Tatilin iyisi kötüsü olmaz.
Benimki az uykulu çok koşturmacalı bir tatildi. An itibari ile işleri biraz hafiflettim ama göz kapaklarım ağır! Dinlendim geldim bomba gibiyim diyemeyeceğim, zihin yorgunluğu hiçbir şeye benzemiyor.
Annemin leziz mamalarına ve her akşam içilen biralara yenilen mangallara dondurmalara rağmen kilo bile vermişim. Arca ve yer yüzü görmeyen götü sağ olsun!
Arca’nın kaka pek mülayim (bu lafa müthiş gülerim:P) gitti. Geceleri bile “kaka var” diye uyandığı oldu. Arca'nın kaka icraatını müteakip anane, baba kim bulunursa tuvalete davet edildi ve maaile burnumuza kadar klozete yaklaşıp her kakayı tahlil ettik. Ateş olmayınca, tam da su gibi gitmeyince yediklerine yorduk. İyice abarttığı süte bir süre ara, şeftaliye tam gaz.
İlker’in zihin açıcı eğitimleri sayesinde Fiat, Ford, Mercedes, Opel tüm markaları amblemlerinden tanıyor artık. Allahım bugünleri de gördüm ya!! Benim bebem muhteşem:))
Bir de Pegeot gördüğünde PEZOOOO diye bağırmasa daha iyi olacak.
Unutulmaz bir tatildi ama hatırlamak istediğim huzur bu karede! Oğlumla ikimiz akşama doğru boş sahilde dalgalarla boğuşmanın ardından yorgunluk atıyoruz. Kameranın arkasında kitap okuyan bir ben, henüz tatilin ilk günü…
27 Temmuz 2011 Çarşamba
22 Temmuz 2011 Cuma
an itibari ile...
Dün gece ayrı kaldığım cücenin yeni traş olmuş suratının fotoğrafını gönderdi ilker.
20 dakika rötar yapan uçağı beklerken moralim düzelsin diye.
an itibari ile b.k gibi bir kahveye 6 tl vermenin acısını hissediyorum, çoook yavaş bir internet bağlantısı için herşey, ne acı...
Dün akşam ağzının içine düştüğüm, içime sokasım gelen üç kadın ile beraberdim. An itibari ile hala sarhoşluğu içindeyim dün gecenin
An itibari ile evde yemekli misafir var, muhtemelen misafirler salata yapıyor ve muhtemelen ben gece çalışacağım.
Buna rağmen yaşasın long weekend!! yaşasın yazlıkta 4 gün yaymaca...
An itibari ile uçağa binmem gerekiyor, zira LAST CALL!!
20 Temmuz 2011 Çarşamba
Balık vs Boğa
Arca ile çekişmelerimizi tahlil edeceğiz diye kasmanın lüzumu yok. Öyle iki üniversite müfredatı genişliğinde kitap bitirmeye de gerek yok.
Çözdüm ben, aslında sorun gayet basit! Adamın karakteri zıt bana!
Ama ben bunların başıma geleceğini biliyordum.
Az kasamadık çocuğu boğa burcu yapamadık. İki ay ya çok değil, tut kendini di mi:P
Yok aldık elimize balığın alasını! Şimdi uğraş dur.
Balık burcu kötüdür demiyorum lakin bize ters!
İlker de ben de boğa burcuyuz.
Nedir boğa burcu?
Topraktır, kök salmaktır, ayağı yere sağlam basmaktır, maddedir, gerçekçidir, paracıdır, lükse düşkündür…
Balık oğlan nedir?
Sudur, sulu gözün önde gidenidir, su gibi akışkandır, sınırlarını çizemezsin, hayalcidir, hayallerine kendi de inanır, oyuncudur, seyirciye oynar (pis tiyatrocu!) , maddeye önem vermez, duygusaldır, şekilden şekle girer, bir öyle bir böyledir, bir bakarsın ağlamış, sen daha teselli etmeye başlamadan kahkahayı basmış! Ne ara?
Bana kimse, Balık burcu duygusaldır, sanatçı ruhludur, edebiyata düşkün olur, hayal gücü geniştir, iyi huyludur, sakindir, sosyaldir, sevecendir demesin! Kimse bana “ruhunuzun derinliklerine bakan bir burca mensup çocuğunuz var, şanslısınız”, demesin!
Benim oğlan karanlık bir odada hayali geyiklere hayali yemek ve su veriyor, Ümit teyzesinin olmayan oğluna ait hikayeler anlatıyor, benim aklımın ermediği bu soyut dünyayı ne yapacağız?
Yok yok ... Ben sonumuzu biliyorum, geçenlerde D&R’da kitap karıştırırken, aile hayatımızın gidişatı ile ilgili çok net ve özet bir veri elde ettim.
Boğa burcunun hayattaki amacı : servet edinmek
Balık burcunun hayattaki amacı : dünyayı gezmek
Hemen İlker’i aradım, “biz zengin olacağız diye bi tarafımızı yırtalım, bizim oğlan bizim paraları dünyayı gezecem diye yiyecek, ahanda buraya yazıyorum!”
Çözdüm ben, aslında sorun gayet basit! Adamın karakteri zıt bana!
Ama ben bunların başıma geleceğini biliyordum.
Az kasamadık çocuğu boğa burcu yapamadık. İki ay ya çok değil, tut kendini di mi:P
Yok aldık elimize balığın alasını! Şimdi uğraş dur.
Balık burcu kötüdür demiyorum lakin bize ters!
İlker de ben de boğa burcuyuz.
Nedir boğa burcu?
Topraktır, kök salmaktır, ayağı yere sağlam basmaktır, maddedir, gerçekçidir, paracıdır, lükse düşkündür…
Balık oğlan nedir?
Sudur, sulu gözün önde gidenidir, su gibi akışkandır, sınırlarını çizemezsin, hayalcidir, hayallerine kendi de inanır, oyuncudur, seyirciye oynar (pis tiyatrocu!) , maddeye önem vermez, duygusaldır, şekilden şekle girer, bir öyle bir böyledir, bir bakarsın ağlamış, sen daha teselli etmeye başlamadan kahkahayı basmış! Ne ara?
Bana kimse, Balık burcu duygusaldır, sanatçı ruhludur, edebiyata düşkün olur, hayal gücü geniştir, iyi huyludur, sakindir, sosyaldir, sevecendir demesin! Kimse bana “ruhunuzun derinliklerine bakan bir burca mensup çocuğunuz var, şanslısınız”, demesin!
Benim oğlan karanlık bir odada hayali geyiklere hayali yemek ve su veriyor, Ümit teyzesinin olmayan oğluna ait hikayeler anlatıyor, benim aklımın ermediği bu soyut dünyayı ne yapacağız?
Yok yok ... Ben sonumuzu biliyorum, geçenlerde D&R’da kitap karıştırırken, aile hayatımızın gidişatı ile ilgili çok net ve özet bir veri elde ettim.
Boğa burcunun hayattaki amacı : servet edinmek
Balık burcunun hayattaki amacı : dünyayı gezmek
Hemen İlker’i aradım, “biz zengin olacağız diye bi tarafımızı yırtalım, bizim oğlan bizim paraları dünyayı gezecem diye yiyecek, ahanda buraya yazıyorum!”
19 Temmuz 2011 Salı
Sırtta kışlık, elde teşkilat
Hayır dedim bizim başımıza gelmez. O bir kız çocuğu, kız çocukları yapar böyle şeyler. Kendilerini bebek giydirir gibi giydirirler. Yazın kışlık kışın yazlık giyerler, kat kat giyerler... Duru da böyleydi, hala böyle.
İşte Ela'nın fotoğrafını görünce bunları geçirdim aklımdan. Şebek ikoncan.
Her zamanki gibi yanılttı cüce beni.
Don üstü kışlık penye ile Cansu'lara gideceğim diye tutturdu. NEyse ki kollarını kıvırmayı kabul etti.
Son günlerin flaş pozu, el malum teşkilatta! Tüm surata yayılmış gevrek bir gülümseme:)
Evden çıkasıya döktüğü terler ders olmuş olacak, mevsim normallerinde giyinmeye ikna oldu.
Bu arada süper oynuyorlar Cansu ile.
Cansu'nun mutfak seti var, bebekleri var... Bizde olmayan ne kadar çok oyuncağı var. Birlikte yemek pişirip kahve ikram ediyorlar bize. İş bölümü yapıyorlar.
Bir ara balkona bile çıkıp sohbet ettik, onlar Cansu'nun yatağında tavşanlarını konuşturuyorlardı.
Cansu'larda çenesini yardığı gün, Cansu'nun babası Umut (Arca'nın dilinde Unut Amca) kocaman bir arabasını vermişti, ödünç olarak. Pek hoyrat sevdi Arca arabayı. Birkaç parçası eksildi bizim evde.
Şimdiden Arca'ya ezberletmeye çalışıyoruz : "Unut amca sen bu arabayı unut!"
İşte Ela'nın fotoğrafını görünce bunları geçirdim aklımdan. Şebek ikoncan.
Her zamanki gibi yanılttı cüce beni.
Don üstü kışlık penye ile Cansu'lara gideceğim diye tutturdu. NEyse ki kollarını kıvırmayı kabul etti.
Son günlerin flaş pozu, el malum teşkilatta! Tüm surata yayılmış gevrek bir gülümseme:)
Evden çıkasıya döktüğü terler ders olmuş olacak, mevsim normallerinde giyinmeye ikna oldu.
Bu arada süper oynuyorlar Cansu ile.
Cansu'nun mutfak seti var, bebekleri var... Bizde olmayan ne kadar çok oyuncağı var. Birlikte yemek pişirip kahve ikram ediyorlar bize. İş bölümü yapıyorlar.
Bir ara balkona bile çıkıp sohbet ettik, onlar Cansu'nun yatağında tavşanlarını konuşturuyorlardı.
Cansu'larda çenesini yardığı gün, Cansu'nun babası Umut (Arca'nın dilinde Unut Amca) kocaman bir arabasını vermişti, ödünç olarak. Pek hoyrat sevdi Arca arabayı. Birkaç parçası eksildi bizim evde.
Şimdiden Arca'ya ezberletmeye çalışıyoruz : "Unut amca sen bu arabayı unut!"
Az laf Çok fotoğraf
Bu çocuklar nereye bakıyor?
Tabii ki PASTAYA!!
Çikolata kıtlığından çıkmış Arca pastanın sadece çikolatasını tırtıkladı, itinayla ayırdı. Ela dilimin tamamına daldı.
Pastadan sonra "iyi ki doğdun Tuna" şarkısı... Arca söyler , Ela oynar, lay lay lay...
Pasta biter eğlence bitmez!
Hülya süper bir sürpriz hazırlamış miniklere... Baloncuklar!
Bayıldılar!
Sihirli üç yaş hoşgeldin:)
Hep gül! Hep böyle neşeli ol, güzel gülüşlü Tunişim:)
Partiden eve dönerken Arca:
"Anne, baba sizi çok seviyom"
"Anne baba çok eğlendik di mi!"
"Baba bana sakız veliii misin" (Parti konseptine uymuyor ama araba ile sakız ve baba bağdaştığı için değişmez talep!)
Tabii ki PASTAYA!!
Çikolata kıtlığından çıkmış Arca pastanın sadece çikolatasını tırtıkladı, itinayla ayırdı. Ela dilimin tamamına daldı.
Pastadan sonra "iyi ki doğdun Tuna" şarkısı... Arca söyler , Ela oynar, lay lay lay...
Pasta biter eğlence bitmez!
Hülya süper bir sürpriz hazırlamış miniklere... Baloncuklar!
Bayıldılar!
Sihirli üç yaş hoşgeldin:)
Hep gül! Hep böyle neşeli ol, güzel gülüşlü Tunişim:)
Partiden eve dönerken Arca:
"Anne, baba sizi çok seviyom"
"Anne baba çok eğlendik di mi!"
"Baba bana sakız veliii misin" (Parti konseptine uymuyor ama araba ile sakız ve baba bağdaştığı için değişmez talep!)
17 Temmuz 2011 Pazar
Otuzlu yaşlar fos çıktı!
Geçen hafta şiddetli baş ağrısı yakınmasıyla İlker’i hastaneye götürüp MR’dan kollestrole kadar ne kadar tetkik varsa yaptırdım. Öyle acı eşiği yüksek bi adamdır ki kendisi, ağrım var diyorsa hastaneliktir.. Neyse bi şey çıkmadı.
Formları doldururken 33 yaşında olduğu dank etmiş kendisine. Dolayısı ile ben de 33 oluyorum. İnsan alıştıra alıştıra söyler, öyle yüzüne pat diye vurmaz. Ama vuruyor işte.
Kendi adıma otuzlu yaşlardan büyük beklentilerim vardı. Olgunlaşacaktım mesela, yok olmadı. Oturaklı, bilge, profesyonel yapacaktı otuzlu yaşlar beni. Anne gibi anne yapacaktı, şebekyus değil! Fos çıktı otuzlu yaşlar. Hala kendimi lisede falan hissediyorum.
“Küçül de cebime gir!”
Evet benim gibi şuursuzlar için doğru cümle.
Pazar günü pazardan dönüşte Arca koşmak istedi. Koşu parkuru olarak Agora’yı seçtim, sabah saatleri pek serin ve tenha olur, İzmirim insanı daha totosunda pirelerle münasebettedir o vakitler. Onunla yarış yaparken vitrinden gördüm ikimizi. İki yaşında bir velet ve koca kadın! Her ne kadar spor ayakkabılarım ve sırt çantam da olsa, koca kadınım ayol! Utan el kadar veletle dükkanlarda dans etmeye – evet hangisinde güzel müzik çalıyorsa oraya girip kudurduk. (bu arada Arca’yı esefle kınıyorum, Koton’da 70% indirim başlamıştı, iki dakika izin vermedi anası baksın iki parça eşyaya!)
Koca kadınım ama araba yıkayıcısından resmen çocuk gibi azar işittim. Madem Agora’da vakit geçireceğiz, arabayı yıkatayım diye bıraktım. Benim eski emektarla sık kaza yaptığımdan yıkamacıya vermeye gerek olmazdı. Servis, tamirden sonra sağ olsun yıkayıp teslim ederlerdi. Bu arabada daha temkinliyim kanımca, ama bu defa da yıkanmıyor araba. Dolayısıyla yıkamacı abi beni çekti kenara “abla sen napıyorsun, pasta cila yaptır buna, hiç bakmamışsın arabaya, olmaz böyle, bak pütür olmuş, yıka yıka temizlenmedi be..” diyemedim “ulen ne diyon ben 33 yaşında çoluk çocuk sahibi kadınım, sen kimi azarlıyon!”, içimde kaldı.
Tabii bunda adamın haklı oluşunun ve benim bilinçaltımda bir yerlerde kendimi küçük hissetmemin payı büyük!
Zaman denen şey benim bilinçaltımı pek kaale almadan bildiği gibi ilerliyor. Göz çevresi kırışıklıklarım yaşımı fazlasıyla ele veriyor ve kozmetik denen sektör benim derdime mucize bir çare icat etmedi henüz. Botoksa bile sempati duymaya başlamıştım ki Ajda Pekkan’ı gördüm televizyonda, jüri üyesiymiş. Ne zamandır alıcı gözle bakmamışım. Pek biyonik göründü gözüme.
Yok yok bu fotoğraftakinden çok çok farklı gördüğüm yüz...
Sonra bir gazetenin magazin sayfalarını tıklarken onu gördüm... Vahide Gördüm.
1965 doğumlu olmasına rağmen yaşından daha yaşlı göründüğünü haber yapmışlar.
Ne saçma!
33 sene sonra Ajda Pekkan gibi görüneceğime, 13 sene sonra Vahide Gördüm gibi görünmeyi tercih ederim!
Yaş alma ile ilgili bakış açımı değiştiren bir anı da OIP'ten... Çok seviğim bir yazı. Ne zaman kırışıklıklarıma baksam, o yazı geliyor aklıma.
Formları doldururken 33 yaşında olduğu dank etmiş kendisine. Dolayısı ile ben de 33 oluyorum. İnsan alıştıra alıştıra söyler, öyle yüzüne pat diye vurmaz. Ama vuruyor işte.
Kendi adıma otuzlu yaşlardan büyük beklentilerim vardı. Olgunlaşacaktım mesela, yok olmadı. Oturaklı, bilge, profesyonel yapacaktı otuzlu yaşlar beni. Anne gibi anne yapacaktı, şebekyus değil! Fos çıktı otuzlu yaşlar. Hala kendimi lisede falan hissediyorum.
“Küçül de cebime gir!”
Evet benim gibi şuursuzlar için doğru cümle.
Pazar günü pazardan dönüşte Arca koşmak istedi. Koşu parkuru olarak Agora’yı seçtim, sabah saatleri pek serin ve tenha olur, İzmirim insanı daha totosunda pirelerle münasebettedir o vakitler. Onunla yarış yaparken vitrinden gördüm ikimizi. İki yaşında bir velet ve koca kadın! Her ne kadar spor ayakkabılarım ve sırt çantam da olsa, koca kadınım ayol! Utan el kadar veletle dükkanlarda dans etmeye – evet hangisinde güzel müzik çalıyorsa oraya girip kudurduk. (bu arada Arca’yı esefle kınıyorum, Koton’da 70% indirim başlamıştı, iki dakika izin vermedi anası baksın iki parça eşyaya!)
Koca kadınım ama araba yıkayıcısından resmen çocuk gibi azar işittim. Madem Agora’da vakit geçireceğiz, arabayı yıkatayım diye bıraktım. Benim eski emektarla sık kaza yaptığımdan yıkamacıya vermeye gerek olmazdı. Servis, tamirden sonra sağ olsun yıkayıp teslim ederlerdi. Bu arabada daha temkinliyim kanımca, ama bu defa da yıkanmıyor araba. Dolayısıyla yıkamacı abi beni çekti kenara “abla sen napıyorsun, pasta cila yaptır buna, hiç bakmamışsın arabaya, olmaz böyle, bak pütür olmuş, yıka yıka temizlenmedi be..” diyemedim “ulen ne diyon ben 33 yaşında çoluk çocuk sahibi kadınım, sen kimi azarlıyon!”, içimde kaldı.
Tabii bunda adamın haklı oluşunun ve benim bilinçaltımda bir yerlerde kendimi küçük hissetmemin payı büyük!
Zaman denen şey benim bilinçaltımı pek kaale almadan bildiği gibi ilerliyor. Göz çevresi kırışıklıklarım yaşımı fazlasıyla ele veriyor ve kozmetik denen sektör benim derdime mucize bir çare icat etmedi henüz. Botoksa bile sempati duymaya başlamıştım ki Ajda Pekkan’ı gördüm televizyonda, jüri üyesiymiş. Ne zamandır alıcı gözle bakmamışım. Pek biyonik göründü gözüme.
Yok yok bu fotoğraftakinden çok çok farklı gördüğüm yüz...
Sonra bir gazetenin magazin sayfalarını tıklarken onu gördüm... Vahide Gördüm.
1965 doğumlu olmasına rağmen yaşından daha yaşlı göründüğünü haber yapmışlar.
Ne saçma!
33 sene sonra Ajda Pekkan gibi görüneceğime, 13 sene sonra Vahide Gördüm gibi görünmeyi tercih ederim!
Yaş alma ile ilgili bakış açımı değiştiren bir anı da OIP'ten... Çok seviğim bir yazı. Ne zaman kırışıklıklarıma baksam, o yazı geliyor aklıma.
15 Temmuz 2011 Cuma
Adanmışlık, aldanmışlık
Biz küçükken ev işlerine kısmen dahil edilirdik, kendi isteğimiz ölçüsünde. Salata benim işimdi misal, bulaşık ablamın. Temizlik gibi ağır ve ciddi işlerde annem bizi çok zorlamazdı. Toz almak gibi sıkıcı işler belki, ablam da lavabo ovardı. Yemeği tam olarak yurtta kalmaya başladığımda pişirmeye başladığımı, temizliği ise evlendiğimde yaptığımı hatırlıyorum, ütü sadece yazın elimize verilirdi. Hep “siz dersinize çalışın” denirdi bize.
Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.
Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...
Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!
İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…
“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.
Herkes ve her şey için geçerli hayatta.
J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…
Annelikten başladık, annelikten bitirelim…
Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.
Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.
Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.
Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.
Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.
Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.
Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...
Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…
Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …
Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.
Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...
Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!
İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…
“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.
Herkes ve her şey için geçerli hayatta.
J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…
Annelikten başladık, annelikten bitirelim…
Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.
Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.
Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.
Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.
Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.
Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.
Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...
Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…
Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …
14 Temmuz 2011 Perşembe
İşte öyle bir şey
Sıkıcı bir ofis günü…
Şirketin yarısı tatilde, dolayısı ile öyle aman aman yoğun değilim. Dosyalama arşivleme bilgisayarı hafifletme… Ama hani evde de bir dolap düzenlemeye girersin, sonra işin içinden çıkamaz yarı yolda vazgeçersin ya, daha doğrusu vazgeçmek istersin ama o dağınıklığı eninde sonunda sen temizleyeceğin için elin mahkum vazgeçemezsin, işte öyle bir şey…
Sıkıcı bir ofis gününde yapılacak en iyi şey en az bir saatliğine Foruma kaçmaktır. Ama tembelliğin tutar, üşengeçliğin tutar, hava sıcaktır ve beyninde yumurta pişirecek kadar sıcaktır ve çıktığın an her bir ter bezin infilak edecekmiş gibi ter salgılamaya başlar, vazgeçersin işte öyle bir şey…
Hem eve gitmeyi iple çekersin hem de gidince ofiste yorulmuş zihnine yorgun bir bedenin de ekleneceğini düşünüp istemezsin işte öyle bir şey…
Naneli sakızın çiğnedikçe tadının gitmesine gıcık olursun, magnum yerine öğlenden kalma üç dilim karpuzu yediğine gıcık olursun, karpuzun çekirdeklerinin küçüklüğüne , çekirdekleri kibarlık edeceğim diye illa ki çatal bıçakla ayıklamak zorunda oluşuna gıcık olursun… hani hemen hiçbir ayrıntıdan mutluluk çıkaramazsın ya … işte öyle bir şey
Derken ayaklarım takıldı gözüme. Güdük boyuma asla uymayan babetlerim var. Belli ki öğlen gezeyim diye düşünmüş, giymişim. Hayır boşuna giymişim diye bıkbıklamayacağım. Çok ucuza aldım ben onları. Ve hemen her gün ayağımda. Hiç yakışmadığını biliyorum, - bunları alırken İlker yanımda olsa kesinlikle aldırmazdı, o bana hep topuklu ayakkabı alır - , beni iyice götten bacak gösterdiklerini biliyorum ama çok ucuza aldım ben onları!! Evet keyfimin yerine gelmesi için iyi bir ayrıntı…
Şimdi dükkanı kapatıp, eve dönüş yolunda marketten Miller alabilirim. Akşam cüceyi uyuttuktan sonra, buz gibi yıkanmış balkonda çerezimi yanına katık edip ayakkabılarımı ne kadar ucuza aldığımı kutlayabilirim.
Hani kutlamak için bahane ararsın ya, hani yorgunluğun üzerine bir oh çekip ayağını uzatırsın ya, hani her şey gözüne daha olumlu görünmeye başlar ya…
işte öyle bir şey … işte öyle bir şey…
Şirketin yarısı tatilde, dolayısı ile öyle aman aman yoğun değilim. Dosyalama arşivleme bilgisayarı hafifletme… Ama hani evde de bir dolap düzenlemeye girersin, sonra işin içinden çıkamaz yarı yolda vazgeçersin ya, daha doğrusu vazgeçmek istersin ama o dağınıklığı eninde sonunda sen temizleyeceğin için elin mahkum vazgeçemezsin, işte öyle bir şey…
Sıkıcı bir ofis gününde yapılacak en iyi şey en az bir saatliğine Foruma kaçmaktır. Ama tembelliğin tutar, üşengeçliğin tutar, hava sıcaktır ve beyninde yumurta pişirecek kadar sıcaktır ve çıktığın an her bir ter bezin infilak edecekmiş gibi ter salgılamaya başlar, vazgeçersin işte öyle bir şey…
Hem eve gitmeyi iple çekersin hem de gidince ofiste yorulmuş zihnine yorgun bir bedenin de ekleneceğini düşünüp istemezsin işte öyle bir şey…
Naneli sakızın çiğnedikçe tadının gitmesine gıcık olursun, magnum yerine öğlenden kalma üç dilim karpuzu yediğine gıcık olursun, karpuzun çekirdeklerinin küçüklüğüne , çekirdekleri kibarlık edeceğim diye illa ki çatal bıçakla ayıklamak zorunda oluşuna gıcık olursun… hani hemen hiçbir ayrıntıdan mutluluk çıkaramazsın ya … işte öyle bir şey
Derken ayaklarım takıldı gözüme. Güdük boyuma asla uymayan babetlerim var. Belli ki öğlen gezeyim diye düşünmüş, giymişim. Hayır boşuna giymişim diye bıkbıklamayacağım. Çok ucuza aldım ben onları. Ve hemen her gün ayağımda. Hiç yakışmadığını biliyorum, - bunları alırken İlker yanımda olsa kesinlikle aldırmazdı, o bana hep topuklu ayakkabı alır - , beni iyice götten bacak gösterdiklerini biliyorum ama çok ucuza aldım ben onları!! Evet keyfimin yerine gelmesi için iyi bir ayrıntı…
Şimdi dükkanı kapatıp, eve dönüş yolunda marketten Miller alabilirim. Akşam cüceyi uyuttuktan sonra, buz gibi yıkanmış balkonda çerezimi yanına katık edip ayakkabılarımı ne kadar ucuza aldığımı kutlayabilirim.
Hani kutlamak için bahane ararsın ya, hani yorgunluğun üzerine bir oh çekip ayağını uzatırsın ya, hani her şey gözüne daha olumlu görünmeye başlar ya…
işte öyle bir şey … işte öyle bir şey…
O bir "Survivor"
Sakarım demiş miydim? Evet demiştim, hatırlıyorum.
Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.
Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.
Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.
Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.
Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.
Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.
Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?
Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )
Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.
Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.
Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.
Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.
Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.
Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.
Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.
Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?
Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )
Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Hay peri gibi!
Bir ara bir ormanda kaybolma fantezisi hakimdi masallara, şimdi periler musallat oldu. Hay dilim tutulaydı da peri demeyeydim. Önceden tırsmışlığı var biliyorum bir de!
Kendime perilerden bahsetmek yok diye söz vermiştim güya…
Bezli yatırıp sabaha karşı unutup da fark ettiği bez için gayri ihtiyari “aa hay Allah kim takmış bu bezi? Gece bez perileri gelip takmış herhalde” diye saçma bir laf çıkınca, o içine periler kaçasıca ağzımdan, mecbur iki satır bir şeyler uydurdum.
Tabii Arca’nın hoşuna gitmedi, iki sefer daha bez görünce “bez perileri gelmesin, bez takmasın” dedi.
Perilerden yana bu ısrarcı tutumumun son bulması için gece bezi çıkardık. Ama nasıl yapacağım bilmiyorum. Mıkırdandığını duyarsam yanına gidiyorum, kuvvetle muhtemel çiş gelmiş oluyor, klozete tutunca hop salıveriyor. Ama işler sarpa sardı, son dönemde mıkırdamalarına hemen gitmiyordum, bu bez işi çıkınca kaçmasın uyanmasın diye yeni doğan anası gibi saniyesinde soluğu yanında alıyorum.
Daha kötüsü ben mıkırdanmayı kaçırırsam Arca da çişi kaçırıveriyor, üşütecek diye korkuyorum. Bence henüz gece bezi bırakmaya hazır değil. Kimi tecrübeliler gece gündüz beraber bırakılmasından yana ama Arca deve gibi su içiyor ve şimdiye kadar hemen hemen hiç kuru kalkmadı yataktan. Dolayısıyla yine tecrübelilerin önerisi üzerine arayı fazla açmamayı düşünmekle birlikte, bir süre kaçak göçek bezle idare edelim diyordum.
Tenhada sıkıştırılasıca periler sağ olsun gece bez çıktı.
Dolayısı ile benim de yine uyku ile imtihanım başladı!
Annenin bebesine notu: Büyü len artık, çişini de tut sabaha kadar arıza çıkarmadan bi uyu be! Tam uyumaya başladın dedik, çiş çıktı başıma, hay senin çişine!
Annenin okuyanlara notu: Merak edenler için Arca’nın gündüz bez olayı tamamen bitti. Tabii kazalar oluyor arada ama çoğunlukla kendisi söylüyor, arıza yapmıyor.
Annenin sorusu : Gece bez işi nasıl halledilir? Bu adam tutmayı öğrenecek mi? Yoksa saat kurup ben mi götüreceğim hep işetmeye?
Kendime perilerden bahsetmek yok diye söz vermiştim güya…
Bezli yatırıp sabaha karşı unutup da fark ettiği bez için gayri ihtiyari “aa hay Allah kim takmış bu bezi? Gece bez perileri gelip takmış herhalde” diye saçma bir laf çıkınca, o içine periler kaçasıca ağzımdan, mecbur iki satır bir şeyler uydurdum.
Tabii Arca’nın hoşuna gitmedi, iki sefer daha bez görünce “bez perileri gelmesin, bez takmasın” dedi.
Perilerden yana bu ısrarcı tutumumun son bulması için gece bezi çıkardık. Ama nasıl yapacağım bilmiyorum. Mıkırdandığını duyarsam yanına gidiyorum, kuvvetle muhtemel çiş gelmiş oluyor, klozete tutunca hop salıveriyor. Ama işler sarpa sardı, son dönemde mıkırdamalarına hemen gitmiyordum, bu bez işi çıkınca kaçmasın uyanmasın diye yeni doğan anası gibi saniyesinde soluğu yanında alıyorum.
Daha kötüsü ben mıkırdanmayı kaçırırsam Arca da çişi kaçırıveriyor, üşütecek diye korkuyorum. Bence henüz gece bezi bırakmaya hazır değil. Kimi tecrübeliler gece gündüz beraber bırakılmasından yana ama Arca deve gibi su içiyor ve şimdiye kadar hemen hemen hiç kuru kalkmadı yataktan. Dolayısıyla yine tecrübelilerin önerisi üzerine arayı fazla açmamayı düşünmekle birlikte, bir süre kaçak göçek bezle idare edelim diyordum.
Tenhada sıkıştırılasıca periler sağ olsun gece bez çıktı.
Dolayısı ile benim de yine uyku ile imtihanım başladı!
Annenin bebesine notu: Büyü len artık, çişini de tut sabaha kadar arıza çıkarmadan bi uyu be! Tam uyumaya başladın dedik, çiş çıktı başıma, hay senin çişine!
Annenin okuyanlara notu: Merak edenler için Arca’nın gündüz bez olayı tamamen bitti. Tabii kazalar oluyor arada ama çoğunlukla kendisi söylüyor, arıza yapmıyor.
Annenin sorusu : Gece bez işi nasıl halledilir? Bu adam tutmayı öğrenecek mi? Yoksa saat kurup ben mi götüreceğim hep işetmeye?
12 Temmuz 2011 Salı
Dikkat! Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir?
İlker esnaf sever, manavcıdır. Mahallenin esnafı ile arkadaştır. Onun manav kankası vardır, benim pazarcı teyzelerim. Ben pazar severim. Küçükken annem kaptı mı beni pazara götürür, dört tur dolaştırmadan getirmezdi. İki tur atılır, üçüncüde fiyattan ve kaliteden yana en uygunları alınır, bir şey unutulmuş olmasın diye de son bir tur atılıp eve dönülürdü. Alışkanlık, aşinalık var. İstanbul’daki evimiz Zuhuratbaba’daydı, Salı günleri kurulan pazarı kaçırmazdım. Sor şimdi – ölmediyse – köy biberi satan teyzeyi elimle koymuş gibi bulurum. Ancak Arca doğdu beridir, pek imkan olmadı. İlker’in de yolunun üstündeki manav kanka olunca tembellik ağır bastı.
Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.
Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.
Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.
Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.
Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.
--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------
Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.
Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!
Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)
“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.
Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.
Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.
Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.
Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.
Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )
Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.
Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.
Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.
Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.
Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.
Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.
Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.
--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------
Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.
Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!
Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)
“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.
Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.
Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.
Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.
Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.
Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )
Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.
Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.
11 Temmuz 2011 Pazartesi
"Şampiyon olmamıza altı takım kaldı, ha gayret!"
İşe giderken NTV radyonun Trabzonspor başkanının da tutuklandığını bildiren son dakika haberini duyunca ilk iş İlker’i arayıp böyle dedim. Son bir haftadır şikeyle yatıp kalkıyorduk. Biliyordum, kendinden öndeki yedi takımın başkanlarının şike iddiası ile tutuklanmasının ardından sıra GS’ye gelecekti, tüm yıl GS’ye üzülen canım İlker’im sonunda sevinecekti, bunun hayallerini kuruyordu.
Şaka bir yana, İlker iyi bir futbol oyuncusu (Göztepe’nin altyapısı geçmişi var) ve izleyicisidir. Ben hemen hemen hiç televizyon izlemediğim için fazla umursamam, hep spor kanalları açıktır.
Transfer dönemini severim mesela, kim kime gitmiş. Öyle eskileri hatırlıyorum ki…
“Hani dişlek bir Barcelona oyuncusu vardı böyle kırıta kırıta gider gol atardı, zayıf bir şey saçları kıvırcık uzun, kimdi o? Napıyo şimdi? Hangi takımda?”
“Ya bu Televoleden tanıştığı manken kızla evlenen bir savunma oyucusu vardı. Dünya üçüncüsü olduğumuz sene milli takımdaydı. Yav nasıl bilmiyorsun hani İzmirli? Kimdi o çocuk?”
Genelde sorularım cevapsız kalsa da bazen monologların diyaloğa döndüğü de oluyor. Mesela bir liste yapmışlar, anlatıyorlar televizyonda.
Y: AA birinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: İkinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: Vay İspanya bayağı iyiymiş Avrupa’da di mi?
İ: Yeliz lig İspanya ligi, bütün takımlar İspanyol
Y: Haydaa niye izliyorsun yerel ligleri? Transfer haberi yok mu?
Güya ben koltukta gazete okuyorum, televizyondan “Forvete ihtiyacımız var” diyen GS yetkilisine kulak kabartıp heyecanlandım mesela … “Arda gitti mi İlker?” “Niye?” “Ee baksana forvet lazımmış o çocuk işe yaramıyor mu?” “Orta saha oyuncusu o” “Nasıl gol atıyor orta sahadan? Hep gol atıyor?” “Böyle kanatlardan gelip… ya of Yeliz ya piç ettin haberi, sana ne ya? Hadi canım sen oku, takılma anlatırım ben sana sonra”
Anlaşıldığı üzere futboldan zerre kadar anlamam. Daha kötüsü anlıyormuş gibi yapıp İlker’i epey gıcık ederim. Bu son bir haftadaki olaylar bence futboldan başka bir şey. Öncesinin olduğunu da düşünüyorum, hep olduğunu da düşünüyorum. Olay takımlar üstü bence. Aziz Yıldırım’ı tutuklamışlar ve belki daha birçokları peşinden gidecek. Geçtiğimiz günlerde FB’li olduğunu öğrendiğim bir yazar tabii ki adını hatırlamıyorum, televizyonda “FB lig düşürülürse bütün lig bundan zarar görür, tüm takımlar, şifreli televizyonlar maddi olarak çöker” gibi cümlelerle gözdağı veriyordu. Hani şikeyi küçük takım yapmış olsa yerin dibine geçirelim de büyük takım yapmışsa sineye çekelim alt metni ile konuşuyordu. Tüylerimin diken diken olması için futboldan anlamam gerek yok!
Son olarak tutuklama kararının da henüz hüküm giymemiş biri için gelmesi çok garip ya. Hukuk sistemimiz mi böyle anlamadım. Ergenekon şüphelileri yıllardır içeride, hüküm bile giymediler, belki bu davanın şüphelileri de aynı akıbete uğrayacak. Hani deliller karartılmasın da, maksat oymuş. Deniz Feneri şüphelisi Zahit Akman’ın delil karartmayacağına inanılmış olacak tutuklanması için üç yıl geçmesi beklendi.
Of neyse...
İlker bilse de söylemiyor, gıcıklığından , ya cidden o çocuğun adı neydi? Hani şu Televole’den mankenle evlendi de İngiltere’ye gitti, İzmirli ya, savunmada oynuyor hani? Kimdi o?
Şaka bir yana, İlker iyi bir futbol oyuncusu (Göztepe’nin altyapısı geçmişi var) ve izleyicisidir. Ben hemen hemen hiç televizyon izlemediğim için fazla umursamam, hep spor kanalları açıktır.
Transfer dönemini severim mesela, kim kime gitmiş. Öyle eskileri hatırlıyorum ki…
“Hani dişlek bir Barcelona oyuncusu vardı böyle kırıta kırıta gider gol atardı, zayıf bir şey saçları kıvırcık uzun, kimdi o? Napıyo şimdi? Hangi takımda?”
“Ya bu Televoleden tanıştığı manken kızla evlenen bir savunma oyucusu vardı. Dünya üçüncüsü olduğumuz sene milli takımdaydı. Yav nasıl bilmiyorsun hani İzmirli? Kimdi o çocuk?”
Genelde sorularım cevapsız kalsa da bazen monologların diyaloğa döndüğü de oluyor. Mesela bir liste yapmışlar, anlatıyorlar televizyonda.
Y: AA birinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: İkinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: Vay İspanya bayağı iyiymiş Avrupa’da di mi?
İ: Yeliz lig İspanya ligi, bütün takımlar İspanyol
Y: Haydaa niye izliyorsun yerel ligleri? Transfer haberi yok mu?
Güya ben koltukta gazete okuyorum, televizyondan “Forvete ihtiyacımız var” diyen GS yetkilisine kulak kabartıp heyecanlandım mesela … “Arda gitti mi İlker?” “Niye?” “Ee baksana forvet lazımmış o çocuk işe yaramıyor mu?” “Orta saha oyuncusu o” “Nasıl gol atıyor orta sahadan? Hep gol atıyor?” “Böyle kanatlardan gelip… ya of Yeliz ya piç ettin haberi, sana ne ya? Hadi canım sen oku, takılma anlatırım ben sana sonra”
Anlaşıldığı üzere futboldan zerre kadar anlamam. Daha kötüsü anlıyormuş gibi yapıp İlker’i epey gıcık ederim. Bu son bir haftadaki olaylar bence futboldan başka bir şey. Öncesinin olduğunu da düşünüyorum, hep olduğunu da düşünüyorum. Olay takımlar üstü bence. Aziz Yıldırım’ı tutuklamışlar ve belki daha birçokları peşinden gidecek. Geçtiğimiz günlerde FB’li olduğunu öğrendiğim bir yazar tabii ki adını hatırlamıyorum, televizyonda “FB lig düşürülürse bütün lig bundan zarar görür, tüm takımlar, şifreli televizyonlar maddi olarak çöker” gibi cümlelerle gözdağı veriyordu. Hani şikeyi küçük takım yapmış olsa yerin dibine geçirelim de büyük takım yapmışsa sineye çekelim alt metni ile konuşuyordu. Tüylerimin diken diken olması için futboldan anlamam gerek yok!
Son olarak tutuklama kararının da henüz hüküm giymemiş biri için gelmesi çok garip ya. Hukuk sistemimiz mi böyle anlamadım. Ergenekon şüphelileri yıllardır içeride, hüküm bile giymediler, belki bu davanın şüphelileri de aynı akıbete uğrayacak. Hani deliller karartılmasın da, maksat oymuş. Deniz Feneri şüphelisi Zahit Akman’ın delil karartmayacağına inanılmış olacak tutuklanması için üç yıl geçmesi beklendi.
Of neyse...
İlker bilse de söylemiyor, gıcıklığından , ya cidden o çocuğun adı neydi? Hani şu Televole’den mankenle evlendi de İngiltere’ye gitti, İzmirli ya, savunmada oynuyor hani? Kimdi o?
10 Temmuz 2011 Pazar
Dumur diyalog #12
Arca: KAmyonlarla oynayım
İlker: kamyon değil bunlar kamyonet. Ne taşıyalım bunların kasasında?
Arca: kamyon-et. Et taşıyalım!!
----------------------------------------
Her pazartesi sabahı istisnasız olduğu üzere,
Arca: İşe gitme!
Yeliz : Anlıyorum anne hep seninle kalsın istiyorsun, gitmesin istiyorsun, birlikte oynayalım istiyorsun.
Bu pazartesi istisna olarak, yeni bir fikir!
Arca: Beraber işe gidelim!
----------------------------------------
Arca: Poyraz (11 aylık) benim arabalarımla oynamasın, almasın arabalarımı
Yeliz: Vermek istemediğin oyuncakları ayır, hangilerini vermek istiyorsan onları çıkar o halde.
Arca: Bunları. Poyraz istesin benden.
Yeliz : Poyraz küçük daha konuşamıyor
Arca: Konuşsun istesin sorsun!
----------------------------------------
Sabahın köründe, tuvalette (mok muhabbetinin arasında);
Arca: Lokantaya gidelim
İlker: Ne zaman gidelim?
Arca: iki gün gidelim
İlker: Ne yapacaksın lokantada?
Arca: Pide yiycem, lahmacun yiycem, seninkileri de yicem, hepsini yicem!
----------------------------------------
Yeliz : Ümit teyzesi Arca okulda bi abi ile oynadı, çok eğlendi. Biraz anlatsana Arca.
Arca: Abi vardı. Oynadık.
ÜA: Büyük müydü?
Arca: Evet yemiş yemiş büyümüş.
İlker: kamyon değil bunlar kamyonet. Ne taşıyalım bunların kasasında?
Arca: kamyon-et. Et taşıyalım!!
----------------------------------------
Her pazartesi sabahı istisnasız olduğu üzere,
Arca: İşe gitme!
Yeliz : Anlıyorum anne hep seninle kalsın istiyorsun, gitmesin istiyorsun, birlikte oynayalım istiyorsun.
Bu pazartesi istisna olarak, yeni bir fikir!
Arca: Beraber işe gidelim!
----------------------------------------
Arca: Poyraz (11 aylık) benim arabalarımla oynamasın, almasın arabalarımı
Yeliz: Vermek istemediğin oyuncakları ayır, hangilerini vermek istiyorsan onları çıkar o halde.
Arca: Bunları. Poyraz istesin benden.
Yeliz : Poyraz küçük daha konuşamıyor
Arca: Konuşsun istesin sorsun!
----------------------------------------
Sabahın köründe, tuvalette (mok muhabbetinin arasında);
Arca: Lokantaya gidelim
İlker: Ne zaman gidelim?
Arca: iki gün gidelim
İlker: Ne yapacaksın lokantada?
Arca: Pide yiycem, lahmacun yiycem, seninkileri de yicem, hepsini yicem!
----------------------------------------
Yeliz : Ümit teyzesi Arca okulda bi abi ile oynadı, çok eğlendi. Biraz anlatsana Arca.
Arca: Abi vardı. Oynadık.
ÜA: Büyük müydü?
Arca: Evet yemiş yemiş büyümüş.
8 Temmuz 2011 Cuma
Zamane ana babasının işi zor azizim #3 : Mahalle baskısı
Gıdaya, kimyaya dikkat etti.
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.
Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?
I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.
Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.
Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.
Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.
Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.
"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!
Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.
Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.
Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.
Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.
Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.
Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!
Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….
Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.
Yemişim cümlesini der, kaçar!
Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.
Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?
I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.
Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.
Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.
Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.
Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.
"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!
Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.
Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.
Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.
Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.
Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.
Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!
Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….
Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.
Yemişim cümlesini der, kaçar!
Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2
7 Temmuz 2011 Perşembe
Arca napar?
Domates salatalığına limon zeytinyağı sever. Suyuna illa ki ekmek banar.
Çok ama çok süt içer. Sütünü suyunu illa ki soğuk sever.
Çikolatalı pudinge bayılır ve tabii ki dondurmaya.
Domatesli bulgur pilavının yanına mutlaka ayran ister. Yoğurdu kendi çırpmak ister, ayranı kendi yapmak ister.
“ü” harfini söyleyemez. Bir – iki – uç : ) Ümit’in adı Umittir. Kızlarının adı Guzin ile Gulçin.
On’a kadar sayar.
Kamyon sever. Her türlüsüne bayılır.
Cars filminden sahneler canlandırır.
Kafadan hikayeler yazar. Bazıları çok inandırıcı olur.
Çocuk sever, fazla sever, tanımadığı çocuklara doğru koşar ve onlara Elmayra’nın hayvanlara yaptığı muameleden çeker. (sıkıca sarılıp “en çok seni sevicem seni sevicem” ) Bazı çocuklar tarafından şüpheyle yaklaşılan bu davranışlarından şiddete maruz kalsa da vazgeçmez.
Duru’ya bayılır. Durup durup “Duru gelsin” der ama gelince de yıllardır oynamadığı oyuncakları kıymete biner.
Kaydırağın tepesine çıkar. Sonra arkasındaki çocuk yığınına ve anasının “hadi oğlum kay artık” yakınmalarına takılmaksızın kaydırağın tepesinde ufka dalar, mal mal bakar kıpırdamaz. Kıpır anasının içine fenalıklar gelir durağan hallerinden, yine de kıpırdamaz. Arkadan çocuklar itekler, döner "SIRAYLA!" diye çemkirir ama yine de kıpırdamaz.
Saklambaç oynamayı sever, hep aynı yere saklanır, sen farklı yere saklanınca arıza çıkarır.
Pelüş oyuncakları çok sever, onlarla konuşur, onları konuşturur, en çok da ayıyı sever. Hikaye uydurmaktaki yaratıcılığı isim koyarken kaybolur. Köpeğin adı köpek, kedinin adı kedi, pandanın adı panda, ayının adı ayıdır.
Uyumamak için direnir. Uykudan önce mutlaka duş almak ister. Yatağı yastığı serin sever.
Bu aralar en çok “Maymun Kral” kitabını okutur, bir seferde beş defa okutabilir. Kitaplarda, masallarda kafiye sever.
Bir yerlerinde yara gördü mü o yara geçinceye kadar öper.
Bir gün içinde yüzlerce defa “seni seviyom” der. Yakaladığı an (ayakkabısını giydirmeye yardım ederken, kucağına aldığında, kitap okurken, gece uyandığında … ) kaçırmaz öper.
Çok ama çok süt içer. Sütünü suyunu illa ki soğuk sever.
Çikolatalı pudinge bayılır ve tabii ki dondurmaya.
Domatesli bulgur pilavının yanına mutlaka ayran ister. Yoğurdu kendi çırpmak ister, ayranı kendi yapmak ister.
“ü” harfini söyleyemez. Bir – iki – uç : ) Ümit’in adı Umittir. Kızlarının adı Guzin ile Gulçin.
On’a kadar sayar.
Kamyon sever. Her türlüsüne bayılır.
Cars filminden sahneler canlandırır.
Kafadan hikayeler yazar. Bazıları çok inandırıcı olur.
Çocuk sever, fazla sever, tanımadığı çocuklara doğru koşar ve onlara Elmayra’nın hayvanlara yaptığı muameleden çeker. (sıkıca sarılıp “en çok seni sevicem seni sevicem” ) Bazı çocuklar tarafından şüpheyle yaklaşılan bu davranışlarından şiddete maruz kalsa da vazgeçmez.
Duru’ya bayılır. Durup durup “Duru gelsin” der ama gelince de yıllardır oynamadığı oyuncakları kıymete biner.
Kaydırağın tepesine çıkar. Sonra arkasındaki çocuk yığınına ve anasının “hadi oğlum kay artık” yakınmalarına takılmaksızın kaydırağın tepesinde ufka dalar, mal mal bakar kıpırdamaz. Kıpır anasının içine fenalıklar gelir durağan hallerinden, yine de kıpırdamaz. Arkadan çocuklar itekler, döner "SIRAYLA!" diye çemkirir ama yine de kıpırdamaz.
Saklambaç oynamayı sever, hep aynı yere saklanır, sen farklı yere saklanınca arıza çıkarır.
Pelüş oyuncakları çok sever, onlarla konuşur, onları konuşturur, en çok da ayıyı sever. Hikaye uydurmaktaki yaratıcılığı isim koyarken kaybolur. Köpeğin adı köpek, kedinin adı kedi, pandanın adı panda, ayının adı ayıdır.
Uyumamak için direnir. Uykudan önce mutlaka duş almak ister. Yatağı yastığı serin sever.
Bu aralar en çok “Maymun Kral” kitabını okutur, bir seferde beş defa okutabilir. Kitaplarda, masallarda kafiye sever.
Bir yerlerinde yara gördü mü o yara geçinceye kadar öper.
Bir gün içinde yüzlerce defa “seni seviyom” der. Yakaladığı an (ayakkabısını giydirmeye yardım ederken, kucağına aldığında, kitap okurken, gece uyandığında … ) kaçırmaz öper.
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Boğulma hakkında - çok önemli
Bizimkilerin yazlığının olduğu mevkide deniz hemen derinleşiverir, bir bakmışsın su bilekte bir bakmışsın belde. Yüzme bilmiyorsan tehlikelidir. Aslında yüzme bilene de tehlikeli. Annem ben çok küçükken boğulma tehlikesi atlatmıştı, Ege Üniversitesinin kampının önünde olmamız ve tıp öğrencilerinin kampta olmasına çokça dua etmiştik, abiler kurtarmıştı annemi dalgaların arasından.
Bu hafta dinlediğim olaydaki grafiker kadın annem kadar şanslı değilmiş. Eşi ve kızı ile biraz açılmış. Sonra onlar kıyıya dönmüşler, kadın bir türlü dönmemiş. Pazar günü ve çok kalabalık olmasına rağmen kadına ulaşılamamış.
Bir hafta sonra bi kilometre kadar uzakta ulaşmışlar kadının boğulmuş bedenine. Epey konuştuk, nasıl kimse fark etmemiş? Yüzme bilen kadın, belki rahatsızlandı filan dedik ama bir türlü aklımız ermedi.
Bugün Nurturia'da gündeme geldi.
Burada, Nurturia'nın bugulogunda çok faydalı bir yazı var.
Hafta sonu bir türlü akıl erdiremediğimiz sorularımıza cevap oldu.
Bu hafta dinlediğim olaydaki grafiker kadın annem kadar şanslı değilmiş. Eşi ve kızı ile biraz açılmış. Sonra onlar kıyıya dönmüşler, kadın bir türlü dönmemiş. Pazar günü ve çok kalabalık olmasına rağmen kadına ulaşılamamış.
Bir hafta sonra bi kilometre kadar uzakta ulaşmışlar kadının boğulmuş bedenine. Epey konuştuk, nasıl kimse fark etmemiş? Yüzme bilen kadın, belki rahatsızlandı filan dedik ama bir türlü aklımız ermedi.
Bugün Nurturia'da gündeme geldi.
Burada, Nurturia'nın bugulogunda çok faydalı bir yazı var.
Hafta sonu bir türlü akıl erdiremediğimiz sorularımıza cevap oldu.
Zamane ana babalarının işi zor azizim #2 : Eğitim mevzusu
Zamane ana babası olmak kolay değil demiştim. Sadece gıdası, kimyası değil… düşünmemiz gereken çok şey var.
Eğitim şart!
Çok okur zamane ana babası… “Ana babalığın okulu vardı da biz mi gitmedik! “ der, kitaplara verir zihnini. Eğitilmelidir ki kendi de eğitebilsin, anasına babasına benzemesin, onun yaptığı pedagojik hataları yapmasın.
En nefret ettiği laf “biz sizi böyle büyüttük! Fena mı oldu!”dur.
İş okumakla bitse iyi.
Çok iyi muhakeme yapabilmelidir zamane ana babası. Okuduğu onlarca kitabın arasından hangisinin doğru olduğunu, hangisinin kendisinin doğrusu olduğunu anlayabilmelidir. İşte işin bu kısmının zorluğu, hedef satış adetlerini arttırma stratejilerini bile sollar.
Tracy’nin dediği gibi EASY mi uygulamalı, Harvey Karp sar sarmala bedeninden ayırma der, ona mı yanaşmalı?
Ferber’i yerin dibine mi sokmalı, “family bed” fikrine mi hafiften alışmalı? Burası yatır kaldır dedi, kendini helak etti misal!
Çocuğu yatır kaldır yaptığım yetmedi bir süre bizzat kendim “Bezsiz bebek” kitabı ile yatıp kalktım. Öte tarafta çok güvendiğimiz doktorumuz ile İlker iki yaşını geçsin demekteydiler. Aklıma çok yatmış olacak ki, azmetmişim, biraz da şansın yardımı ile kaka işini halletmiştik ama çişe devam etmeye ne muhalefetin desteği vardı ne de benim enerjim.
Öyle bir gömüldüğüm kitapların içinden çıkamadığımda,
Arca krizden yerde tepinirken ne yapacağımı bilmez şokta,
gözlerim boşlukta kalakaldığımı biliyorum, bir Pazar sabahıydı.
Arca’nın krizini geçmiştim ben kendimi sorguluyordum o kısa zaman diliminde. Bu kadar okumaya ambale olmuş kafamı rafa kaldırıp eski dostum edebiyata yelken açmıştım, o da beni şefkatli kollarında sarıp sarmalamıştı.
Lakin o “eğitim şart” zehri bir defa zamane ana babasının damarına enjekte edilmiştir.
“Artık okumayacağım” dese de, "bunlar benim kafamı karıştırıyor" dese de, elinde güzide bir edebi eser varken bile yan gözle komodinin üzerindeki çocuk eğitim kitaplarını keser. Baş ucu kitabı olmuş onlar, kendine hakim olamaz, hmm şu yöntem neydi diye başladı mı “aman sabahlar olmasın!”
İçine düştüğü "eğitim" çukuru öyle derindir ki, zamane ana babasını, kendi ana babası bile çıkaramaz.
Eğitim şart!
Çok okur zamane ana babası… “Ana babalığın okulu vardı da biz mi gitmedik! “ der, kitaplara verir zihnini. Eğitilmelidir ki kendi de eğitebilsin, anasına babasına benzemesin, onun yaptığı pedagojik hataları yapmasın.
En nefret ettiği laf “biz sizi böyle büyüttük! Fena mı oldu!”dur.
İş okumakla bitse iyi.
Çok iyi muhakeme yapabilmelidir zamane ana babası. Okuduğu onlarca kitabın arasından hangisinin doğru olduğunu, hangisinin kendisinin doğrusu olduğunu anlayabilmelidir. İşte işin bu kısmının zorluğu, hedef satış adetlerini arttırma stratejilerini bile sollar.
Tracy’nin dediği gibi EASY mi uygulamalı, Harvey Karp sar sarmala bedeninden ayırma der, ona mı yanaşmalı?
Ferber’i yerin dibine mi sokmalı, “family bed” fikrine mi hafiften alışmalı? Burası yatır kaldır dedi, kendini helak etti misal!
Çocuğu yatır kaldır yaptığım yetmedi bir süre bizzat kendim “Bezsiz bebek” kitabı ile yatıp kalktım. Öte tarafta çok güvendiğimiz doktorumuz ile İlker iki yaşını geçsin demekteydiler. Aklıma çok yatmış olacak ki, azmetmişim, biraz da şansın yardımı ile kaka işini halletmiştik ama çişe devam etmeye ne muhalefetin desteği vardı ne de benim enerjim.
Öyle bir gömüldüğüm kitapların içinden çıkamadığımda,
Arca krizden yerde tepinirken ne yapacağımı bilmez şokta,
gözlerim boşlukta kalakaldığımı biliyorum, bir Pazar sabahıydı.
Arca’nın krizini geçmiştim ben kendimi sorguluyordum o kısa zaman diliminde. Bu kadar okumaya ambale olmuş kafamı rafa kaldırıp eski dostum edebiyata yelken açmıştım, o da beni şefkatli kollarında sarıp sarmalamıştı.
Lakin o “eğitim şart” zehri bir defa zamane ana babasının damarına enjekte edilmiştir.
“Artık okumayacağım” dese de, "bunlar benim kafamı karıştırıyor" dese de, elinde güzide bir edebi eser varken bile yan gözle komodinin üzerindeki çocuk eğitim kitaplarını keser. Baş ucu kitabı olmuş onlar, kendine hakim olamaz, hmm şu yöntem neydi diye başladı mı “aman sabahlar olmasın!”
İçine düştüğü "eğitim" çukuru öyle derindir ki, zamane ana babasını, kendi ana babası bile çıkaramaz.
5 Temmuz 2011 Salı
İmza: despot ana
Arca’nın halası İlknur ve Arca’nın Emmesinin bebekleri olacak yakında! Bir heyecan bir neşe, mutluyuz vesselam.
Bir akşam sohbet ederken, Arca ile ilgili şimdiye kadar yaptığım en doğru ve en yanlış şeyi sordular bana. (Anket sorusu gibi değil mi?)
Yanlış yaptığım çok şey var. Biliyorum. Liste yapsam uzar gider.
Doğru yaptığım tek şey var, bir çırpıda söyleyebilirim.
KARARLI OLMAK!
Benim gibi yükselenini sürekli denge arayan bir Terazi’den almış kararsız mizaçta birisi için ironik ama gerçek!
Bu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, Arca’ya şapka giydirmenin hemen akabinde çekilmiş.
Arca mutlu mesut topu ile oynamakta, anne, elleri belinde şapkanın kafadan kesinlikle çıkmadığından emin olmak için gözünü bile kırpmamaktadır. Az önce şapka takmak istemeyen Arca’ya “şapka giyilecek, yoksa topu alırım!” şeklinde bir ön bildirim (tehdit:P) savrulmuş, hemen yerini bulmuştur. Arca bilmektedir ki bu anne denen kadın kararlıdır, alırım dediyse alır.
Sonuç : şapka düşmesin diye bir eliyle şapkasını tutan Arca diğer eliyle yarım yamalak topa hakim olmaya çalışır. Bir göz yan yan annede.
Bu şapka konusunda kararlılığın biraz bokunu çıkarmış olacağım, yukarıda yaşanan hadiseden çok sonraları çekilmiş karelerde el hep şapkada : )
“Aman ha manyak bu kadın, bi uçarsa şapka vallahi eve götürür beni, aman diyim”
Yemek yemiyor mu? İkinci defa sormak yok, işitme kaybı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sofradan naş! (tabii bu kilo kaybı olarak bize geri döndü ama yiğitliğe pok sürdürmüyoruz şimdilik)
Alarm!
Uyumak istemiyor mu? 5 dakikadan henüz anlamıyor mu? Hop alarmı kurdun mu bitti!
“Zil çalar oyun biter!”
Giyinmiyor mu? “Zil çalar giyinilir!”
Suyla mı oynayacak? “Zil çalar su kapanır!”
Bizim evde kısa aralıklarla alarm çalar. Anlarsın ki bir şeyler bitmiş!
İster tehdit, ister alarm, ister sofradan şut… Yöntem ne olursa olsun, Arca bir tek şeyi çok iyi bilir. Yaparım dersem yaparım, yanlış da olsa kararım, dönmem.
İmza: despot ana
Bir akşam sohbet ederken, Arca ile ilgili şimdiye kadar yaptığım en doğru ve en yanlış şeyi sordular bana. (Anket sorusu gibi değil mi?)
Yanlış yaptığım çok şey var. Biliyorum. Liste yapsam uzar gider.
Doğru yaptığım tek şey var, bir çırpıda söyleyebilirim.
KARARLI OLMAK!
Benim gibi yükselenini sürekli denge arayan bir Terazi’den almış kararsız mizaçta birisi için ironik ama gerçek!
Bu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, Arca’ya şapka giydirmenin hemen akabinde çekilmiş.
Arca mutlu mesut topu ile oynamakta, anne, elleri belinde şapkanın kafadan kesinlikle çıkmadığından emin olmak için gözünü bile kırpmamaktadır. Az önce şapka takmak istemeyen Arca’ya “şapka giyilecek, yoksa topu alırım!” şeklinde bir ön bildirim (tehdit:P) savrulmuş, hemen yerini bulmuştur. Arca bilmektedir ki bu anne denen kadın kararlıdır, alırım dediyse alır.
Sonuç : şapka düşmesin diye bir eliyle şapkasını tutan Arca diğer eliyle yarım yamalak topa hakim olmaya çalışır. Bir göz yan yan annede.
Bu şapka konusunda kararlılığın biraz bokunu çıkarmış olacağım, yukarıda yaşanan hadiseden çok sonraları çekilmiş karelerde el hep şapkada : )
“Aman ha manyak bu kadın, bi uçarsa şapka vallahi eve götürür beni, aman diyim”
Yemek yemiyor mu? İkinci defa sormak yok, işitme kaybı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sofradan naş! (tabii bu kilo kaybı olarak bize geri döndü ama yiğitliğe pok sürdürmüyoruz şimdilik)
Alarm!
Uyumak istemiyor mu? 5 dakikadan henüz anlamıyor mu? Hop alarmı kurdun mu bitti!
“Zil çalar oyun biter!”
Giyinmiyor mu? “Zil çalar giyinilir!”
Suyla mı oynayacak? “Zil çalar su kapanır!”
Bizim evde kısa aralıklarla alarm çalar. Anlarsın ki bir şeyler bitmiş!
İster tehdit, ister alarm, ister sofradan şut… Yöntem ne olursa olsun, Arca bir tek şeyi çok iyi bilir. Yaparım dersem yaparım, yanlış da olsa kararım, dönmem.
İmza: despot ana
4 Temmuz 2011 Pazartesi
Hadi kalk gidelim
"Hemen şu anda
Kapa telefonunu
Bulamasın arayan da"
........
Yok hadi kalk gidelim olmadı. Öyle zamanlarımız çoktur da bu defa totomuzu kaldırmak epey zamanımızı aldı. Karar verebildiğimizde bütün gün malak gibi yattığımız koltuktan birbirimize bakıp "ulen bugünden gidebilirmişiz yazlığa orda malak gibi yatardık" diye güldük.
Sokak köpeklerinden başka canlı kalmadı mı sokaklarda, anla ki İzmir'de bir yaz cumartesisi yaşıyorsun. Köpekler de zaten sıcaktan park etmiş arabaların altında gölgeye çekilir, hatta İzmir'in kanı perşembe akşamından başlar çekilmeye de biz insaflı kesimden bahsediyoruz. Nitekim bizim kasaptaki son etleri biz aldık, arkamızdan dükkan kapandı, o da Çeşmeye vınladı.
Akşam uğraşamadık, balıktan vazgeçip balkonda biraya çevirdik keyfi. Üstüne dondurma üstüne kiraz hatta unutulan kağıt helvalar kemirildi sohbetin peşi sıra... Pisboğaz olduğumuzu söylememe bilmem lüzum var mı?
"Açarız radyoyu
Kafa nereye biz orayaaaa"
.......
Yok Arca kendine özel Sıla CD'sini sever, Emre Aydın'dan "son defa"yı sever. Radyo çok riskli çookkk. Bi de kafa nereye derken? Yok biz direkt yazlıktayız.
"İyi gelmez mi hiç deniz havası
Bir oda bulur sokarız başımızı
Bi de koyarız iki kadeh
Kafa nereye biz oraya"
.......
İyi geldi deniz havası, uykudan gözler kayana kadar denizin içindeydi cüce. Geçen yıl çekindiği deniz bu yıl kankası oldu. Kızgın kumlardan serin sulara bıraktı minik bedenini. Şeftaliden sonra ellerini denizde yıkaması için epey gaz vermiş olacağız baktık beline kadar suya girmiş. "NAPIYOZ BİZ?" surat ifadesine dehşet karıştı ve bastı yaygarayı. Bizim oranın denizi bir anda derinleşir de Arca yeni keşfetti.
Koşar adım gittiği sahilden sürünerek döndü eve. Öğle yemeğini tıkınıp serin ve uzun öğle uykusuna teslim oldu. Ben de yarım tepsi midye ile birayı götürdüm söylemesi ayıp. (Bir daha bu satırlardan "yok kilo aldım yok cırcır oldum" diye yazanı eşekler depsin!)
Çenesi, eli kolu hiç durmuyor. Konuşmasa şarkı söylüyor. Senelerdir eşsiz billur sesim ile kafasını miktiğim İlkerin usul usul intikamını alıyor. Susması için bol bol yemek tıktım ağzına. Bu aralar ketçap özentisi oldu. Eser miktarda ketçap sürülen gıdayı hamuduyla götürüyor. Nitekim dün akşam "doydim" demesinin üzerine iki şiş tavuk daha yiyebildi. Haliyle hazımsızlıktan gece sık sık kabuslar gördü, üç bardak su üzerine süt içti, kesmedi. İlkeri uyandırıp soda versek mi diyecektim, ya da Talcid. Bir ara horluyordu, et kokan terler döküyordu.
Bazen onun iki yaşında olduğunu unutuyoruz ve sadece yemek yerken susması gerçeği bizi çok pis yedirmeye teşvik ediyor.
Adet olduğu üzere bir hafta sonu yazısını burada noktalarken yazlıktan karelerle baş başa bırakıyorum gözleri...
"ananeyle biberleri çapaladı, t-shirt'ünün eteğinde biberleri taşıdı, defalarca bahçe ile teras arasında gidip geldi."
"çapalarken biber fideleriyle konuşuyor"
"yemek masasında arabalarıyla oynarken konuşuyor. (arabalar babamın gençliğinden kalma)"
"Babamın mutlaka çek dediği meşhur ortancaları"
"ve bütün bir kış boyunca uğraşıp tek başına inşaa ettiği barbeküsü. Patenti kendisine aitmiş. Vaktiyle uzay mangalı diye adlandırdığı ex-icraatı artık bir nostalji, şimdi devir barbekü devri"
Kapa telefonunu
Bulamasın arayan da"
........
Yok hadi kalk gidelim olmadı. Öyle zamanlarımız çoktur da bu defa totomuzu kaldırmak epey zamanımızı aldı. Karar verebildiğimizde bütün gün malak gibi yattığımız koltuktan birbirimize bakıp "ulen bugünden gidebilirmişiz yazlığa orda malak gibi yatardık" diye güldük.
Sokak köpeklerinden başka canlı kalmadı mı sokaklarda, anla ki İzmir'de bir yaz cumartesisi yaşıyorsun. Köpekler de zaten sıcaktan park etmiş arabaların altında gölgeye çekilir, hatta İzmir'in kanı perşembe akşamından başlar çekilmeye de biz insaflı kesimden bahsediyoruz. Nitekim bizim kasaptaki son etleri biz aldık, arkamızdan dükkan kapandı, o da Çeşmeye vınladı.
Akşam uğraşamadık, balıktan vazgeçip balkonda biraya çevirdik keyfi. Üstüne dondurma üstüne kiraz hatta unutulan kağıt helvalar kemirildi sohbetin peşi sıra... Pisboğaz olduğumuzu söylememe bilmem lüzum var mı?
"Açarız radyoyu
Kafa nereye biz orayaaaa"
.......
Yok Arca kendine özel Sıla CD'sini sever, Emre Aydın'dan "son defa"yı sever. Radyo çok riskli çookkk. Bi de kafa nereye derken? Yok biz direkt yazlıktayız.
"İyi gelmez mi hiç deniz havası
Bir oda bulur sokarız başımızı
Bi de koyarız iki kadeh
Kafa nereye biz oraya"
.......
İyi geldi deniz havası, uykudan gözler kayana kadar denizin içindeydi cüce. Geçen yıl çekindiği deniz bu yıl kankası oldu. Kızgın kumlardan serin sulara bıraktı minik bedenini. Şeftaliden sonra ellerini denizde yıkaması için epey gaz vermiş olacağız baktık beline kadar suya girmiş. "NAPIYOZ BİZ?" surat ifadesine dehşet karıştı ve bastı yaygarayı. Bizim oranın denizi bir anda derinleşir de Arca yeni keşfetti.
Koşar adım gittiği sahilden sürünerek döndü eve. Öğle yemeğini tıkınıp serin ve uzun öğle uykusuna teslim oldu. Ben de yarım tepsi midye ile birayı götürdüm söylemesi ayıp. (Bir daha bu satırlardan "yok kilo aldım yok cırcır oldum" diye yazanı eşekler depsin!)
Çenesi, eli kolu hiç durmuyor. Konuşmasa şarkı söylüyor. Senelerdir eşsiz billur sesim ile kafasını miktiğim İlkerin usul usul intikamını alıyor. Susması için bol bol yemek tıktım ağzına. Bu aralar ketçap özentisi oldu. Eser miktarda ketçap sürülen gıdayı hamuduyla götürüyor. Nitekim dün akşam "doydim" demesinin üzerine iki şiş tavuk daha yiyebildi. Haliyle hazımsızlıktan gece sık sık kabuslar gördü, üç bardak su üzerine süt içti, kesmedi. İlkeri uyandırıp soda versek mi diyecektim, ya da Talcid. Bir ara horluyordu, et kokan terler döküyordu.
Bazen onun iki yaşında olduğunu unutuyoruz ve sadece yemek yerken susması gerçeği bizi çok pis yedirmeye teşvik ediyor.
Adet olduğu üzere bir hafta sonu yazısını burada noktalarken yazlıktan karelerle baş başa bırakıyorum gözleri...
"ananeyle biberleri çapaladı, t-shirt'ünün eteğinde biberleri taşıdı, defalarca bahçe ile teras arasında gidip geldi."
"çapalarken biber fideleriyle konuşuyor"
"yemek masasında arabalarıyla oynarken konuşuyor. (arabalar babamın gençliğinden kalma)"
"Babamın mutlaka çek dediği meşhur ortancaları"
"ve bütün bir kış boyunca uğraşıp tek başına inşaa ettiği barbeküsü. Patenti kendisine aitmiş. Vaktiyle uzay mangalı diye adlandırdığı ex-icraatı artık bir nostalji, şimdi devir barbekü devri"
2 Temmuz 2011 Cumartesi
Zamane ana babalarının işi zor azizim #1 : Araştırma mevzusu
Toplumumuzda televizyonda/internette söylenenin çok ciddiye alınması gibi bir durum var. Böyle bir kültür oluşmuş.
Geçen Arca’nın doktoru anlattı, yıllar önce yerel bir kanalda sağlık programı yapıyormuş. Kendi teyzesi o dönem torununu bizim doktora getirmekteymiş. Neyse, tıbbi hadiseyi tam hatırlamıyorum, bizim doktor muayene sırasında bir tıbbi öğütte bulunmuş. Bizim teyze bunu sallamamış. Sonra benzer bir öğüdü televizyondan vermiş doktor. Bir sonraki muayenede teyze bu öğütten bahsetmiş, bizim doktor da “teyzecim sana burada söyledim, takmadın, televizyonda da aynı şeyi söyledim…” diyecek olmuş, teyze lafı yapıştırmış “sen televizyondaki doktordan daha mı iyi bileceksin” diye. Doktor aynı doktor, üstelik kendi yeğeni!
Fıkra gibi ama yurdum insanı böyle işte.
Doktorun geyikleri hiç bitmez. İnternette araştırıp, not alıp, soruyu sorup, doktorun tıbbi bilgisini ölçmeye çalışan ana babalardan bahsettiğinde kopmuştum.
Neyse gülüyoruz ama zamane ana babası olmak çok zor.
Sürekli okumak, bilgi alışverişinde bulunmak, araştırmak iyi güzel de bazen “yeter ulen” diyesim geliyor.
Çokça aklıma takılan şey, “cehalet mutluluk mu getirir acaba?”
Mutluluğu bilmem ama gerginliğimiz ortadan kalkardı eminim.
En çok da “doğal, organik” muhabbetinden geriliyorum.
Örneğin organik pamuk diye dünya para bayıldığımız o yeni doğan penyelerinin deterjanla temasının akabinde ne doğallığı kalıyor ne organikliği. Tamamen pazarlama stratejisi.
Ya kreşlerde “organik” yediriyoruz iddiasını ortaya koyan yetkililerin bildiğimiz pazardan alması sebzeyi meyveyi?
Organik ile ekolojik arasındaki farkı bilmeden, sertifikasının kaç yıl önceden geldiği belli olmayan organikçi satıcılardan alışverişi iki defa düşünmek gerekir derim. O iş öyle kolay değil çünkü.
"Bizimkilerin ballandıra ballandıra anlattıkları bahçelerinde yetişen organik salatalıkları, sadece torunlar yiyebiliyor, biz market salatalığı yiyoruz:) ama bunun bile ne kadar organik olduğu tartışılır, aman ha bizimkilerle kesinlikle tartışılamaz:)"
Yiyeceklerden yana bildiğimiz tanıdığımız yerlerden alışveriş yapıyoruz da, doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu öğrenmek çok rahatsız ediyor.
Misal kuzu eti çok kokar, belki Arca yemez diye genellikle etli yemekleri dana etinden tercih ediyordum. Öğrendim ki en çok hormon giren dana etiymiş. Kuzu hormona gelmezmiş. Hadii buyurun buradan yakın!
Çilekteki hormon o kadar fazla imiş ki bazı kız çocukları bu hormon yüklemesinden erken ergenlik ile karşı karşıya kalıyormuş. (Arca’nın fazla çilek sevmemesine sevinemiyorum bile, çilek seven ne çok çocuk var)
Hadi yiyeceklerden geçtim. O işin artık ne ucu bucağı kaldı ne de benim takip etmek için enerjim.
Olaya son noktayı güneş koruyucular koydu. Dünya para bayılıp 50 faktör aldığımız, üstelik de doktorun tavsiye ettiği güneş koruyucusunun parabensiz ve maksimum 28 faktör olanının makbul olduğunu, ayrıca kimyasal değil fiziksel mineralli denilen cinsinin doğrusu olduğunu okuduğumda gözlerim dehşetle açıldı.
Peki biz bebemizi iki senedir öldürücü ürünlerle mi koruduğumuzu sanıyorduk?
Hani "zararın neresinden dönersek kardır" mı desek, "bak iki senedir çocuğun vücuduna kimya nüfuz ettiriyormuşuz" diye dövünsek vicdan mı yapsak bilemedim.
Şimdi fellik fellik Trukid arıyoruz.
Çok okumanın çok bilmenin huzur getirmediği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bugünün araştırması yarının yalanı oluyor.
Samimiyetle söylüyorum, insanın “yemişim araştırmasını” diyesi geliyor şerefsizim.
Geçen Arca’nın doktoru anlattı, yıllar önce yerel bir kanalda sağlık programı yapıyormuş. Kendi teyzesi o dönem torununu bizim doktora getirmekteymiş. Neyse, tıbbi hadiseyi tam hatırlamıyorum, bizim doktor muayene sırasında bir tıbbi öğütte bulunmuş. Bizim teyze bunu sallamamış. Sonra benzer bir öğüdü televizyondan vermiş doktor. Bir sonraki muayenede teyze bu öğütten bahsetmiş, bizim doktor da “teyzecim sana burada söyledim, takmadın, televizyonda da aynı şeyi söyledim…” diyecek olmuş, teyze lafı yapıştırmış “sen televizyondaki doktordan daha mı iyi bileceksin” diye. Doktor aynı doktor, üstelik kendi yeğeni!
Fıkra gibi ama yurdum insanı böyle işte.
Doktorun geyikleri hiç bitmez. İnternette araştırıp, not alıp, soruyu sorup, doktorun tıbbi bilgisini ölçmeye çalışan ana babalardan bahsettiğinde kopmuştum.
Neyse gülüyoruz ama zamane ana babası olmak çok zor.
Sürekli okumak, bilgi alışverişinde bulunmak, araştırmak iyi güzel de bazen “yeter ulen” diyesim geliyor.
Çokça aklıma takılan şey, “cehalet mutluluk mu getirir acaba?”
Mutluluğu bilmem ama gerginliğimiz ortadan kalkardı eminim.
En çok da “doğal, organik” muhabbetinden geriliyorum.
Örneğin organik pamuk diye dünya para bayıldığımız o yeni doğan penyelerinin deterjanla temasının akabinde ne doğallığı kalıyor ne organikliği. Tamamen pazarlama stratejisi.
Ya kreşlerde “organik” yediriyoruz iddiasını ortaya koyan yetkililerin bildiğimiz pazardan alması sebzeyi meyveyi?
Organik ile ekolojik arasındaki farkı bilmeden, sertifikasının kaç yıl önceden geldiği belli olmayan organikçi satıcılardan alışverişi iki defa düşünmek gerekir derim. O iş öyle kolay değil çünkü.
"Bizimkilerin ballandıra ballandıra anlattıkları bahçelerinde yetişen organik salatalıkları, sadece torunlar yiyebiliyor, biz market salatalığı yiyoruz:) ama bunun bile ne kadar organik olduğu tartışılır, aman ha bizimkilerle kesinlikle tartışılamaz:)"
Yiyeceklerden yana bildiğimiz tanıdığımız yerlerden alışveriş yapıyoruz da, doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu öğrenmek çok rahatsız ediyor.
Misal kuzu eti çok kokar, belki Arca yemez diye genellikle etli yemekleri dana etinden tercih ediyordum. Öğrendim ki en çok hormon giren dana etiymiş. Kuzu hormona gelmezmiş. Hadii buyurun buradan yakın!
Çilekteki hormon o kadar fazla imiş ki bazı kız çocukları bu hormon yüklemesinden erken ergenlik ile karşı karşıya kalıyormuş. (Arca’nın fazla çilek sevmemesine sevinemiyorum bile, çilek seven ne çok çocuk var)
Hadi yiyeceklerden geçtim. O işin artık ne ucu bucağı kaldı ne de benim takip etmek için enerjim.
Olaya son noktayı güneş koruyucular koydu. Dünya para bayılıp 50 faktör aldığımız, üstelik de doktorun tavsiye ettiği güneş koruyucusunun parabensiz ve maksimum 28 faktör olanının makbul olduğunu, ayrıca kimyasal değil fiziksel mineralli denilen cinsinin doğrusu olduğunu okuduğumda gözlerim dehşetle açıldı.
Peki biz bebemizi iki senedir öldürücü ürünlerle mi koruduğumuzu sanıyorduk?
Hani "zararın neresinden dönersek kardır" mı desek, "bak iki senedir çocuğun vücuduna kimya nüfuz ettiriyormuşuz" diye dövünsek vicdan mı yapsak bilemedim.
Şimdi fellik fellik Trukid arıyoruz.
Çok okumanın çok bilmenin huzur getirmediği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bugünün araştırması yarının yalanı oluyor.
Samimiyetle söylüyorum, insanın “yemişim araştırmasını” diyesi geliyor şerefsizim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)