20 Eylül 2023 Çarşamba

Bana ne ya!?

 Öylesine bir hüzün halindeyim. 

Ota boka ağlamak istiyorum istemekle de kalmıyorum, kenarda köşede ağlıyorum. Kendimi sosyal medyada fittirmeye ve kitaplara gömüyorum yine de kar etmiyor. İçimden bir şarap açayım, bir bira devireyim demek bile gelmiyor- ki bak bu iyi, hüzünlüyken içmektense çay koyarım mis- . 


Ütü yapmam lazım, karşılıklı oturduk birbirimizi süzüyoruz. Bir uyduruk film seçsem de iki parça ütü yapsam, hani sırf dağınıklık kalksın diye.


Ve sırf ütü yapmayı ertelemek için kitabı yarıladım: Behice’nin yarım kalan işleri


Ya benim yarım kalan işlerim?


Az önce Flamanca öğrenmeye kastığım uygulamadan bildirim geldi, nerdesin diyor, yarım bırakma dersleri diyor. 


Heh işte bir başka yarım kalan işim.


Depresyon mu acaba? Yok daha ziyade bir şeylerin sonuna yaklaşırken duyulan o his, hüzünle bitkinlik arası melankoli mi? Hani ne olduğunu bilsem adını koyuversem kaybolacak gibi. 


Gözümü kapatsam günlerce uyurum gibi. Olur ya öyle üzerinden bir tır geçmiş gibi uyuşursun. Üniversite sınavından sonra 24 saat uyumuştum mesela, olmuştu bitmişti, uyuyunca tüm o yılın stresi silinivermişti.


İçeriden maç izleyen pipililerin sesi geliyor, benimse içimden hönküre hönküre ağlamak. Sahi benim üzerimden ne geçti? Galiba koca bir altı yıl. 


Bana ne ya! Ben neşemi geri istiyorum! Mıçarım hüznüne!

İspanya tatilinden bir fotoğrafla hüznü dağıtma çabaları


17 Eylül 2023 Pazar

Pazarın iyisi

 Günün bu saatini görmek de varmış oh be! 

Pazar akşamının dağ gibi bulaşığını yıkarken - ki dostlarım yemek yapmak kadar ılık suyla bulaşık yıkamak da bir tür terapidir - beynimde yarın ofise götüreceğim lunch box fikirleri dolanıp duruyordu. Durdum. 

Sahi ben ne kadar da yorulmuştum bugün. Dün, önceki gün, haftalardır, aylardır ne kadar yorgundum. 


Ben ne kadar yorgunum… 


Yaz bitti ama ben kendimi yeni sezona hiç de hazır hissetmiyorum. O kadar yoğun bir yazdı ki, hiç gerçek anlamda dinlendim gibi gelmiyor. Regl öncesi kramplar da, aldığım kiloların verdiği hantallık da, hiç ama hiç yardım etmiyor. 


Bugün yaz döneminin sondan bir önceki misafirini canım Duru’yu uğurlarken ne kadar kısa ama ne kadar yoğun bir on gün geçirdiğimizi fark ettim. 


Son günümüzü car-free day sebebiyle trafiksiz sokaklarda yürüyerek ve sohbet ederek geçirdik. Sokaklara bistrolarını atıp şarap ve birayla arabasız günün tadını çıkaranları, evin önüne tabure atıp çiğdem çitleyen teyzelere benzettik aynı anda! Park müthiş bir ferahlık verdi, bisikletlerin istila ettiği caddeler sokaklar çok başka bir hayatın nasıl olabileceğini fark ettirdi. Ortamdaki o neşe, o renk cümbüşü Almodovar filminden çıkmış gibiydi. 

Canım Duru’yla bizim mahallenin parkı


Ve sonra eve döndük ve sonra sabahtan pişirdiğim zeytinyağlı taze fasulyelerimizi yedik ve sonra Duru gitti.


Evdeki o neşeli kız çocuğu sesi kayboldu. 


Pek çok şey için endişeleniyorum, hani derler ya endişelendiğimiz şeylerin neredeyse hiçbiri gerçekleşmez, ben bazen biz onlara endişelenip önlemlerimizi aldığımız için başımıza gelmediklerini düşünüyorum. 


Mesela dün Walibi’ye (roller coasterlı filan eğlence parkı) beni götürmemeyi kabul ettiklerinde kendime ait koca bir günüm olduğu için çok sevinçliydi, instagram köşelerinden bile ilan ettim. Kendimle kalabilmeyi nasıl özlediysem demek. İlker’in bıraktığı sangria tarifiyle cebelleşirken telefon geldi, arabanın anahtarı bir oyuncaktayken İlkerin cebinden düşmüştü. Peki acaba o anahtar biraz azıcık küçücük minicik bir endişe duyularak daha emin bir yere konsaydı, belki de düşmeyebilir miydi… ya da acaba ben hep kötü şeyleri aklıma getirdiğim için mi kötü şeyler oluyordu? Bilmem belki. 


Belki ben orada olsaydım, anahtarı çantama koyacaktım. Hatta şehir dışına her çıktığımızda yaptığım gibi yedek anahtarı cüzdanımda taşıyacaktım. (Evet çünkü anahtarı arabada bırakınca araba kilitleniyor ve giremiyorsun. Ancak yedek anahtarla açabiliyorsun.) Ve kaybolsa bile eve dönebilecektik. Ama ben kendimi İlkerin telefonu Almanya tatilinde göle düştüğünde de suçlayacak kadar manyak olduğum için önceden endişelenmeyip de tüm bu kötü senaryolara kendimi hazır etmediğim ve bana hediye edilen günün tadını çıkarmaya çalıştığım için mi acaba o anahtar kaybolmuştu yoksa içimde bir yerlerde ben hep kötüyü mü çağırıyordum? 


Peki tüm bu ahval ve şerait içinde benim kendimi sevmem nereye yerleşiyor? Ben söyleyeyim hiçbir yere! 


Her neyse, İlkerin merkezdeki işini halletme işi bana verildi, onlar anahtarı bulan birileri olduğunu duymuşlardı, bekleyeceklerdi ki adamlar insafa gelsin, infoya getirsin. Merkeze giderken içimden dedim ki, her ihtimale karşı ben yanıma şarj bankasını, yağmurluğumu, kitabımı, yedek anahtarı alayım da olur ya gel derler, 1-2 saatlik bir tren yolculuğuyla ulaşayım. 


Bil bakalım ne oldu? Evet saat dört itibariyle kimse anahtarı getirmediği ve park altıda kapanacağı için ve üç kişi birden trenlerde sefil olmasınlar diye bana trene binmem söylendi, bindim. Dura kalka Wallonia’nın minik ve yemyeşil kasabalarını birer birer geçerken, tren değiştireceğim istasyona varmadan birkaç dakika önce anahtarın bulunduğu bilgisi geldi. Beni aktarma istasyonundan aldılar ve döndük. 


Arabaya bindiğimde, Arca “anne ya olan sana oldu, bütün günün yollarda geçti yine de hepsi boşunaymış bak biz seni almaya geldik” dedi. Günün kahramanı olamamıştım, ucuz kahraman peh! 


Ve üzerimde tüm bu maceranın her nedense benim yüzümden yaşandığına dair yoğun bir his var. Dün akşam ve bugün tüm gün. Bu hissin beni yormasına izin vermek saçmalık, belki sadece alınganlık ama öyle… (ya da acaba karma mı olabilir mi ?) 




Bana vaadedilen günüm benden çalınmıştı. Pazarım bütün akşam içtiğim sangrialar yüzünden biraz akşamdan kalma biraz da regl ağrılarıyla diş sıkma şeklinde ama hala iki tencere zeytinyağlı, çocuklara kahvaltı, ütü, İlkerin nefis bir yemek karşılığı bıraktığı dağ gibi bulaşıkla geçmişti, Duruyla yaptığımız şahane yürüyüş de olmasa o nefis akşam yemeği olmasa hani neredeyse tesellisiz bok bir pazardı diyeceğim… 

Elde yıkadığım her kesme tahtasına ne tencere tavaya değdi 😋


Ama değil, hatta bulaşıkları yıkarken tam da bunu düşünüyordum. Pazar bitmedi. Şimdi ya yarınki öğle yemeğimi hazırlamaya girişir, bir türlü mutfaktan çıkamamanın fiziksel ve mental yorgunluğuyla duş bile alamadan yığılırım, ya da yarın öğlen kantinden dandik bir şeyler yemeye ve de çay demlenesiye kadar kendimi severim.


Şu anda bu satırları okuduğunuza göre hangisini seçtiğimi anlamışsınızdır ;) 


Evvela sümüklerim ağzıma giresiye ağladım banyoda, oh elemimi kederimi akıttım. Sonra sıcak duşa girdim, uzun uzun tadını çıkara çıkara… mis. Saçlarıma maske yaptım, kıl tüy işlerini hallettim, çayımı koydum, yüz maskemi yaptım, biraz da tırnaklarımı toparladım, tütsümü yaktım, on gündür özlemişim odama yerleştim, derken ikinci üçüncü bardak çayımı blog yazarken yudumluyorum. 


Yarın ofise ne giyeceğime karar vermeyi müteakip cilt bakımlarımı yapıp yatağa gireceğim. Pazarın iyisi nasıl mı olur? Tabii ki kendini sevmekle olur. 


11 Eylül 2023 Pazartesi

Kitap, kaybolmak, yolunu bulmak ve hep ayağa kalkmak üzerine

 Belçika’da üst üste üç gün otuz derecenin üzerinde seyretmesi Türkiye’de bile haber olmuşken, mayışan beynim yüzünden markette komşumu tanıyamamam gayet normal değil mi? Ya da yaşlılık mı? Belki bilmiyorum, havalar normale dönünce tekrar irdelemek lazım. 

Yaşlılık mı dedim? etrafımdaki gençlerin enerjilerine tanık olunca daha iyi fark ediyorum ki, yaşlanıyorum. Doğal bir süreç fakat insan hayret ediyor…. 


Etrafımda gençler var, evet. Duru geldi. Ve arkadaşı Ayşegül. Ayşegül yirmi dört saat hemen hiç uyumadan yolculuk etmişti, Amsterdam otobüsünden aldık, eve getirdik. Muhterem yine mutfağa girmiş, lazanya yapmıştı. Bir kadeh şarap da içtiler mi, yatar uyur kızlar diye düşünürken baktım duşlar alınmış, nerde bira içmeye gidelim diye soruyorlar. Ertesi sabah Antwerp’e oradan da Gent’e gittiler, trenler, tramvaylar in bin yürü gez, gecenin yarılarında döndüler. Ve en sonunda da Amsterdam’a … Ve tüm bunları mevsim normallerinin rekor üzerinde hava koşullarında yaptılar, yapıyorlar. Ben anlatırken yoruluyorum. 


İlker, biz de onların yaşında buralarda olaydık biz de buraların tozunu attırırdık dedi. Sahi keşke olaydık be! Şimdi kırklarımızda, çocuklu yaşamımızda bu hız nerdeee…


Kendi tempomda bile bazen çok hızlı olduğumu düşünüyorum. Frene basma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü beyin yorgunluğu genç olsan bile altından kalkılabilecek bir şey değil. İhtiyaç duyduğun şey: rahatlama. Ben bunu farkında olmadan yapıyormuşum, sabah yedide mesaiye başlayıp öğlen olmadan beşinci toplantıma girdiğim ve oturmaktan basurumun nüksettiği bir evde çalışma günümde kendimi sokağa atınca anladım. 



Hızlı bir öğle yemeği yedim, öğlen birdeki toplantıya red cevabı gönderdim ve spor ayakkabılarımı giyip mahallede yürüyüşe çıktım. Kulağımda müzik, rota belirlemeksizin yürüdüm. Ve tabii dönüşte kayboldum. Altı yıldır yaşadığım mahallede kaybolmak da ancak benim başıma gelecek bir şey. Derken bir yol çıktı karşıma. Gül yolu. Genişliği ancak bir metre hani yan yana iki kişi zor yürürsün, bırak arabayı bisiklet geçişi yasak. Ve bu yolun duvarları resimler, çeşitli el işlemeleri, minik kutular , tek kalmış bebek çorapları ve türlü çiçeklerden saksılar boyu bir sergiye dönüştürülmüştü. Günün geri kalanının bu güzel sürprizle kutsandığını, bana nasıl da iyi geldiğini ve yük olmadan müthiş bir verimlilikle geçtiğini söylesem, abartmış olmam. 


Bugün elimdeki kitabın son bölümüne geldiğimde “rahatlama”, bu anı düşünüp gülümsedim, insana aradığı geliyor.


Elimdeki kitap “5 seçim”. 



Aralık ayında bu eğitime katılamamıştım, çok da umursamamıştım zira zaman yönetimi ise mesele, kitabını yazarım diye büyüklenmiştim ama departman müdürüm ısrar etti, hızlandırılmış da olsa kısa bir eğitim vereyim departmandan eksikli kalma dedi. Yoğunluğun az olduğu Ağustos’a ayarladık. Yeni ve ilginç yaklaşımları vardı, zaten bildiğim pek çok yöntemi saymazsak, uygulanabilirliği olan dahası sadece iş değil, hatta işten daha fazla özel yaşamı kapsayan uzun lafın kısası, verimliliği hayatın merkezine koyan bir anlayış sunuyor. Stefaan kitabı da var, sen çok okuyan birisin, belki ilgini çeker deyince, kitaba aydım ve sıcağı sıcağına Türkiyeden ablamlarla getirttim. 


Eğitimin üzerine kitabı ana dilde okumak epey pekiştirdi. 


Kitabın ve eğitimin bence püf noktası beyne odaklanması ve beyni her anlamda sağlıklı tutma önerilerini bir arada toplaması. İşte rahatlama 5.seçimde devreye giriyor. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözünün vücut bulmuş hali diyelim.


Kitabı, itiraf ediyorum, İlkeri düşünerek okudum. Ve İlkerle ilişkimizi. 


Hayattaki rollerinizi modellemenizi istiyor kitap. Anne, baba, kardeş, evlat, lider, sporcu vesaire… Hayatta pek çok rolümüz var. Her birinde neredeyiz? Ve nerde olmak istiyoruz? Bunu hayatının odağına koymanın bize getirisi ne olur?


Eş olarak şahane bir rolüm olduğunu düşünürken birden bundan daha iyi ne yapabilirime odaklanınca ne çok eksiğim ihmallerim olduğunu fark ettim. 


Ben İlker’in en iyi arkadaşı olarak onun hayallerini gerçekleştirmesinde ne kadar katkıda bulunuyordum? Burada ne yapmak istediği ile ilgili hayatına ne kadar müdahildim? Halbuki o,  buraya gelirken anlaşmaya vardığımız iş bölümü ve rol paylaşımında olması gerekenin de ötesinde bir performans sergilerken ben ne yapmıştım? Cömertçe bana sunulanı kabul ederken iş bölümündeki kendi rolüme - kariyer yapmak - fazlaca dalmış ve ihmalkar davranmıştım. Nasıl ki ilk geldiğimizde kendimi aptal gibi hissedip daha azına razı olacakken İlker bana benden fazla inanıp destek olduysa, benim de onun için yapabileceğim bir şeyler olmalıydı. 


Kendimden yola çıkarak konuşmaya başladığım bu konu artık bende bir tıkanmışlık olmaktan çıktı. Belki geç kalınmış bir adımdı ama ve lakin hiçbir şey için geç değildir.




26 Ağustos 2023 Cumartesi

Yaz muhasebesi

 Eylül ufaktan yaklaşırken, ve tabii ki iklim gereği sonbahar kendini şimdiden hissettirmeye başlamışken her mevsim dönümü olduğu gibi muhasebelere girmem kaçınılmazdı. Gönül isterdi ki, buralar da İzmirim gibi ekimlere kadar şurup havasıyla suyuyla sarmalasın bizi, gönül isterdi ki Eylül 1 dedin mi okullar açılmasın da eylül tatilleri yapalım ama öyle değil işte.

Çok özlemişim eylülde hala tatil kafasında olmayı. Malum biz kasıma kadar yazlıktan ayrılmazdık, kah hafta sonu kah günübirlik. Hele de Arca okula gitmezken tatillerimizi bile eylüle ayarlardık. 


Benden yaşça büyük olduğunu tahmin ettiğim bir iş arkadaşımla sohbet ederken, Brüksel’in yazının (bu seneki yağmur istisna, Brüksel’de yaz harbi keyifli olur) ve herkesler döndükten sonra eylüle doğru tatile çıkma ihtimalinin ne şahane olduğundan bahsediyorduk. Dedim “bizim oğlanın yetişkin olmasını sırf tatile eylülde çıkmak için iple çekiyorum ama çok değil 4 seneye ben de eylülde tatile çıkıp sakin sahillerin ve şurup gibi denizin tadını çıkaracağım”. Benim çok mu genç anne olduğumu sorunca ve 45 yaşında olduğumu söylediğimde şaşırması günümü güzel eyledi, hala içimde bir yerlerde genç gösterme meraklısı olduğumu da fark ettirdi.


Neyse konumuz o değil. 


Yaz muhasebesi. Bugün telefonumdaki fotoğrafları temizlerken bir kere daha fark ettim.







Bu yaz çok farklıydı, farklı bir şekilde çok iyi geldi. Evet belki yazı İzmir’de geçirmedik ama yine de muhteşem geçti.


İzmir’e gidemesek de Avrupa’da yepyeni yerler, lezzetler keyifler keşfettik. Hem de çok farklı biçimlerde. İki ergenli, deniz kum güneşli İspanya

Arca’nın bizden ayrı üç hafta geçirmesi ve bizim de 14 yıldır ilk defa bu kadar uzun süre baş başa kalabilmenin tadını çıkarmamız 

Muhteremle baş başa rüzgarlı bir Kuzey Fransa kaçamağı

Ablamlarla çocuksuz iki çift olarak bol ormanlı bir Almanya seyahati











Bu yazın bir farklı tarafı da üç hafta iznimi bir hafta Almanya iki hafta İspanya olarak bölmemdi. İyi mi oldu? Pek emin değilim. Bence blok bir izin ve bu izin içinde hem gezmeli hem dinlenmeli bir tatil daha iyi olabilirdi. (Bababbba on yıllar boyunca Türk beyazyakalısı olarak iki hafta blok izin kullanamamış yelize bak sen!) 


Yaz oldu mu, insan eksikliğinden ister istemez ofiste işlerin nispeten hafifliyor ve kendi planın içinde özgürce çalışabiliyorsun. 


Ayrıca herkes bir yerlere dağılıyor ve yepyeni bilgi ve tecrübelerle geri dönüyorlar. Malum herkes tatile çıkabildiği için de öğle yemeklerinin konusu “nerde ne kadara tatil yaptım” 


Benim için bu yazın bonusu: Kitaplar, yepyeni mis gibi akıp giden kitaplar okumak, yepyeni kitaplara kavuşabilmek oldu.


Yaz kitaplarımı uzun uzun yazasım var. Siz bu yazdan karelere bakarkenx ben kitapları sonraki posta bırakayım yoksa güme gidecek.


23 Ağustos 2023 Çarşamba

Silent Room hakkım engellenemez!

Ablamların İzmir’e dönüşü ve Arca’nın arkadaşında yatıya kalmasıyla bir anda sessizliğe bürünen ev, GS maçının ilk düdüğüyle hareketlenince bana da terastan arka odaya taşınmak düştü.

 İki hafta sonra odama, koltuğuma, blogumun ana sayfasına dönüş yaptım. Yarın evden çalışmaya, bilinçli rutinlerime, ve yağmuruma da dönüş yapacağım gibi görünüyor. Ablamların gelişiyle ısınan havalar gidişiyle yerini yağmura ve serine bırakıyor. 

Ablamlarla bir haftası Almanya tatili olmak üzere iki haftayı birlikte geçirdik. O ara Arca İzmir’den tek başına döndü. İzmir’de geçirdiği üç hafta herhalde hayatının en muhteşem tatiliydi. Ana baba yok, hep sevdiklerinin evlerinde takılma, hep kuzenler arkadaşlar anane baba dede üçlüsü, çok yemekler çok yüzmekler… değerlenen öyrolarıyla alışverişlere sevinmeler. Tam bir gurbetçi stayla! 

Arca için tatilin son demleri, futbol kampı, arkadaşlarla gezme, okula hazırlanmalarla geçerken, bizim ofis de tatil sonrası kalabalıklaşmaya başladı. Geç kalsan oturacak masa bulamayacaksın o derece! Ofisteki ve evdeki bu kalabalıklığın neticesinde ofisteki Silent Room kısmını sıklıkla kullanır oldum. 

Neden? Çünkü ben bir iş üzerinde çalışmam gerekiyorsa dikkatimi dağıtan her şeye gıcık olurum ve tam bir sessizlik ararım. 

İster bireysel ofisimin olduğu İzmirdeki şirketimden kalma bir alışkanlık, ister benim odaklanmamdaki beceriksizlik olsun sebep, gerçek ortada ve çözümü Silent Room (toplamda 6 masanın olduğu bir oda, etüt gibi bir yer)  

Evde çalışanların mutfak masasında veya önünde TV radyo açıkken nasıl çalışabildiklerini aklım almıyor, nitekim arka odayı Covid zamanı işgal etmemin ve sonrasında da iyice yerleşmemin sebebi bu. Benim sek sessizliğe ve sakinliğe ihtiyacım var. 

Eskiden yani bir ekibim olmadan önce, daha az toplantılara girdiğim, sadece proje yönettiğim zamanlarda orada daha fazla geçirirdim, hatta Yelizin Ofisi derlerdi de arada kahve getirmeyi teklif edenler olurdu. Artık toplantılar ve ekiple daha çok vakit geçirmem gerektiği için daha seyrek uğrasam da, haftada birkaç saatimi Silent Roomda geçirmeme alıştılar, ortalık kalabalıksa ve ben toplantıda ya da masamda değilsem, biliyorlar ki Silent Roomda saklanıyorum. İnanır mısın yaratıcılık gerektiren en iyi işlerimi orada çıkarıyorum. Yani benim Silent Rooma ihtiyacım var!

Bir de o odayı amacının dışında kullananları affetmiyorum ve derhal sepetliyorum. Sohbet edecek onlarca alan var, yallah coffee cornera! Muhtemelen adım Silent Room Bitch’e çıktı ama umrumda değil!

Tabii bu düzen böyle sürdüğü sürece…

Fakat kim yaptı nasıl oldu bilmiyorum - belki yallah dediğim baĞzı arkadaşlar olabilir - ofis yönetiminden bir anket geldi. Neymiş o oda amacına ulaşmamışmış, neymiş acaba toplantı odası ya da sohbet köşesi yapılsa mıymış… bababababa! Dalarım! 

Dedim ve daldım. Oylamaya katılmakla kalmadım anketi yapanlara da yazılı tehdit savurdum. O oda olduğu gibi kalmazsa her gün en az 2 saat gereksiz yere toplantı odasını tek başıma Silent Room niyetiyle işgal ederim, haberiniz ola dedim. Demekle de kalmadım, etrafımdaki herkese lobi aktivitesi yapmak suretiyle istediğim gibi oy vermeleri için zorladım. Yoksa dedim başınıza bela olurum, bu açık ofisi Silent Rooma çeviririm görürsünüz ebenizi demediysem de bakışlarımdan anladılar. Nasıl bir pislik olduğumu bilirler. Garibim bazıları Silent Room diye bir yerin varlığından bile haberdar değillermiş, hiç ihtiyaçları olmadıysa demek. 

Bu ofis düzenlemecilerin tepesine kadar çıkacağım. Baktım olmuyor çare yok Vice Presidentlığa oynayacağım, zira şirkette bireysel ofisi olan en düşük seviye bu. 

Ya da bunlardan bir tane de işimi görür, kapımı çekivereyim, yeter ki sessiz olsun!



3 Ağustos 2023 Perşembe

Nerden başlasam nasıl anlatsam….

Belki de ecnebilerin small talk dedikleri “havadan sudan” sohbetlerle başlamak, ısınmak bir nevi, eh malum arayı epey açtık. 

En son bu kadar uzun yazmadığım ne zaman oldu acaba? Gezi zamanı mıydı yoksa buraya taşındığımız zaman mıydı? Emin değilim, emin olduğum tek şey koca bir temmuz 2023’ü blogda göremeyeceğiz. 


Aman yarabbim kitleler bensiz bir ay ne yaptı?!


Ne yapacak, tatil yaptı :))) 


Benim gibi. Bizim tatil dönemimiz ilginç geçiyor. Birçok ilk bir arada yaşanıyor;


Temmuza iki çocuklu başladık. Yeğen Deniz (12) üç hafta bizimleydi. 

13 saatlik bir araba yolculuğuyla İspanya’ya gittik. İşte bunlar hep ilk!


Arca ilk defa bizsiz Türkiye’ye gitti. Biz ilk defa Türkiye’ye yaz tatilinde gitmedik.


İlk defa Fransa’ya baş başa haftasonu kaçamağına gittik.


Ya Arca ile ya da yalnız Belçika yazı geçirdiğim çok olmuştu ama ilk defa muhteremle geçiriyoruz.


Ve muhteremin şansına mı diyeyim, tüm zamanların en yağmurlu Belçika yazını yaşıyoruz. Günlerce yağmur yağar mı? Yağıyor şerefsiz! 


Bu kadar yağmur, bizim için olduğu kadar buranın yerlileri için de ilk! Hepsi depresyonda. Bir yağmur sever olarak ben bile sıkılacağım neredeyse, neredeyse… Az önce bile “ay ne güzel yağıyor” diye pencereden dışarı kokluyordum, yani neredeyse.


Bu aralar yazamıyor olabilirim ama tadını çıkardığım başka ilklerim var.


Mesela bilinçli ritüeller oluşturmak. Gerçekten farkında olarak, gerçekten o ritüeli oluşturmanın amacım olduğunu kendime söyleme dürüstlüğü içindeyim. Oluverdi değil, olmasına çaba gösteriyorum. Her gün aynı saatte kalkıp yarım saat yoga on dakika meditasyon yaparak bunu alışkanlık haline getirmeyi bilinçli olarak seçiyorum ve seçtiğim bu yolda her gün bir adım atıyorum. Bu beni taş gibi yapmayacak, bu beni yirmi yaş gençleştirmeyecek, hayır kilo verdirmeyecek ya da verdirecek bilmiyorum. Tek bildiğim her gün kendime ayırdığım bu dakikalarda seçtiğim şeyleri yapmanın bana verdiği his, o hayatın kontrolü elimde ve ama aynı zamanda hayat akışında hissi iyi bir şey. Bunun mutlaka bir adı vardır, terminolojisini bilmeksizin sadece iyi diyorum. İyi. Bu da yeterli.


İlk defa deneyimlediğim bu “iyi”yi de seviyorum diğer tüm ilklerim gibi güzel bir yeri var, bu “iyi”nin. İyilikler getiren ilkleriniz olsun dilerim,



Sevgiyle ;)