Son bir haftadır günde ortalama 12 saat çalıştım. Şikayetçi değilim. Yani çalışmaktan şikayetçi değilim.
Son bir haftadır günde ortalama 12 saat çalıştım. Şikayetçi değilim. Yani çalışmaktan şikayetçi değilim.
Maç var. Macaristan Türkiye. (Hayır yani maç olmasa blog yazısı yazacağım yok, aşk olsun)
Misafirlerimiz Arca'nın sınıftan Macar arkadaşı Abel ve babası. Ha bir de Erdem geldi, "baktık yeniliyoruz Macar'a dalarız" geyiği çeviriyorlar. Ben de bira ve cipslerini servis edip çalışma odasına kaçtım. Son altı aydır ofisim olan odaya. Kitap kulübüyle zoom toplantıları yaptığımız, kitap okumak için, spor yapmak, meditasyon, yoga vesaire için kaçtığım odaya. ...
Her kadının kendine ait bir odası olmalı. Virgina Woolf canım benim nasıl da haklısın. Kendine dönmek, kendini alıp gitmek için bir oda şart.
Ya ben şimdi ondan bahsetmeyecektim, epeydir iki satır yazmamışım, bizim cepheden son gelişmeleri paylaşacaktım.
Milletten yana çeşitliliğin hakim olduğu bir şehirde yaşıyoruz. Avrupa'nın merkezi ya güya, her milletten her ırktan insan var. Ülkenin kendisi 2-3 milletten oluşuyor, ülke vatandaşları birbirine yabancı.
Gözlemlediğim kadarıyla Brüksel’de dil konusunda renk kodlaması var:
Belçika’da çocukların kulaklarının delinmesi ve kreşe/anaokuluna kulaklarında küpe ile gitmeleri yasakmış!
Ayol bizde bebekken delerler kulakları dedim. Belçikalı arkadaşlarımın gözleri boyoz gibi açıldı (izmirliler bilir, gözleri kocaman oldu yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu manasında).
Aslında mantıklı. Yani bebek-küçük çocuklarda kulakta küpe bir diğerinin dikkatini çekebilir ve asıldı mı eyvahlar olsun!
İlla başka çocuğun şakası olması gerekmiyor, benim yaşadığım travma da pekala tehlikeliydi. Efendim, yedi yaşındayım, bir grup arkadaşla aşağı mahalleye yürüyoruz. Ablam da var.
“Bir mağara adamının et yemesi gerek!”
Bu cümle Arca’nın küçükken en sevdiği kitaplardan biri olan “mamutlu börek taş devri”nden. Sebze ve meyve yemekten sıkılmış bir grup mağara adamının gözlerine kestirdikleri mamutu avlayıp mamutlu börek yapma hayalleri etrafında dönen çok eğlenceli bir hikaye.
Dünden itibaren bir hafta boyunca, hava 30 derecenin üzerinde ve güneşli olacak. COVID19 verilerinin önlenemez yükselişinden sonra gündemin ikinci sırasını işgal eden bu haberin bizim evdeki yansımaları şöyle:
1. Teras koltuğunun örtüsü zırt pırt kapatılmayacak
2. Öğlene doğru güneşlikler kapatılacak ki klimasız serin evimize güneşi ve sıcağı misafir etmeyelim, rahat uyuyalım.
3. Bostan sulanacak hem de her gün!
Son maddenin icraatı için bugünkü mesaimin bitimini müteakip Arca ile suları yüklendik, bostanın yolunu tuttuk.
Yürümenin felsefesi
An itibariyle dışarıda enfes bir yağmur var... usul usul inceden bir yaz yağmuru. Bu memleketi sevmemin sebeplerinden biri de bu, iki sıcak basması arası bir yağmur ferahlığı. Yazları asla iki ay boyunca güneş olmuyor, güneş çıkınca da kıymeti katlanıyor.
An itibariyle... Evin kapalı alanda en sevdiğim köşesindeyim. (Yağmur yoksa malumunuz içeride oturmam) Önceleri okuma köşesiydi, pandemiyle birlikte Zoom köşesine dönüştü. Hani kitaplığın yanındaki o koltuk...
Akşam yemeğinde pek hoşuma giden kırmızı şaraptan bir kadeh daha koydum, yağmurun sesini dinliyorum. Çünkü yaz yağmurlarının böyle hoş bir yanı vardır, pencereyi açabilir, yağmurun kokusunu içinize çekebilirsiniz.
Ş
Bu aralar bana iyi gelenlerin başında yürümek var. Pandemide, haftalar sonra evden çıktığımız o ilk gün yürüyememek, bana çok koymuştu. Tıknefes eve nasıl döndüm bilmiyorum. Bir de bütün gün kahve, iş, toplantı yaptığım, yürüyüşü kalp çarpıntılarıyla sonlandırmak zorunda kaldığım o gün... aman yarabbi! Yaşlanıyorum dedim, yaşlanınca elden ayaktan düşeceğim, bugün bisiklete binmesine, bahçelerini yardımsız çekip çevirmelerine imrendiğim 70+ komşularımın aksine evden çıkamayacağım dedim. Ama pes etmedim.
Haftalar içinde hemen her gün yürümeye, hatta tempomu artırarak bir kilometreyi 9-10 dakika içinde almaya başladım. Tabii bunda, aldığı kiloları verme telaşı içinde diyete giren muhteremin de katkısı yadsınamaz. Ama bundan çok önceleri yani o ilk tıknefes olduğum günün ertesi, hani havaların henüz ılınmadığı günler, kararımı vermiştim, evde egzersiz ne pahasına olursa olsun yapılacaktı!
Hani bir soru bırakırsınız hayata, evrene...
Ve cevap gelir sizi bulur, öyle bir şey...
Yine bir gün bizim ahretliklerle zoom yapıyoruz, Elvancım Leslie’yle yürüme yaptığından bahsetti. Evde egzersiz kapsamında bir denemediğim o kalmış, aman kalmasın, araştırdım Leslie’yi.
Ayol ne tatlı hatun o?!
Yaş kemale ermiş zaten oraya girmiyorum, basenler benimkilerden geniş, o da umurumda değil, gönlü hoş olsun. Ama öyle tatlı hatun ki, adım atarak o bir saat nasıl geçiyor, anlamıyorsun.
Bak bacım, kardeşim, benim için bir egzersizin başarı kriteri budur: zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksın!
Biraz bu ablayı araştırınca fark ettim ki, genelde diyetisyenler spor salonuna gidemeyen, evine yürüme bandı alamayan danışanlarına Leslie öneriyorlar ve insanlar inanılmaz keyifle takip ediyor bu ablayı.
Leslie videolarında tatlı anlatıyor, “spor kalbinize iyi gelir, “ “yürümek için kendinize bir saat ayırmak çok önemlidir, harika bir şey yapıyoruz birlikte”, “hadi yürüyelim walk walk walk! “
Bir de çok tatlı bir repliği var: out together out together...
yani dışa bir adım at, yanına öbür adımını getir...
Canım Leslie...
Leslie sayesinde yaktım kalorinin daha fazlasını muhteremle yürüyüşlerimde yakıyorum ama yine de beni bu tempoya evde hazırlayan Leslie ablama sımsıkı sarılıyorum:)
Canım Leslie bana iyi geliyorsun!
Canım muhterem ve yüksek tempolu dış ortam yürüyüşü siz bana daha da iyi geliyorsunuz...
Sözlerimi burada balla keserken,
Evvela Leslie’nin en sevdiğim videosunu,
Ve de illa ki okuyun dediğim Yürümenin Felsefesi kitabını buraya usulca bırakıyorum.
Saksıdaki domateslere epeydir biriktirdiğim filtre kahve posalarını vermek üzere terasa çıktığımda, yağmur başladı.
İnce ince , usul usul, sindire sindire...
Yılın sekiz ayı mütemadiyen güneş gören memleketten gelme bir insana göre yağmura, bana çocukluğumun kırk ikindi yağışlarını hatırlatan bu bahar yağmurlarına ziyadesiyle düşkünüm..
Tazelenmiş hissediyorum ve nefes alıyorum. Bence bitkiler de aynı hissiyatı paylaşıyor:) bugün saksıda iyice palazlanan domates fidemi bostana dikme zamanını tam da yağışın öncesine denk getirdim. Üstüne de bu yağmur, o kökleri saksıdan fışkırasıya büyüyen fideye ilaç gibi gelmiştir. Umarım.
Bostanda eşelenmek, günün en sevdiğim aktivitesi... umumiyetle yalnız oluyorum, diğer bostanların sahibi komşulara denk gelirsem de ne ala... kırık dökük fransızca ingilizce karışık sohbet ediyoruz. “Senin çilekler pek güzel..” “aman efendim senin domateslerin kabakların yanında lafı mı olur?” Minvalinde sohbetler dönüyor.
Yalnız oldum mu, daha da güzel. Her gün yeni bir gelişmeyle karşılaşmak, tek tek dokunmak, çapaladıkça toprağı, çıkan kokuyla mest olmak... toprakla bir olmak...
Bostandan ayrıldım mı hemen eve girmiyorum. Tam da bizim eve bakan ağaçların altındaki banka oturuyorum bir süre. İyi geliyor. Gerçi bugün yağmur ufaktan çiselemeye başlayınca
erkenden topukladım.
Yağmur... evet bana iyi geliyor. Serin mis...