26 Ekim 2010 Salı
Bizim evin oyuncak gurusu
Benim bu hal vaziyetimin tıpta bir tanımı var mı? Ben bilmiyorum açıkçası.
Aklım fikrim sürekli Arca’ya bir şeyler almak üzerine çalışıyor. Geçtiğimiz haftalarda giyim kuşam eksikleri vardı, tamamlamadan rahat edemedim. Bakınız ,tüketim çılgınlığı… Giymediği oluyor mu? Samimi olacağım, olmuyor! Hepsi mutlaka giyiliyor. Daha az olsa eksikliği hissedilir mi? Ona da hayır, yani daha azı ile idare edilebilir bence de ana yüreği el vermiyor:P (Gören de tek kat giysi ile bütün kışı geçiriyoruz sanır) Bu arada gri pantolonum basenden patladıktan sonra sadece 1 (yazı ile bir) adet işe giyilecek pantalonum var ve hala kendim için alışverişe çıkmadım. Cimri bünye Arca söz konusu olunca bir anda şifa buluyor, nedense?
Sonra hemen her ay bir kitap listesi var. Giysilerden daha çok parayı kitaplara veriyorum, inkar edemeyeceğim. Bir taraftan övünüyorum ama bazen topuzun ayarı kaçıyor gibime geliyor. Son günler kisd sağolsun bir kitap anketi attı ortaya, yanıtlayan anneleri tıklaya tıklaya kitap listemi şişirdim. Misal bugün kredi kartım döndü ya zaten sepetimde olan kitapları bir tıkla sipariş verdim, şimdi bekliyorum gelsinler… Okumayacak mıyız? Yine samimi olayım, okuyacak biliyorum. Kitapların içinde kendimizden geçiyoruz.
Bizim yollardan önceden geçmiş annelerin önerileri çok işe yarıyor. Özellikle boyama konusunda, sonra oyun hamurları. Uzman görüşleri (Başakçım sağol) silkeliyor beni örneğin. Gereksiz tüm oyuncaklardan kurtulma kararı çok gecikmedi ve karar hayata geçirildi. Yapılandırılmış ve yapılandırılmamış oyuncak kavramları günün çorbası ailesinin evine girdi hatta günlük yaşam dilinin bir parçası oldular.
Oyuncak demişken… İşte bu kısımda kendimce tespitlerim var. En çok sağdan soldan kopya çektiğim konu bu. Oyuncaklar pahalı, gerekli gereksiz mi, o kadar para verildiğinde oynar mı beğenmez mi? İşte bu noktada mutlaka kulak kabartıyorum. Mesela Hülya’nın Tuna ile aralarında 6,5 ay var, biliyorum daha onunla aynı gelişim seviyesinde değil ama Hülya ne alsa Tuna’ya bir süre sonra zamanı gelince Arca da keyifle oynadı. Mesela araba rampası, hatta bizim rampa kırıldı da sadece arabalar kaldı. Sonra çöp kamyonu. Hatta bir gün IKEA da geziyorum gözüm bir oyuncağa takıldı, aşina geldi, Hülyayı arayıp sordum, nasıldır işe yarar mı, sizde var mı diye. Hani bu kadar da yüzsüzüm:P Ama fiyat yüksekti, boşver dedim. Dün Hülya Kipa’dan aldığı tren setinden bahsetmişti, Tuna'nın bayıldığıdan. Hemen yazdım aklımın bir köşesine. İlker Kipaya gidince o set aldırıldı, nerden çıktı bu deyince hemen Tunayı referans gösterdim, “haa tamam o zaman” dedi, fazla sorgulamadı. İşte böyle Tuna bizim evin oyuncak gurusu. Bazen kendimi psikopat gibi oyuncak sohbetlerinde “oyuncak” anahtar kelimesine yoğunlaşırken yakalıyorum. Allah ıslah etsin diyorum, tedavisi var mı? Peki tıpta bir tanımı? Bizim oralarda “gördüğünden g.t koparan” derler. Ben “tecrübelerden feyz alıyorum” diye kibarlaştırıyorum.
Sonuç? Bizim hantal orta sehpa vardı ya hani evden bir türlü şutlayamadığım? Artık Arca’nın tepesine çıkmasından daha ulvi bir görevi var sehpanın… Buyrunuz.
Not : Fotoğraflar yeni aletin ilk mahsülleri:)
Diğer not : Arca ilk kurulumda fazlasıyla aktif olunca bu manzaraları o uyuduktan sonraya bıraktık ve çocuklar gibi oynadık:)
25 Ekim 2010 Pazartesi
Sağlık olsun
Bu aralar Tübitak erken çocuk kitaplığından “Yeraltında”yı okuyoruz Arca’ya. Çok ilgisini çekti yeraltındaki trenler. Hadi dedim Kemeraltı’na inelim. Kemeraltı’na araba ile gidilmez, yani gidilir de ben gitmem! Park yeri sorun, ben kapalı otoparkta kolon gördüm mü dayanamayıp dalıyorum filan… gerek yok. Bu sebepten araba ile Üçyol’a gelinir, araba bırakılır, metroya binilir, mis gibi seyahat edilir. Bu programa bu defa Arca’nın da dahil olmasına karar verildi.
Öncesinde “kılım döndü ne yapayım” gibi sorunların bile paylaşıldığı “İzmirlianneler” mail grubuna danıştım. Şaka bir yana güzel bir platform, güzel faydalı paylaşımlar oluyor. Birkaç tane bildiğim çokça da bilmediğim yerleri tarif etti anneler sağolsun. Ananeyi de kafaladık… Böylece cumartesi planı yapıldı.
Çıktık yola…
diyerek başlayacağım bir post olacaktı. Ama olmadı. Çünkü Cuma akşamı eve geldiğimde, fonda “kul kurar kader gülermiş” şarkısı dönmeye başlamıştı. Arca’ya sarıldım, hmm biraz sıcak ateş mi var acaba dedim. Ölçtük 37,5.Yemek yedik, bir daha ölçtük 38!! Cuma akşamını Zeyneplerde dvd izlemeye ayırmıştık, hatta ateşi sıklıkla kontrol ederken dvd seçiyorduk İlkerle. Şarkı “nedense” kulaklarımda. Bu arada geleceğiz dedik ama hadi bir daha ölçelim diyor, erteliyoruz. Halbuki çanta bile hazır, biz giyinik. Yok 38,3 ü görünce vazgeçtik. Diştendir diyoruz ama Zeyneplerde de bebek var, bulaşıcıdır belli mi olur. Ateş düşürücüye başladık. Gece 39’a fırladı ve hatta Arca kustu.
Sabah ateş düştü, ama ateş düşürücünün etkisi kısa sürüyor. Doktoru aradım, akşama kadar orda olduğunu söyledi, ateşte farklı bir trend görürsek getirmemizi istedi. Öğlen yattı, bu arada belki de ömrü hayatında 2. Kez iştahı kesildi. Öğle uykusu sırasında ateş 38,5 in altına inmedi, İlkeri aradım uyanınca götürüyoruz dedim.
İlaç saati geldi ama doktor başka bir şey verir diye içirmedik, doktorda 39 un üzerine çıktı. Enfeksiyon! Bu ay güya doktor kontrolünü atlayacaktık, ne zaman böyle desek bir arıza çıkıyor! Antibiyotik! Ben anti-antibiyotikçi bir insan değilim. Antibiyotik vermeyeceğim diye kasmıyorum. Doktor uygun görürse verdiğimde de üzülmüyorum ama sanki bu ara sıklıkla oldu gibime geldi. Yok Türkiye ortalamasının altındaymışız. Bir de kreşe filan gitse doktorla akraba olacağız. Dedim ki “nereden kapmış bu enfeksiyonu?” artık nasıl sorduysam, dedi ki; “ ne yapacaksınız? İntikam mı alacaksınız?” “evet fena fikir değil!! Yakalarsam öpeceğim:)” Her şeyden olabilirmiş, kısacası CSI’cılığın alemi yok! Böyle böyle bağışıklığı artıyor.
Keyifle eve döndük, lakin ateş nispeten düşmüştü. Akşam ilkerin katılması gereken bir düğün var, tamam keyfimiz yerinde, sorun yok diye düşünüyorum. Arcaya da sırf yesin diye domatesli makka yapmışım, keyifliyiz. İlaç saati yaklaşırken ateş de hafiften çıkmaya başladı. Çünkü Arca “dakat” (yatak) gösterdi ve kitap okumalar başladı. İlacı içti ama ateş düşmüyor, daha da çıkıyor. Böyle durumlar için çok ağır bir ateş düşürücü vermişti ama gece 10’da içmesi gerekiyor önce değil. Defalarca soğuk duşa girdik birlikte, bu arada kesinlikle tepemden inmiyor. Ben lanet olasıca ateş ölçeri doğru kullanamıyorum 39 u görüyorum, garanti gerçekte 39,5!! Ah İlker olsa daha iyi ölçer diyorum. Benim ölçtüklerimin 38,5 gördüğüm an duşa sokuyorum, ben de tabii. Beni bırakmadığı için giyinemiyorum. (zaten ertesi günü cırcırspor olarak soğuk algınlığı etkisini gösterdi) neyse saat 10 oldu, ilacı içti, kendinden geçti ama vücut sıcak ayaklar buz. İlker geldi ve bam!! O kadar duşa hala 39’du ateşi, demek ki bir ara 40 a yaklaşmış. gittikçe düştü, ben de yığılmışım. Gece ilaca devam. Sabah sanki başka bir çocuktu, keyifli neşeli. Gecenin ilerleyen saatlerinde babane de bize gelmiş, kalmıştı, gece yaklaştırmadık uykusu açılmasın diye, sabah görünce şok oldu, sevindi. Onlar oynarken ben biraz uyudum.
Ve Pazar günü ateş hemen hemen hiç çıkmadı. Ama çok keyifsizdi. Hava güzel gel gezelim diyorum “ı-ıh” diyor. Bir ara markete gittik, bu defa da ben kötü oldum döndük.
Pek keyifsiz olunca genelde zıplamalı oyunlar oynamadık. Nopper Legoları sipariş etmiştim – iyi ki de hemen gelmiş : ) (Duploları 2 yaşında alacağız) ben işteyken konuştuğumuzda Ümit abla sevmediğini söyledi ama biz müthiş oynadık. Arabaları için köprü, hayvanları için ahır, ev, sonra robot, araba… çok keyifle oynadık. İlkerlerin de varmış babane saklamış getirecek, parçalarımız artacak. Zaten bizim çocukluğumuzda hemen herkeste bunlardan yok muydu? Bir de boya kalemleri aldık. Arkadaşlarımızın önerdiği gibi “sadece deftere çizilecek” kuralını koyduk, şimdilik iyi gibi, masa illaki boyandı ama onu da Arcaya temizlettim hatta temizlik kısmını daha çok sevdi galiba : ) hızını alamayıp bütün rafların tozunu da aldı.
Güzel neşeli bir hafta sonu planı kurarsın, kader sana güler, enfeksiyon kapını çalar ve işte böyle … Belki de bu sonbaharın en güzel ve son havaları, enfeksiyona kurban gitti. Olsun napalım, yeter ki minikler sağlıklı olsun, yeter ki sağlık olsun
Öncesinde “kılım döndü ne yapayım” gibi sorunların bile paylaşıldığı “İzmirlianneler” mail grubuna danıştım. Şaka bir yana güzel bir platform, güzel faydalı paylaşımlar oluyor. Birkaç tane bildiğim çokça da bilmediğim yerleri tarif etti anneler sağolsun. Ananeyi de kafaladık… Böylece cumartesi planı yapıldı.
Çıktık yola…
diyerek başlayacağım bir post olacaktı. Ama olmadı. Çünkü Cuma akşamı eve geldiğimde, fonda “kul kurar kader gülermiş” şarkısı dönmeye başlamıştı. Arca’ya sarıldım, hmm biraz sıcak ateş mi var acaba dedim. Ölçtük 37,5.Yemek yedik, bir daha ölçtük 38!! Cuma akşamını Zeyneplerde dvd izlemeye ayırmıştık, hatta ateşi sıklıkla kontrol ederken dvd seçiyorduk İlkerle. Şarkı “nedense” kulaklarımda. Bu arada geleceğiz dedik ama hadi bir daha ölçelim diyor, erteliyoruz. Halbuki çanta bile hazır, biz giyinik. Yok 38,3 ü görünce vazgeçtik. Diştendir diyoruz ama Zeyneplerde de bebek var, bulaşıcıdır belli mi olur. Ateş düşürücüye başladık. Gece 39’a fırladı ve hatta Arca kustu.
Sabah ateş düştü, ama ateş düşürücünün etkisi kısa sürüyor. Doktoru aradım, akşama kadar orda olduğunu söyledi, ateşte farklı bir trend görürsek getirmemizi istedi. Öğlen yattı, bu arada belki de ömrü hayatında 2. Kez iştahı kesildi. Öğle uykusu sırasında ateş 38,5 in altına inmedi, İlkeri aradım uyanınca götürüyoruz dedim.
İlaç saati geldi ama doktor başka bir şey verir diye içirmedik, doktorda 39 un üzerine çıktı. Enfeksiyon! Bu ay güya doktor kontrolünü atlayacaktık, ne zaman böyle desek bir arıza çıkıyor! Antibiyotik! Ben anti-antibiyotikçi bir insan değilim. Antibiyotik vermeyeceğim diye kasmıyorum. Doktor uygun görürse verdiğimde de üzülmüyorum ama sanki bu ara sıklıkla oldu gibime geldi. Yok Türkiye ortalamasının altındaymışız. Bir de kreşe filan gitse doktorla akraba olacağız. Dedim ki “nereden kapmış bu enfeksiyonu?” artık nasıl sorduysam, dedi ki; “ ne yapacaksınız? İntikam mı alacaksınız?” “evet fena fikir değil!! Yakalarsam öpeceğim:)” Her şeyden olabilirmiş, kısacası CSI’cılığın alemi yok! Böyle böyle bağışıklığı artıyor.
Keyifle eve döndük, lakin ateş nispeten düşmüştü. Akşam ilkerin katılması gereken bir düğün var, tamam keyfimiz yerinde, sorun yok diye düşünüyorum. Arcaya da sırf yesin diye domatesli makka yapmışım, keyifliyiz. İlaç saati yaklaşırken ateş de hafiften çıkmaya başladı. Çünkü Arca “dakat” (yatak) gösterdi ve kitap okumalar başladı. İlacı içti ama ateş düşmüyor, daha da çıkıyor. Böyle durumlar için çok ağır bir ateş düşürücü vermişti ama gece 10’da içmesi gerekiyor önce değil. Defalarca soğuk duşa girdik birlikte, bu arada kesinlikle tepemden inmiyor. Ben lanet olasıca ateş ölçeri doğru kullanamıyorum 39 u görüyorum, garanti gerçekte 39,5!! Ah İlker olsa daha iyi ölçer diyorum. Benim ölçtüklerimin 38,5 gördüğüm an duşa sokuyorum, ben de tabii. Beni bırakmadığı için giyinemiyorum. (zaten ertesi günü cırcırspor olarak soğuk algınlığı etkisini gösterdi) neyse saat 10 oldu, ilacı içti, kendinden geçti ama vücut sıcak ayaklar buz. İlker geldi ve bam!! O kadar duşa hala 39’du ateşi, demek ki bir ara 40 a yaklaşmış. gittikçe düştü, ben de yığılmışım. Gece ilaca devam. Sabah sanki başka bir çocuktu, keyifli neşeli. Gecenin ilerleyen saatlerinde babane de bize gelmiş, kalmıştı, gece yaklaştırmadık uykusu açılmasın diye, sabah görünce şok oldu, sevindi. Onlar oynarken ben biraz uyudum.
Ve Pazar günü ateş hemen hemen hiç çıkmadı. Ama çok keyifsizdi. Hava güzel gel gezelim diyorum “ı-ıh” diyor. Bir ara markete gittik, bu defa da ben kötü oldum döndük.
Pek keyifsiz olunca genelde zıplamalı oyunlar oynamadık. Nopper Legoları sipariş etmiştim – iyi ki de hemen gelmiş : ) (Duploları 2 yaşında alacağız) ben işteyken konuştuğumuzda Ümit abla sevmediğini söyledi ama biz müthiş oynadık. Arabaları için köprü, hayvanları için ahır, ev, sonra robot, araba… çok keyifle oynadık. İlkerlerin de varmış babane saklamış getirecek, parçalarımız artacak. Zaten bizim çocukluğumuzda hemen herkeste bunlardan yok muydu? Bir de boya kalemleri aldık. Arkadaşlarımızın önerdiği gibi “sadece deftere çizilecek” kuralını koyduk, şimdilik iyi gibi, masa illaki boyandı ama onu da Arcaya temizlettim hatta temizlik kısmını daha çok sevdi galiba : ) hızını alamayıp bütün rafların tozunu da aldı.
Güzel neşeli bir hafta sonu planı kurarsın, kader sana güler, enfeksiyon kapını çalar ve işte böyle … Belki de bu sonbaharın en güzel ve son havaları, enfeksiyona kurban gitti. Olsun napalım, yeter ki minikler sağlıklı olsun, yeter ki sağlık olsun
21 Ekim 2010 Perşembe
Çocuk kitapları anketi
Canım kisd mim hazırlamış, ben de çok merak ediyorum yazılıp çizilecekleri, önce kendimizden başlayalım sonra biz de mimleyelim, bu konuda yazmayan kalmasın!!
Boncuğunuza kitap seçerken en çok önem verdiğiniz kriterler neler?
1. Benim vermekten çekindiğim mesajlar olmasın. Mesela Evren güzel bir örnek vermişti, şişmanlığın negatifliği üzerine bir Cemile kitabı varmış. O yazıyı okuduktan sonra Cemile devri bitti bizim evde.
2. Eğlenceli olsun, yeni şeyler öğrensin. Mesela Tübitak Erken Çocuk Kitaplığı şahane bir set. Günlük sohbetlerimizin içinde bazen “hani şu kitapta şu vardı” filan diye hatırlatmalar yapıyoruz çok eğlenceli oluyor.
3. Sağlam olmalı kolayca yırtılmamalı (Arca yırtma işinde çok başarılı!!)
4. Resimleri güzel olmalı, arcanın dikkatini çekmeli
5. Başka çocuklar sevmiş olmalı, tavsiye kitapları çok seviyorum, genelde arcanın da hoşuna gidiyor.
6. Tekerlemeli, ahenkli kitapları seviyorum, okurken kulağa hoş geliyor
Bir kitabın kapak tasarımı sizi cezbeder mi?
Hayır, özellikle kapak tasarımı için kitap almıyorum.
Çocuk kitaplarının didaktik yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?
Eğlendirirken öğretmeli bence. Çok öğretmeye yönelik kitap zorlama oluyor.
Çocuk kitaplarındaki resimler nasıl olmalı sizce? Hikayesini beğendiğiniz bir kitabı ilüstrasyonlarından dolayı almamazlık ediyor musunuz veya tam tersi oluyor mu? Hikayesi uyduruk olan bir kitabı grafiklerine aşık olarak aldığınız oldu mu? Grafiklerde aradığınız temel özellikler var mı? Varsa nedir?
Çok ayırım yapmıyorum sanırım. Ama resimlerin güzel olması, dikkat çekmesi, gerekli bence. Öyle güzel resimlendiriyorlar ki bazılarını, ben bile gözlerimi alamıyorum resimlerden. Ama dikkat ettim, Arca Atakan serisine de Feridun Oral’ın çizimlerine de ilgi gösteriyor. Galiba önemli olan ilgisini çekmesi. Gerçi şimdiye kadar ilgisini çekmeyen bir kitap olmadı ama ? çok seçici değil sanırım.
Çocuğunuzun şu anda en çok sevdiği 3 kitap hangileri? Bu kitapların bir ortak yönü var mı?
1. NİNO!! Yavru ahtapot olmak çok zor. Hergün mutlaka defalarca okutuluyor, bazen sayfayı çevirmeme izin vermiyor, 5 dakika kadar resme bakıyor. Hani şu trafiğin sıkışık olduğu sayfa.
2. Atakan serisi – bizde süpermarket, park ve ananeli kitaplar var. Atakanı arkadaşı sanıyor bence.
3. Tübitak Erken Çocuk kitaplığı – Ayda, Yeraltında, Gölde, Rüzgarlı bir gün, Yağmurlu bir gün.. hepsini çok seviyor ve eşit seviyor. Ayrım yapamam. Bu kitaplarda belirli bir hikaye yok ya, isimleri kendimiz uyduruyoruz, bu çok hoşuna gidiyor. Mesela Yağmurlu bir gündeki kara oğlan Tuna, uzun boylu olanı Alpi. Rüzgarlı bir gün kitabındaki velet Arca, kız da Nilda.
Ortak bir yönü yok sanırım, kitaplıkta çeşitlilik fazla, hepsini seviyor bence.
Bir çocuk kitabı yazsanız hangi temayı işlemeyi düşünürdünüz, ya da temasız öylesine bir masal mı uydururdunuz?
Arcayı uyuturken uydurduğum masallar genelde ormanda geçiyor, Arca bazı hayvanlarla karşılaşıyor ve sohbet ediyor. Galiba dostluk, hayvan temalı hikayeleri seviyorum.
Çok merak ettiklerim var, hemen sıralayayım...
Evren ve Yavru Su : Hatta geçtiğimiz günlerde biraz anlatır mısın diye rica etmiştim, Tülinsu'nun kitapları ile uyuyan bir minik kitap kurdu olduğunu biliyorum:)
Başak ve Çınar : Çınar adamım !! seni dinliyoruz:)
Hülya ve Tuna : Hülya kaç zamandır yazmıyorsun, belki mim ile ısınma turlarına başlarsın:) ÖZellikle son soruya cevabını çok merak ediyorum.
Aylin : Minik ligten bir temsilci de olsun değil mi?
Kirazım ve Dorit : Buyrunuz:)
ve kasabanın en şık devi ile bizi tanıştıran sevgili sarıçizmeli ve 2 yaş güzeli UE
Boncuğunuza kitap seçerken en çok önem verdiğiniz kriterler neler?
1. Benim vermekten çekindiğim mesajlar olmasın. Mesela Evren güzel bir örnek vermişti, şişmanlığın negatifliği üzerine bir Cemile kitabı varmış. O yazıyı okuduktan sonra Cemile devri bitti bizim evde.
2. Eğlenceli olsun, yeni şeyler öğrensin. Mesela Tübitak Erken Çocuk Kitaplığı şahane bir set. Günlük sohbetlerimizin içinde bazen “hani şu kitapta şu vardı” filan diye hatırlatmalar yapıyoruz çok eğlenceli oluyor.
3. Sağlam olmalı kolayca yırtılmamalı (Arca yırtma işinde çok başarılı!!)
4. Resimleri güzel olmalı, arcanın dikkatini çekmeli
5. Başka çocuklar sevmiş olmalı, tavsiye kitapları çok seviyorum, genelde arcanın da hoşuna gidiyor.
6. Tekerlemeli, ahenkli kitapları seviyorum, okurken kulağa hoş geliyor
Bir kitabın kapak tasarımı sizi cezbeder mi?
Hayır, özellikle kapak tasarımı için kitap almıyorum.
Çocuk kitaplarının didaktik yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?
Eğlendirirken öğretmeli bence. Çok öğretmeye yönelik kitap zorlama oluyor.
Çocuk kitaplarındaki resimler nasıl olmalı sizce? Hikayesini beğendiğiniz bir kitabı ilüstrasyonlarından dolayı almamazlık ediyor musunuz veya tam tersi oluyor mu? Hikayesi uyduruk olan bir kitabı grafiklerine aşık olarak aldığınız oldu mu? Grafiklerde aradığınız temel özellikler var mı? Varsa nedir?
Çok ayırım yapmıyorum sanırım. Ama resimlerin güzel olması, dikkat çekmesi, gerekli bence. Öyle güzel resimlendiriyorlar ki bazılarını, ben bile gözlerimi alamıyorum resimlerden. Ama dikkat ettim, Arca Atakan serisine de Feridun Oral’ın çizimlerine de ilgi gösteriyor. Galiba önemli olan ilgisini çekmesi. Gerçi şimdiye kadar ilgisini çekmeyen bir kitap olmadı ama ? çok seçici değil sanırım.
Çocuğunuzun şu anda en çok sevdiği 3 kitap hangileri? Bu kitapların bir ortak yönü var mı?
1. NİNO!! Yavru ahtapot olmak çok zor. Hergün mutlaka defalarca okutuluyor, bazen sayfayı çevirmeme izin vermiyor, 5 dakika kadar resme bakıyor. Hani şu trafiğin sıkışık olduğu sayfa.
2. Atakan serisi – bizde süpermarket, park ve ananeli kitaplar var. Atakanı arkadaşı sanıyor bence.
3. Tübitak Erken Çocuk kitaplığı – Ayda, Yeraltında, Gölde, Rüzgarlı bir gün, Yağmurlu bir gün.. hepsini çok seviyor ve eşit seviyor. Ayrım yapamam. Bu kitaplarda belirli bir hikaye yok ya, isimleri kendimiz uyduruyoruz, bu çok hoşuna gidiyor. Mesela Yağmurlu bir gündeki kara oğlan Tuna, uzun boylu olanı Alpi. Rüzgarlı bir gün kitabındaki velet Arca, kız da Nilda.
Ortak bir yönü yok sanırım, kitaplıkta çeşitlilik fazla, hepsini seviyor bence.
Bir çocuk kitabı yazsanız hangi temayı işlemeyi düşünürdünüz, ya da temasız öylesine bir masal mı uydururdunuz?
Arcayı uyuturken uydurduğum masallar genelde ormanda geçiyor, Arca bazı hayvanlarla karşılaşıyor ve sohbet ediyor. Galiba dostluk, hayvan temalı hikayeleri seviyorum.
Çok merak ettiklerim var, hemen sıralayayım...
Evren ve Yavru Su : Hatta geçtiğimiz günlerde biraz anlatır mısın diye rica etmiştim, Tülinsu'nun kitapları ile uyuyan bir minik kitap kurdu olduğunu biliyorum:)
Başak ve Çınar : Çınar adamım !! seni dinliyoruz:)
Hülya ve Tuna : Hülya kaç zamandır yazmıyorsun, belki mim ile ısınma turlarına başlarsın:) ÖZellikle son soruya cevabını çok merak ediyorum.
Aylin : Minik ligten bir temsilci de olsun değil mi?
Kirazım ve Dorit : Buyrunuz:)
ve kasabanın en şık devi ile bizi tanıştıran sevgili sarıçizmeli ve 2 yaş güzeli UE
Ne zamandır haftasonu yazısı yazmamışım
Bu haftasonu için planlar yaparken ne zamandır haftasonu yazısı yazmadığım aklıma geldi.
Bir süredir günün çorbası ailesinin onur konuğu “terrible 2” hallerini saymazsak, aslında acayip neşeli günler geçiriyoruz.
Cumartesi sabah erkenden kalkıp ananeye gittik. Oh mis gibi kahvaltı. Arca her odayı kurcaladı. Ananesinin gümüş tamtan(şamdan)larıyla oynadı. Bizimkilerle iki çift laf ettik. İlker yapı fuarına gidecekti, bizi de götür, Alsancakta turlayalım sonra döneriz beraber dedim, kahveye yetişti. Bu arada Duru ve ablam geldi. Arca Duru’yla kudurdu, çıldırdı, kendinden geçti. Sonra Alsancak’a indik. Fuarın içinden Lozan kapısına yürürken fuar ile ilgili türlü planlarla yaparken yakaladım kendimi. Bir kere fuar İzmir’in en güzel yeri bence. Atatürk’ün armağanı. Çocukluğumun bileğime bağlanan uçan balonuyla – itiraf ediyorum balon beni uçuracak diye korkar, annemin eline yapışırdım - bütünleşmiş bütün anılarının fonunda fuar var. İçinde binbir çeşit bitki, yürüyüş yolları… O artık senede bir rağbet görmeyen enternasyonal fuarı sırasında kullanılan bilmem ne pavyonları artık sadece köhne binalar olarak kalmış. Hâlbuki düzgün caféler açılsa, trafiğe biraz daha kapansa, mis gibi havasıyla çoluk çocuklu ailelerin uğrak yeri olur. Ama katlı otoparkındaki sidik kokusunu hatırlayınca bu hayallerden uyanıveriyor ve bildik “biz adama olmayız” moduna geçiyoruz.
Hava şahaneydi. Arca uyudu uyuyacak, Kordon’a çıktık. Alsancak limanında vapurlara baktık, en kısa zamanda vapura bineceğimize söz vererek el salladık ve ayrıldık. Bütün Alsancak’ı saran inek heykeli sergisine Arca bayıldı. Cumhuriyet Meydanına gelmeden sızmıştı. Ben de Mothercare’e baktım, bu ayki ucuzlukta almaya değecek bir şey yoktu. Sonra twiggy’den panduflara baktım ama Arca uyuduğundan ve denenmeden alınamayacak kadar pahalı olduğundan erteledim. 30 TL yav, sen ne yaptın! M&S’e girdik. Asansöre çıkmak için 5 basamak çıkman gerekiyor ve rampa yok, buyurun buradan yakın! Avrupalı şirketler dünya paraya sattıkları mallarının yanı sıra biraz da “insana saygı” düsturlarını getirseler bizim memlekete ne şahane olur! Puseti kucaklayıp çıkardıktan hemen sonra teessüflerimi bildirdim tabii ki. Arca’ya termal atlet ve içlik aldım. Pijama üstü niyetine. (ve tavsiye ediyorum, Tchibo’nun termal taytı + termal atlet ve içlik ile hiç terlemeden ve üşümeden bir gece geçirdi) Ablam Duru’yu bu şekilde giydirirdi, akıllıca valla. Arca hala uyurken İlker katıldı bize. Yapacak bir şey kalmamış, dönelim dedik. Ananeyi aradım evde Arca’ya göre nefis mamalar var, damladık ananeye. Akşam üzerine kadar evi yine talan ettik. Eve geldik, banyo yapmam lazım, ee Arca artık ancak gece uyur, yalnız da bırakılmaz. Açtım duşun kapısını, bizim odanın kapısını kilitledim, gözümün önüne oturttum Arca’yı, daha önce göstermediğim bir oyuncağı çıkardım. O oynarken ben yıkandım. Komik haller: ) Sonra birlikte ayakkabılığı düzenledik, çamaşır yıkadık, annenin saçlarına bigudi sardık…
Pazar sabah tantanasından sonra Arca arabasının telefonunu buldu. Başladı “bip bip”lemeye. 2 hafta önce Cansu şimşek Mcqueeni çok sevince (hiç oyuncak oynamaz, bu sebepten hepimiz şaşırdık) Arca uyurken birkaç gün denemesi için ona verdik. Artık oynanmayan oyuncaklara para vermekten bıktıkları için önce oynayacak mı görelim sonra alalım dediler, haklılar. Arca 1-2 defa sormuştu, unutturmuştuk Bu defa yemedi. Yıktı ortalığı. Tamirde diyoruz, gelecek diyoruz yok! Neyse utanarak aradım Nazlıyı meğer pek sevmiş Cansu, üzerindeymiş. Çıkarken getirdiler. Bu arada uzay mekiği lazımlığı hani Arca’nın hiç icraati olmayan lazımlığı Cansuya verdik. Sanırım kızlara daha uyun bir alet! Parka gideceğiz, Arca bip bip’ten inmek istemiyor. 1 saat kadar ikna turları… Sonra ikna oldu. Parka yürüdük, parkta coştuk. Arca acayip tembel bi tip. Hala kaydırağın tepesine çıkmak için kucak istiyor, biraz da ödlek galiba. Ne kadar her gün parka götürsen de (Ümit abla götürüyor tabii ki) bünyede olmayınca zor : ) Dönüş meyva saatine rastlayınca manava uğradık. Muzu bitirdikten sonra mannamin(mandalin) diye tutturdu. Dönesiye kadar 2 mandalin yedi. Dönünce acıkmışız, dedim ki ilkere oynayın beraber hemen lazanya yapayım. Ama Arca anneyi bırakmaz!! Neyse marul salatası yapmakla oyalandı bir süre, sonra lazanyaları dizerken kutudan çıkarıp bana verme işi yaptı, bir süre sonra lazanyaları kırmanın daha eğlenceli olduğuna karar verdi. Lazanya fırına girdiğinde yerler marul ve lazanya parçaları ile şenlenmişti.
Ufak bir sınırları zorlama denemesi… Mutfağın bu pisliğinin üzerine bulaşık makinesinin düğmesine basma diyorum basıyor, defalarca denedi hatta oyuna dönüştü. Bende de inat!! Bu defa hiç tepki göstermeden İlkere bıraktım Arcayı, odaya gidip yattım. Peşimden geldi tabii. Dedim ki git babanla oyna kızgınım sakinleşeyim. Ama yumuşak söylüyorum korkmasın diye. Bastı yaygarayı nasıl ağlıyor. Koştu geldi, bi çeşit özür dileme. Sarıldık, baktım yalnız kalarak sakinleşmem mümkün değil, açtım bi şişe şarap, kadehlerde aradım huzuru: ) Terrible 2 sürecini alkolik olmadan atlatırsam iyi. Ya antidepresan yutacağım ya alkolik olacağım ya da Arcayla birbirimize bağırıp duracağız. Alkolizmi seçiyorum bu aralar! Lazanya şahaneydi, “uğraşma kıymalı makarna yiyelim” diyen İlker ilk lokmada doğru karar olduğunu anlamıştı. Arca ilk defa lazanya yedi. Önce temkinli yaklaştı. Makka(makarna) filan diyoruz ama benzetemiyor. Neyse tadına baktı ve resmen zevkten gözlerini kıstı. Klasik biya!(bir daha) ve “mm lezzetli olmuş” işaretleri ile arkaya arkaya lokmalar birbirini takip etti. Arca kendinden geçti. Artık yeni bir kelimesi var : “layanya”.
Akşam babane uğradı, son süt mısırları kaçırmamış pazarda kapmış gelmiş. Arca 1,5 adet mısırı uyku öncesi yedi. (Bakar mısınız sürekli yedi fiili ile biten cümleler kuruyorum, b.k boğazlı Arca!!) Babaneyle kudurdu. Artık Yüko(Şüko) diyor. Bundan sonra zor mamami dedirtiriz. Banyo yaptı, Şüko’nun uydurmasyon Miki ile Tiki masalını defalarca anlattırdı, masal her defasında değişti. Arada başka masal ister misin dedi “Hayım, Miki!” ben bile uyumuşum onunla: )
Tüm krizlerine rağmen mutlu bir hafta sonuydu…
20 Ekim 2010 Çarşamba
Liste kadının anlık dellenmeleri
Durmaksızın yağan yağmur mesaisine ara verdi, taze temiz bir şehir, ılık bir güneş bıraktı ardında.
2 Haftadır yanımda gezdirdiğim bir “yapılacaklar” listem var. Yeliz = liste kadın! 24 maddelik bu defaki. Ajandamdan yırttığım bir sayfaya düşülen notlar. Belli bir yerden sonra farklı kalemle devam edilmiş, belli ki sonradan aklıma gelmiş maddeler. Spiral yırtıkları yer yer koparılmış, muhtemelen telefonda konuşurken elimin altında temizlemişim. 13 maddesinin üzeri çizilmiş. (ayakkabılık, kışlık düzenlemesi, fotoğrafçılıkla ilgili maddeler…) Kalanlar genelde İlkerle karara vardıramadığımız maddeler.
Mesela Arca’nın yatağı meselesi. Hani Heroes diye bir dizi vardı (belki hala vardır bilmiyorum) Güzel bir kadın vardı ama dellendi mi adamları ikiye bölüyordu. Geçen gece rüyamda o kadındım. Ve defalarca gece uyanmaktan ve Arcayı kucağıma almaktan tepem atmış, yatağın korkuluklarını o kadın gibi pata küte haşat etmiş, şömine odunu şeklinde istiflemişim. Kalktım, İlkere anlattım hemen: “Kabul!! Arca için erken olabilir, Arca düşüp kafasını kırabilir, eyvallah. Ben bu yatak işini kendim için istiyorum! Her gece defalarca kucağıma alıp tekrar yatırmaktan, akrobasi ile yatağa girmekten, girince iki büklüm uyuyakalmaktan bıktım! Onun için erken olabilir ama BENİM için TAM ZAMANI!” bu kararlılığıma rağmen ikna edemedim! Yok bi gece dellenip ellerimle o yatağı ikiye böleceğim, o zaman mecburen öyle kullanacağız: )
Diğer madde “Arca’ya boya kalemleri”. Erkenmiş diye 6 aydır oyalıyor İlker beni. Ya tamam ben de tırsıyorum her yeri boyayacak diye, nasıl laf anlar da adam gibi çizer hiçbir fikrim yok! Ama Arca masa başı aktivitesi seven bir tip, hem o mıknatıslı tahta ile çizip duruyor, artık renklerle tanışsın istiyorum. Ama ben alalım diye ısrar ettikçe ve İlker erken dedikçe kendimi öys-ana gibi hissediyorum.
Aynı diyaloglar oyun hamurları için de geçerli. Gerçi dünkü Kuzu Elanın maceralarından sonra ben de 2 defa düşünür oldum ama aylar önce evde hamur yapmıştım ağzına atmamıştı, olur mu olur!
Bir de taa Mayıs ayında İstanbuldan aldığım bir tamir seti var. Masalı, pilli matkaplı kallavi bişey! Artık ortaya çıkarmak istiyorum. İlker görür görmez yok sen bunu kaldır, Arca küçük yazık eder dedi, havalar da ısınıp açık hava aktivitelerine daha çok vakit harcanır diye sustum. Bir de eşzamanlı İlknurun getirdiği küçük bir set olunca ikna oldum. Ben o tamir seti yüzünden uçağa binemiyordum! Yok efendim o matkap silah gibi görünüyormuş! Peh!
Arca’nın oyuncak mevzusunda son nokta! LEGO!! Nurturia’da sohbet konusu olan Nopper’ler belki çocukluğumu anımsattığından bilmiyorum, ben bundan almak istiyorum. Bizde clipo bu ne ondan var ve çok başarısız bence. Güya 18 aylığa uygun diye aldık ama ben bile geçiremiyorum birbirine, çocuk nasıl yapsın!! Arca’nın ilgisi var gibi, o saçma şeylerle uğraşıp duruyor (yapamayınca sinirleniyor). Lego duplolardan emin değilim. Kararsızım aklım Nopper’larda!
Uzun lafın kısası bizim evdeki anlaşmazlık “Arca için erken mi geç mi” noktasında takılıp duruyor!
Ben derdimi biliyorum. Evde gereksiz bir dolu oyuncak var, sevgili Başak’ın son yazısı ile epey emin oldum. Daha işe yarar şeylere yönelsin istiyorum. Arabalar çok, puzzle’lar ezberlendi (Cansu ve Nilda’nınkilerle değiş tokuş zamanı geldi), bul-taklar zaman almıyor artık, kitaplar da tamam! Havalar soğuyup mecburen eve tıkıldıkça evdeki oyun alternatiflerini arttırmak gerekli!
Diğer maddeler mi? Yine benim dellenip karar verdiklerim ve İlkeri ikna turlarına başladıklarım. Salonda Arca’nın tepesine çıkmasından başka hiçbir işe yaramayan orta sehpanın bir süreliğine hizmet dışı bırakılması! Hayır üzerine ikram koysan yine yerinden kalkıp uzanman lazım, çok gereksiz! Zaten küçük sehpalar var koltukların yanına koyarsın olur biter. Ortaya da kocaman alan açılır, oh ne rahat!
Sonra bir büfemiz var bizim! Bence gereksiz! İstanbuldaki evimiz çok büyüktü, doldursun diye almış, içine koycak bir şeyler buluruz canımmm demiştik. Evet bulduk! içinde sadece misafire kullanılan fincan takımları ile son kullanma tarihi geçmek üzere olan içkiler var. İçmiyoruz ki niye 3 şişe martinimiz var hala bilmiyorum. Yurtdışına sıklıkla çıkıldığı dönemde heves edilmiş alınmış, süs gibi duruyor. Bir de Koreden getirdiğim yeşil çay takımı. Sor kaç defa yeşil çay yaptım o takımlarda HİÇ!! Annemlerin yurtdışından getirdiği hediyelikler var mesela, benim için anısı bile yok, kullansam ya ben onları!! O güzel Alman bira bardağı, sonra Mısırdan fincan! İşte dün ofisteki arkadaşlarla öğle yemeği sohbetinde kurulan “sizin evin salonu gereksiz kalabalık” cümlesinin beynimde çaktırdığı şimşekler!! Evet ya sadece eşyaya hizmet!! Bunların yerine kitaplarımı koyayım ben oraya! Dellendim yine!!
2 Haftadır yanımda gezdirdiğim bir “yapılacaklar” listem var. Yeliz = liste kadın! 24 maddelik bu defaki. Ajandamdan yırttığım bir sayfaya düşülen notlar. Belli bir yerden sonra farklı kalemle devam edilmiş, belli ki sonradan aklıma gelmiş maddeler. Spiral yırtıkları yer yer koparılmış, muhtemelen telefonda konuşurken elimin altında temizlemişim. 13 maddesinin üzeri çizilmiş. (ayakkabılık, kışlık düzenlemesi, fotoğrafçılıkla ilgili maddeler…) Kalanlar genelde İlkerle karara vardıramadığımız maddeler.
Mesela Arca’nın yatağı meselesi. Hani Heroes diye bir dizi vardı (belki hala vardır bilmiyorum) Güzel bir kadın vardı ama dellendi mi adamları ikiye bölüyordu. Geçen gece rüyamda o kadındım. Ve defalarca gece uyanmaktan ve Arcayı kucağıma almaktan tepem atmış, yatağın korkuluklarını o kadın gibi pata küte haşat etmiş, şömine odunu şeklinde istiflemişim. Kalktım, İlkere anlattım hemen: “Kabul!! Arca için erken olabilir, Arca düşüp kafasını kırabilir, eyvallah. Ben bu yatak işini kendim için istiyorum! Her gece defalarca kucağıma alıp tekrar yatırmaktan, akrobasi ile yatağa girmekten, girince iki büklüm uyuyakalmaktan bıktım! Onun için erken olabilir ama BENİM için TAM ZAMANI!” bu kararlılığıma rağmen ikna edemedim! Yok bi gece dellenip ellerimle o yatağı ikiye böleceğim, o zaman mecburen öyle kullanacağız: )
Diğer madde “Arca’ya boya kalemleri”. Erkenmiş diye 6 aydır oyalıyor İlker beni. Ya tamam ben de tırsıyorum her yeri boyayacak diye, nasıl laf anlar da adam gibi çizer hiçbir fikrim yok! Ama Arca masa başı aktivitesi seven bir tip, hem o mıknatıslı tahta ile çizip duruyor, artık renklerle tanışsın istiyorum. Ama ben alalım diye ısrar ettikçe ve İlker erken dedikçe kendimi öys-ana gibi hissediyorum.
Aynı diyaloglar oyun hamurları için de geçerli. Gerçi dünkü Kuzu Elanın maceralarından sonra ben de 2 defa düşünür oldum ama aylar önce evde hamur yapmıştım ağzına atmamıştı, olur mu olur!
Bir de taa Mayıs ayında İstanbuldan aldığım bir tamir seti var. Masalı, pilli matkaplı kallavi bişey! Artık ortaya çıkarmak istiyorum. İlker görür görmez yok sen bunu kaldır, Arca küçük yazık eder dedi, havalar da ısınıp açık hava aktivitelerine daha çok vakit harcanır diye sustum. Bir de eşzamanlı İlknurun getirdiği küçük bir set olunca ikna oldum. Ben o tamir seti yüzünden uçağa binemiyordum! Yok efendim o matkap silah gibi görünüyormuş! Peh!
Arca’nın oyuncak mevzusunda son nokta! LEGO!! Nurturia’da sohbet konusu olan Nopper’ler belki çocukluğumu anımsattığından bilmiyorum, ben bundan almak istiyorum. Bizde clipo bu ne ondan var ve çok başarısız bence. Güya 18 aylığa uygun diye aldık ama ben bile geçiremiyorum birbirine, çocuk nasıl yapsın!! Arca’nın ilgisi var gibi, o saçma şeylerle uğraşıp duruyor (yapamayınca sinirleniyor). Lego duplolardan emin değilim. Kararsızım aklım Nopper’larda!
Uzun lafın kısası bizim evdeki anlaşmazlık “Arca için erken mi geç mi” noktasında takılıp duruyor!
Ben derdimi biliyorum. Evde gereksiz bir dolu oyuncak var, sevgili Başak’ın son yazısı ile epey emin oldum. Daha işe yarar şeylere yönelsin istiyorum. Arabalar çok, puzzle’lar ezberlendi (Cansu ve Nilda’nınkilerle değiş tokuş zamanı geldi), bul-taklar zaman almıyor artık, kitaplar da tamam! Havalar soğuyup mecburen eve tıkıldıkça evdeki oyun alternatiflerini arttırmak gerekli!
Diğer maddeler mi? Yine benim dellenip karar verdiklerim ve İlkeri ikna turlarına başladıklarım. Salonda Arca’nın tepesine çıkmasından başka hiçbir işe yaramayan orta sehpanın bir süreliğine hizmet dışı bırakılması! Hayır üzerine ikram koysan yine yerinden kalkıp uzanman lazım, çok gereksiz! Zaten küçük sehpalar var koltukların yanına koyarsın olur biter. Ortaya da kocaman alan açılır, oh ne rahat!
Sonra bir büfemiz var bizim! Bence gereksiz! İstanbuldaki evimiz çok büyüktü, doldursun diye almış, içine koycak bir şeyler buluruz canımmm demiştik. Evet bulduk! içinde sadece misafire kullanılan fincan takımları ile son kullanma tarihi geçmek üzere olan içkiler var. İçmiyoruz ki niye 3 şişe martinimiz var hala bilmiyorum. Yurtdışına sıklıkla çıkıldığı dönemde heves edilmiş alınmış, süs gibi duruyor. Bir de Koreden getirdiğim yeşil çay takımı. Sor kaç defa yeşil çay yaptım o takımlarda HİÇ!! Annemlerin yurtdışından getirdiği hediyelikler var mesela, benim için anısı bile yok, kullansam ya ben onları!! O güzel Alman bira bardağı, sonra Mısırdan fincan! İşte dün ofisteki arkadaşlarla öğle yemeği sohbetinde kurulan “sizin evin salonu gereksiz kalabalık” cümlesinin beynimde çaktırdığı şimşekler!! Evet ya sadece eşyaya hizmet!! Bunların yerine kitaplarımı koyayım ben oraya! Dellendim yine!!
18 Ekim 2010 Pazartesi
Pazar sabahıydı…
Arca sabahın 7’sinde uyanmıştı, önceki gece ise defalarca kalkmıştı, şiddetli bel ağrım artık Arca’yı yatağından defalarca kaldırıp kucağıma almama izin vermeyince, yine aile yatağı moduna geçmiştik, bu defa da tekme darbeleri böbreklerimi epey hırpaladı, hani taş olsa düşürürsün!!
Arca sabah cin gibi uyandığında benim içim uyuyordu hala. Ve neden bilmiyorum çığlık atmaya başladı. Hayır, neşeli!! Hem de çok hatta sinir bozacak kadar çok! Hem koşuyor hem bağırıyor. O çığlıklarının keyfini süredursun, İlker uyanıp boş gözlerle suratıma bakarken benim aklımdan geçenler… şimdi ilgisiz mi davranmalıyım, yoksa kızmalı mıyım, sesimi yükseltirsem yükseltir mi, bitip de yanıma geldiğinde öğüt verecek miydik, ulen burada napacaktık!! O kitapta yüz verme diyor beriki sıcağı sıcağına uyarını yap ki anlasın diyor. Peki ben hangi yolu izlediğimde önceki krizi başarı ile atlatmıştık? Yok lan ilgisini dağıtmıştık. Bu kafayla ilgisini nasıl dağıtacağım? Arca yanıma geldi ve ben en olmayacak şeyi söyledim “hıh annecim bitti mi çığlıklar?” SALAK!! Ne hatırlatıyorsun!! İlker de aynını söyledi, yok benim İlker terbiyelidir, güzel güzel söyler, bu cümle benim iç sesim!! Arca çığlıklarla 2. tur koşusuna başladı. Benim asfalyalarım attı! Neyse ki İlker vardı da Arca’ya yansımadı. Hala o olay nasıl bitti hatırlamıyorum. Bütün sabah Arca dünyanın en şeker çocuğuydu ve benim onu göresim yoktu! 11 gibi yorgunluktan bitap bir şekilde koltukta sızarak öğlen uykusuna daldı. Kendimi tutmuşum demek ki, o uyuyunca bir başladım ağlamaya. Böğüre böğüre ağlıyorum! Bi taraftan da saydırıyorum. İlker yarım saat kadar sakinleştirmeye çalıştı.
Tespiti doğru; tahammülsüz bir insan oldum ben! Ya da daha yumuşatılmışı “tahammül eşiğim çok düştü” ki bu da hiç sağlıklı değil!
Evren çok güzel bir yazı yazmış. Buraya bir tık lütfen! Kendi payıma düşenleri aldım, çok sevdim, dün yaşadıklarımın aynası gibiydi. Supermom olmak için çok çaba harcamadım, zaten imkanlarım ve enerjim o kadarını yapmama izin vermiyor. Belki çalışmasaydım o tuzağa düşerdim. (Belki mi? Kesin düşerdim!! ) Hani organikana olmadım diye gururlanıyorum ya relaxmom da olamadım. Onca kitap, araştırma, internet manyaklığı fikir alışverişleri… hepsi daha fazla donanım, hepsi gözümde inanılmaz büyüttüğüm “terrible 2” olayını daha hasarsız atlatmak için teoriyi sağlamlaştırma çalışmalarıydı. Her şey çok masumane başladı. Ne zaman ki tüm bu annelik üzerine delilik halleri, “kendimi eğitiyorum” bahanesi araç olmaktan çıktı, amaç olmaya başladı, işte o zaman yanlış giden bir şeyler olduğunu anladım.
Hayır, kitaplarımı çöpe atmayacağım, kimseye de dağıtmayacağım, onlar bu günlerin güzel anıları olarak kitaplığın başköşesinde duracaklar. Belki bir gün, bu zamanları atlattığımda başvuracağım sağlam kaynaklar olacaklar. Ama şimdilik sadece başka şeylere yönelerek Arca’ya ve anneliğe sardırdığım bu dönemi hafifletme kararı aldım.
Fotoğrafçılık… sonra yeni yazarlarla tanışma… Murakami… Seni nasıl da ihmal etmişim…
Pişman değilim. Bugün böyle düşünebilmem için o süreçten geçmeliydim. Dünya kadar kitap okumalıydım. Tüm donanımlarımı kazandığımı düşünmeli, sonra en küçük bir kriz anında dünya başıma yıkılmalıydı ki bugünkü ben olabileyim.
Arca sabah cin gibi uyandığında benim içim uyuyordu hala. Ve neden bilmiyorum çığlık atmaya başladı. Hayır, neşeli!! Hem de çok hatta sinir bozacak kadar çok! Hem koşuyor hem bağırıyor. O çığlıklarının keyfini süredursun, İlker uyanıp boş gözlerle suratıma bakarken benim aklımdan geçenler… şimdi ilgisiz mi davranmalıyım, yoksa kızmalı mıyım, sesimi yükseltirsem yükseltir mi, bitip de yanıma geldiğinde öğüt verecek miydik, ulen burada napacaktık!! O kitapta yüz verme diyor beriki sıcağı sıcağına uyarını yap ki anlasın diyor. Peki ben hangi yolu izlediğimde önceki krizi başarı ile atlatmıştık? Yok lan ilgisini dağıtmıştık. Bu kafayla ilgisini nasıl dağıtacağım? Arca yanıma geldi ve ben en olmayacak şeyi söyledim “hıh annecim bitti mi çığlıklar?” SALAK!! Ne hatırlatıyorsun!! İlker de aynını söyledi, yok benim İlker terbiyelidir, güzel güzel söyler, bu cümle benim iç sesim!! Arca çığlıklarla 2. tur koşusuna başladı. Benim asfalyalarım attı! Neyse ki İlker vardı da Arca’ya yansımadı. Hala o olay nasıl bitti hatırlamıyorum. Bütün sabah Arca dünyanın en şeker çocuğuydu ve benim onu göresim yoktu! 11 gibi yorgunluktan bitap bir şekilde koltukta sızarak öğlen uykusuna daldı. Kendimi tutmuşum demek ki, o uyuyunca bir başladım ağlamaya. Böğüre böğüre ağlıyorum! Bi taraftan da saydırıyorum. İlker yarım saat kadar sakinleştirmeye çalıştı.
Tespiti doğru; tahammülsüz bir insan oldum ben! Ya da daha yumuşatılmışı “tahammül eşiğim çok düştü” ki bu da hiç sağlıklı değil!
Evren çok güzel bir yazı yazmış. Buraya bir tık lütfen! Kendi payıma düşenleri aldım, çok sevdim, dün yaşadıklarımın aynası gibiydi. Supermom olmak için çok çaba harcamadım, zaten imkanlarım ve enerjim o kadarını yapmama izin vermiyor. Belki çalışmasaydım o tuzağa düşerdim. (Belki mi? Kesin düşerdim!! ) Hani organikana olmadım diye gururlanıyorum ya relaxmom da olamadım. Onca kitap, araştırma, internet manyaklığı fikir alışverişleri… hepsi daha fazla donanım, hepsi gözümde inanılmaz büyüttüğüm “terrible 2” olayını daha hasarsız atlatmak için teoriyi sağlamlaştırma çalışmalarıydı. Her şey çok masumane başladı. Ne zaman ki tüm bu annelik üzerine delilik halleri, “kendimi eğitiyorum” bahanesi araç olmaktan çıktı, amaç olmaya başladı, işte o zaman yanlış giden bir şeyler olduğunu anladım.
Hayır, kitaplarımı çöpe atmayacağım, kimseye de dağıtmayacağım, onlar bu günlerin güzel anıları olarak kitaplığın başköşesinde duracaklar. Belki bir gün, bu zamanları atlattığımda başvuracağım sağlam kaynaklar olacaklar. Ama şimdilik sadece başka şeylere yönelerek Arca’ya ve anneliğe sardırdığım bu dönemi hafifletme kararı aldım.
Fotoğrafçılık… sonra yeni yazarlarla tanışma… Murakami… Seni nasıl da ihmal etmişim…
Pişman değilim. Bugün böyle düşünebilmem için o süreçten geçmeliydim. Dünya kadar kitap okumalıydım. Tüm donanımlarımı kazandığımı düşünmeli, sonra en küçük bir kriz anında dünya başıma yıkılmalıydı ki bugünkü ben olabileyim.
17 Ekim 2010 Pazar
Tüm evren birleşti mi? Secret mı? Olabilir mi?
Canım kisd makinayla ilgili detayları uzun uzun anlattığı mailini şu cümle ile bitirdi:
“Bu makina çok güzel, güle güle kullan. Fotoğrafçılık kariyerin başladı :)”
İşte her şey böyle başladı demeyeceğim. Bu cümle hikayenin ortasında bir yerlere tekabül ediyor.
Arca daha portakalımda vitaminken fotoğrafçılık kursuna gitmeye karar vermiştim. Ara ara dellenirim ben gelir bana! Ama artık o vakitler hesapta para mı yoktu, başka bir şeye mi yöneldim hatırlamıyorum kaldı öyle…
Birkaç ay önceydi … dijital makinaların atası nikonumdan sıkılmaya başlamıştım. Bir taraftan da “ev,iş,arca” bermuda şeytan üçgeni tarafından sarıldığımı fark ediyor, bir şekilde arcaya anneliğe sarıyor, debeleniyor işin içinden bir türlü çıkamıyordum. Ve bir küçük ampul yandı! Evet o eskiden heves ettiğim başlamadan bitirdiğim fotoğrafçılık tekrar gündemin ilk sırasına oturdu. Hesap kitap yaptık, yılbaşında şöyle iyi bir makine alalım dedik. 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydık, içimizi rahatlattık. Konuyu paketleyip yılbaşına kadar dinlenmeye bıraktık.
İşte tam o arada Nurturia’da Kisd’in güncellemesini gördüm, çok iyi bir makine vardı elinde satıyordu kardeşi. İlginçtir ben Nurturia’da pek güncelleme takip etmem hele cumartesi günleri hemen hemen hiç girmem. Biraz düşündük, alet güzel, fiyat iyi… Ama hiç araştırma yapmadık ki, hem ben bu işten zerre anlamıyorum. Lens dedin mi benim contact lenslerim gelir aklıma. O kadar hamım yani. Neyse … İlkerle konuştum, para ayarladık. Makine kargolandı. Canım Kisd uzun cümlelerle “fotoğrafçılığa giriş” dersi mailledi bana ve yukarıdaki o içimi pır pır eden cümleyi yazmış sonuna… Nasıl heyecanlıyım. İlker de öyle… Hemen gerekli ilaveleri almaya gitti. Biz cahiller bilmiyoruz tabii bu işin tuzlu olduğunu. (Kisd, Özge, Elfanam hafiften uyardı ama heyecan yapmışım bi defa hiç oralı değilim)
İlker bana compact flash disk aldı, çanta aldı. Lenslere baktı. Sonra dedi ki :
“aşkım senin bu fotoğraf işini 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydıydık ya…”
“evet?”
“gel bi bunu 2018 yapalım !!”
“yapma yav ! eh düğünlere filan gider çıkarırım parasını artık napalım ya da sen bana bi fotoğrafçının yanında iş ayarlarsın”
Mağazada hafiften bu işten anlayan bi kardeşimize rastlamış, bu kardeş “abi onu da almalı bunu da almalı” diye diye başının etini yemiş İlkerin. Yine aradı beni : “bak bi daha masraf çıkarırsan boşanma sebebi olur habarın ola!” diye koydu postayı. Halbuki Kisd bana anlattıydı inceliklerini… Gülüyorum, alttan alıyorum “yok abicim boşanmayalım şimdi avukatı, mahkemeydi, velayetti, masraf çıkar altından kalkamayız, ayrı yaşayalım” deyince ikimiz de kopmuşuz.
Yok daha bitmedi. Kargoyu takip ediyoruz. Arıyorum, araçta, teslimatta diyorlar, Ümit ablaya haber veriyorum aman takip et diye. Neyse akşam eve heyecanla geldim Arca “kargo kargo” diye papağanlaşmış ama kargo yok. İlker şubeyi aradı, teslim ettik demişler. Nasıl ya kime ya??? Şöyle ömrümden 1 bilemedin 2 sene gitti, kapıcının teslim aldığını duyunca geri geldi. İlk akşam kutusunu bile açamadım, misafir vardı. İkinci gün açtık, pek güzel, karşıdan bakıyoruz. Kisd diyor ki kurcaladın mı? Ben diyorum “yok karşıdan seyrediyorum, kıyamıyorum” sadece kullanma kılavuzuna bakıp bakıp iç geçiriyorum “allahım nasıl öğreneceğimdir” diye.
Bu arada artık “kader ağlarını örüyor” mu dersin, yoksa “evrenin tüm güçleri benim bir fotoğraf sanatçısı olmam için birleşti” mi dersin bilemem (buraya dikkat daha makinayı elime almadım ama sanatçıyım!) ama bir türlü sonuç vermeyen fotoğrafçılık kursu arayışım mutlu sona erdi. İzmirli anneler mail grubundan 50% indirimli bir kurs bildirisi geldi hem de İzmir Fotoğraf Sanatı Derneğinden!! Yeay!!
Son bomba!! Kisd TR’deki kazık lensler için ABD’yi önermişti, ve canım arkadaşlarımdan biri gidiyor yakın zamanda!! utana sıkıla sordum belkim alır!!
İşte böyle dostlar... diyorum ya … secret günleri bunlar!! ben bu hızla sergi bilem açarım!
imza: Şipşak Yeliz
“Bu makina çok güzel, güle güle kullan. Fotoğrafçılık kariyerin başladı :)”
İşte her şey böyle başladı demeyeceğim. Bu cümle hikayenin ortasında bir yerlere tekabül ediyor.
Arca daha portakalımda vitaminken fotoğrafçılık kursuna gitmeye karar vermiştim. Ara ara dellenirim ben gelir bana! Ama artık o vakitler hesapta para mı yoktu, başka bir şeye mi yöneldim hatırlamıyorum kaldı öyle…
Birkaç ay önceydi … dijital makinaların atası nikonumdan sıkılmaya başlamıştım. Bir taraftan da “ev,iş,arca” bermuda şeytan üçgeni tarafından sarıldığımı fark ediyor, bir şekilde arcaya anneliğe sarıyor, debeleniyor işin içinden bir türlü çıkamıyordum. Ve bir küçük ampul yandı! Evet o eskiden heves ettiğim başlamadan bitirdiğim fotoğrafçılık tekrar gündemin ilk sırasına oturdu. Hesap kitap yaptık, yılbaşında şöyle iyi bir makine alalım dedik. 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydık, içimizi rahatlattık. Konuyu paketleyip yılbaşına kadar dinlenmeye bıraktık.
İşte tam o arada Nurturia’da Kisd’in güncellemesini gördüm, çok iyi bir makine vardı elinde satıyordu kardeşi. İlginçtir ben Nurturia’da pek güncelleme takip etmem hele cumartesi günleri hemen hemen hiç girmem. Biraz düşündük, alet güzel, fiyat iyi… Ama hiç araştırma yapmadık ki, hem ben bu işten zerre anlamıyorum. Lens dedin mi benim contact lenslerim gelir aklıma. O kadar hamım yani. Neyse … İlkerle konuştum, para ayarladık. Makine kargolandı. Canım Kisd uzun cümlelerle “fotoğrafçılığa giriş” dersi mailledi bana ve yukarıdaki o içimi pır pır eden cümleyi yazmış sonuna… Nasıl heyecanlıyım. İlker de öyle… Hemen gerekli ilaveleri almaya gitti. Biz cahiller bilmiyoruz tabii bu işin tuzlu olduğunu. (Kisd, Özge, Elfanam hafiften uyardı ama heyecan yapmışım bi defa hiç oralı değilim)
İlker bana compact flash disk aldı, çanta aldı. Lenslere baktı. Sonra dedi ki :
“aşkım senin bu fotoğraf işini 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydıydık ya…”
“evet?”
“gel bi bunu 2018 yapalım !!”
“yapma yav ! eh düğünlere filan gider çıkarırım parasını artık napalım ya da sen bana bi fotoğrafçının yanında iş ayarlarsın”
Mağazada hafiften bu işten anlayan bi kardeşimize rastlamış, bu kardeş “abi onu da almalı bunu da almalı” diye diye başının etini yemiş İlkerin. Yine aradı beni : “bak bi daha masraf çıkarırsan boşanma sebebi olur habarın ola!” diye koydu postayı. Halbuki Kisd bana anlattıydı inceliklerini… Gülüyorum, alttan alıyorum “yok abicim boşanmayalım şimdi avukatı, mahkemeydi, velayetti, masraf çıkar altından kalkamayız, ayrı yaşayalım” deyince ikimiz de kopmuşuz.
Yok daha bitmedi. Kargoyu takip ediyoruz. Arıyorum, araçta, teslimatta diyorlar, Ümit ablaya haber veriyorum aman takip et diye. Neyse akşam eve heyecanla geldim Arca “kargo kargo” diye papağanlaşmış ama kargo yok. İlker şubeyi aradı, teslim ettik demişler. Nasıl ya kime ya??? Şöyle ömrümden 1 bilemedin 2 sene gitti, kapıcının teslim aldığını duyunca geri geldi. İlk akşam kutusunu bile açamadım, misafir vardı. İkinci gün açtık, pek güzel, karşıdan bakıyoruz. Kisd diyor ki kurcaladın mı? Ben diyorum “yok karşıdan seyrediyorum, kıyamıyorum” sadece kullanma kılavuzuna bakıp bakıp iç geçiriyorum “allahım nasıl öğreneceğimdir” diye.
Bu arada artık “kader ağlarını örüyor” mu dersin, yoksa “evrenin tüm güçleri benim bir fotoğraf sanatçısı olmam için birleşti” mi dersin bilemem (buraya dikkat daha makinayı elime almadım ama sanatçıyım!) ama bir türlü sonuç vermeyen fotoğrafçılık kursu arayışım mutlu sona erdi. İzmirli anneler mail grubundan 50% indirimli bir kurs bildirisi geldi hem de İzmir Fotoğraf Sanatı Derneğinden!! Yeay!!
Son bomba!! Kisd TR’deki kazık lensler için ABD’yi önermişti, ve canım arkadaşlarımdan biri gidiyor yakın zamanda!! utana sıkıla sordum belkim alır!!
İşte böyle dostlar... diyorum ya … secret günleri bunlar!! ben bu hızla sergi bilem açarım!
imza: Şipşak Yeliz
15 Ekim 2010 Cuma
Bu slingleri buldun mu kapacaksın! demedi deme!
Canım Hülya geçen hafta bizi şahane ağırladı evinde! Cücelerle oynuyoruz, baktım Hülya tepelerde "kötü örnek oluyorsun bacım" derken hop bişey çıkardı, amanin sling!!
Açık konuşayım ben doğurmadan önce bu slinglere takıktım, ama Türkiye'de yok, var da benim istediğimden değil. Yurtdışındakiler el yakıyor. Derken bizim Arca doğdu, ben illa ki istiyorum. Ama takip edenler bilir Arca doğduğunda standart bir bebekti, çok kısa bir sürede kilosunu ikiye üçe katladı, süt obezi ! Ben de minyon bi tipim, İlker dedi ki "boşver sen taşıyamazsın slingle mlingle vazgeç bu sevdadan! At pusete götür " Allah biliyor ya içimde kaldı.
Puset iyi güzel de heryere taşıyamazsın, bir bakkala gideceksin hadii puset ! Ama sling olsa at sırtına taşı! Dedim ya içimde kaldı.
Neyse bizim bebeler büyüdü, hain Hülya bu güzel slingleri ortaya çıkardı! hala aramızdan bazıları bu slingler için ikinciyi doğurmayı planlıyor o kadar tutuldu yani:)
Hülyadayken "ay bu velet 13 kilo ay durur mu bunun içinde" diye diye Hülya geçirdi üzerime slingi. Bi kere bağlaması kolay! Sonra Arca ba-yıl-dı. Çünkü dıgıdık dıgıdık yaparak yerleştiriyorsun, "biya biya" (bir daha demek) diye kudurdu. At sırtına gezdir. Bu arada at sensin:P
Bu sling yükü dağıtıyor, sırtı ağrıtmıyor, özellikle kilosu fazla bebekler için ideal. Ama yenidoğanları da taşıyabiliyormuşsun, önemli olan usulüne uygun bağlamak.
Bak mesela benim Zeynepe wrap cinsinden aldık Hülyadan, heves ettim denedim evde, (bu arada onu bağlaması da çok pratik!) Arca kıpırdaklık yaptı, durmadı, halbuki Tuna çok rahat durmuş! Poyraz'a (3 aylık) iyi geldi wrapsling, sarıyor bebeyi, bebek de annenin karnındaymış gibi hissediyor. Bu arada fotosu yok ama Poyraz mis gibi wrapslingte acayip mutlu, ve anne manyağı olduğu ve uyanık olduğu her an anneyle temas halinde olmak istediği için Zeynep de çok rahat ! handsfree şekilde işini yapabiliyor, Poyraz slingin içinde kah uyuyor, kah emiyor, kah mıkırdıyor... Üstelik kumaş organik. Şahane!!
Daha güzel fotoğraflar ve detaylar için buraya bir TIK!!
we love you Hülya!!
Açık konuşayım ben doğurmadan önce bu slinglere takıktım, ama Türkiye'de yok, var da benim istediğimden değil. Yurtdışındakiler el yakıyor. Derken bizim Arca doğdu, ben illa ki istiyorum. Ama takip edenler bilir Arca doğduğunda standart bir bebekti, çok kısa bir sürede kilosunu ikiye üçe katladı, süt obezi ! Ben de minyon bi tipim, İlker dedi ki "boşver sen taşıyamazsın slingle mlingle vazgeç bu sevdadan! At pusete götür " Allah biliyor ya içimde kaldı.
Puset iyi güzel de heryere taşıyamazsın, bir bakkala gideceksin hadii puset ! Ama sling olsa at sırtına taşı! Dedim ya içimde kaldı.
Neyse bizim bebeler büyüdü, hain Hülya bu güzel slingleri ortaya çıkardı! hala aramızdan bazıları bu slingler için ikinciyi doğurmayı planlıyor o kadar tutuldu yani:)
Hülyadayken "ay bu velet 13 kilo ay durur mu bunun içinde" diye diye Hülya geçirdi üzerime slingi. Bi kere bağlaması kolay! Sonra Arca ba-yıl-dı. Çünkü dıgıdık dıgıdık yaparak yerleştiriyorsun, "biya biya" (bir daha demek) diye kudurdu. At sırtına gezdir. Bu arada at sensin:P
Bu sling yükü dağıtıyor, sırtı ağrıtmıyor, özellikle kilosu fazla bebekler için ideal. Ama yenidoğanları da taşıyabiliyormuşsun, önemli olan usulüne uygun bağlamak.
Bak mesela benim Zeynepe wrap cinsinden aldık Hülyadan, heves ettim denedim evde, (bu arada onu bağlaması da çok pratik!) Arca kıpırdaklık yaptı, durmadı, halbuki Tuna çok rahat durmuş! Poyraz'a (3 aylık) iyi geldi wrapsling, sarıyor bebeyi, bebek de annenin karnındaymış gibi hissediyor. Bu arada fotosu yok ama Poyraz mis gibi wrapslingte acayip mutlu, ve anne manyağı olduğu ve uyanık olduğu her an anneyle temas halinde olmak istediği için Zeynep de çok rahat ! handsfree şekilde işini yapabiliyor, Poyraz slingin içinde kah uyuyor, kah emiyor, kah mıkırdıyor... Üstelik kumaş organik. Şahane!!
Daha güzel fotoğraflar ve detaylar için buraya bir TIK!!
we love you Hülya!!
Bir varmış bir yokmuş…
Evvel zaman içinde… çok uzak ülkelerin birinde… turuncu bir kamyon varmış. Bu kamyon aslında sıradan bir kamyonmuş görünürde, ama çok işe yararmış.
----------------------------------------
Dün gece saat 21:30 civarı “yataaak!” diye tutturan bir Arca. Işığı kapattırmak istemiyor, Ayı yogi ve çöp kamyonu ile yatakta debelenmek istiyor. Kucak istemiyor, sallanmak, ninni, şarkı, okşanmak, aydede, kitap … her şeye tepki var! Yine o döt kadar yatağın içine sığışıyorum, tekmelerden nasibimi alıyorum, ama azimliyim, bir yolu bulunacak Arca uyuyacak!
-----------------------------------------
Çünkü bu kamyon bir çöp kamyonuymuş. Arkasında kocaman bir kutusu varmış, çöp kamyonu tek başına çalışmazmış, arkadaşları da varmış, çöpçü amcalar…
"Dün gece çok aradım, aradım bulamadım
Körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler"
Nağmeleri araya girer.
-------------------------------------------
Arca kafayı, yatağa uzanmış annenin göğsüne koyar, bir eli ayı yogide gözü çöp kamyonunda… Tamam tutturdum, doğru yoldayım devam ediyorum masala
-------------------------------------------
Çöpçü amcaların biri kamyonu kullanır, diğer ikisi evlerimizin önündeki çöp bidonlarını toplar. Kamyonun arkasındaki mekanizmaya yerleştirir, çöpleri kamyonun içine atarlar. Fosforlu kıyafetler giyerler ki gece görünebilsinler, kocaman eldivenler takarlar ki bidonları rahatlıkla kavrayabilsinler. Çöpcü amcalar çok yardımseverdir, gece çıkarlar sokağa trafiği karıştırmamak için…
---------------------------------------------
Arcanın gözler hafiften gider… ben devam!!
----------------------------------------------
Çöp kamyonu bütün şehrin çöpünü toplayıp çok uzaklara götürür. Evlerimizin temiz olması için çöp kamyonu çöpcü amcalar takımı bize yardım ederler
"Dün gece çok aradım aradım bulamadım
Körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler"
Dizeleri ninni kıvamında söylenir
----------------------------------------------
Arca uyur, ben kaçar!!
14 Ekim 2010 Perşembe
Tutarsızlığın manifestosu
Bugün Gülse Birselin aşağıda kopyaladığım yazısını okuyunca, sevgili kisd'in şu yazısı aklıma geldi. Özgürlüğün Manifestosunu ben de okumuştum. Bir tarafımla hayatımı sadeleştirerek mutlu olacağımı biliyorum ve kendimce nasıl olurun beyin jimnastiğini yapıyorum, bir tarafımla kredi kartımı şişirip tchiboda kuyruğa giriyorum (dün misal:) ) ve "aa arcaya lazımdı, arca için aldımdı" bahaneleri ile tüketim toplumunun bayrağını sallıyorum. Hep diyorum, iflah olmaz bir tutarsızım ...
Bu Tchibo anısı anlatmadan bitirmeyeyim, Gülse az beklesin...
Tchibo'nun teması sonbahar, ürünler belli ki kaliteli, özellikle Arca için olanlarını katalogtan çok önceden belirlemiştim. 3 parça alacağımdır. (en azından bu konuda tutarlıyım!) Aslında internetten alacaktım, 3'ün birinin bedeni kalmayınca dükkana erteledim.
Elif ve Hülya ile buluşup gitme kararı aldık. Sabahtan eşe dosta soruyorum bişey istiyor musunuz diye. Sanki savaş kopacak, ekmek kuyruğuna gidiyorum! Hülyayı Ege Üniversitesinin önünden almaya gittim, aradım, "yok sen beni bekleme arkadaşım, git dükkan talan ediliyormuş, elif benim için bişiler ayırdı" tam bir "sen canını kurtar kardeşim ben arkandan geliyorum aman diğer kadınlara bırakma" olayı!! Hemen kırdım direksiyonu... Forumda Tchibo'ya giderken yolda kadınların elindeki poşetlere bakıyorum, yoksa Tchibo'dan mı çıkmışlar, yoksa benim almayı düşündüğüm kadife pijama o poşetlerin içinde mi!! Bir tür delilik hali:)
Ben ilk defa bir tema için bu dükkana gittim, öncesinde her önünden geçtiğimde en azından kahve kokusu için uğradığım bir dükkandı. Hani Allah biliyor ya Hülya "talan ediliyor" dediğinde bu kadarına ihtimal vermemiştim. Kadınlar birbirini yemiş, sıcak!! 1-2 tanıdık sima gördüm. Tatlı Ege'yi gördüm, sonra annesini. Görev aşkı ile torbasını doldurmuş Hülyayı bekliyordu. İyi ki katalogtan belirlemişim, aldım, sıraya girdim. Kutular açıldığı an millet üzerine üşüşüyor. Elifle kendimize güldük, "evet sanki bedavaya veriyorlar!" :) Hülyayı bekleyemeden ofise dönmek zorunda kaldım. 3 parça kumaşla tatmin olmuş şekilde! Evet Özgürlüğün Manifestosu... evet o kitabı birkaç defa daha okumam lazım:)
Buyrun Gülse Birsel'in yazısı...
Amerika'nın son alışveriş trendi:
Alışveriş yapmamak! Hatta eldeki
mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar,
gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca,
ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici
araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?"la ilgili.
Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.
Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu
üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha
mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir
tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinme'nin mutluluk getirmediğini öğrenen
'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir
salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan
karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş
gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını
sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört
bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları
kadar mesud ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı
yogaderslerine ve tatillere harcıyorlar.
*YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET! *
Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla
yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her
şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet
kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır
derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor. Hikâye,
psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm
değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk
seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar. Ebeveynlerinden birini
kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve neşesine kavuşması da
bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp eskisi
kadar 'mutsuz' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla
satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler,
piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı
zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeleslı filmci Roko
Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor.
*New York Times * gazetesinin
haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini
bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış!
Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha
mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.
*SANKİ ALIŞVERİŞ İÇİN YAŞIYORUZ *
Bi de tabi, herkes gider Mersin'e, biz... Şu anda ülkede tam bir AVM patlaması
yaşanıyor. Buluşmalar, sosyalleşmeler, hafta sonu aile gezmeleri, her tür
eğlence hep alışveriş ve merkezleri etrafında dolanıyor. İndirim
dükkânlarının kapısındaki kuyruk ve izdihamlar da cabası. Geçen gün
haberlerde, yastıkların 1 TL'ye satıldığı bir indirim dükkânında birbirini
ezen kalabalığın arasından bir ev kadını, bağırarak kameralara anlatıyor:
"Ben altı tane kapabildim, iki oğlum var, onlar da ikişer tane aldı, keşke
10 tane daha taşıyabilseydik! Muhtemelen dört kişi olan bu ailenin 20 adet
yastıkla ne yapacağı ise meçhul! Türkler artık mümkün olduğu kadar çok malı,
mümkün olduğu kadar çabuk alıp, evlerine götürmek için yaşıyor! Alışverişe
niyeti olmayan bile vitrin bakıp hayal kuruyor. Konsere gidip keman çalmayı,
müzeye gidip ressam olmayı hayal eden pek az. Hayat amaçlarımız genelde
"Bazı ürünleri edinmek," üzerine kurulu. 70'li yıllarda bir siyah beyaz
televizyon, bir adet buzdolabı, merdaneli çamaşır makinesi ve salonda üzeri
tığ işi örtülü sabit hat telefonu olan her aile kendini son derece zengin ve
konforlu hissederdi. Sonra işler yavaş yavaş değişti. Artık cep telefonu bu
yılın modeli olmayan vatandaşın devlete isyan edesi var. Almaya doyup
'hayatı sadeleştirme' aşamasına ne zaman geliriz, o meçhul.
Gülse BİRSEL
Bu Tchibo anısı anlatmadan bitirmeyeyim, Gülse az beklesin...
Tchibo'nun teması sonbahar, ürünler belli ki kaliteli, özellikle Arca için olanlarını katalogtan çok önceden belirlemiştim. 3 parça alacağımdır. (en azından bu konuda tutarlıyım!) Aslında internetten alacaktım, 3'ün birinin bedeni kalmayınca dükkana erteledim.
Elif ve Hülya ile buluşup gitme kararı aldık. Sabahtan eşe dosta soruyorum bişey istiyor musunuz diye. Sanki savaş kopacak, ekmek kuyruğuna gidiyorum! Hülyayı Ege Üniversitesinin önünden almaya gittim, aradım, "yok sen beni bekleme arkadaşım, git dükkan talan ediliyormuş, elif benim için bişiler ayırdı" tam bir "sen canını kurtar kardeşim ben arkandan geliyorum aman diğer kadınlara bırakma" olayı!! Hemen kırdım direksiyonu... Forumda Tchibo'ya giderken yolda kadınların elindeki poşetlere bakıyorum, yoksa Tchibo'dan mı çıkmışlar, yoksa benim almayı düşündüğüm kadife pijama o poşetlerin içinde mi!! Bir tür delilik hali:)
Ben ilk defa bir tema için bu dükkana gittim, öncesinde her önünden geçtiğimde en azından kahve kokusu için uğradığım bir dükkandı. Hani Allah biliyor ya Hülya "talan ediliyor" dediğinde bu kadarına ihtimal vermemiştim. Kadınlar birbirini yemiş, sıcak!! 1-2 tanıdık sima gördüm. Tatlı Ege'yi gördüm, sonra annesini. Görev aşkı ile torbasını doldurmuş Hülyayı bekliyordu. İyi ki katalogtan belirlemişim, aldım, sıraya girdim. Kutular açıldığı an millet üzerine üşüşüyor. Elifle kendimize güldük, "evet sanki bedavaya veriyorlar!" :) Hülyayı bekleyemeden ofise dönmek zorunda kaldım. 3 parça kumaşla tatmin olmuş şekilde! Evet Özgürlüğün Manifestosu... evet o kitabı birkaç defa daha okumam lazım:)
Buyrun Gülse Birsel'in yazısı...
Amerika'nın son alışveriş trendi:
Alışveriş yapmamak! Hatta eldeki
mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar,
gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca,
ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici
araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?"la ilgili.
Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.
Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu
üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha
mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir
tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinme'nin mutluluk getirmediğini öğrenen
'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir
salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan
karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş
gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını
sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört
bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları
kadar mesud ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı
yogaderslerine ve tatillere harcıyorlar.
*YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET! *
Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla
yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her
şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet
kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır
derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor. Hikâye,
psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm
değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk
seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar. Ebeveynlerinden birini
kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve neşesine kavuşması da
bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp eskisi
kadar 'mutsuz' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla
satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler,
piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı
zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeleslı filmci Roko
Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor.
*New York Times * gazetesinin
haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini
bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış!
Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha
mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.
*SANKİ ALIŞVERİŞ İÇİN YAŞIYORUZ *
Bi de tabi, herkes gider Mersin'e, biz... Şu anda ülkede tam bir AVM patlaması
yaşanıyor. Buluşmalar, sosyalleşmeler, hafta sonu aile gezmeleri, her tür
eğlence hep alışveriş ve merkezleri etrafında dolanıyor. İndirim
dükkânlarının kapısındaki kuyruk ve izdihamlar da cabası. Geçen gün
haberlerde, yastıkların 1 TL'ye satıldığı bir indirim dükkânında birbirini
ezen kalabalığın arasından bir ev kadını, bağırarak kameralara anlatıyor:
"Ben altı tane kapabildim, iki oğlum var, onlar da ikişer tane aldı, keşke
10 tane daha taşıyabilseydik! Muhtemelen dört kişi olan bu ailenin 20 adet
yastıkla ne yapacağı ise meçhul! Türkler artık mümkün olduğu kadar çok malı,
mümkün olduğu kadar çabuk alıp, evlerine götürmek için yaşıyor! Alışverişe
niyeti olmayan bile vitrin bakıp hayal kuruyor. Konsere gidip keman çalmayı,
müzeye gidip ressam olmayı hayal eden pek az. Hayat amaçlarımız genelde
"Bazı ürünleri edinmek," üzerine kurulu. 70'li yıllarda bir siyah beyaz
televizyon, bir adet buzdolabı, merdaneli çamaşır makinesi ve salonda üzeri
tığ işi örtülü sabit hat telefonu olan her aile kendini son derece zengin ve
konforlu hissederdi. Sonra işler yavaş yavaş değişti. Artık cep telefonu bu
yılın modeli olmayan vatandaşın devlete isyan edesi var. Almaya doyup
'hayatı sadeleştirme' aşamasına ne zaman geliriz, o meçhul.
Gülse BİRSEL
12 Ekim 2010 Salı
Günün Çorbası TOP 5
Ne güzel oldu, sevgili Başak ilginç bir mime dahil etmiş beni. Mimlemese de mutlaka bakardım, çok ilginç çünkü... Blogger kullanıcısıyım ama bugüne kadar istatistiklere bakmak aklıma gelmemişti. Meğer bu uygulama ile en çok okunan yazılarını bulabiliyormuşsun. Kumanda panelinden ulaşılabiliyor.
Bizim bloğun en çok okunanları listesi...
Önce top-5'in 5 numarası : Saçlarımdan nefret ettiğimi söylemiş miydim? Eh hala bilmeyeniniz varsa buyrun tıklayın!! Saçlarımdan gerçekten nefret ediyorum ama onlarla yaşamayı öğrendim!!
Number 4 : Hissiyat böyle sıkıldım!! bu kadar iç bayıcı bir postun okunmuş olmasına şaşırdım:) Ben bugün okudum yine ruhuma daral geldi. Benim ruhsal dengesizliklerim ve annelik buhranlarımla beslenmeyin kardeşim!!
3. sırada : Kadir abi koş!! motive edilesim var Açıkçası bu postun neden bu kadar okunduğunu anlamadım. Günlük tadında hata ufaktan heyecansız bir yazı.. Dönüp de bi daha okunmaz yani. Bu blog okurlarını anlamak kolay değil, ilginç:)
2. sıraya yerleşen post : Arca terörizminin Özgemin geldiği nurturia buluşması ile birleştiği yazı. hehe bak bu yazının okunması normal. bi kere ilk fotoraftaki ağlamklı surat çok komik. ağlatmadan kriz aşma yöntemleri puha diye gülmek istiyorum!! Son aşamadığımız krizden sonra bu yazıya bi tarafımla gülesim geldi:) Allahtan fazla ahkam kesmemişim zira şalap şulap yalayacaktım laflarımı:)
Ve son olarak NUMBER 1!!! Yatır kaldır maceramızın Jacoblı ilk iki gecesi. Ya cidden bu okur milleti benim acılarımla besleniyor!! Köpekler yemez halimi bir vaziyeti yazı dizisi yapmışım, herkesler de merakla okumuş. Şimdi okuyunca cidden çok gülüyorum. Nasıl da kasmıştım. Ama şaka bir yana blog dostlarımın manevi desteği olmasa o kadar azmedemezdim. Şimdi Arca kendi kendine uyuyor mu, işe yaradı mı diye soracak olursanız, evet kendi kendine uyumayı öğrendi. Ama ben bu işkenceleri kendime ve ona yaptığım için mi, yoksa zaten geçeceği mi vardı o dönemi, inanın ki bilmiyorum. Şu anda Arca'yla çoğu zaman odaya girip bazen sadece pışpışla bazen sadece yatağına koyarak bazen de yanına yatıp fısır fısır kırmızı başlıklı kızı anlatarak uykuya yolluyorum. Gamsızlaştım mı ne?
Hadi bakiim dökülün!! Ben şahsen hiç bir postunu kaçırmam, Ruhdağımı merak ediyorum. Sonracığıma yine her postuna yapıştığım kisd akabinde sadeceannem, sarıçizmeli ve de kuzu güzelini mimliyorum ... Ayrıca Başakın dediği gibi benim unuttuğum ve paylaşmak isteyen herkes!!
Bir de kenarda anladığım kadarıyla size insanlar nasıl ulaşmış diye bir kısım var. Sağlam yazarlardan Hülya'nın bloğuna girenlerin bir kısmı bana da bi bakıp çıkmışlar, şaşırmadım, ben de pek çok bloğu hülyanın listesinden görüp takip etmeye başlamıştım:)
Bizim bloğun en çok okunanları listesi...
Önce top-5'in 5 numarası : Saçlarımdan nefret ettiğimi söylemiş miydim? Eh hala bilmeyeniniz varsa buyrun tıklayın!! Saçlarımdan gerçekten nefret ediyorum ama onlarla yaşamayı öğrendim!!
Number 4 : Hissiyat böyle sıkıldım!! bu kadar iç bayıcı bir postun okunmuş olmasına şaşırdım:) Ben bugün okudum yine ruhuma daral geldi. Benim ruhsal dengesizliklerim ve annelik buhranlarımla beslenmeyin kardeşim!!
3. sırada : Kadir abi koş!! motive edilesim var Açıkçası bu postun neden bu kadar okunduğunu anlamadım. Günlük tadında hata ufaktan heyecansız bir yazı.. Dönüp de bi daha okunmaz yani. Bu blog okurlarını anlamak kolay değil, ilginç:)
2. sıraya yerleşen post : Arca terörizminin Özgemin geldiği nurturia buluşması ile birleştiği yazı. hehe bak bu yazının okunması normal. bi kere ilk fotoraftaki ağlamklı surat çok komik. ağlatmadan kriz aşma yöntemleri puha diye gülmek istiyorum!! Son aşamadığımız krizden sonra bu yazıya bi tarafımla gülesim geldi:) Allahtan fazla ahkam kesmemişim zira şalap şulap yalayacaktım laflarımı:)
Ve son olarak NUMBER 1!!! Yatır kaldır maceramızın Jacoblı ilk iki gecesi. Ya cidden bu okur milleti benim acılarımla besleniyor!! Köpekler yemez halimi bir vaziyeti yazı dizisi yapmışım, herkesler de merakla okumuş. Şimdi okuyunca cidden çok gülüyorum. Nasıl da kasmıştım. Ama şaka bir yana blog dostlarımın manevi desteği olmasa o kadar azmedemezdim. Şimdi Arca kendi kendine uyuyor mu, işe yaradı mı diye soracak olursanız, evet kendi kendine uyumayı öğrendi. Ama ben bu işkenceleri kendime ve ona yaptığım için mi, yoksa zaten geçeceği mi vardı o dönemi, inanın ki bilmiyorum. Şu anda Arca'yla çoğu zaman odaya girip bazen sadece pışpışla bazen sadece yatağına koyarak bazen de yanına yatıp fısır fısır kırmızı başlıklı kızı anlatarak uykuya yolluyorum. Gamsızlaştım mı ne?
Hadi bakiim dökülün!! Ben şahsen hiç bir postunu kaçırmam, Ruhdağımı merak ediyorum. Sonracığıma yine her postuna yapıştığım kisd akabinde sadeceannem, sarıçizmeli ve de kuzu güzelini mimliyorum ... Ayrıca Başakın dediği gibi benim unuttuğum ve paylaşmak isteyen herkes!!
Bir de kenarda anladığım kadarıyla size insanlar nasıl ulaşmış diye bir kısım var. Sağlam yazarlardan Hülya'nın bloğuna girenlerin bir kısmı bana da bi bakıp çıkmışlar, şaşırmadım, ben de pek çok bloğu hülyanın listesinden görüp takip etmeye başlamıştım:)
9 Ekim 2010 Cumartesi
KİTAPANNE PEH PEH PEH!!!
Şimdi şu aşağıda gördüğünüz foto var ya... hah işte o benim kitaplığın çocuk eğitim bölümüne ait bir kısım. Hepsini okudun mu derseniz ? Hayır hala okunmayı bekleyen 4 ve az karıştırılıp sonra okunmak üzere ayrılmış 2-3 tane var. Demek ki 18-20 tanesini okumuşum.
Canım Başakla ikili sohbetlerimizden birinde takılmıştı bana "kitapanne" diye, amanin nickimi neyimi kitap anne yapacağımdır diye pek hoşuma gitmişti:)
Bu kitapları okursun, altını çizersin, eşe dosta çocuk eğitimi ile ilgili ahkam keseceğin zaman "..... kitabında der ki" ile başlayan cümleler kurarsın da kitaplar işe yarıyor mu dersen işte orada dur derim. Yani bugün dedim! Hem de öyle yüksek bir sesle dedim ki karşıki dağların cendermeleri "olay mı var bacım" diye soluğu yanımda alacaklardı. Ve hatta olay süresince bizimle talihsiz bir tesadüf sonucu yolculuk etmekte olan Hayat ve Ela kuzusunu bile sindirdim, "benim gibi bir anne ile arkadaşlığını gözden geçirebilirsin Hayat, alınmam" bile dedim...
Olay şu : Arca sabahın köründe kalkmış, korkunç bir sabah geçirtmiş, kafayı yine kapıya vurarak şişirmiş, ve pek tabii uykulu bir halde arabaya binmişti. Biner binmez uyudu. Hayat ve Elayı aldık, tam yolun ortasında (hatta bizim evin kavşağını geçince) Hayat Elanın yanında oturmak için arkaya geçti. Artık Arca kıskandı mı bilinmez oto koltuğunda kalkmaya, şiddetle ağlamaya başladı. Önce biraz kucağıma alıp sakinleştirdim, tatlı tatlı oturtmaya çalıştım, yay gibi gerindi. Bu arada kolik sancılarında bile böyle ağlamamıştı, o derece sinir bozucu. Uyku arkadaşı Ayıyogiyi verdim susmuyor, kamyon araba, vız geldi. "Yürü len! senle mi uğraşacağım" diyerekten (evet hiçbir kitap yazmaz ama bazen çemkirmek işe yarar:) ) ve de zor kullanaraktan bağladım koltuğa geçtim direksiyonun başına. Yok susmuyor, radyo açıyorum, eline üzüm veriyorum, yok!! Benim tansiyonum bi iniyor bi çıkıyor. Bu arada sesimin yüksekliğinin farkındaym ama kendimi tutamıyorum. Bir şekilde sustu. Ya kendi kendine sakinleşti ya da başka çaresi olmadığını anladı ya da kafa göz dalacağımdan korktu, BİLMİYORUM!!! Hülyalara kadar sakin geldik, ama hala ellerim titriyordu. Arada arkamı dönüp baktığımda hala içini çeke çeke nefes aldığını duyunca nasıl fena oldum. İçimden muhasebe hesaplarına başladım. dursaydın birazcık, hatta belki evin oraya çekseydin, iyice sakinleşince arabaya dönseydin!! yapsaydın etseydin !! olmadı işte! Durum bu! kitapları okursun, kendini teoride eğittiğini sanırsın. Ama iş tecrübe etmeye gelince bazen keyifle atlatırsın krizleri bazen de böyle korkunç anıların olur. Ona buna "bilmem ne kitabında şöyle diyor, bilmem ne kitabında der ki..." demeye benzemiyor. 2 yaş kapımızda, ve hiç kolay olacağa benzemiyor.
Hülyadaki organizasyon şahaneydi. Çok pis bir arkadan iş çevirme ile organize edilen doğumgünü çok neşeliydi. Berk çok tatlıydı. Yine Arca ile çok güzel oynadılar, bence aralarında güzel bir elektrik var. Arca birkaç defa Elanın elinden oyuncak alma savaşına girdi, asabiyet yaptı, ama neyse ki zararsz atlatıldı. Hatta en az 15 dakika Arca Ela ve Berk halka geçirmece oynadılar, birbirlerinin sırasını beklediler, bitince hep beraber el çırptılar ve bu oyun defalarca devam etti. Büyüyorlar mı ne?
Arcayla barışmamızın şerefine güzel bir foto koyayım. Bu slingler için buraya bir TIK!! Arca 13 kilo ve hiç ağırlık hissetmeden taşıdım, yükü dağıtıyor sanırım. Arca da çok keyifliydi, dıgıdık dıgıdık yaptık bol bol.
Akşam arabaya binerken bu defa Arca Elayı yadırgamadı, hatta kendince Ela da geliyor mu diye yokladı, bir güzel uyudular.
Akşamı hiç umulmadık hayati bir tesadüf ile tamamladık. Hayatları bıraktıktan sonra normalde gitmeyeceğim bir yoldan eve ulaşmaya çalışıyorum, tam da öğlen yaşadığımız krizin geçtiği kavşağa geldim, öğlen durduğumuz yerin tam karşısındayım, ışığın yeşile dönmesini bekliyorum, kafamı gayriihtiyari sola çevirince bir de ne göreyim.... Arcanın ayıyogisi!!! Demek ki kavga sırasında Arca yere atmış ben de farketmemişim, yerde duruyor, kavşaktan dönüp gidip yerden aldım, pek pisti tabii şimdi çamaşır makinasında.(oraya nasıl geldi ve nasıl bu kadar kirlendi allah kerim, kuvvetle muhtemel köpekler sayesinde!!) Hayat sürprizlerle dolu!!
Canım Başakla ikili sohbetlerimizden birinde takılmıştı bana "kitapanne" diye, amanin nickimi neyimi kitap anne yapacağımdır diye pek hoşuma gitmişti:)
Bu kitapları okursun, altını çizersin, eşe dosta çocuk eğitimi ile ilgili ahkam keseceğin zaman "..... kitabında der ki" ile başlayan cümleler kurarsın da kitaplar işe yarıyor mu dersen işte orada dur derim. Yani bugün dedim! Hem de öyle yüksek bir sesle dedim ki karşıki dağların cendermeleri "olay mı var bacım" diye soluğu yanımda alacaklardı. Ve hatta olay süresince bizimle talihsiz bir tesadüf sonucu yolculuk etmekte olan Hayat ve Ela kuzusunu bile sindirdim, "benim gibi bir anne ile arkadaşlığını gözden geçirebilirsin Hayat, alınmam" bile dedim...
Olay şu : Arca sabahın köründe kalkmış, korkunç bir sabah geçirtmiş, kafayı yine kapıya vurarak şişirmiş, ve pek tabii uykulu bir halde arabaya binmişti. Biner binmez uyudu. Hayat ve Elayı aldık, tam yolun ortasında (hatta bizim evin kavşağını geçince) Hayat Elanın yanında oturmak için arkaya geçti. Artık Arca kıskandı mı bilinmez oto koltuğunda kalkmaya, şiddetle ağlamaya başladı. Önce biraz kucağıma alıp sakinleştirdim, tatlı tatlı oturtmaya çalıştım, yay gibi gerindi. Bu arada kolik sancılarında bile böyle ağlamamıştı, o derece sinir bozucu. Uyku arkadaşı Ayıyogiyi verdim susmuyor, kamyon araba, vız geldi. "Yürü len! senle mi uğraşacağım" diyerekten (evet hiçbir kitap yazmaz ama bazen çemkirmek işe yarar:) ) ve de zor kullanaraktan bağladım koltuğa geçtim direksiyonun başına. Yok susmuyor, radyo açıyorum, eline üzüm veriyorum, yok!! Benim tansiyonum bi iniyor bi çıkıyor. Bu arada sesimin yüksekliğinin farkındaym ama kendimi tutamıyorum. Bir şekilde sustu. Ya kendi kendine sakinleşti ya da başka çaresi olmadığını anladı ya da kafa göz dalacağımdan korktu, BİLMİYORUM!!! Hülyalara kadar sakin geldik, ama hala ellerim titriyordu. Arada arkamı dönüp baktığımda hala içini çeke çeke nefes aldığını duyunca nasıl fena oldum. İçimden muhasebe hesaplarına başladım. dursaydın birazcık, hatta belki evin oraya çekseydin, iyice sakinleşince arabaya dönseydin!! yapsaydın etseydin !! olmadı işte! Durum bu! kitapları okursun, kendini teoride eğittiğini sanırsın. Ama iş tecrübe etmeye gelince bazen keyifle atlatırsın krizleri bazen de böyle korkunç anıların olur. Ona buna "bilmem ne kitabında şöyle diyor, bilmem ne kitabında der ki..." demeye benzemiyor. 2 yaş kapımızda, ve hiç kolay olacağa benzemiyor.
Hülyadaki organizasyon şahaneydi. Çok pis bir arkadan iş çevirme ile organize edilen doğumgünü çok neşeliydi. Berk çok tatlıydı. Yine Arca ile çok güzel oynadılar, bence aralarında güzel bir elektrik var. Arca birkaç defa Elanın elinden oyuncak alma savaşına girdi, asabiyet yaptı, ama neyse ki zararsz atlatıldı. Hatta en az 15 dakika Arca Ela ve Berk halka geçirmece oynadılar, birbirlerinin sırasını beklediler, bitince hep beraber el çırptılar ve bu oyun defalarca devam etti. Büyüyorlar mı ne?
Arcayla barışmamızın şerefine güzel bir foto koyayım. Bu slingler için buraya bir TIK!! Arca 13 kilo ve hiç ağırlık hissetmeden taşıdım, yükü dağıtıyor sanırım. Arca da çok keyifliydi, dıgıdık dıgıdık yaptık bol bol.
Akşam arabaya binerken bu defa Arca Elayı yadırgamadı, hatta kendince Ela da geliyor mu diye yokladı, bir güzel uyudular.
Akşamı hiç umulmadık hayati bir tesadüf ile tamamladık. Hayatları bıraktıktan sonra normalde gitmeyeceğim bir yoldan eve ulaşmaya çalışıyorum, tam da öğlen yaşadığımız krizin geçtiği kavşağa geldim, öğlen durduğumuz yerin tam karşısındayım, ışığın yeşile dönmesini bekliyorum, kafamı gayriihtiyari sola çevirince bir de ne göreyim.... Arcanın ayıyogisi!!! Demek ki kavga sırasında Arca yere atmış ben de farketmemişim, yerde duruyor, kavşaktan dönüp gidip yerden aldım, pek pisti tabii şimdi çamaşır makinasında.(oraya nasıl geldi ve nasıl bu kadar kirlendi allah kerim, kuvvetle muhtemel köpekler sayesinde!!) Hayat sürprizlerle dolu!!
8 Ekim 2010 Cuma
KUABİYE!!
Yüksek müsaadenizle çocukluğuma ineceğim…
Akşamüzeri okuldan dönmüşüm, merdivenleri ikişer ikişer çıkarken burnuma inceden tuzlu kurabiye kokusu geliyor. Kapıyı annem açıyor, palto bi tarafa çanta bi tarafa atılıyor. (Hala da gelir gelmez atarım bunları) Ellerimi yıkadığım sahneyi hatırlamıyorum bile. Bi taraftan yıldız, ay, maça şeklindeki susamlı tuzluların bensiz yapılmasına gıcık oluyorum bi taraftan çaylı keki görünce tüm gıcıklığımı üzerimden atıyorum. Yumuluyorum ikramlara çaya… Komşular bizim eve pastane derdi o vakitler… Çay saati illa ki yenecek bişeyler olurdu. İkramın olmadığı nadir zamanlarda petibör bisküvi eksik olmazdı. Hala demli çay kokusunu duyduğumda petibör bisküvi tadı gelir damağıma.
Çocukluğumun tozlu sayfalarında bu sahne hiç unutulmaz. Yazık ki ben böyle bir anne olamayacağım. Dışarıda çalıştığım için ancak akşam yemeğine yetiştiğime sevineceğim. Yok, sebep o değil… Yemeğin her türlüsünü beceririm de iş kurabiyeye geldi mi ya da keke, çuvallarım. Oysa Arca’ya anne kurabiyesi, keki pişirebilmeyi çok isterdim. En azından ekmek yapabilmeyi… Arca’ya ne “bilmem ne yatağında levrek bilmem ne” yapmışım. Çocuk dediğin anne kurabiyesi sever. Geçende IKEA’ya gittiğimde boy boy kek kurabiye kalıplarını görünce elim gitti yine, sonra dedim ki yapmıyorsun, beceremiyorsun, neyine alacaksın. Gerisin geri bıraktım. Ümit teyzesi alasını yapıyor. Arca iyice dillenince “anne bana ümit teyzemin kurabiyesinden yap” diyecek, ben yine ölçülerine riayet etmeyeceğim, derken “ümit teyzenin kurabiyesi” olacak “at kafana delsin kurabiyesi” : )
Ve bir gün Arca büyüyecek… “Annem çok kafa kadındı, çok eğlenirdik ama bi kurabiye yapmayı beceremezdi” diyecek çocukluğuna indiğinde… Benimki gibi mis kokulu anıları olmayacak. En iyi ihtimalle kahkahalarımızı hatırlayacak, danslarımızı, tepişmelerimizi, belki birlikte yemek yapışımızı, kitaplara dalışımızı, göz göze sohbetlerimizi… Eh hiç yoktan iyidir:)
Akşamüzeri okuldan dönmüşüm, merdivenleri ikişer ikişer çıkarken burnuma inceden tuzlu kurabiye kokusu geliyor. Kapıyı annem açıyor, palto bi tarafa çanta bi tarafa atılıyor. (Hala da gelir gelmez atarım bunları) Ellerimi yıkadığım sahneyi hatırlamıyorum bile. Bi taraftan yıldız, ay, maça şeklindeki susamlı tuzluların bensiz yapılmasına gıcık oluyorum bi taraftan çaylı keki görünce tüm gıcıklığımı üzerimden atıyorum. Yumuluyorum ikramlara çaya… Komşular bizim eve pastane derdi o vakitler… Çay saati illa ki yenecek bişeyler olurdu. İkramın olmadığı nadir zamanlarda petibör bisküvi eksik olmazdı. Hala demli çay kokusunu duyduğumda petibör bisküvi tadı gelir damağıma.
Çocukluğumun tozlu sayfalarında bu sahne hiç unutulmaz. Yazık ki ben böyle bir anne olamayacağım. Dışarıda çalıştığım için ancak akşam yemeğine yetiştiğime sevineceğim. Yok, sebep o değil… Yemeğin her türlüsünü beceririm de iş kurabiyeye geldi mi ya da keke, çuvallarım. Oysa Arca’ya anne kurabiyesi, keki pişirebilmeyi çok isterdim. En azından ekmek yapabilmeyi… Arca’ya ne “bilmem ne yatağında levrek bilmem ne” yapmışım. Çocuk dediğin anne kurabiyesi sever. Geçende IKEA’ya gittiğimde boy boy kek kurabiye kalıplarını görünce elim gitti yine, sonra dedim ki yapmıyorsun, beceremiyorsun, neyine alacaksın. Gerisin geri bıraktım. Ümit teyzesi alasını yapıyor. Arca iyice dillenince “anne bana ümit teyzemin kurabiyesinden yap” diyecek, ben yine ölçülerine riayet etmeyeceğim, derken “ümit teyzenin kurabiyesi” olacak “at kafana delsin kurabiyesi” : )
Ve bir gün Arca büyüyecek… “Annem çok kafa kadındı, çok eğlenirdik ama bi kurabiye yapmayı beceremezdi” diyecek çocukluğuna indiğinde… Benimki gibi mis kokulu anıları olmayacak. En iyi ihtimalle kahkahalarımızı hatırlayacak, danslarımızı, tepişmelerimizi, belki birlikte yemek yapışımızı, kitaplara dalışımızı, göz göze sohbetlerimizi… Eh hiç yoktan iyidir:)
7 Ekim 2010 Perşembe
İzmir'e sonbahar gelmiş!
Bu sabah içim üşüdü, güneş de gitmiş. Demek ki neymiş? İzmir'e sonbahar gelmiş!
Sadece hava mı? Bizim eve sonbaharın gelişi ufak tefek değişikliklerden fark edilir. Ev içinde giyilen penye şortlar hafiften kaldırılır, uzunlar çıkar. Misal düne kadar pike ile uyurken ani bir karar ile battaniyeye geçilir. Bir tane de salondaki koltuğa konur ki Arca uyuduktan sonra her ne yapılıyorsa (TV, PC, kitap…) bacaklar üşümesin.
Tarhana akşamları başlar. Dün törenlerle tarhana akşamlarının açılışını yaptık. Annem muhteşem tarhana yapar, ne pütürsüzünden, kaynattın mı kaymak gibi olur, fırından yeni çıkmış ekmekle el ele tutuşup mideye akarlar. Evde yemek yoksa tarhana vardır!
Arca’ya geçen sene indirimden alınan “2 yaş” cicileri çıkarılır, denenir, etiketleri çıkarılarak makinaya atılır. Hafiften dolapların düzenlenmesi planlarına başlanır. Eee ne de olsa havalar soğuyasıya kadar ertelenmişti, artık zamanıdır. Bir cumartesi günü birkaç saatliğine Arca anane-babane-hala veya teyze olasılıklarından biri seçilerek şutlanacak, tüm dolaplar kışa göre düzenlenecektir. Bu hafta Buca Gölete gidildiğine göre en iyisi bu işi haftaya halletmek!
Babamın 19 Mayısta törenlerle terk ettiği yün atletiyle buluşması tüm aileye duyurulur ki sonbaharın geldiği resmiyet kazansın. Olur da ses seda çıkmazsa, havalar hafiften serinledi mi babama sorarız “yün atletini giydin mi?” Hemen gömleğini sıyırır “işte burada” der! Tamamdır! Sonbahar gelmiştir!
İlker kanepede her gece istisnasız uyuyakalır. Bazı günler Arca’yı uyumaya götürürüm, bir bakmışım İlker çoktan uyumuş. İnatla ben gitmeden yatağa da gitmez, öyle bütün akşamı kanepede geçirir.
Sonbahar başlangıçların mevsimidir ya… Yeni kararlar alınır! Aklının bi köşesinde varken ama bir süreliğine ertelenmişken bir fırsat çıkar karşına ve “tamam şimdi !”dersin!! Hayatın da küçük değişikliklere ihtiyacı var.
Sadece hava mı? Bizim eve sonbaharın gelişi ufak tefek değişikliklerden fark edilir. Ev içinde giyilen penye şortlar hafiften kaldırılır, uzunlar çıkar. Misal düne kadar pike ile uyurken ani bir karar ile battaniyeye geçilir. Bir tane de salondaki koltuğa konur ki Arca uyuduktan sonra her ne yapılıyorsa (TV, PC, kitap…) bacaklar üşümesin.
Tarhana akşamları başlar. Dün törenlerle tarhana akşamlarının açılışını yaptık. Annem muhteşem tarhana yapar, ne pütürsüzünden, kaynattın mı kaymak gibi olur, fırından yeni çıkmış ekmekle el ele tutuşup mideye akarlar. Evde yemek yoksa tarhana vardır!
Arca’ya geçen sene indirimden alınan “2 yaş” cicileri çıkarılır, denenir, etiketleri çıkarılarak makinaya atılır. Hafiften dolapların düzenlenmesi planlarına başlanır. Eee ne de olsa havalar soğuyasıya kadar ertelenmişti, artık zamanıdır. Bir cumartesi günü birkaç saatliğine Arca anane-babane-hala veya teyze olasılıklarından biri seçilerek şutlanacak, tüm dolaplar kışa göre düzenlenecektir. Bu hafta Buca Gölete gidildiğine göre en iyisi bu işi haftaya halletmek!
Babamın 19 Mayısta törenlerle terk ettiği yün atletiyle buluşması tüm aileye duyurulur ki sonbaharın geldiği resmiyet kazansın. Olur da ses seda çıkmazsa, havalar hafiften serinledi mi babama sorarız “yün atletini giydin mi?” Hemen gömleğini sıyırır “işte burada” der! Tamamdır! Sonbahar gelmiştir!
İlker kanepede her gece istisnasız uyuyakalır. Bazı günler Arca’yı uyumaya götürürüm, bir bakmışım İlker çoktan uyumuş. İnatla ben gitmeden yatağa da gitmez, öyle bütün akşamı kanepede geçirir.
Sonbahar başlangıçların mevsimidir ya… Yeni kararlar alınır! Aklının bi köşesinde varken ama bir süreliğine ertelenmişken bir fırsat çıkar karşına ve “tamam şimdi !”dersin!! Hayatın da küçük değişikliklere ihtiyacı var.
5 Ekim 2010 Salı
Son günler
Şimdiye kadar pek çok defa yazıştık, birbirimizin bloglarını okuduk, ama sesini hiç duymamıştım. Bugün telefonla konuştuk, bu ses!! allahım bu ses!! (fonda eski türk filmlerinden bir sahne ve hafiften bir müzik, mümkünse "o bakış ki götürür beni yıllarca geriiii.... " nağmeleri) sanki benim hemen her gün konuştuğum bir ses kadar tanıdıktı. Demek ki onu yazılarından tanırken sesini bilinçaltımın derinlerine kodlamışım, duyunca hem hiç yadırgamadım hem de bu kadar cuk oturmasına şaşırdım. Ne güzel oldu, canım kisd:)
haftasonu bir ilk yaşadık. Arca ilk defa anne ve babası olmadan ananesinde kaldı. Çalışmalara 1 hafta öncesinden başladık. Atakan Arcanın hayali arkadaşı ya "atakan geceyi ananesiyle geçiriyor" kitabını aldık hemen. Her gece okundu tabii defalarca. 3 gün öncesinden "anne ve baba uzağa gidecek, Arca ananesinde kalacak, Duru da gelecek, oynayacaksınız, birlikte uyuyacaksınız" repliği dile gelmeye başladı. Cumartesi gününü de yapışık geçirdik. Peki arıza çıkarmaması için yapılan bu çalışmalar işe yaradı mı? Tabii ki hayır!! Ananeye gittik, Duru da orada ama Arca mızık!! Yarım saatten fazla konuştuk, "tamam mı annecim hadi bize el salla biz gidiyoruz" diyorum, "peki" diyor ama mızık!! Uzun uğraşlardan sonra Duru'nun da müthiş yardımları ile kendisi ile vedalaştık. Bu arada otelde kalıyoruz ama Alsancakta yani şehirdışına çıkmaya bile tırstık. Neyse ki korktuğumuz olmamış biraz arandıktan sonra oyuna dalmış, gece uyandığında ise duruya sarılıp tekrar uyumuş.
Asıl bizim için şahane bir geceydi. Zeynepler de aynı otelde kaldılar, Poyrazı akşam yemeği için babaneye bıraktılar, yemek için Güller de katıldı. Kordon'da uzun zamandır yürüyüş yapmamıştık, el ele, kol kola... Ayıptır söylemesi İzmirde hala akşam bir hırka ile sokakları arşınlayabiliyorsunuz:) Gençliğimizin mekanı pizza Venedikte geçmişimizi yaadettik. Kordonda bira içmeye gittik. Çok önemli bi karar aldık. Ayda bir bebeleri bırakıp yemek+kordon organizasyonu yapacağız! Gece çorbacıya bile gittik! Kısacası Arca ile ne yapamıyorsak hepsini yaptık. Kendimize geldik. Yapmalı yapmalı imkanları kullanmalı!!
Pazar eve döndük ailecek, ne zamandır görüşemediğimiz Nazlılar bize geldi. Cansu nasıl tatlı, cümle kuruyor. İnsan sevdiklerinin bebeleriyle kendisininkiymiş gibi gurur duyuyor. Arca ile çok güzel oynadılar, arada arıza çıktı tabii ama hasarsız atlatıldı. Biz ailecek bira kötü örnek olduk Cansuya. Misal bizim mutfak dolaplarını açmak serbest, tencere dolabı Arcaya tahsis edildi. Ama Cansularda aynı dolap deterjan dolabı diye yasakmış, alışmasın dediler ama çok geç kaldık. Sonracığıma Arca artık tepelerde geziyor. Ananedeyken iyice azıtmış. Çözüm bulamadık, oturma odasındaki kanepeyi her bi tarafını yastıklarla güvenli hale getirmek suretiyle zıplama kanepesi yaptık. Başka evde ve başka yerde zıplamak tırmanmak yok! Cansularda böyle bi uygulamadığı için bir puan daha düştük!! Cansu tam hanım hanımcık olmaya karar vermişken şimdi biz onu bozacağız korkarım. Ne kadar anladı bilmiyorum ama sadece bizim evdeyken bu yaramazlıkları yapacağına dair anlaştık.
Pazartesi gör dötüm yollar İstanbul. Toplantı sunuş, akşam yemek. Yemeğin en sıkıcı anlarının kurtarıcısı sohbet konusu yine açıldı "Bizim Yeliz hn İzmirde oturuyor" "oooo ne şahane, nasıl oluyor ?" .... Derken bütün macera sil baştan anlatılır, İzmir gibi yerde bi de maaş mı veriyorlar, aman ne şanslısın, aaaa hava hala sıcak mı orda.... geyikleri ile geceye neşe katılır, bulutlar dağılır... Bu defa Boğaza gittik, İstanbulun özlenesi yerlerini gördüm yine, sonra arabada etrafı seyrederken 10 küsür yıl önceki halimizi gördüm gençlerde, paramızı Ortaköyde bitirdik mi yürüyerek Beşiktaşa dönerdik. Gece 12 uçağıyla İzmire geldim. Sabah karşı uyanan Arcayı aldım koynuma mis gibi uyuduk.
Sabah ofise geç gitmeye karar verdim. Zaten çalışacak hal yok. Salı pazarına uğradım. Karga kahvaltısını yapmadan gittiğim için birkaç tezgahta siftah yaptırdım.
Pazar diyaloglarına bayılıyorum:
Pazarcı: abla siftahı senden!
Yeliz : hadi hayırlı işler
Pazarcı : yok abla bereketi allahtan diceksin.
Yeliz : demeyince noluyo, olmuyo mu?
Pazarcı: ya abla de işte! Al parayı da at şöyle tezgahın üzerine!
İyi tarafıma geldi, dedim gitti! Kayyuuu kayyuuu diye bağıranlara hasta oldum bi de, özlemişim pazar hallerini. Zara babyci fiyatları arttırmış sanki, penye yelekler aldım, çalı süpürgemiz sizlere ömürdü, yenilendi. Kendime birkaç toka çorap derken pazar da hareketlenmeye başlamıştı.
Akşam Arca ile yumul yumul... Arca uyuduğuna göre şimdi dün kaçırdığım Ezeli izlemem lazım...
Bu arada Arca'nın dişleri çıkıyor!! Gece uyanmalarının sırrı çözülüyor mu ne? 2 elinin parmakları en arkaları kaşıyıp duruyor. Tamam Arca 4,5 aylıktı ilk dişleri çıktığında ama bu son arka azıları bu kadar erken beklemiyordum. Bir süre geceleri rahat uyuruz diyordum, kader yine ağlarını örmeye başladı.
haftasonu bir ilk yaşadık. Arca ilk defa anne ve babası olmadan ananesinde kaldı. Çalışmalara 1 hafta öncesinden başladık. Atakan Arcanın hayali arkadaşı ya "atakan geceyi ananesiyle geçiriyor" kitabını aldık hemen. Her gece okundu tabii defalarca. 3 gün öncesinden "anne ve baba uzağa gidecek, Arca ananesinde kalacak, Duru da gelecek, oynayacaksınız, birlikte uyuyacaksınız" repliği dile gelmeye başladı. Cumartesi gününü de yapışık geçirdik. Peki arıza çıkarmaması için yapılan bu çalışmalar işe yaradı mı? Tabii ki hayır!! Ananeye gittik, Duru da orada ama Arca mızık!! Yarım saatten fazla konuştuk, "tamam mı annecim hadi bize el salla biz gidiyoruz" diyorum, "peki" diyor ama mızık!! Uzun uğraşlardan sonra Duru'nun da müthiş yardımları ile kendisi ile vedalaştık. Bu arada otelde kalıyoruz ama Alsancakta yani şehirdışına çıkmaya bile tırstık. Neyse ki korktuğumuz olmamış biraz arandıktan sonra oyuna dalmış, gece uyandığında ise duruya sarılıp tekrar uyumuş.
Asıl bizim için şahane bir geceydi. Zeynepler de aynı otelde kaldılar, Poyrazı akşam yemeği için babaneye bıraktılar, yemek için Güller de katıldı. Kordon'da uzun zamandır yürüyüş yapmamıştık, el ele, kol kola... Ayıptır söylemesi İzmirde hala akşam bir hırka ile sokakları arşınlayabiliyorsunuz:) Gençliğimizin mekanı pizza Venedikte geçmişimizi yaadettik. Kordonda bira içmeye gittik. Çok önemli bi karar aldık. Ayda bir bebeleri bırakıp yemek+kordon organizasyonu yapacağız! Gece çorbacıya bile gittik! Kısacası Arca ile ne yapamıyorsak hepsini yaptık. Kendimize geldik. Yapmalı yapmalı imkanları kullanmalı!!
Pazar eve döndük ailecek, ne zamandır görüşemediğimiz Nazlılar bize geldi. Cansu nasıl tatlı, cümle kuruyor. İnsan sevdiklerinin bebeleriyle kendisininkiymiş gibi gurur duyuyor. Arca ile çok güzel oynadılar, arada arıza çıktı tabii ama hasarsız atlatıldı. Biz ailecek bira kötü örnek olduk Cansuya. Misal bizim mutfak dolaplarını açmak serbest, tencere dolabı Arcaya tahsis edildi. Ama Cansularda aynı dolap deterjan dolabı diye yasakmış, alışmasın dediler ama çok geç kaldık. Sonracığıma Arca artık tepelerde geziyor. Ananedeyken iyice azıtmış. Çözüm bulamadık, oturma odasındaki kanepeyi her bi tarafını yastıklarla güvenli hale getirmek suretiyle zıplama kanepesi yaptık. Başka evde ve başka yerde zıplamak tırmanmak yok! Cansularda böyle bi uygulamadığı için bir puan daha düştük!! Cansu tam hanım hanımcık olmaya karar vermişken şimdi biz onu bozacağız korkarım. Ne kadar anladı bilmiyorum ama sadece bizim evdeyken bu yaramazlıkları yapacağına dair anlaştık.
Pazartesi gör dötüm yollar İstanbul. Toplantı sunuş, akşam yemek. Yemeğin en sıkıcı anlarının kurtarıcısı sohbet konusu yine açıldı "Bizim Yeliz hn İzmirde oturuyor" "oooo ne şahane, nasıl oluyor ?" .... Derken bütün macera sil baştan anlatılır, İzmir gibi yerde bi de maaş mı veriyorlar, aman ne şanslısın, aaaa hava hala sıcak mı orda.... geyikleri ile geceye neşe katılır, bulutlar dağılır... Bu defa Boğaza gittik, İstanbulun özlenesi yerlerini gördüm yine, sonra arabada etrafı seyrederken 10 küsür yıl önceki halimizi gördüm gençlerde, paramızı Ortaköyde bitirdik mi yürüyerek Beşiktaşa dönerdik. Gece 12 uçağıyla İzmire geldim. Sabah karşı uyanan Arcayı aldım koynuma mis gibi uyuduk.
Sabah ofise geç gitmeye karar verdim. Zaten çalışacak hal yok. Salı pazarına uğradım. Karga kahvaltısını yapmadan gittiğim için birkaç tezgahta siftah yaptırdım.
Pazar diyaloglarına bayılıyorum:
Pazarcı: abla siftahı senden!
Yeliz : hadi hayırlı işler
Pazarcı : yok abla bereketi allahtan diceksin.
Yeliz : demeyince noluyo, olmuyo mu?
Pazarcı: ya abla de işte! Al parayı da at şöyle tezgahın üzerine!
İyi tarafıma geldi, dedim gitti! Kayyuuu kayyuuu diye bağıranlara hasta oldum bi de, özlemişim pazar hallerini. Zara babyci fiyatları arttırmış sanki, penye yelekler aldım, çalı süpürgemiz sizlere ömürdü, yenilendi. Kendime birkaç toka çorap derken pazar da hareketlenmeye başlamıştı.
Akşam Arca ile yumul yumul... Arca uyuduğuna göre şimdi dün kaçırdığım Ezeli izlemem lazım...
Bu arada Arca'nın dişleri çıkıyor!! Gece uyanmalarının sırrı çözülüyor mu ne? 2 elinin parmakları en arkaları kaşıyıp duruyor. Tamam Arca 4,5 aylıktı ilk dişleri çıktığında ama bu son arka azıları bu kadar erken beklemiyordum. Bir süre geceleri rahat uyuruz diyordum, kader yine ağlarını örmeye başladı.
1 Ekim 2010 Cuma
Oyuncak dediğin...
Herkese göre değişir en çok da anababanın anlayışına göre... Misal çevre bilinci yerleşmişler plastiğe zinhar karşıdır, (Yakın zamanda Canım Evrenin canım oyuncaklardan haklı vazgeçişine tanık olduk birlikte) Monticiler oyuncak yerine materyal üzerinde dururlar, mümkün mertebe ahşap olanından. "Yemişim aktivitesini" diyenlerin favorisi tencere tavadır. Yaratıcı ve yetenekli anababalar evdeki malzemeyi iyi değerlendirir. Zeka takıntılıları zeka geliştirici oyuncaklara para akıtır.
Günün çorbası ailesi bu kriterlerin neresinde? Kısa anababalık serüvenlerinde nasıl bir tercih yaptılar?
1. Çevreci? Yok o bilince saygı duyarlar da yazık ki henüz çok duyarlı değiller.
2. Yaşına göre? Yok hatta bünyede ciddi miktarda sabırsızlık olduğundan henüz oynanabilmesi mümkün olmayan +3 yaş oyuncakları bile alınmış öylee durmaktadır.
3. Yaratıcılık? İki sokak öteden gidiyor, bu çıkmaz sokağa uğramıyor.
4. Materyal, aktivite? Allah biliyor ya çok istedi anne olacak kadın, lakin sürpriz sepetinden sonra Arca bi ayaklandı, tek aktivite beden eğitimi !
liste uzar gider...
O halde ne? Neye göre oyuncak? Dedik ya herkese göre değişir, burasının anahtar kelimesi: Konsantrasyon!! Evet Arca'nın uzun süre konsantre olarak vakit geçirdiği, anneye musallat olmadğı oyuncaklar baş tacı! Çok eskilerden bi örnek verelim, hemen her blogger anasının edindiği oyun halısını henüz 2 ayı doldurmuşken alındı. Mızıklamadan altında dakikalar geçirmesi nasıl bir nimetti.
İlerleyen aylarda ahşap yapbozlar imdadımıza yetişti. Tekerlekli hemen herşey oyuncak raflarında yerini aldıysa bu yarım saatten fazla Arca'yı esir almalarındandır.
Kısaca motto: "Arca oynasın, anne rahat etsin"
Bu anlamda en büyük yardımcım kitaplar oldu. Ben kitap okumayı çok severim, öyle CV'sine hobisi olarak "kitap okumak" yazanlardan değilim, bildiğin elinde okuyacak kitabı olmayınca rahatsız olan tiplerdenim. Hatta otobüs, vapur, cafe.. nerde olursa elinde kitabı olan insanın ne okuduğunu öğrenmek için sekiz olurum. Kitap okuma konusunda bu kadar takıntılı iken kitaplardan Arca'nın da zevk almasını sağlayabilmenin en önemli ebeveynlik amaçlarımdan biri olmaması garip olurdu. Arca'nın kitaplara ilgisi olabileceği düşündüğümde henüz yeni yeni oturabilmeye başlamıştı. Arca daha çok küçükken arkadaşım Emel'in hediye ettiği kalın masal kitabının, her fırsatta Arcanın eline geçtiğini ve yaklaşık yarım saat sayfalarını karıştırdığını farkettiğimde hemen bebek kitabı alalım demiştim. Üstelik daha erken diyen ilker'e rağmen. Tiny Love'un deniz kıyısı kitabı bebek çantasının vazgeçilmezi oldu uzun süre. Derken gelsin pisi kediler gitsin pocoyolar... Yaş ilerledikçe küçük öykü kitaplarına geçiş başladı. Alüüü'den ve Ayağına diken batan süper kargadan bahsetmiştim, sonra Atakan serisi sayesinde Arca ile Agagan sıkı dost oldu. Yaramaz Fındık'ın annesi ile vuslatı, Dişçi ve doktor kitaplarındaki sahneler temsili olarak canladırıldı, Gölde ve Rüzgarlı bir gün gibi Tübitak kitapları, Aydede ziyareti yapan Bebek ayı...
Ne güzel bi taraftan anne eline kitap almış bi taraftan Arca, paralel kitap okuma sahneleri yaşadı günü çorbası ailesi... Ne mutlu ne harika zamanlar... Anne içinden "Allahım ne iyi oldu bu kitap işi, dakikalarca resimlerine bakıyor, rahat ediyorum, şimdiye kadar Arca için aldığımız en iyi oyuncaklar bu kitaplar oldu" derken, kader ağlarını örmeye başlamıştır.
Aylar geçmiş, bu mutluluk tablosunun üzerinde kara bulutlar öbek öbek yerleşmiştir. Arca çat pat konuşmaya başlamış dahası kitapların resimlerine bakmaktan sıkılmış, annesinin okumasından, öykülerden zevk alır hale gelmiştir. Üstelik en tehlikeli kelimeler artık telaffuz edilebiliyordur. "OKU!" "BİYA!" (meali bir daha oku)
Önceleri bu yeni durum annenin hoşuna gider, çünkü kitap okumak zevklidir, Arca kitap seçer, beraberce koltuğa ya da yatağa otururlar, Arca anne ya da babanın koltuk altı ile göğsü arasına konuşlanır, Arca Cebral misali "OKU!" der, kafayı dayar ve kitap okunur. Buraya kadar herşey harika! Ama Arca'nın bilmem kaçıncı defa aynı kitabı okutması yüzünden, zaten uykusuz olan vücut dayanamaz çoğu zaman sızar. Arca dürter "biya!!" okunur kitap, Arca sıkılmaya karar verinceye kadar. Hatta tek başına vakit geçirdiği günler unutulmuşçasına sadece ve sadece anababa ile kitap okuma dönemi başlamıştır.
Yandı gülüm keten helva!! Kötü mü ettik bu kitap işini? Biz oyalanıyor derken bizim bi tarafımızda patladı. Bakalım daha neler göreceğiz?
Günün çorbası ailesi bu kriterlerin neresinde? Kısa anababalık serüvenlerinde nasıl bir tercih yaptılar?
1. Çevreci? Yok o bilince saygı duyarlar da yazık ki henüz çok duyarlı değiller.
2. Yaşına göre? Yok hatta bünyede ciddi miktarda sabırsızlık olduğundan henüz oynanabilmesi mümkün olmayan +3 yaş oyuncakları bile alınmış öylee durmaktadır.
3. Yaratıcılık? İki sokak öteden gidiyor, bu çıkmaz sokağa uğramıyor.
4. Materyal, aktivite? Allah biliyor ya çok istedi anne olacak kadın, lakin sürpriz sepetinden sonra Arca bi ayaklandı, tek aktivite beden eğitimi !
liste uzar gider...
O halde ne? Neye göre oyuncak? Dedik ya herkese göre değişir, burasının anahtar kelimesi: Konsantrasyon!! Evet Arca'nın uzun süre konsantre olarak vakit geçirdiği, anneye musallat olmadğı oyuncaklar baş tacı! Çok eskilerden bi örnek verelim, hemen her blogger anasının edindiği oyun halısını henüz 2 ayı doldurmuşken alındı. Mızıklamadan altında dakikalar geçirmesi nasıl bir nimetti.
İlerleyen aylarda ahşap yapbozlar imdadımıza yetişti. Tekerlekli hemen herşey oyuncak raflarında yerini aldıysa bu yarım saatten fazla Arca'yı esir almalarındandır.
Kısaca motto: "Arca oynasın, anne rahat etsin"
Bu anlamda en büyük yardımcım kitaplar oldu. Ben kitap okumayı çok severim, öyle CV'sine hobisi olarak "kitap okumak" yazanlardan değilim, bildiğin elinde okuyacak kitabı olmayınca rahatsız olan tiplerdenim. Hatta otobüs, vapur, cafe.. nerde olursa elinde kitabı olan insanın ne okuduğunu öğrenmek için sekiz olurum. Kitap okuma konusunda bu kadar takıntılı iken kitaplardan Arca'nın da zevk almasını sağlayabilmenin en önemli ebeveynlik amaçlarımdan biri olmaması garip olurdu. Arca'nın kitaplara ilgisi olabileceği düşündüğümde henüz yeni yeni oturabilmeye başlamıştı. Arca daha çok küçükken arkadaşım Emel'in hediye ettiği kalın masal kitabının, her fırsatta Arcanın eline geçtiğini ve yaklaşık yarım saat sayfalarını karıştırdığını farkettiğimde hemen bebek kitabı alalım demiştim. Üstelik daha erken diyen ilker'e rağmen. Tiny Love'un deniz kıyısı kitabı bebek çantasının vazgeçilmezi oldu uzun süre. Derken gelsin pisi kediler gitsin pocoyolar... Yaş ilerledikçe küçük öykü kitaplarına geçiş başladı. Alüüü'den ve Ayağına diken batan süper kargadan bahsetmiştim, sonra Atakan serisi sayesinde Arca ile Agagan sıkı dost oldu. Yaramaz Fındık'ın annesi ile vuslatı, Dişçi ve doktor kitaplarındaki sahneler temsili olarak canladırıldı, Gölde ve Rüzgarlı bir gün gibi Tübitak kitapları, Aydede ziyareti yapan Bebek ayı...
Ne güzel bi taraftan anne eline kitap almış bi taraftan Arca, paralel kitap okuma sahneleri yaşadı günü çorbası ailesi... Ne mutlu ne harika zamanlar... Anne içinden "Allahım ne iyi oldu bu kitap işi, dakikalarca resimlerine bakıyor, rahat ediyorum, şimdiye kadar Arca için aldığımız en iyi oyuncaklar bu kitaplar oldu" derken, kader ağlarını örmeye başlamıştır.
Aylar geçmiş, bu mutluluk tablosunun üzerinde kara bulutlar öbek öbek yerleşmiştir. Arca çat pat konuşmaya başlamış dahası kitapların resimlerine bakmaktan sıkılmış, annesinin okumasından, öykülerden zevk alır hale gelmiştir. Üstelik en tehlikeli kelimeler artık telaffuz edilebiliyordur. "OKU!" "BİYA!" (meali bir daha oku)
Önceleri bu yeni durum annenin hoşuna gider, çünkü kitap okumak zevklidir, Arca kitap seçer, beraberce koltuğa ya da yatağa otururlar, Arca anne ya da babanın koltuk altı ile göğsü arasına konuşlanır, Arca Cebral misali "OKU!" der, kafayı dayar ve kitap okunur. Buraya kadar herşey harika! Ama Arca'nın bilmem kaçıncı defa aynı kitabı okutması yüzünden, zaten uykusuz olan vücut dayanamaz çoğu zaman sızar. Arca dürter "biya!!" okunur kitap, Arca sıkılmaya karar verinceye kadar. Hatta tek başına vakit geçirdiği günler unutulmuşçasına sadece ve sadece anababa ile kitap okuma dönemi başlamıştır.
Yandı gülüm keten helva!! Kötü mü ettik bu kitap işini? Biz oyalanıyor derken bizim bi tarafımızda patladı. Bakalım daha neler göreceğiz?
30 Eylül 2010 Perşembe
Alüü!!
Arca’nın lazımlık maceralarını takip edenler az çok bilir. Bu süreçte bize yardımcı olan bir kitap var: Bay bay bezim. Önce ben okudum, bişeye benzetemedim, bu ne ya dedim. Sonra Arca kitaba yanaşmadı. Dedim ki zaten olaya pek hazır da değil, kitap da sarmadı herhalde, normal! Kitap lazımlığın yanında duruyor. Gel zaman git zaman, Arca Ali’nin lazımlığının kendi IKEA lazımlığına benzediğine kanaat getirdi. Ali de aynı Arca gibi lazımlığını anne tuvaletinin yanına koyuyordu. İcraat sırasında kitaba bakarken o küçük işaret parmağıyla önce kendi lazımlığını, sonra Ali’ninkini gösterir oldu, sonra da “annenin” “ arcanın” “alinin” şeklinde sohbetler sürdü. Bu bağdaştırma pek işimize yaradı, lakin Arca lazımlıkta daha çok oturur oldu. Derken Arca oyun oynarken kaka işaretleri aldığımda, elindeki oyuncak her ne ise – mesela araba diyelim – “aa Arca hadi gel arabanı Ali’ye gösterelim acaba onun da arabası var mıymış bakalım” diyerekten lazımlığa gitmeye ikna ediyordum, Arca da koşa koşa Ali’nin yanına gidiyor, onun gibi oturuyor, elindeki oyuncağı Ali’ye gösteriyordu. Hah yakalamıştım işte!! Sonrasında kakayı nerdeyse tamamen bu yöntem ile lazımlığa yapar oldu. Sadece oyuncak değil, mesela Ali’nin Sena adında bir arkadaşı var. Eve ziyarete geliyor, “aa bundan bizde de var” deyip lazımlığa çişini yapıyor. Ali de bundan özenip lazımlığa yapmaya başlıyor. Arcanın da Nilda diye bir komşusu var. Bu Sena oldu mu Nilda!! Arca’nın kendisi ile Ali’yi bağdaştırmasının son noktası bu oldu. Bu arada kitap tuvalette dura dura türlü sıvıya maruz kalmaktan sayfalar mikrop yuvası oladursun Arca bu kitabı ve Ali’yi en sevdiği tuvalet arkadaşları yapıvermişti. Dolayısı ile biz de mecburen her yere Ali’yi ve lazımlığı götürür olduk. En son tatile giderken yanımıza almıştık, oraların tuvaletlerini de gördü Ali.
Tatilden döndük, lazımlık var Ali yok. Arca mıçmak ister “Alüüü”sü yok. Atakan ile idare edelim dedik. Yok Atakan koltuk arkadaşı lazımlığın yanına ille de Ali’yi istiyor. Önceleri unutur oyalanır dedim, sallamadım, evden bir yerden çıkar diyorum. Ama yok, kuvvetle muhtemel otelde bıraktık. Arca’da Ali özlemi tavan yaptı sonunda! Bir yandan mıçıyor, bir yandan Alüü diye ağıt yakıyor. En son ağlayınca acılarına son verelim dedik. Hayır niye inat ettiysek, al işte çocuğa di mi:)
Dün Foruma gittim, D&R der ki yok, 1 haftaya kadar gelmez. Ohoo internetten sipariş veririm aynı hesap! Ordan bi oyuncakçıya yollandım, yok. Inkilap kitapevinde ve Kipa’da şansımı denedim, yok yok. Başka kitaplar öneriyorlar. Desem ki bizim oğlan Alisiz mıçamıyor, bön bön bakacaklar:) Elim boş döndüm ofise. Bütün İzmir D&R’larını ararsın. Biri de demezler mi baskısı tükenmiş!! Ben arıyorum ya tedavülden de kalkar!! Çaresiz internetten sipariş ettik.
Tek derdimiz bu olsun di mi? Ne küçük işler aslında. Ama insan böyle dertleri olduğuna seviniyor, bloga böyle anılar yazmak ne güzel, sağlığı düşününce.
Bu arada kitap daha yola çıkmadı ama galiba Arca unuttu sonunda:) Dün akşam icraatı sorunsuz ve Alüsüz atlatıldı. Çocuk işte!!
Tatilden döndük, lazımlık var Ali yok. Arca mıçmak ister “Alüüü”sü yok. Atakan ile idare edelim dedik. Yok Atakan koltuk arkadaşı lazımlığın yanına ille de Ali’yi istiyor. Önceleri unutur oyalanır dedim, sallamadım, evden bir yerden çıkar diyorum. Ama yok, kuvvetle muhtemel otelde bıraktık. Arca’da Ali özlemi tavan yaptı sonunda! Bir yandan mıçıyor, bir yandan Alüü diye ağıt yakıyor. En son ağlayınca acılarına son verelim dedik. Hayır niye inat ettiysek, al işte çocuğa di mi:)
Dün Foruma gittim, D&R der ki yok, 1 haftaya kadar gelmez. Ohoo internetten sipariş veririm aynı hesap! Ordan bi oyuncakçıya yollandım, yok. Inkilap kitapevinde ve Kipa’da şansımı denedim, yok yok. Başka kitaplar öneriyorlar. Desem ki bizim oğlan Alisiz mıçamıyor, bön bön bakacaklar:) Elim boş döndüm ofise. Bütün İzmir D&R’larını ararsın. Biri de demezler mi baskısı tükenmiş!! Ben arıyorum ya tedavülden de kalkar!! Çaresiz internetten sipariş ettik.
Tek derdimiz bu olsun di mi? Ne küçük işler aslında. Ama insan böyle dertleri olduğuna seviniyor, bloga böyle anılar yazmak ne güzel, sağlığı düşününce.
Bu arada kitap daha yola çıkmadı ama galiba Arca unuttu sonunda:) Dün akşam icraatı sorunsuz ve Alüsüz atlatıldı. Çocuk işte!!
28 Eylül 2010 Salı
Kitabın sonunu önceden okumak
Arca’nın yatak, şu Türk usulü büyüyebilen cinsinden. Büyütelim artık diyorum. Sebebi çok!
1. Arca yatakta dört dönüyor, korkuluklara kafayı vurup uyanıyor.
2. O düdük kadar boyu ile tırmanmaya çalışıyor, artık yatakta yalnız bırakmak mümkün değil.
3. Yatağa çıkmak için hep bize ihtiyacı var, halbuki normal yatağı olsa tırmanır.
4. Korkulukların üzerinden atlarken ucundan azıcık kırdım iyice tehlikeli oldu:P
5. Yanına girdim mi iki büklüm oluyorum, biraz da bencilce büyük yataaak!! diyorum.
Ama erken mi geç mi bilemiyorum? İlker erken diyor, illa ki bir alçak bariyer konacak, üstünden atlar diyor, sonra gecenin bi vakti bütün evi dolaşacak, olmadık yerlere girecek diyor… diyor da diyor! Kararsızlık noktasında kıvranıyorum (en gıcık olduğum şey) Nurturiaya mı sormalı, napmalı?
Benim sorunum bu, hayır benim bebem her şeyi önce yapıyor, derdi değil bu, başka bişey. hemen bir sonraki aşamaya geçelim istiyorum, sabırsızım! Hemen emeklesin koşsun hemen konuşsun hemen hemen… sonunu heyecanla beklediğim bir macera filmi gibi Arca. Bazen diyorum ki Arca da sonunu önceden okuyabileceğim bir kitap olsa elimde! – ben kitapların sonunu önceden okurum, çünkü okumadan başıma bişey gelir de hiç öğrenemezsem sonunu diye korkarım ! –
Bir film vardı, Ben Stiller sanırım, pek Hollywoodvari bir filmdi, CLICK. Filmi net hatırlamıyorum, demek ki göz ucu ile izlemişim, ama hatırladığım bu başrol oyuncusu bir aile babası, iş yoğunluğundan sürekli bir şeyleri zaplıyor. Mesela eşinin ailesi mi geldi, hop o kısmı ileri sarıyor, bir proje mi teslim edecek hop ileri! “Arca büyüyünce nasıl biri olacak acaba ?” diye düşünürken elimde bu imkanım olsa bi süreliğine ileri sarsam da görsem dediğimi hatırlıyorum.
Arca daha portakalımızda vitamindi, şimdi bir hamur oldu, çamur oldu. Allah için hammadde iyi de bundan sonrası nasıl olacak? Onu ellerimizde şekillendirmek ve bir ürün ortaya çıkarmak bir süreç meselesi. Doğrusu bu sürecin tadını çıkarmak, her anını yaşamak olmalı. Olmalı da benim derdim ürün! Sonuç odaklı bir yapım var maalesef! Ana babanın dilekleri istekleri bitmiyor. İlkere sorsan terbiyeli, dürüst, insan ilişkileri kuvvetli biri olsun, zekadan da yüksek notlardan da daha iyi meziyetler bunlar. Bense altını doldurmak isterim, detaylandırmak isterim. Mutlu insan olmalı pozitif olmalı, neşeli olmalı, her şeye negatif ve mızmız yaklaşmasın. Kitaplardan, sinemadan, sanattan keyif alan, yaptığı işten, sosyal çevresine kadar hayatının her anından mutluluk çıkarmayı bilen bir insan olsun. Çocuğun anlık mutluluğunu beslemek değil anlatmaya çalıştığım, bunu kendi kendine yapabilmesi için yol göstermek. Derin mevzulara giriş yaptık, sustum!
Lafın dönüp dolaşıp geldiği yere bak! Ne diyordum büyük yatak? Geçmeli mi beklemeli mi? Bu süreçte ne yapmalı?
----------------------------------------------------------------------
Filmi izlemek isteyen gerisini okumasın ama ben yazmadan edemeyeceğim:
Sonunda adam çok yaşlanmış, ve hayatını ileri sarmakla, durdurmakla geçirmiş. B.ktan zamanları yaşamaktan kurtulayım derken çocuklarının ailesinin değişme sürecine tanık olamamış. Kötüydü be!
1. Arca yatakta dört dönüyor, korkuluklara kafayı vurup uyanıyor.
2. O düdük kadar boyu ile tırmanmaya çalışıyor, artık yatakta yalnız bırakmak mümkün değil.
3. Yatağa çıkmak için hep bize ihtiyacı var, halbuki normal yatağı olsa tırmanır.
4. Korkulukların üzerinden atlarken ucundan azıcık kırdım iyice tehlikeli oldu:P
5. Yanına girdim mi iki büklüm oluyorum, biraz da bencilce büyük yataaak!! diyorum.
Ama erken mi geç mi bilemiyorum? İlker erken diyor, illa ki bir alçak bariyer konacak, üstünden atlar diyor, sonra gecenin bi vakti bütün evi dolaşacak, olmadık yerlere girecek diyor… diyor da diyor! Kararsızlık noktasında kıvranıyorum (en gıcık olduğum şey) Nurturiaya mı sormalı, napmalı?
Benim sorunum bu, hayır benim bebem her şeyi önce yapıyor, derdi değil bu, başka bişey. hemen bir sonraki aşamaya geçelim istiyorum, sabırsızım! Hemen emeklesin koşsun hemen konuşsun hemen hemen… sonunu heyecanla beklediğim bir macera filmi gibi Arca. Bazen diyorum ki Arca da sonunu önceden okuyabileceğim bir kitap olsa elimde! – ben kitapların sonunu önceden okurum, çünkü okumadan başıma bişey gelir de hiç öğrenemezsem sonunu diye korkarım ! –
Bir film vardı, Ben Stiller sanırım, pek Hollywoodvari bir filmdi, CLICK. Filmi net hatırlamıyorum, demek ki göz ucu ile izlemişim, ama hatırladığım bu başrol oyuncusu bir aile babası, iş yoğunluğundan sürekli bir şeyleri zaplıyor. Mesela eşinin ailesi mi geldi, hop o kısmı ileri sarıyor, bir proje mi teslim edecek hop ileri! “Arca büyüyünce nasıl biri olacak acaba ?” diye düşünürken elimde bu imkanım olsa bi süreliğine ileri sarsam da görsem dediğimi hatırlıyorum.
Arca daha portakalımızda vitamindi, şimdi bir hamur oldu, çamur oldu. Allah için hammadde iyi de bundan sonrası nasıl olacak? Onu ellerimizde şekillendirmek ve bir ürün ortaya çıkarmak bir süreç meselesi. Doğrusu bu sürecin tadını çıkarmak, her anını yaşamak olmalı. Olmalı da benim derdim ürün! Sonuç odaklı bir yapım var maalesef! Ana babanın dilekleri istekleri bitmiyor. İlkere sorsan terbiyeli, dürüst, insan ilişkileri kuvvetli biri olsun, zekadan da yüksek notlardan da daha iyi meziyetler bunlar. Bense altını doldurmak isterim, detaylandırmak isterim. Mutlu insan olmalı pozitif olmalı, neşeli olmalı, her şeye negatif ve mızmız yaklaşmasın. Kitaplardan, sinemadan, sanattan keyif alan, yaptığı işten, sosyal çevresine kadar hayatının her anından mutluluk çıkarmayı bilen bir insan olsun. Çocuğun anlık mutluluğunu beslemek değil anlatmaya çalıştığım, bunu kendi kendine yapabilmesi için yol göstermek. Derin mevzulara giriş yaptık, sustum!
Lafın dönüp dolaşıp geldiği yere bak! Ne diyordum büyük yatak? Geçmeli mi beklemeli mi? Bu süreçte ne yapmalı?
----------------------------------------------------------------------
Filmi izlemek isteyen gerisini okumasın ama ben yazmadan edemeyeceğim:
Sonunda adam çok yaşlanmış, ve hayatını ileri sarmakla, durdurmakla geçirmiş. B.ktan zamanları yaşamaktan kurtulayım derken çocuklarının ailesinin değişme sürecine tanık olamamış. Kötüydü be!
27 Eylül 2010 Pazartesi
Karalama defteri
Halbuki tatil sonrası kışa hazırlık dönemine girecektim. (Evet tarhana, salça yapıp, erişte kesecektim:P)
Yok havalar daha soğumadı, sonbahar moduna girilmedi, dolapların düzenlenmesi? boşver ertele!
Deniz malzemeleri, mayolar bile ortada? haftasonu belki havuza gireriz, boşver sonraki hafta yaparız!
Arcanın fotoları düzenlenecek, hala 1. yaşgünü fotoları tabettirilip anane babaneye servis edilmedi!?? her akşam başka bahaneyle rafa kaldırma
Arcanın kış dönemi eksiklerini belirleme, küçülmüşlerinin ayrılması?? haftalardır sallıyorum!
Çıtçıtlı body tadilatı? Babaneye emanet edilerek çözülüyor!!
Arcaya mothercare indiriminden ne çok alttan çıtçıtlı body almışım, hepsi bu sene için hepsi 18-24 aylık ve uzun kollu, kısa kollu, kolsuz atlet şeklinde derken nerden baksan 20’nin üzerinde alttan çıtçıtlımız var. Hayır tuvalet mevzusunu hallettik de atlet-dona geçtik diye bir şey söz konusu değil. O cephedeki durumu kısaca özet geçeyim: Çiş önceden söylenmiyor, 90% kaçıyor, kaçtıktan sonra mutlaka söyleniyor ama ne zaman lazımlığa otursa yapıyor. Ayrıca gece kuru kalkma gibi bir durum yok, zira yaklaşık 300 cc suyu bir gecede içiyor, mümkün değil. Bunu öncelikle fiziksel olarak hazır olmamasına (özellikle mesanesinin yeterince genişlememesine) ve çok su içmesine bağlıyoruz. Amma velakin kaka şahane!! Mutlaka söylüyor ve kesinlikle lazımlığa veya klozete yapıyor, olmadı eve kadar tutuyor. Hatta klozet adaptörü olmadığı misafirliklerde anne-adaptör şeklinde pratik bir çözüm ile işimizi hallediyoruz. Ben giyinik şekilde klozetin iyice gerisine doğru oturup bacaklarımı açıyorum, Arca bacaklarımın arasına oturup icraatını gerçekleştiriyor. Sürecin geldiği noktadan memnunuz, hatırlayalım amacımızı: “lazımlığa tepki olmasın, çiş ve kakanın bezden başka bir yere yapılabileceğinin bilinci oluşsun, tuvalet, rutinimizin bir parçası olsun, yaparsa ne ala, yapmazsa canımız sağolsun” Kısacası önümüzdeki yaza kadar bu rutin ile devam edeceğiz ancak havaların soğuması ile alıştırma donlarına ara vermeyi düşünüyoruz, don şeklindeki bezlerle devam olabilir.
Dolayısı ile çıtçıtlardan kurtulmanın amacı tuvaletle alakalı değil. Arcaya yatar pozisyonda veya akrobasi ile bir şeyler giydirmek çok zorlar oldu. Bodyden uzun kollu ve kısa kollu t-shirt dönüşümü yaptırıyoruz.
Sonra pijama almak lazım, biraz sıcak tutanından :) Geçen yıl uyku tulumu giydiriyordum, üstünü açıyor diye. Bakalım bu yıl nasıl bir çözüm bulacağız.
İş çok bünye tembel liste uzun!!
Yok havalar daha soğumadı, sonbahar moduna girilmedi, dolapların düzenlenmesi? boşver ertele!
Deniz malzemeleri, mayolar bile ortada? haftasonu belki havuza gireriz, boşver sonraki hafta yaparız!
Arcanın fotoları düzenlenecek, hala 1. yaşgünü fotoları tabettirilip anane babaneye servis edilmedi!?? her akşam başka bahaneyle rafa kaldırma
Arcanın kış dönemi eksiklerini belirleme, küçülmüşlerinin ayrılması?? haftalardır sallıyorum!
Çıtçıtlı body tadilatı? Babaneye emanet edilerek çözülüyor!!
Arcaya mothercare indiriminden ne çok alttan çıtçıtlı body almışım, hepsi bu sene için hepsi 18-24 aylık ve uzun kollu, kısa kollu, kolsuz atlet şeklinde derken nerden baksan 20’nin üzerinde alttan çıtçıtlımız var. Hayır tuvalet mevzusunu hallettik de atlet-dona geçtik diye bir şey söz konusu değil. O cephedeki durumu kısaca özet geçeyim: Çiş önceden söylenmiyor, 90% kaçıyor, kaçtıktan sonra mutlaka söyleniyor ama ne zaman lazımlığa otursa yapıyor. Ayrıca gece kuru kalkma gibi bir durum yok, zira yaklaşık 300 cc suyu bir gecede içiyor, mümkün değil. Bunu öncelikle fiziksel olarak hazır olmamasına (özellikle mesanesinin yeterince genişlememesine) ve çok su içmesine bağlıyoruz. Amma velakin kaka şahane!! Mutlaka söylüyor ve kesinlikle lazımlığa veya klozete yapıyor, olmadı eve kadar tutuyor. Hatta klozet adaptörü olmadığı misafirliklerde anne-adaptör şeklinde pratik bir çözüm ile işimizi hallediyoruz. Ben giyinik şekilde klozetin iyice gerisine doğru oturup bacaklarımı açıyorum, Arca bacaklarımın arasına oturup icraatını gerçekleştiriyor. Sürecin geldiği noktadan memnunuz, hatırlayalım amacımızı: “lazımlığa tepki olmasın, çiş ve kakanın bezden başka bir yere yapılabileceğinin bilinci oluşsun, tuvalet, rutinimizin bir parçası olsun, yaparsa ne ala, yapmazsa canımız sağolsun” Kısacası önümüzdeki yaza kadar bu rutin ile devam edeceğiz ancak havaların soğuması ile alıştırma donlarına ara vermeyi düşünüyoruz, don şeklindeki bezlerle devam olabilir.
Dolayısı ile çıtçıtlardan kurtulmanın amacı tuvaletle alakalı değil. Arcaya yatar pozisyonda veya akrobasi ile bir şeyler giydirmek çok zorlar oldu. Bodyden uzun kollu ve kısa kollu t-shirt dönüşümü yaptırıyoruz.
Sonra pijama almak lazım, biraz sıcak tutanından :) Geçen yıl uyku tulumu giydiriyordum, üstünü açıyor diye. Bakalım bu yıl nasıl bir çözüm bulacağız.
İş çok bünye tembel liste uzun!!
22 Eylül 2010 Çarşamba
Arca'nın sözlüğü
Nurturia’daki anı defterinin indirilebiliyor olması ne güzel oldu. Arca’nın kelimelerini oraya yazıyordum da bir de bloğa yazmaya çok üşeniyordum. Copy paste teknolojisi sağolsun.
Arca çok komik bi tip, özellikle kelimeler ağzından dökülürken çok eğlendiriyor.
Bazen müthiş doğru telaffuz ediyor “o-ha” diyorsun, örneğin…Askı, biber, dergi, doydum, ev, bahçe, agora, gel, yangın, bitti, gitti, pil, pis, pipi, popo, yeliz, etek, ahu, anane, nine, dede, anne, baba, alpi, oku, aydede, hala (a’lar inceltiliyor, pek kibar)
Bazen telaffuzları, güneydoğu şivesini andırıyor, k’ler çoğunluk g ve genizden çıkıyor
Galk (kalk), gagga (karga), gaga (kaka), agagan (atakan), gova (kova)
Bazen gerçekten çok kaba olabiliyor: elü (elly), hadde (hadi), makka (makarna), alü (ali), ayu (ayı)
Kimi zaman pek kibar : mayi (mavi), üyum (üzüm), meyni (peynir), tatli (tatlı)
Kendi uydurduğu kelimeleri defalarca söyletesin geliyor: bibah (ah burada nida gibi aaahhh şeklinde – Barbie), deyde (teyze), biya (bi daha), mi (kedi), emmi (emre – halanın kocası), menim (benim), ponpo (ponpon), balkıba (balkabağı), ivit (evet), hayım (hayır), koa (koala), eya (ela), kuvu (duru), abaga (ayakkabı)
Bazı harfleri çıkaramadığını düşündürüyor : kiğpi (kirpi), ilkey (ilker), aaça (arca), aaba (araba), una (tuna), fu (su), bob (top), dapma (yapma), üzük (yüzük), bitap, pipat (kitap), piyav (pilav), tanfu (cansu), pirkik (kirpik)
Bir de babaanne için pek çok kelimesi var : babiba, babi, babane, mamami, mami
Bazı kelimeleri sadece papağan gibi tekrarlıyor, üzerinden zaman geçsin kendi başına söylemiyor: papapa (papağan), takkitti (taklitçi), aacgaga (ağaçkakan),
Klasik çocuk kelimelerini unutmamak lazım : atta, bıcı bıcı
Ve anlamını kesinlikle anlamadığımız, kimi zaman kızdığında kimi zaman mutluyken söylediği şey: dettenna
18. ayını bitirirken, Arca’nın biriktirdiği kelime sayısı 50’yi aştı. “2 yaşındaki çocuğunuz büyürken” diye bir kitaptan bahsetmiştim ya, özellikle dil gelişimi ile ilgili kısmı çok faydalı bulmuştum.
Der ki; çocuğunuz bir kelimeyi doğru telaffuz edemiyorsa sakın “bak çocuum, abaga değil ayakkabı” demeyecekmişiz! Cümle içinde kullanırken söyleyecekmişiz doğrusunu “evet, ayakkabılarını giymişsin” gibi.
Sonra eğer dediğini anlamıyorsak "anlamadım, tekrar et" dememeliymişiz, onun seviyesine inerek söylediğini tekrar etmeye çalışacakmışız.
Mesela “ü-züm! Hadi sen de söyle bakalım” demeyecekmişiz, çok gıcık olurlarmış bize. Biz çok yapıyoruz, görmemişin bebesi 2 kelime etti ya hemen ortamda sirk maymununa çevirmeye çalışıyoruz. Dolayısı ile Arca başka insanların yanında pek konuşmuyor. Ancak kendisini rahat hissetmesi ve bizim tepesinde “ay çok güzel söylüyor, söyle evladım balkıba, bibah…” demememiz gerekiyormuş.
Son olarak da o birşeyi kendince mi söylüyor örneğin “mi”, çok hoşumuza gitse de biz de kediye "mi" demeyecekmişiz. “mi” diye gösterince “hadi kedilere gidelim” diyecekmişiz örneğin.
Peki ben yapıyor muyum? HA-YIM!!! Dedim ya biz daha bu ilk heyecanların kurbanıyız, dayanamıyoruz, taklit de yapıyoruz, "hadi söyle" de yapıyoruz. Daha doğrusu artık doğrusunu öğrendiğimize göre yapmamaya çalışmalıyız. Siz siz olun yaptığımı yapmayın, söylediğimi yapın:)
Not: Banner'daki şahane foto için (ve.. bu posttaki diğeri için) sevgili Özgeye sonsuz teşekkürler...
Arca çok komik bi tip, özellikle kelimeler ağzından dökülürken çok eğlendiriyor.
Bazen müthiş doğru telaffuz ediyor “o-ha” diyorsun, örneğin…Askı, biber, dergi, doydum, ev, bahçe, agora, gel, yangın, bitti, gitti, pil, pis, pipi, popo, yeliz, etek, ahu, anane, nine, dede, anne, baba, alpi, oku, aydede, hala (a’lar inceltiliyor, pek kibar)
Bazen telaffuzları, güneydoğu şivesini andırıyor, k’ler çoğunluk g ve genizden çıkıyor
Galk (kalk), gagga (karga), gaga (kaka), agagan (atakan), gova (kova)
Bazen gerçekten çok kaba olabiliyor: elü (elly), hadde (hadi), makka (makarna), alü (ali), ayu (ayı)
Kimi zaman pek kibar : mayi (mavi), üyum (üzüm), meyni (peynir), tatli (tatlı)
Kendi uydurduğu kelimeleri defalarca söyletesin geliyor: bibah (ah burada nida gibi aaahhh şeklinde – Barbie), deyde (teyze), biya (bi daha), mi (kedi), emmi (emre – halanın kocası), menim (benim), ponpo (ponpon), balkıba (balkabağı), ivit (evet), hayım (hayır), koa (koala), eya (ela), kuvu (duru), abaga (ayakkabı)
Bazı harfleri çıkaramadığını düşündürüyor : kiğpi (kirpi), ilkey (ilker), aaça (arca), aaba (araba), una (tuna), fu (su), bob (top), dapma (yapma), üzük (yüzük), bitap, pipat (kitap), piyav (pilav), tanfu (cansu), pirkik (kirpik)
Bir de babaanne için pek çok kelimesi var : babiba, babi, babane, mamami, mami
Bazı kelimeleri sadece papağan gibi tekrarlıyor, üzerinden zaman geçsin kendi başına söylemiyor: papapa (papağan), takkitti (taklitçi), aacgaga (ağaçkakan),
Klasik çocuk kelimelerini unutmamak lazım : atta, bıcı bıcı
Ve anlamını kesinlikle anlamadığımız, kimi zaman kızdığında kimi zaman mutluyken söylediği şey: dettenna
18. ayını bitirirken, Arca’nın biriktirdiği kelime sayısı 50’yi aştı. “2 yaşındaki çocuğunuz büyürken” diye bir kitaptan bahsetmiştim ya, özellikle dil gelişimi ile ilgili kısmı çok faydalı bulmuştum.
Der ki; çocuğunuz bir kelimeyi doğru telaffuz edemiyorsa sakın “bak çocuum, abaga değil ayakkabı” demeyecekmişiz! Cümle içinde kullanırken söyleyecekmişiz doğrusunu “evet, ayakkabılarını giymişsin” gibi.
Sonra eğer dediğini anlamıyorsak "anlamadım, tekrar et" dememeliymişiz, onun seviyesine inerek söylediğini tekrar etmeye çalışacakmışız.
Mesela “ü-züm! Hadi sen de söyle bakalım” demeyecekmişiz, çok gıcık olurlarmış bize. Biz çok yapıyoruz, görmemişin bebesi 2 kelime etti ya hemen ortamda sirk maymununa çevirmeye çalışıyoruz. Dolayısı ile Arca başka insanların yanında pek konuşmuyor. Ancak kendisini rahat hissetmesi ve bizim tepesinde “ay çok güzel söylüyor, söyle evladım balkıba, bibah…” demememiz gerekiyormuş.
Son olarak da o birşeyi kendince mi söylüyor örneğin “mi”, çok hoşumuza gitse de biz de kediye "mi" demeyecekmişiz. “mi” diye gösterince “hadi kedilere gidelim” diyecekmişiz örneğin.
Peki ben yapıyor muyum? HA-YIM!!! Dedim ya biz daha bu ilk heyecanların kurbanıyız, dayanamıyoruz, taklit de yapıyoruz, "hadi söyle" de yapıyoruz. Daha doğrusu artık doğrusunu öğrendiğimize göre yapmamaya çalışmalıyız. Siz siz olun yaptığımı yapmayın, söylediğimi yapın:)
Not: Banner'daki şahane foto için (ve.. bu posttaki diğeri için) sevgili Özgeye sonsuz teşekkürler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)