Çok karakterli
romanın merkezindeki karakter bir hermafrodit yani çift cinsiyetli bir insan. Bu
genetik bir farklılık aslında. Ve hepimizin aşina olduğu homoseksüellik,
travestilik veya transeksüellikten çok farklı bir şey. Dişi olarak doğup
hayatının belli bir dönemi kız çocuk olarak yaşadıktan sonra erkek oluyor kahramanımız.
Ama tam erkek oluyor diyebilir miyiz?
Hayır! Bence hayır. O tam anlamıyla bir
üçüncü cins. Ne dişi ne erkek…ve üremesi mümkün değil. Aslında bu cins oldukça
nadide bir tür. Belki de böyle olması, doğa ananının bize bir uyarısı. “Bak
yavrum akraba evliliği yapmayın, yoksa çekinik olan bu gen açığa çıkar ve çift cinsiyetli
çocuklarınız olur. Bu çocuklar üreyemez ve neslinizin devam etmesi mümkün olmaz”
diyor. Aman ha neslimiz kurumasın : )
Middlesex ilginçtir
ki sadece bir hermafroditin yaşadıklarını anlatmıyor. Bunu anlatabilmesi için
zaten çok gerilere gitmesi gerekir. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlara.
Azınlıklara özgü o kendini koruma içgüdüsü, akraba evliliklerine, hatta aile
içi evliliklere dayanıyor. Ve bu aslında çekinik olan gen, kardeş ve kuzen
evlilikleri ile kuşaklar sonrasında çıkıyor. Middlesex, bu kuşakları,
yaşadıkları dönemlerin önemli olayları ile çarpıcı bir şekilde anlatıyor ve
kahramanımız her olağandışı insan gibi çok
çetin bir içsel süreçten geçerek günümüze geliyor.
Middlesex’te
ne ararsan var. Özellikle de bir “çok satan”da olması gereken ne varsa… Yakın
tarih, savaş, Amerikan’ın buhran dönemi,
iç ayaklanmaları, ergen cinselliği, ensest, önyargı, hoşgörüsüzlük… Say say
bitmiyor.. Üstelik oldukça akıcı bir üslubu var, çevirisi de son derece
başarılı.
Merak ettiğim bizim ülkemizden
de izler taşıyan hatta Bursa’da doğan, İzmir’i anlatan (özellikle de o yılların
çokuluslu, çok dinli, hoşgörülü İzmir’ini) ve 1922 yangınının ardından Detroit’te göç ile
devam eden bu roman nasıl oldu da ülkemizde yeterince ilgi görmedi?
1 yorum:
Listeye alinmistir ;)
Beyhan.
Yorum Gönder