annelik vs... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
annelik vs... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Balık vs Boğa

Arca ile çekişmelerimizi tahlil edeceğiz diye kasmanın lüzumu yok. Öyle iki üniversite müfredatı genişliğinde kitap bitirmeye de gerek yok.

Çözdüm ben, aslında sorun gayet basit! Adamın karakteri zıt bana!

Ama ben bunların başıma geleceğini biliyordum.

Az kasamadık çocuğu boğa burcu yapamadık. İki ay ya çok değil, tut kendini di mi:P

Yok aldık elimize balığın alasını! Şimdi uğraş dur.

Balık burcu kötüdür demiyorum lakin bize ters!

İlker de ben de boğa burcuyuz.

Nedir boğa burcu?
Topraktır, kök salmaktır, ayağı yere sağlam basmaktır, maddedir, gerçekçidir, paracıdır, lükse düşkündür…


Balık oğlan nedir?
Sudur, sulu gözün önde gidenidir, su gibi akışkandır, sınırlarını çizemezsin, hayalcidir, hayallerine kendi de inanır, oyuncudur, seyirciye oynar (pis tiyatrocu!) , maddeye önem vermez, duygusaldır, şekilden şekle girer, bir öyle bir böyledir, bir bakarsın ağlamış, sen daha teselli etmeye başlamadan kahkahayı basmış! Ne ara?




Bana kimse, Balık burcu duygusaldır, sanatçı ruhludur, edebiyata düşkün olur, hayal gücü geniştir, iyi huyludur, sakindir, sosyaldir, sevecendir demesin! Kimse bana “ruhunuzun derinliklerine bakan bir burca mensup çocuğunuz var, şanslısınız”, demesin!

Benim oğlan karanlık bir odada hayali geyiklere hayali yemek ve su veriyor, Ümit teyzesinin olmayan oğluna ait hikayeler anlatıyor, benim aklımın ermediği bu soyut dünyayı ne yapacağız?

Yok yok ... Ben sonumuzu biliyorum, geçenlerde D&R’da kitap karıştırırken, aile hayatımızın gidişatı ile ilgili çok net ve özet bir veri elde ettim.

Boğa burcunun hayattaki amacı : servet edinmek
Balık burcunun hayattaki amacı : dünyayı gezmek


Hemen İlker’i aradım, “biz zengin olacağız diye bi tarafımızı yırtalım, bizim oğlan bizim paraları dünyayı gezecem diye yiyecek, ahanda buraya yazıyorum!”

15 Temmuz 2011 Cuma

Adanmışlık, aldanmışlık

Biz küçükken ev işlerine kısmen dahil edilirdik, kendi isteğimiz ölçüsünde. Salata benim işimdi misal, bulaşık ablamın. Temizlik gibi ağır ve ciddi işlerde annem bizi çok zorlamazdı. Toz almak gibi sıkıcı işler belki, ablam da lavabo ovardı. Yemeği tam olarak yurtta kalmaya başladığımda pişirmeye başladığımı, temizliği ise evlendiğimde yaptığımı hatırlıyorum, ütü sadece yazın elimize verilirdi. Hep “siz dersinize çalışın” denirdi bize.

Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.

Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...

Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!

İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…

“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.

Herkes ve her şey için geçerli hayatta.

J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…

Annelikten başladık, annelikten bitirelim…

Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.

Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.

Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.

Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.

Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.

Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.

Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...

Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…

Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …

14 Temmuz 2011 Perşembe

O bir "Survivor"

Sakarım demiş miydim? Evet demiştim, hatırlıyorum.

Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.

Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.

Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.

Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.

Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.

Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.

Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?

Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )

Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.

12 Temmuz 2011 Salı

Dikkat! Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir?

İlker esnaf sever, manavcıdır. Mahallenin esnafı ile arkadaştır. Onun manav kankası vardır, benim pazarcı teyzelerim. Ben pazar severim. Küçükken annem kaptı mı beni pazara götürür, dört tur dolaştırmadan getirmezdi. İki tur atılır, üçüncüde fiyattan ve kaliteden yana en uygunları alınır, bir şey unutulmuş olmasın diye de son bir tur atılıp eve dönülürdü. Alışkanlık, aşinalık var. İstanbul’daki evimiz Zuhuratbaba’daydı, Salı günleri kurulan pazarı kaçırmazdım. Sor şimdi – ölmediyse – köy biberi satan teyzeyi elimle koymuş gibi bulurum. Ancak Arca doğdu beridir, pek imkan olmadı. İlker’in de yolunun üstündeki manav kanka olunca tembellik ağır bastı.

Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.

Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.

Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.

Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.

Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.

--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------

Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.

Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!

Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)

“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.

Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.

Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.

Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.

Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.

Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )


Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.

Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.

8 Temmuz 2011 Cuma

Zamane ana babasının işi zor azizim #3 : Mahalle baskısı

Gıdaya, kimyaya dikkat etti.
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.

Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?

I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.

Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.

Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.

Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.

Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.

"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!

Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.

Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.

Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.

Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.

Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.

Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!

Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….

Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.



Yemişim cümlesini der, kaçar!

Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Zamane ana babalarının işi zor azizim #2 : Eğitim mevzusu

Zamane ana babası olmak kolay değil demiştim. Sadece gıdası, kimyası değil… düşünmemiz gereken çok şey var.

Eğitim şart!

Çok okur zamane ana babası… “Ana babalığın okulu vardı da biz mi gitmedik! “ der, kitaplara verir zihnini. Eğitilmelidir ki kendi de eğitebilsin, anasına babasına benzemesin, onun yaptığı pedagojik hataları yapmasın.

En nefret ettiği laf “biz sizi böyle büyüttük! Fena mı oldu!”dur.

İş okumakla bitse iyi.

Çok iyi muhakeme yapabilmelidir zamane ana babası. Okuduğu onlarca kitabın arasından hangisinin doğru olduğunu, hangisinin kendisinin doğrusu olduğunu anlayabilmelidir. İşte işin bu kısmının zorluğu, hedef satış adetlerini arttırma stratejilerini bile sollar.

Tracy’nin dediği gibi EASY mi uygulamalı, Harvey Karp sar sarmala bedeninden ayırma der, ona mı yanaşmalı?

Ferber’i yerin dibine mi sokmalı, “family bed” fikrine mi hafiften alışmalı? Burası yatır kaldır dedi, kendini helak etti misal!

Çocuğu yatır kaldır yaptığım yetmedi bir süre bizzat kendim “Bezsiz bebek” kitabı ile yatıp kalktım. Öte tarafta çok güvendiğimiz doktorumuz ile İlker iki yaşını geçsin demekteydiler. Aklıma çok yatmış olacak ki, azmetmişim, biraz da şansın yardımı ile kaka işini halletmiştik ama çişe devam etmeye ne muhalefetin desteği vardı ne de benim enerjim.

Öyle bir gömüldüğüm kitapların içinden çıkamadığımda,
Arca krizden yerde tepinirken ne yapacağımı bilmez şokta,
gözlerim boşlukta kalakaldığımı biliyorum, bir Pazar sabahıydı.

Arca’nın krizini geçmiştim ben kendimi sorguluyordum o kısa zaman diliminde. Bu kadar okumaya ambale olmuş kafamı rafa kaldırıp eski dostum edebiyata yelken açmıştım, o da beni şefkatli kollarında sarıp sarmalamıştı.



Lakin o “eğitim şart” zehri bir defa zamane ana babasının damarına enjekte edilmiştir.

“Artık okumayacağım” dese de, "bunlar benim kafamı karıştırıyor" dese de, elinde güzide bir edebi eser varken bile yan gözle komodinin üzerindeki çocuk eğitim kitaplarını keser. Baş ucu kitabı olmuş onlar, kendine hakim olamaz, hmm şu yöntem neydi diye başladı mı “aman sabahlar olmasın!”

İçine düştüğü "eğitim" çukuru öyle derindir ki, zamane ana babasını, kendi ana babası bile çıkaramaz.

5 Temmuz 2011 Salı

İmza: despot ana

Arca’nın halası İlknur ve Arca’nın Emmesinin bebekleri olacak yakında! Bir heyecan bir neşe, mutluyuz vesselam.

Bir akşam sohbet ederken, Arca ile ilgili şimdiye kadar yaptığım en doğru ve en yanlış şeyi sordular bana. (Anket sorusu gibi değil mi?)

Yanlış yaptığım çok şey var. Biliyorum. Liste yapsam uzar gider.

Doğru yaptığım tek şey var, bir çırpıda söyleyebilirim.

KARARLI OLMAK!

Benim gibi yükselenini sürekli denge arayan bir Terazi’den almış kararsız mizaçta birisi için ironik ama gerçek!



Bu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, Arca’ya şapka giydirmenin hemen akabinde çekilmiş.
Arca mutlu mesut topu ile oynamakta, anne, elleri belinde şapkanın kafadan kesinlikle çıkmadığından emin olmak için gözünü bile kırpmamaktadır. Az önce şapka takmak istemeyen Arca’ya “şapka giyilecek, yoksa topu alırım!” şeklinde bir ön bildirim (tehdit:P) savrulmuş, hemen yerini bulmuştur. Arca bilmektedir ki bu anne denen kadın kararlıdır, alırım dediyse alır.

Sonuç : şapka düşmesin diye bir eliyle şapkasını tutan Arca diğer eliyle yarım yamalak topa hakim olmaya çalışır. Bir göz yan yan annede.

Bu şapka konusunda kararlılığın biraz bokunu çıkarmış olacağım, yukarıda yaşanan hadiseden çok sonraları çekilmiş karelerde el hep şapkada : )





“Aman ha manyak bu kadın, bi uçarsa şapka vallahi eve götürür beni, aman diyim”

Yemek yemiyor mu? İkinci defa sormak yok, işitme kaybı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sofradan naş! (tabii bu kilo kaybı olarak bize geri döndü ama yiğitliğe pok sürdürmüyoruz şimdilik)

Alarm!
Uyumak istemiyor mu? 5 dakikadan henüz anlamıyor mu? Hop alarmı kurdun mu bitti!
“Zil çalar oyun biter!”
Giyinmiyor mu? “Zil çalar giyinilir!”
Suyla mı oynayacak? “Zil çalar su kapanır!”

Bizim evde kısa aralıklarla alarm çalar. Anlarsın ki bir şeyler bitmiş!

İster tehdit, ister alarm, ister sofradan şut… Yöntem ne olursa olsun, Arca bir tek şeyi çok iyi bilir. Yaparım dersem yaparım, yanlış da olsa kararım, dönmem.

İmza: despot ana

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Zamane ana babalarının işi zor azizim #1 : Araştırma mevzusu

Toplumumuzda televizyonda/internette söylenenin çok ciddiye alınması gibi bir durum var. Böyle bir kültür oluşmuş.

Geçen Arca’nın doktoru anlattı, yıllar önce yerel bir kanalda sağlık programı yapıyormuş. Kendi teyzesi o dönem torununu bizim doktora getirmekteymiş. Neyse, tıbbi hadiseyi tam hatırlamıyorum, bizim doktor muayene sırasında bir tıbbi öğütte bulunmuş. Bizim teyze bunu sallamamış. Sonra benzer bir öğüdü televizyondan vermiş doktor. Bir sonraki muayenede teyze bu öğütten bahsetmiş, bizim doktor da “teyzecim sana burada söyledim, takmadın, televizyonda da aynı şeyi söyledim…” diyecek olmuş, teyze lafı yapıştırmış “sen televizyondaki doktordan daha mı iyi bileceksin” diye. Doktor aynı doktor, üstelik kendi yeğeni!

Fıkra gibi ama yurdum insanı böyle işte.

Doktorun geyikleri hiç bitmez. İnternette araştırıp, not alıp, soruyu sorup, doktorun tıbbi bilgisini ölçmeye çalışan ana babalardan bahsettiğinde kopmuştum.

Neyse gülüyoruz ama zamane ana babası olmak çok zor.

Sürekli okumak, bilgi alışverişinde bulunmak, araştırmak iyi güzel de bazen “yeter ulen” diyesim geliyor.

Çokça aklıma takılan şey, “cehalet mutluluk mu getirir acaba?”

Mutluluğu bilmem ama gerginliğimiz ortadan kalkardı eminim.

En çok da “doğal, organik” muhabbetinden geriliyorum.

Örneğin organik pamuk diye dünya para bayıldığımız o yeni doğan penyelerinin deterjanla temasının akabinde ne doğallığı kalıyor ne organikliği. Tamamen pazarlama stratejisi.

Ya kreşlerde “organik” yediriyoruz iddiasını ortaya koyan yetkililerin bildiğimiz pazardan alması sebzeyi meyveyi?

Organik ile ekolojik arasındaki farkı bilmeden, sertifikasının kaç yıl önceden geldiği belli olmayan organikçi satıcılardan alışverişi iki defa düşünmek gerekir derim. O iş öyle kolay değil çünkü.


"Bizimkilerin ballandıra ballandıra anlattıkları bahçelerinde yetişen organik salatalıkları, sadece torunlar yiyebiliyor, biz market salatalığı yiyoruz:) ama bunun bile ne kadar organik olduğu tartışılır, aman ha bizimkilerle kesinlikle tartışılamaz:)"

Yiyeceklerden yana bildiğimiz tanıdığımız yerlerden alışveriş yapıyoruz da, doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu öğrenmek çok rahatsız ediyor.

Misal kuzu eti çok kokar, belki Arca yemez diye genellikle etli yemekleri dana etinden tercih ediyordum. Öğrendim ki en çok hormon giren dana etiymiş. Kuzu hormona gelmezmiş. Hadii buyurun buradan yakın!

Çilekteki hormon o kadar fazla imiş ki bazı kız çocukları bu hormon yüklemesinden erken ergenlik ile karşı karşıya kalıyormuş. (Arca’nın fazla çilek sevmemesine sevinemiyorum bile, çilek seven ne çok çocuk var)

Hadi yiyeceklerden geçtim. O işin artık ne ucu bucağı kaldı ne de benim takip etmek için enerjim.

Olaya son noktayı güneş koruyucular koydu. Dünya para bayılıp 50 faktör aldığımız, üstelik de doktorun tavsiye ettiği güneş koruyucusunun parabensiz ve maksimum 28 faktör olanının makbul olduğunu, ayrıca kimyasal değil fiziksel mineralli denilen cinsinin doğrusu olduğunu okuduğumda gözlerim dehşetle açıldı.

Peki biz bebemizi iki senedir öldürücü ürünlerle mi koruduğumuzu sanıyorduk?

Hani "zararın neresinden dönersek kardır" mı desek, "bak iki senedir çocuğun vücuduna kimya nüfuz ettiriyormuşuz" diye dövünsek vicdan mı yapsak bilemedim.

Şimdi fellik fellik Trukid arıyoruz.

Çok okumanın çok bilmenin huzur getirmediği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bugünün araştırması yarının yalanı oluyor.

Samimiyetle söylüyorum, insanın “yemişim araştırmasını” diyesi geliyor şerefsizim.

9 Haziran 2011 Perşembe

Sürece mi sonuca mı?

Aslında bu yazı tam bir "Arca bugün ilk defa..." başlıklı yazı olacaktı.

Az önce uykumu kaçıran yatak sohbetinden sonra soluğu bilgisayarın başında aldım. Önce Esra Özlem'in klavyesinden çıkmış küçük bir öykü ile kendimden geçtim. Şimdi de bloğun başına geçtim.

Cümlemizi tamamlayalım, "Arca bugün ilk defa bir konser izledi, çok keyif aldı ve deliler gibi alkışladı. Kendisinden beklenmeyecek bir konsantrasyon performansı ile cemi cümlemizi şaşırttı."



Duru bugün çok başarılı bir solo performansı ile en az Arca kadar şaşırttı bizi. Gururlandırdı, sevindirdi. Son olarak - Duru mezun olduğum okula devam ediyor - müzik öğretmenlerinin benim de öğretmenim olması da şaşırttı, kendimi genç bile hissettim :) İlker de pek şaşırdı hatta salondaki sessizliği yaran bir kahkahasına engel olamadı: Kendisine Nevval Hoca'nın beni ısrarla koroya almak istemesi ile ilgili anımı anlatmıştım da, sesimi ve yeteneğimi pek çekemiyor kıskanç ruh:P



Şimdi İlker fosur fosur uyurken benim uykum kaçmış sonuç süreç muhakemesi yapıyorum.

İlker, müzik konusunda bilgi ve yetenek sahibidir (benim aksime:P). Dolayısı ile bugün bir oda orkestrası dolusu çocukların çalamadıklarını düşündü. Gerçi bunu anlamak için müzik otoritesi olmaya gerek yok, işitme kaybınız olmasın yeter.

Hatta bu yıl liseden mezun olan bir kızın yaklaşık 10 senedir viyolonsel çaldığını öğrendik. Çalabiliyor muydu? İlkere göre bu kadar sene bir şeyi bu kadar çalışırsan çok başarılı olmalıydın.

Bence? Bıraksalar sabahlara kadar tartışırım bu konuyu.

Bu çocukların belki hiç biri güzel çalamadı, sonuca varamadı, ama hepsi çabaladı mı? çabaladı!

O ablamız müzik otoritelerini tatmin eder mi? Bilemem, ama ben hayatının en deli çağlarında ergenlik süresince böyle çok da popüler olmayan bir aleti çalıştığı için, istikrarı için alnından öperim.

İlker'e katıldığım noktalar var. Ona göre bu çocukların çoğunluğu için bu geçici bir heves. (kuvvetle muhtemel!) Belki pek çoğu ailesinin yönlendirmesi ile başladı bu işe, hani bir çocuk neden keman çalmak istesin ki? Olabilir?

Ama futbol takımında oynayan her çocuktan Arda olmasını, piyano çalan her çocuktan Fazıl Say olmasını bekleyemeyiz. Beklememeliyiz.

Pek çok konuda sonuç odaklı bir bakış açım olmasına rağmen bu konuda çok çeliştim kendimle. Belki sanata olan hevesimin her zaman yeteneğimden fazla oluşundandır, belki okul hayatımın böyle performanslarla dolu olmasındandır, belki okullu Yeliz olarak empati kurmuşumdur, kim bilir:)

Anne Yeliz olarak, Arca'yı yönlendirmemeye karar verdim hatta el sıkışmasak da İlker'le anlaştığımızı düşünüyorum. Bir şeye ilgisi varsa, sal gitsin, çok gaza getirme, yönlendirme, illa ki yapmak isterse yolunu bulur. Su yolunu bulur :)

20 Mayıs 2011 Cuma

Özeleştiri...

Yapacağım. Yapmazsam içimde kalacak.

Böyle geyik sohbetler yapınca bizim ev bir sitcom platosu, sohbetlerimiz hep esprili, sahneler 50’lerden kalma müzikal tadında geliyor sanki. Hep bi neşe hep bi her bişeyler şen şakrak.

Hayır değil.

Çokça kendimi eleştiren bir insanım aslında. Eskiden eleştirilmeye tahammülüm yoktu, şimdi kulak veriyorum. Dahası eleştirirken kendimi, bazen çok acımasız oluyorum, ipin ucunu kaçırıyorum hatta bilinçli üzüyorum kendimi. Bu bile eleştiri oldu : )

Yemek içmek konusunda garip takıntılarım var mesela. Organik ana olmadım hiç, sürdüremez tıkanırdım bir noktada, biliyorum ben kendimi. Ama şeker çikolata konusunda çok sağlam durmaya çalıştım. Lakin acayip abarttığımı fark ettim.

Dün...
Kübra ve Hayatlarla Patlıcan’dayız. Paketli kesme şekerlerle oynayan Arca’ya ses etmem, çünkü hiç yemedi, yenecek bir şey olduğunu bilmiyor.

Sanıyordum.

Önceden benzer münasebetler oyuncak kamyonun arkasına yükleme taşıma veya paketlerini açmakla sınırlı kalmıştı, bu sebepten rahatım. Bir baktım ağzına attı.

Bırak değil mi, en fazla yer. Şeker komasına girecek değil ya!

Yok ben arıza yapacağım, sokarsın parmağı çocuğun ağzına çıkarmaya çalışırsın, hızlı davrandığın ilkini kül tablasına koyarsın. Ama Arca daha hızlı ikincisini ağzına atar, hadi eridi, çıkaramadın, ikincisini kül tablasından alır. Ve kabus boğuşmalar başlar. Tasvir filan hikaye, yaşamak lazım, küçük dili yutmak lazım.

Birinin beni omuzlarımdan tutup hızlıca sarsmasına ihtiyacım var.

İster Arca’nın yorgunluğu, ister uykusuzluğu de ne dersen de…

Arca’nın ağzındaki kesme şekere ilaçmışçasına, zehirmişçesine saldırışımı unutamıyorum.

Ve olur da unutursam diye yazıyorum ki hafızama kazınsın!

Arca’ya kısmen paylaşmayı, sırasını beklemeyi bir nebze öğretebildiğime sevinirken kendime sakin olmayı öğretemediğime üzülüyorum.

Relax Yeliz relax…

27 Nisan 2011 Çarşamba

Şimdi haberler!

Yayınımıza Günün Çorbası ailesinden derlediğimiz haber turumuzla devam ediyoruz...

-------------------------------------------------------------------
Sakarlığın kitabı yazıldı!
İmza gününde konuşan yazar Yeliz , yeni ciltlerin de hazır olduğunun müjdesini verdi.
İkinci Cilt: Sakarlıkta annelik
Üçüncü Cilt: İleri sakarlık

Çok yakında seçkin kitapçıların raflarında!!

-------------------------------------------------------------------

Yeliz evin muhtelif yerlerine dağılmış oyuncak arabaları ezme ve üzerlerine basma konusunda rekora koşuyor! Son olarak Arca’nın imparator adını taktığı damperli kamyonu görmedi ve çarpmak suretiyle düştü. İmparatorun boyutunu tam olarak anlamak için Arca’nın kamyonun yanında çekilmiş fotoğrafı ile haberimize son veriyor, Yeliz’in sakarlığı ve körlüğü konusundaki değerlendirmeleri size bırakıyoruz!


-------------------------------------------------------------------

Rutin hayatlar seri katiller için biçilmiş kaftan!

Bu haber üzerine rutinden şaşma çalışmalarına başlayan Yeliz muhtemel bir seri katil saldırısından yırtmak için eve dönüş yolunu değiştirdi. Ancak yolu kaybetti ve İlker dalgasını geçmesin diye bu hadiseyi sır gibi sakladığı sanılıyor.

-------------------------------------------------------------------

Gün geçmiyor ki Arca saçma oyunlarına bir yenisini eklemesin!

Kitapları üst üste yığmanın eğlenceli olduğuna karar veren Arca’nın boyuna yaklaşması ilginç görüntülere sahne oldu. Kitap kulesinin yanında hatıra fotoğrafı çektiren Arca, Ayıcık'ını çok sevdiğini söylemeyi de ihmal etmedi.



-------------------------------------------------------------------

Arca’nın yanında uyuyakalma konusunda Yeliz sınırları zorluyor. Hatta kendini aştı diyebiliriz. Evde misafir varken Arca’nın yanına kıvrılıp uyuyakalmak sıradanlaştı. Son olarak gittiği misafirlikte Arca’yı uyutacağım diye onunla odaya girip uyuyakaldı. Uyandıralım diyen İlker’e “yazık yorulmuş uyusun” denince eve gitmeden önce dürtülmek suretiyle kaldırıldı. Hal hatır sorup mahmur gözlerle eve yollandı. Uzmanlar bu arkadaşlığın bitmemesini 20 yıllık geçmişlerine bağlıyor!

12 Nisan 2011 Salı

Hırsız var!!




Zaman hırsızıyım, sürekli bir araklama peşindeyim, aklım fikrim zaman araklayıp biriktirip istifleyip istediğim gibi organize etmekte!

Çalışan anne yok yok anne isen en önemli hazinen zaman! Arttıracaksın, biriktireceksin, kenara koyacaksın, ama vadesiz mevduatta kalmayacak en kötüsünden bir “elma hesabın” olacak ki bir şekilde artsın. Fiziki olarak artması mümkün olmayan tek şey zamansa da ruhen arttırdığını düşünüp sevineceksin.

Sabah yer cücesi ile 5 dakika fazla kestirmek için makyajı ofiste yapacaksın. Yok canım işten kaytarmaya gerek yok zaten sistem açılasıya allık sürülmüş oluyor. Kahvaltı ise mailleri okurken!

Öğlen yemeği hızlıca tıkınıp üst baş alışverişini, hediyeleri, kitapları hep uzatılmış öğle tatilinde halledeceksin. Evet biraz işten çalacaksın ama göndermen gereken mailler öğleden sonraya sarktıysa – nasıl olsa uzak doğuda mesai çoktan bitmiş olacak – gece göndereceksin. Çok geçse mesailerine bile yetişebilir iki hoşbeş edebilirsin.

Ev işlerine yer cücesini dahil edeceksin. Cüceyle oyundan zaman çalmış gibi olacaksın ama korkma o bayılıyor zaten bulaşık makinasını boşaltmaya. Hele çamaşır asmak!! Bırak makinedan o çıkarsın, sen o arada çamaşırlığı açarsın. Eğil kalk, uğraşmaya değmez, bir de çamaşır silkelemeyi öğrettin mi, tamam, beş dakikada biter. Biraz boyu uzasın da çamaşırları bile asar dersin.

Kendi kendine oyuna mı daldı, hiç yanaşma! Zaten “anne geeel” diye çağıracak canı sıkılınca. Kıvrıl köşeye gömül kitabına. Hani bilgisayar olsa saldırır, kitabı en fazla eline alır, bırakır. Ben böyle böyle hafta sonu kitap bitirdim.

Ruhunu doyuran şey blog yazmaksa bırakmayacaksın peşini, öğle tatillerinde gevşeyeceksin, işler kaldı mı? Hmm napıyorduk? Evin erkeklerini uyuttuktan sonra hallediyorduk!

Market – internetten sipariş
Kitap – internetten sipariş
Kozmetik – internetten sipariş
Sahi kim icat etmişti interneti? Suç ortağım internet!

Yatmadan hemen önce mutfağı toplamaktan zarar gelmez, rahatsız etmez. Tek sıkıntı çat kapı ziyaretçilerin sofrayı dağınık görmesi ki zamanla pişkinliğin ne kadar iyi bir meziyet olduğunun farkına varacaksın.

Az yoruldun mu hemen kitap okuyalım diyeceksin, ayağını uzatıp kolunun altına aldın mı cüceyi, oh günün stresi kokladığın saçların arasında eriyip gitti.

Çok mu kolay görünüyor? Değil elbet! İş biraz pratik yapmakta, çokça zaman çaldın mı, bir de bakmışsın zamandan bol bir şey yok!

30 Mart 2011 Çarşamba

Ham elmayı koparmışlar dalından

Sağ kolum iptal, vites değiştirirken bile ağrıyor.

Taş mı taşıdım? Yoo!

Çok ham kalmış vücut.

İlker PS ile oynanacak bir alet almış. Voleybol oynuyorsun. Onbeş dakika oynadık kol kazık gibi oldu.

Bir hevesle atletizm takımına girip ipini koparmış gibi koşmayı beklerken elastik (evet övüneceğim kimse kusuruma bakmasın) yapım sebebi ile yüksek atlamaya alındığımda hevesim kırılmış olacak ortaokuldayken ilk sınıfta beden dersinde on üzerinden yedi alarak tarihe geçmiştim. Baktım olmuyor, çareyi yılsonu dans gösterilerine hazırlanma bahanesiyle beden derslerinden muaf tutulmakta buldum.

Hayatında beden dersinden kaytarmaya çalışan tek insanımdır herhalde.

Dolayısı ile bu bana voleybol, basketbol gibi takım sporlarından son derece soyut bir gençlik armağan etti. Hiçbir kuralını bilmiyorum, deli dana gibi oraya buraya atlıyorum. Pazar günü yaptığımız voleybol maçında tek set aldım ama nasıl ben de bilmiyorum:)

Tüm bu spordan uzak gençlik yıllarıma rağmen aslında spor yapmayı severim. Feci gaza gelirim.

Hani spor kulüplerine üye olursun ya, hah ben işte hiç kaçırmam mesela, hiç üşenmem, ikinci adresim yaparım. İlker spor salonunda kondisyon bisikletine oturmuş, televizyondan bilardo maçını seyrederken (eminim çok kalori yakıyordu) ben tüm aletleri Rocky hırsıyla “Eye of the tiger” fon müziğinde mıçımdan ter çıkasıya kadar kullanırdım. Durmaksızın 150 mekik çekebilme becerim vardı. Neredeyse baklava kaslarım olacaktı! O askere gitti, onun üyeliği için verdiğimiz paralar da yanmasın diye ben her gün aksatmadan devam ettim.

Çok gerilerde kalmış Rocky günlerim. Acı ama gerçek. On beş dakikalık bir bilgisayar oyununda iki sektim, iki seksen uzandım!

Spordan sayarsak en son hamileyken yoga yaptığımı hatırlıyorum. O günden beri bu kaslar laktik asit görmemiş!

İki yaşında çocuk peşinde koşmak da yaklaşık on beş kiloyu indir kaldır hareketi de egzersizden sayılmıyormuş. Dün itibari ile anladım.

Nasıl yapsam da hareket etsem? Öğle tatilim yok denecek kadar az. Birkaç haftada bir bir saatlik kaçamak dışında ofisteyim. (Blog yazma saatim) Akşam zaten eve yedide geliyorum, bebemle geçireceğim birkaç saatlik zaman var. Hafta sonuyla da olmaz o iş. Haftada bir spor mu olur!

Yok çare bulmalı! Bak çok fena gaza geldim şimdi!

"Eye of the tiger" yumuşak tondan giriş yaptı, arka fon güm güm güm vuruyor!

16 Şubat 2011 Çarşamba

Çocuk Eğitim kitaplığının Şanlı İmparatorluk tarihi

Kuruluş Dönemi (Arca'dan sonra - A.S. 0 – 12. Aylar arası)

Acemilik, ne yapacağını bilmezlik. Birinin üzerinde baskı kurmasına, siyah-beyazlara ihtiyacı var annenin. Biri ona “bu işin doğrusu budur!” demeli! İdi o dönem. Sağ olsunlar diyenler oldu, Tracy, SPK, kodum mu oturturum üsluplarıyla anneyi ziyadesiyle hizaya soktular.

Yükselme devri (A.S. 12 – 17. Aylar arası)

Arca ilk yaşını doldurdu. Buraya kadar her şey güzeldi, hoştu. Ama bitti. Yediydi, içtiydi, mıçtıydı, öyle böyle bu yaşa bir şekilde gelecekti, geldi. Şimdi sıra artık bir birey olan Arca’nın yetiştirilmesine gelmişti.
Nasıl söz dinleyen işbirliği yapan bir çocuk olur gibi sorulara cevap aranmaya başlandı.
Vakit dar, kaynak çoktu. Çokça okunmalı, iki yaş sendromuna tam donanımlı girilmeliydi. Zira ebeveynlik konusunda kendine güven bir türlü oluşmamış, hala bir yol haritasına ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu dönemde krizsavar kitaplar, hap gibi çözümler, kutu içine alınmış formüller imdada yetişti. Kitaplar okundu, notlar çıkarıldı, sağda solda anlatıldı ki pekişsin, Arca üzerinde uygulamalar yapıldı. Kotarınca döt kalktı, “ben bu işi biliyorum”lar arttı. Annenin havasından geçilmedi. Kitaplık da yükselişe geçmişti.

Çocuğunuzla İş birliği yapma
Kahraman çocuklar yetiştirme
Sesimi duyuyor musun?
Mahallenin en mutlu yumurcağı
SOS

Yöntemler, yol gösterenler…

Biri gidiyor, biri geliyor, ara sıra eskiye dönüp altı çizilenler tekrar okunuyordu. İlkere anlatılıyordu.

Dahası önüne gelene anlatılıyordu. Zaferler kazanıldıkça çok biliyorum halleri…

Kitap tavsiyeleri… Bu alemin kralı benimler!

Muhteşem Süleyman, Muhteşem yüzyıl…

Duraklama, Gerileme, Dağılma Devri (A.S. 18. – 20. Aylar)

Ufaktan hap yöntemler geri tepmeye başladı. Arca birkaç sefer ayar verince hop gerileme!

Üst üste yenilgiler imparatorluğu sarsmaya başladı. Kitaplığın imparatorluğunda sesler yükselmeye, isyanlar çıkmaya başladı. “Nerede hata yapıyorum? Bu iş amacını aşmaya başladı!” sesleri yükselmeye başladı, gerileme dönemine girildi.

Araya Tanzimat devri, Meşrutiyet, Nizam-ı Cedid gibi dötü kurtarmaya yönelik çalışmalar yapıldıysa da nafile.

Bozum olma konusunda yenen goller kazanılan savaşlara sayıca üstünlük sağladı. Sorgu sualler bitmedi. Öyle ya her şey kitabına göre yapılmıştı? Hata kimdeydi?

Kitaplığın imparatorluğu dağıldı!

Cumhuriyet !!! (A.S. 23. Ay - ………)

Savaşlardan yenik düşen anne, edebiyatın sarmalayıcı sevgisinde şefkati aradı. Araya giren Murakami, Marc Levy gibi centilmenler ruhunu beslerken, fotoğraf gibi yeni ilgi alanları kafasını boşaltmasını sağladı.

Dingin bir dönem…

Yepyeni bir bakış açısı, yeni filizlenen bu süreçte şenlik ateşleriyle kutsandı.

Anne ihtiyacı olanı bulmuştu! Çocuğundan yana bakmak, onu anlamak siyahlarla beyazlarla değil grilerle… hayır hayır renklerle bezenmeliydi onların dünyası! Kırmızılar kardeş, morlar sarılar yoldaş olmalıydı.

"İki yaşındaki çocuğunuz büyürken"i tekrar aldı eline, sonra “üzülme geç kalmış değilsin” diye sırtını sıvazlayan "koruyucu psikoloji"de teselli buldu bünye.

Derken tüm o hap yöntemlerin arasında güme gitmiş OSHO’yu tekrardan keşfetti anne.

"Anneler ve Oğulları için bir fincan huzur"daki sımsıcak öykülerde aradı huzuru.

Hayır tek doğru yoktu. Hap yöntemler hapı yutturabilirdi adama. Hep ben bilirim demek sadece kitaplara dayalı bir söylem olmamalıydı, anne içgüdüsü ile doğruyu kendisi bulabilmeliydi.

Ve son olarak işten arakladığı zamanda, kitapçıda gezerken rastladı ona: "Çocuğunuzla Birlikte Büyümek!" , Naomi Aldort

Tam da ihtiyacı olan bu değil miydi? Arca ile birlikte büyümek ve kendini eğitmek?

Kahve molalarını paylaştı ve keyifle okudu. Zaten bu annenin en iyi yaptığı şey de bu değil miydi?

Bakalım gelecek yüzyıl ne gösterecek? Çocuğuyla birlikte büyümeyi başarabilecek mi bu anne? Yoksa dış mihrakların ördüğü ağlara teslim mi olacak? Çocuğuyla ilişkisinde doğruyu demokrasiyi sağduyuyu bulabilecek mi?

Not: Şaka bir yana cidden güzel bir kitap. Ben çok beğendim, tavsiye ederim. Benim gibi didaktik üsluplardan, siyahla beyazdan, tek doğru budurlardan sıkıldıysanız ama kitaplardan da uzak kalamıyorsanız, keyifli okumalar dilerim.

15 Şubat 2011 Salı

Musikişinas bebe anasının billur sesini keşfediyor

Ego tatmini mi ihtiyaç duyulan? Hemen bir bebek doğurmalarını tavsiye ederim. En etkili reçete!

Benim sesim korkunçtur, kulağım sıfır! Kendi sesime bile tahammül edemem. Benim tam tersim İlker ise şahane şarkı söyler, kulağı iyidir, sağlam bir müzik geçmişi vardır. Sanırsınız ki Arca babaya şarkı ninni söyletsin! Katiyen! O benim sesime hasta, o bendeki tarifi mümkün olmayan tınıya vurgun. Şarkı illa ki anne söyleyecek! Allahım ne mes-udum!!

Günlerden bir gün, Arca’nın yanında oturmuşum, uyusun diye kırk takla atıyorum, Arca gözlerini kapatmamakta ısrarlı. İyice sıyırmış olacağım ki musikimizin güzide eserlerinden “…kapat gözlerini, kimse görmesin, yalnız benim için bak yeşil yeşil…” şarkısını söylemeye başlıyorum, sırf geyiğinden, gülmeliyim ki Arca’ya girişmeyeyim. Şarkı feci tutuyor.O gün bugündür Arca ısrarla bu şarkıyı söyletiyor.

Ve böyle başlıyor billur sesimin keşfedilmesi... Hemen havaya giriyorum, kaçırır mıyım!

Çöpçü masalının arasında bir kuple seslendirdiğim “….. dün gece çok arağğğdımmm, aradım bulamadıımmm… “ Erkin Koray’ın ölümsüz eseri de repertuarımızın demirbaşlarındandır efenim.

“Dandini dandini dastana” şeklinde başlayan geleneksel ninnimiz programımızın sonlarına doğru istek alır, lakin akabinde Arca gözlerini uykuya teslim eder.

Popüler eserlerimizi de ihmal etmiyor, repertuarımıza dahil ediyoruz. “Vak the Rock” tercihen Arca’nın pek sevdiği oyuncağı Donald Amca’nın ritmik dansları eşliğinde seslendiriliyor, şaşırma ve ilgiyi dağıtma konulu çalışmalarımızın fon müziği ise “sen neymişsin be abi a a a a!”

Baş başa şahane vakit geçiriyoruz Arca ile. “Anne şarkı” diyor, istekte bulunuyor ben ise, gözlerim yaptığım işin ciddiyetine teslim olmuş, yarı açık vaziyette iken sanatımı icra ediyorum. Arca keyifli, bi daha diyor ben coşuyorum, kendimden geçiyorum. Sahne bulsam, ışıkları altında devleşeceğim.

Lakin odaya İlker giriyor, “yav bi sus, çocuğun kulağını bozacaksın” diyor. Beni şiddetle kıskandığını söyleyen, boşver devam et iç sesim, annelik vicdanına yenik düşüyor ve programımı sonlandırıyorum.

En kötüsü sokak ortasında ya da toplum içinde talep gelmesi. Böyle durumlarda, katiyen istifimi bozmuyorum, kulağına eğilip, son derece kısık buğulu bir ses ile sanatımı icra ediyorum. Cemi cümlemizin selameti için iyi ki “sesini aç!”demiyor.

İyi ki…

9 Şubat 2011 Çarşamba

Çarşambaya çıkmadı garip!

Hani Arca'nın ateşi 40'a çıktığında doktora gitmiştik ya, bi de sormuştuk : biz ne zaman hasta oluruz diye. Malum virüs, bulaşmaması mümkün değil. Pazartesi bilemedin Salıya ömür biçmişti sağolsun.

"Beni Türk doktorlarına emanet edin!"

Dün akşam saatlerinde başlayan baş ağrısı, tüm vücuda yayıldı. Saat sekiz itibari ile daldığım uykudan sabaha karşı Arca'nın ateşlenmesi ile uyandım. Sonra birlikte uyuduk.

Arca iyi, anne beter!

Çok da iş var. Yeliz, baş kas, kıç ağrısını da alır kaçar.

11 Ocak 2011 Salı

“Yaratıcılıkta sınırları zorlama” konulu seminer notları

Böyle bir seminer gerçekten olsaydı, ön sıralardan yerim hazırdı.

Yazık ki bu havalı başlık, sadece yaşanmışlıkların kayıt alınmasından öteye geçmeyecek, ön sıraları kapışmanıza gerek yok. Yazının sonunda “bu mudur!” demeyin, BUDUR!

Kitap anne günlerime ait yazılarıma bakıp bakıp gülüyorum. Okumuş öğrenmişim, uygulamışım, başarmışım, yemeyip içmeyip blogta yazmışım ki dostlar faydalansın. (hmm bak bu kadın bu işi biliyor diye içlerinden geçirmelerini de ummuşum, satır aralarında hissediliyor) Çok bilmiş çok okumuş ananın bir tecrübe yazısı örneği için buraya bir tık. Sonrasında iki yazı arasındaki 5 farkı soracağım, anlayarak okuyun :))))))

Sabahlarımız iyi geçer(di). Sadece tatil sonraları ve pazartesileri hafif sendromlar yaşanır ama Ümit ablaya olan büyük aşkı ile yırtardık.

Birkaç hafta önceydi, geç kalmışız zaten. Bir de düz vitese geçtim ya, vitesten tasarruf ediyorum o günler bir türlü 5. Vitese geçirmediğimden kaplumbağa hızıyla işe gidiyorum, her gün 20 dakikalık yok 40 dakikaya çıkıyor.

Kapıda her günkü gibi bize “hokkayay” (hoşça kal) demesini bekliyoruz. Sihirli kelime bu! Bunu derse içimiz rahat kapıyı çekeceğiz. O gün Arca yaygarayı basıyor. “KUCAK!!” İşte o linkini verdiğim yazıdaki gibi hemen toka verdim eline “Ümit teyzenin saçına tak” dedim. “yemem ben bu numaraları” bakışıyla gerisin geri tıktı çantanın içine. Nerdesin SPK huu?

Kapının önünde Ayşecik filmi çeviriyoruz, apartman sakinlerinin kapı önlerine çıkıp çiğdem çıtlatması an meselesi.

Maya tutmadı ya, başka stratejiler geliştiriyorum. Saniyenin onda biri gibi bir sürede on tane yeni düşünce geçiyor kafamdan. Ulen ben bu kadar hızlı düşünsem iş yerinde genel müdür olurum şerefsizim!

Arabanın anahtarını İlker’e veriyorum, koş park yerinden çıkar bir 10 dakika da bunun için uğraşmayayım.

Güzellikle anlattım,
“işe gitmem gerekiyor Arca”
“gitmeee”
“Hadi öpüşelim anneye hokkayay de”
“demeee!”
“geleyim içerde konuşalım”
“gelmeee”

Bir taraftan Ümit abla, “gel kahvaltı hazırlayalım, gel bana haftasonu ne yaptın anlat, oyun grubuna gittin mi” gibi Arca’nın hiç umursamadığı cümleler sarf ediyor.

Dayanamayıp sert yapıyorum, göz hizasındayım, kaşlarım çatık: “İşe her gün gidiyorum ve bugün de gideceğim. Şimdi ağlaman bunu değiştirmeyecek, istersen öpüşelim hokkayay de bana, daha çabuk gideyim daha çabuk döneyim”

Durdu, hokkayay dedi. Amanın kolay oldu! O sihirli kelimeyi duydum ya asansöre bir gidişim var kendi hızımdan ben korktum. Maazallah fikrini değiştirir filan.

Bir defasında krizi Ümit ablanın getirdiği yeni boyama kitabı ile aştık, iyi de kadın her gün kitap mı getirecek Arca’ya. Yok uzun soluklu çözüm olması imkansız.

Başka bir gün…

Giriş ve gelişme bölümü benzer, bu defa da sert yapmak ve “çabuk gideyim çabuk geleyim” formülü tutmuyor. Cücenin her çözüme bağışıklığı bir öncekine göre acayip artıyor.

Kıvranıyorum… Bir anahtar bulmak için nerdeyse içine kafamı soktuğum hatta içini boşalttığım koca boy çantayı açıyorum, belli mi olur belki toka işi söker bu defa. Arca mızırdanır ben aranırken, çözüm Arca’dan geliyor, fosforlu markerımı görüyor, atlıyor, hokkayay diyerek masasına koşuyor.

Hehe yakaladım düdüğü. Sabah kalkar kalkmaz ve hatta geceden çantanın içine bir şeyler atıyorum. Küçük hayvan modelleri, arabalar, boya kalemleri, uzun zamandır görmediği bir kitap…

Her sabah sürprizler değişiyor. Bazı sabahlar çanta sürprizine gerek kalmıyor, koca koca arabaları çantamda işe getiriyorum. Çoğu sabah o sihirli “hokkayay” lafını duyar duymaz ardıma bakmadan koşuyorum, öyle hızlıyım ki ayakkabılarım elimde çorapla asansöre biniyorum, asansörde giyiyorum.

Sabahlar komediye döndü dönecek, az kaldı ve bu daha ne kadar sürecek hiç fikrim yok!

9 Ocak 2011 Pazar

Annelik iki ileri bir geri

Mehter marşı kıvamında...

Tam ulen ben bu işi kıvırıyorum diyorsun iyi de gidiyorsun, gün geliyor çuvalladım yine diyorsun. Annenin 2 yaş sendromu halleri:)

Bilmemek mi lazım acaba? Bildikçe ve buna rağmen yapamayınca daha çok kızıyor insan kendine. Böyle anlarımdan birinde kitapanne.com'a veda etmiştim.

Cumartesi sabah oyun grubunda Arca'yı bırakıp gitmem gerektiğini bile bile kaldım. Ve o beni o kenarda her gördüğünde konsantrasyonunu yitirerek benimle vakit geçirmek istedi. Evet ufak tefek şeylere ağlayabilen bir çocuğum var. Ve ben onun bu tuzağına düştüğüm her defasında daha da mızmız olması için fırsat yaratıyorum. Bunları bilmek söylemek ve "ya dur bi kadın" diyememek kendine? Eminim tıpta bir tanımı vardır ama ben daha teşhisi koyacak bir doktora rastlamadım.

Kontrol delisi iç ses İlker'le konuşurken dile geldi:
Y: Şimdi ben o uyurken çıktım ya, bak anlatmadım dışarıda olacağımı
İ: Ümit abla evde, o uyanmadan ben gideceğim yanına bişey olmaz.

Y: Daninolardan 4 tane yedi uyudu, uyanmaz bi süre. Ümit abla bamya yapacaktı, yedirebilmen garanti olsun diye köfteli çorba yaptırdım, merak etme mutlaka yer, tok bile olsa hayır demez köfteli çorbaya.
İ: Birşey olmaz, senden çok yiyor.

Y: Geçenlerde çocuk dürbünü aldım Arca'ya, ama göstermeden arka odadaki dolaba tıktım.
İ: ee?
Y: Yani kriz anı olur dikkat dağıtmak gerekir, anne der filan çıkarırsın.
İ: Yürü git Yeliz ya, ne kriz anı. Kime bırakıyorsun Arca'yı? bana? Ne kadar uzun zamandır kendin için yapman gereken birşeyi yapıyorsun, geç bile kaldın. Bi rahat ol ya.
Y: Bugün oyun grubundaki psikolog da durmayın ilgisini dağıtıyorsunuz gidin buradan biz hallederiz dedi çıkarken.
İ: İyi de ilk defa söylemedi, geçen defa söylemişti, niye dinlemiyorsun?
Y: Ya ne bileyim böyle kriz yaklaşıyor gibiydi, orada olayım kontrol edeyim dedim.
İ: İyi b.k yedin. Gören de hergün işe gidip bırakmıyorsun sanacak, sen olmayınca ne olacak bi rahat bırak çocuğu yav!!

Neyse ki sahile gelmiştik ve o Narlıdere'ye dönecekti, ben kızlarla buluşmak için ters istikamete gidecektim. Biraz daha konuşsak ben böhühü diye mızıklamaya başlayacaktım. (Hmm Arca'nın mızmız geni kimden geliyor acaba:P)

Lise yıllarındaki gibi "Sevinç'in önünde buluşalım" klişesini hayata geçirdiğimizde bunları anlattım Hayat'a. O da her zamanki gibi rahatlattı beni, "ya ne dedi de rahatladın" deseler birşey diyemem ama her seferinde beni anladığını hissetmek rahatlatıyor sanırım. Bilmiyorum. Nil ve Elif geldi, Hülya geldi, Elfanam geldi.

Çocuklar olmadan toplaşıp Kordon'da bira patates yapmak! Var mı ötesi!

Benim için bira akşam da devam etti, Güzelbahçe programı yapmışlar, özlemişim. Arca'yla yemekten sonra yürüyüşe çıktık.

İçtiğim biraların ve muhteşem geçen günün gevşekliği ile minicik bir eli tuttuğum o gece havada kekik kokusu vardı.

Ve o gece o lokantanın ortasındaki şöminede yanan odunlardan hiçbirinin Değnek Adam olmadığına, Değnek Adam'ın Noel baba tarafından ailesinin yanına götürüldüğüne ikna oldu mu?

Hiç bilemeyeceğim.

Ya o cüce, kontrol delisi anasının aslında onu iyi yetiştirmek adına saçmalayıp durduğunu?

Hiç bilemeyecek.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Uyku uyku huuuuu

Hatırlayalım...

Arca’nın uyku sorunları ikiye ayrılıyordu;

1. Uykuya geçişin uzaması, Hülya’nın desteği ile aştık, artık en fazla 20 dakikada kendi kendine uyuyor.

2. Geceleri sık sık uyanma sorunsalı ise 5 TL’lik çift kat penye yelek, termal atlet, içlik ve tayttan oluşan gece kostümü ile çözüme ulaştı.

Son 2 haftadır Arca ile ilgili uyku sorunumuzun olmadığını, kulak mememizi işaret ve başparmaklarımız ile hafifçe tutup çekip, çekerken “muck” sesi çıkarıp tahtaya vurmak ve eş zamanlı popomuzu kaldırıp kaşıma suretiyle nazarlardan koruyarak belirtiyor, aynı özeni sizlerden de rica ediyorum.

Annelik hayatımın en çetrefilli adımları bu uyku yolunda atıldı. Ne kadar taktım kafaya o kadar canım yandı. Neyse, uyku mazide bir yara olarak çok derinlere gömülsün, bir daha da hortlamasın!

Arca’yı hallettik diyelim, ben ne olacağım?

Arca ile birlikte odaya giriyoruz. Hala bırakıp çıkamıyorum, uyuyasıya kadar yatağın kenarında bekliyorum. Uyuyakalıyorum, uyuyakalmasam bile bu defa acayip mayışıyorum ve odadan çıkınca salondaki koltuğa kıvrılıyorum, amaç az sonra kalkmak ama uyuyakalıyorum.

Birkaç örnek:

Zor bir günün akşamı, ertesi gün izinli olduğumdan işten geç çıktım, yorgunum. İlker arkadaşlarına bilgisayar oynamaya gitti, Arca ile yemek yedik, oynadık kudurduk. Ümit abla gündüz çok az uyuduğunu söyledi, fazla yormadan uykuya yollandık. Dokuz buçukta uyumuştu, ben de uyuklamışım, hadi dedim yatağa gideyim, saati kurayım bir saat sonra kalkıp mutfağı toplarım, bekar gecemin tadını çıkarırım. İlkerin gece birde gelmesi ile uyandım. Uykuyu almışım, tekrar uyuyamadım. İnternette takıldım, yok, kitap okudum yok, birkaç mail attım, hatta Kore’nin mesai saati başlangıcına denk gelmişim, hayalet görmüş gibi oldular. Olsun birkaç iş hallettim. Tekrar kitap okudum, dört gibi uyumuşum.

Başka bir gün.. Arca kötü bir günündeydi, ufak krizler yaşadık, ben yorgunum. Arkadaşlar bize geldi. Arca’yı yatırmaya gittim, Arca öyle tatlıydı ki yanına kıvrılmışım, öpüşüp koklaşıp uyuyacak, tam kalkacağım yataktan, oyuncak ayı muamelesi ile boynumdan tutup kafamı yastığa gömüyor, iyi dedim, inat yapmayacağım, koydum kafayı, masal anlatıyorum, uyumuşuz.. İlker girdi, hemen “ben uyumuyorum, uyanığım” diye fırlamışım, koptu tabii, meğer önceden 2 defa gelmiş, beni dürtmüş, uyanmamışım. Herkesler gelmiş, şaraplar meyvalar konmuş, ben içerde Arca ile uyuyorum. Allahtan aile gibiyiz ve bana alışkınlar alınmadılar. Film koyduk hemen Inception, nasıl da merak ediyorum filmi, şarabın ve yorgunluğun etkisiyle uyuyakalmışım ama harika bir filmdi, tek gözle bile acayip beğendim. Arkadaşlar gitti, benim bir güzel uykum kaçtı, hop zombi olaraktan oturdum kaldım.

Artık böyle bünye gecede birkaç defa kalkmaya alışmış, bir geceyi deliksiz ve erkenden uyuyarak geçiriyorsam, diğer gece 2'ye kadar ayaktayım, üçüncü akşam önceki gecenin uykusuzluğu ile Arca'nın yanına kıvrılıp sızmaktayım. Düzensiz sefil bir uyku düzenim var.

Ferber yöntemi bana sökmez, yaşım geçti.
Yatır kaldır diyorum, hadi yattım kim kaldıracak, var mı öyle bir babayiğit?

4 Ocak 2011 Salı

Çocuklar ne işe yarar?



Madem istedik, doğurduk, büyütüyoruz, elimizdeki malzemeyi verimli kullanalım, heba etmeyelim.

Çocuklar köşe yastığı değildir, etinden sütünden faydalanabiliriz.

Günün çorbası ailesi çocuk denen canlıdan faydalanma kılavuzunu iftaharla sunar!!!

- Güldürür, eğlendirir: Bu canlı türünün konuşanı pek makbuldür. Eğlencenin etkisi o uyuduktan sonra da devam eder. Kendi aranda "ay şöyle dedi, ay böyle dedi" diye tekrarlarla neşeni bulursun

- Kitap sevgisi aşılar, daha doğrusu zorla enjekte eder : Kitap okumayan insan türleri üzeride ciddi bir yaptırımı vardır çocuğun. Ömrü hayatında okumadığı kadar çok kitabı bir gecede babasına okutarak öğretmenlerinin bile başaramadığını başarır. Azimli bir türdür.

- Sevmediğin misafire bahane olurlar : Misafirin geldi, sevmiyor musun, yanlarında durmak istemiyor musun? Kolayı var. Alırsın bebeni “ay çok uykusu gelmiş, bi uyutup geleyim” dersin bir saat odada takılırsın sonra “bi türlü uyumak bilmedi” diye kıvırırsın. Genelde konuşamadıklarından ve anneyle başbaşa geçirilen vakitten hoşnut olduklarından gönüllü suç ortağı olurlar.

- Sosyal olmanızı sağlar : Başka bebelerin anneleriyle dostluk kurarsın, yeni arkadaşlar edinirsin. Ev ziyaretleri, oyun grupları derken bakmışsın sosyal olmuşsun!

- Zorunlu egzersiz yaptırır : Bu canlının özellikle henüz ayaklanmış türleri yürüme bandı etkisi yaparlar bünyeye, illa ki 3-5 kalori yaktırırlar.

- Tüketim çılgınlığınıza bahane olur: napalım çocuğun ….si eksikti aldık, ….sız mı gezsin bebem?

- Blog mu yazıyorsunuz? konu sıkıntısı çekmenizi engellerler: en basitinden yedi içti zıştı yazısı karalayabilirsin, bi de fotoğraf koydun mu tamam!!

- Tespitlerin efendisi yaparlar (Hülya :) ): Hele de şöyle bir 1 yaşını geçti mi kendini hafiften tecrübeli sayarsın ya tamam işte!! Gelsin tespitler, gitsin gözlemler

- Bir çocuk doğurmuşsundur ama artık uzman doktorsundur, yerine göre eczacı, yerine göre pedegog… her şey hakkında ucundan kıyısından bir şeyler söylersin

- Yaratıcılığınızı geliştirirler: En son ilkokulda elinize aldığınız boya kalemleri ile (kisd senden bahsetmiyorum) kendinizin bile inanamadığı şaheserler çıkarırsınız. Yeri gelir hamur heykeller, yeri gelir bloklardan binalar... Bir bakmışsın heykeltraş, bir bakmışsın mimar, hey yavrum hey!!

- Sizi dünyanın merkezinde gören bu canlı tattığı ilk aşk duygusu ile tanrılaştırır sizi, o hamur olur siz sanatçı yoğurur şekillendirirsiniz, egonuz şişer, şişer şişer şişer...

Aman dikkat!
2 yaş dolaylarında PATLAR!!!