşa alasını alıyorum, ne gereği var, o kadar zaman harcamanın” der. Belki de ben odadan koşup gelmiyorum ya artık tadı kalmamıştır dikişin:)
O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, alışverişe çıkmadan önce dergi karıştırırım, satın alacağım kıyafetleri önce kafamda giydiririm kendime. Sonra butikteki tezgahtarlara anlatırım, şurası şöyle burası böyle diye. Genelde anlamazlar, başka bir şeyler önerirler. Kabinde denediğim kıyafetlerin hemen hiç biri aklımdakiyle örtüşmez, pek çok defa elim boş dönerim.
Alışveriş dönüşü İlker ne aldığımı sorar, çoğu zaman "hiç" derim, nasıl bir şey aradığımı anlatırım, "hadi" der "nerde gördüysen gidip alalım". Alamayız ki kafamın içinde gördüm ben o kıyafeti.
Geçende alışverişe gittiğimde yine bu geldi aklıma, keşke annem gibi derdimi anlatabildiğim bir terzi olsa elimin altında, istediğim elbiseleri anlatabileyim, istediğim kumaşları birlikte seçelim, sonra dikelim. Ya da keşke vaktim, becerim, sabrım olsa, kendim diksem eski günlerdeki gibi.
Konfeksiyonun bugünkü kadar kolay ulaşılabilir ve ucuz olmadığı yıllarda bütün kıyafetlerimizi annem dikerdi.
Dikiş, çocukluğumun en güzel anılarından biridir.
Annemin çok güzel dikiş dikmesinden midir yoksa dikiş malzemelerinin her daim ortalıkta olmasından mıdır bilinmez, çocukken terzi olmak isterdim. Annem Burda dergilerinin bütün sayılarını alır, içindeki patron kağıtlarından kalıplar çıkarırdı. Eski sabunları atmaz, kumaşı bu sabunlarla çizerdi. En çok da Duru elmalı yeşil sabun! Salonun geniş yerinde oturur, kumaşa ilk makası vurmadan hemen önce beni çağırırdı, “ oturma odasından koşarak gel” derdi. Çocukluğun heyecanı ile uzun koridoru patır kütür koştururdum. Mutlaka boynuna sarılırdım. “Ay tamam dur makas var elimde” değişmeyen cümle. Koşar gelirsem dikişin hızlıca biteceğine inanırdı(k).
Ben çok küçükken Singer dikiş makinası vardı annemin, altı dolap olanlardan, içine girip saklanırdım.
İşte bu resimdeki gibi…
Kumaşı iğnesinin altından geçirip sedefli beyaz ojeli parmaklarıyla iki tarafından gerdirdiği geliyor gözümün önüne, gözümü kırpmadan seyrederdim. Hep bir dikiş makinem olsun istemiştim. Parmaklarımı anneminki gibi iki tarafında çeke çeke tutturayım kumaşımı, makine bızt diye diksin.
O zamanlar cadde üzerinde olan Nokta kırtasiyesi, oyuncak da satardı. Nicedir vitrinden bakıştığım bir dikiş makinası vardı. Hem pilli hem de kollu. Minicik pembe beyaz. bayram harçlarımı biriktirmiş, üzerine de annemler eklemişti, kalbim küt küt, alıp eve gelmiştik. O zamana kadar elle yaptığım makine dikişini artık makinemle yapabilecektim, Allahım ne mutluluk. Annem ne zaman dikiş tezgahını kursa, ben de kendi malzemelerimi dökerdim. Saatlerce dikiş diktiğimi hatırlıyorum. Öyle tasarım harikaları değil tabii ki, oyuncak bebeğin annemin artan kumaşları üzerine yatırılarak çıkarılmış kalıplardan elbiseler, etekler. Keserken bez bebeğimin kolunu kesmişim, hadi bir dikiş de ona.
Terzilik çocukluk hayali olarak kaldı. Sonraları lisedeyken annemle şahane elbiseler, bluzlar diktiğimizi hatırlıyorum. Tabii o dikerdi ama ben de onunla Kemeraltı’na iner Tatarlar’dan Hacılar’dan köşedeki parça kumaşçıdan kumaş seçerdim. Sağda solda gördüğüm modelleri anlatırdım, annem yine Burda dergilerinden çıkardığı kalıplarla uydurur, dikerdi. Defalarca prova defalarca oynama, kurcalama. Çok keyifli günlerdi.
Sonra sonra hazır giyim ucuzladı, dikmek külfet gelmeye başladı anneme. En son ablama hamile kıyafetleri diktiğini hatırlıyorum. Öyle bıkmış ki dikmekten şimdilerde dikiş desen “aman pazarda 3 kuruşa alasını alıyorum, ne gereği var, o kadar zaman harcamanın” der. Belki de ben odadan koşup gelmiyorum ya artık tadı kalmamıştır dikişin:)
O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, alışverişe çıkmadan önce dergi karıştırırım, satın alacağım kıyafetleri önce kafamda giydiririm kendime. Sonra butikteki tezgahtarlara anlatırım, şurası şöyle burası böyle diye. Genelde anlamazlar, başka bir şeyler önerirler. Kabinde denediğim kıyafetlerin hemen hiç biri aklımdakiyle örtüşmez, pek çok defa elim boş dönerim.
Alışveriş dönüşü İlker ne aldığımı sorar, çoğu zaman "hiç" derim, nasıl bir şey aradığımı anlatırım, "hadi" der "nerde gördüysen gidip alalım". Alamayız ki kafamın içinde gördüm ben o kıyafeti.
Geçende alışverişe gittiğimde yine bu geldi aklıma, keşke annem gibi derdimi anlatabildiğim bir terzi olsa elimin altında, istediğim elbiseleri anlatabileyim, istediğim kumaşları birlikte seçelim, sonra dikelim. Ya da keşke vaktim, becerim, sabrım olsa, kendim diksem eski günlerdeki gibi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)