13 Aralık 2010 Pazartesi

kısa... kısa...

Arca kar ile tanıştı. Cumartesi sabah serpiştirdi, tam hadi bari balkona çıkalım diye giyinirken durdu, vazgeçtik, pencere kenarına ilişip seyrettik. Ara sıra durdu, Arca’ya karı bizim yağdırmadığımızı söylememişiz, “bi daha ! bi daha!” diye çıldırdı.

Oyun grubunda bu defa daha iyiydi, en azından ağlamadı, kendi isteği ile ayrıldık, giderken ablalara “hokkayay” dedi. İnkilap kitapevinde daha çok eğlendiğini söyleyebilirim (entel çocuğum öyle hoppidi zıppidiler olgun evladıma göre diil - bir geyik sıkıştırmazsam olmaz) Nurturia’daki çekilişte bize 12 aylık bir tatlı oğlan çıktı, tanımıyoruz, ilgi alanı kitaplarmış, aman pek sevindik. Arca’nın o aylarda sevdiği kitaplardan aldık, umarız o da kitapla yolculuğunda bu yeni yol arkadaşlarını sever.

Pazar günü iki saat düz vites araba çalıştık İlkerle. Sanıyorum sigarayı bırakmasının kötü bir zamanlama olduğunu fark etmiştir. Önceki iki denemeye göre iyiydim. İlker “gaza bas! Gaza!!” diye haykırırken arkada Arca da “gaza! Gaza!” diye tempo tuttu. Bir ara “in anne ben geçicem direksiyona” cümlesiyle dile geleceğini sandım. Yokuşlar tahminimden iyi sadece ben trafiğe çıkacaksam sokağa çıkma yasağı ilan edilmeli ki etrafta benimkinden başka araç olmasın. Olduğu an panik anne devreye giriyor.

Arca inanılmaz bir kriz yaşadı. Böylesine hiç tanık olmamıştık. O salya sümük ağlar ve çığırırken biz İlkerle birbirimize soran gözlerle bakakaldık. Pazar günü öğle uykusuna çok geç yattı, Orçunlara gidecektik ve artık kalkması gerekiyordu. Perdeyi açtım, a uyandı dedim, yok henüz afyonu patlamamış. Biraz kucağımda kestirdi. Neyse uzun zamandır görmediği Orçuna gideceğiz deyince sevindi, hadi giyinelim dedik. Pantolon giymek istedi, üzerine 2 kazak koydum, seçsin diye. “kımını”yı seçti. Buraya kadar her şey normal. Pijamasının altını çıkardım. Başladı ağlamaya. O an anlamadım zaten. Anlasam anında pijamayı geçiririm, hiç inatlaşmam da, öyle bir hal aldı ki olay, Arca ağlıyor, ne demek istediğini anlatmıyor, ben elimde pantolon istersen öbürünü giyelim diyorum. Tam inatlaşma! Bir taraftan kucağımda. Bu arada çantaya koyduğu oyuncaklarını rahatlık olsun kendi taşısın diye sırt çantasına koyuyoruz, ağlıyor, başka torbaya koyuyoruz daha çok ağlıyor. Sürekli kucağımda, kendini sakinleştirmeye çalışıyor. Böyle bir yarım saat gitti, ben ömrümdense 1 yıl! Bir şekilde sakinleşti, pijamayı gösterdi, giydirdik, sanki yarım saat böğüren çocuk o değilmiş gibi laylalom arabaya bindi, mezeciye giderken elmaları götürdü, Orçunlarda gayet keyifliydi, anlattık, inanamadılar. Neyse ki şarap iyiydi, mezeler iyiydi, akşamın geri kalanı neşeli geçti. Arca ilk defa haydari yedi, “naneli yoğurt” şeklinde tanıştırdık kendilerini. Yakında rakı balığa başlarız: )

Balık demişken hala yiyemedik desem : )))))

10 Aralık 2010 Cuma

Arca'ya masallar .. Miki ile tiki ormanda

Hülya’nın ilginç bir lafı vardı, ormanda kaybolmakla ilgili fantezilerimiz var diye, ne gülmüştüm. Dikkat ettim benim masallar bir şekilde ormana yönleniyor. Bir nevi kırmızı başlıklı kız sendromu. Ya da hayvanlarla iletişimi kopuk ananın bebesine hayvan sevgisi aşılama telaşı, eminim pek eğreti duruyordur.

Son zamanların favori masalını paylaşıyorum, dikkat! hiç bir hakkı saklı değildir, -hiç sanmıyorum ama- olur da beğenen olursa bebesini bu masala maruz bırakabilir.

Miki ile Tiki bir gün ananelerini ziyarete gitmeye karar vermişler. Ananelerine ulaşmak için ormandan geçmeleri gerekiyormuş. Konuşa konuşa ormanda gezerken Kunduza rastlamışlar, havadan sudan, dereden tepeden derken Kunduzun değneklerden yaptığı evi yıkılmış.

---nasıl diye sormayın, ben de o kısmı uyduramadım---

Kunduz çok üzülmüş. Miki ile Tiki demişler ki “gel beraber yapalım evini birlikten kuvvet doğar” Hemencecik evi yapmışlar, Kunduz çok sevinmiş, demiş ki “eğer ormandaki yolculuğunuzda bana ihtiyacınız olursa “HA Hİ HO deyin” ben hemen gelirim.” Miki hadi len demiş içinden sen daha kendi evini yapamıyorsun nasıl yardım edeceksin bize. Tiki ise, tamam sağol demiş ve yollarına devam etmişler.

Bir ördekle karşılaşmışlar, “senin ne işin var burada gölde olman lazım “ demişler, ördek de “kayboldum, gölü bulamıyorum” demiş, bizimkiler hemen yardım etmişler, ördeği göle götürmüşler, ördek çok sevinmiş, demiş ki “eğer ormandaki yolculuğunuzda bana ihtiyacınız olursa “HA Hİ HO” deyin ben hemen gelirim.” Miki yine hadi len demiş içinden, canımız portakal soslu ördek çekerse portakalları da kap gel deriz, yoksa sana ne ihtiyacımız olacak demiş. Tiki ise, tamam sağol demiş ve yollarına devam etmişler.

Bir yavru atla karşılaşmışlar.

---Arca her seferinde tay diye düzeltiyor, kıl oluyorum, biz öğrettik onu sana oğlum sen kime satıyorsun hey??--

“senin ne işin var burada annenin yanında olman lazım “ demişler. Tay ise “aman ben sıkılıyorum onlardan kaçtım, kafama göre takılıyorum” demiş. “aman olur mu öyle şey, hadi bakalım doğru annenin yanına” demişler ve katmışlar ufaklığı önlerine annesine götürmüşler. Anne at çok sevinmiş ve demiş ki, “eğer ormandaki yolculuğunuzda bana ihtiyacınız olursa HA Hİ HO deyin ben hemen gelirim.” Miki yine içinden küçümsemiş, sen önce bebene sahip çık bacım demiş içinden. Tiki ise, tamam sağol demiş ve yollarına devam etmişler.

Bir yılan çıkmış karşılarına “tsss” demiş, “ee?” demişler. “sokacaktık da” demiş

---burada Cem Yılmaz’ın el hareketi yapılır, odada İlker varsa yarılır gülmekten bu sahne hemen atlanır---

“Yürü git” demişler, gitmiyor illa ki sokacak.

---Arca hala uyumadığı ve her HA Hİ HO kısmını buraya kadar defalarca anlattırdığı için artık baymıştır ve anne kendine eğlenecek bir şeyler aramaktadır.---

Neyse… Tiki “HA Hİ HO” demiş, bir ördek sürüsü gelmiş, yılanı gagalamış kaçırmışlar, bizimkiler bir oh çekmiş.

Sonunda ananenin evine varmışlar. Bakmışlar anane çok hasta, hastaneye götürülmesi lazım. Ne yapsak derken yine Tiki “HA Hİ HO” demiş, anne at koşmuş gelmiş. Demiş ki; “ben ananeyi götürürüm ama at sırtında çok zor olur, bir at arabasına ihtiyaç var” Saksıyı çalıştırmışlar ve hop Tiki yine “HA Hİ HO” demiş, Kunduz gelmiş. Hep beraber bir araba inşa etmişler, ananeyi içine koymuşlar, doğru hastaneye gitmişler.

Miki hayvan dostlarını küçümsediği için çok üzülmüş, hepsine teşekkür etmiş.

Sonra da gitmiş yatmış uyumuşşş, hadi Arca iyi uykular

Arca : HA Hİ HO BİYA!
Yeliz : hayır annecim bir daha ha hi ho anlatamam, ışığı kapatıyorum, sen uykulara dalıyorsun rüyanda miki ile tikiyi görüyorsun.

Arca : HA Hİ HO
Yeliz : hay dilimi eşek arıları şeetsin, annecim bak bugün Hülyayla konuştum, Tuna o kadar büyümüş ki uyu deyince uyuyormuş (artık bu muhabbeti pek yemiyor)

Arca : Berk?
Yeliz: evet annecim Berk çoktan uyumuş biliyorsun okula gidiyor

Arca: Ela?
Yeliz : Ela bu masalı dinleyince hemen gözlerini kapatıyormuş, hadi gözlerini kapat bebeğim ben şimdilik buradayım

Arca : ha hi ho ha hi ho…
zzzzzzzzzzzzzzzzzzzz

Sol ayağım

Film değil ama film gibi …

Benim sol ayağım! Yıllardır kullanmadığım sol ayağım.

Aslında bu sabahki yaklaşık 40 dakikalık yolculuğumuz “sol ayağım” adında bol kahkahalı, biraz gerilimli, çok da stresli bir film sayılır! Kullanmaya kullanmaya körelmiş.

Debriyaj diyorum! Ah diyorum yaktın beni diyorum.

İlker gaza geldi, ders almama gerek yokmuş, düz vites araba ile 3 gün işe beraber gidelimmiş, o bana süper öğretirmiş. Sen öğretirsin gülüm benim, ben öğrenebilir miyim? İşte sanırım bunu hesaba katmadığı için günün bu saatlerinde epey pişmandır.

İlk günün bilançosu:

* Bismillah daha arabaya bindiğimde hödük gibi arabayı çalıştırdım, pat stop etti.
* Yokuşta kaldım, 10 dakika en az 3-4 defa stop ettirdim.
* Yolda giderken 3’e takacağıma 1’e taktım ki İlker’e göre üstün başarı madalyasına hak kazanmışım!
* Otobanda araba sollarken gaza basacağıma frene bastım.
* Debriyajın yerini unuturum diye sol ayak bilekten kıvrık ama balataları yemeyeyim diye debriyaja da basmıyorum, az sonra basacağım diye havada öyle duruyor, yer çekimine yenilmiyorum ama bilek bir süre sonra zonklamaya başlıyor.

Yani yapılmaması gereken ne varsa yaptım!

Ve tüm bunlara rağmen akşam yine ben kullanacağım hem de Cuma trafiğinde.

Çarem yok, arabayı düz vitesli aldırdım mı? Aldırdım!

Otomatik olanı da sattık mı? Sattık!

Bundan gayrı yapacak bir şey yok öyle böyle öğrenilecek.

Özel ders alma fikri bu sabahtan sonra aklıma daha bir yattı nedense. Maksat 8 senelik evliliğim yıkılmasın! Derdim o!

DUYURU!! ADIM ADIM BÜYÜYORUM

Nurturia'da duyurdular, hemen kaydımızı yaptırdım.
Çok özel bir etkinlik, biz oradayız, herkesi bekleriz:)

Alman organik bebek maması HIPP, 1-4 yaş arası çocuklar için renkli bir çalışma başlatıyor.Bünyesinde zihinsel engelli çocukları barındıran Özel Eğitime Muhtaç Çocuklara Yardı Derneği' ne (ERAM) destek amaçlı hayata geçirilen proje, " Adım Adım Büyüyorum" ismiyle yola çıkıyor.1-4 yaş arasındaki çocukların parmak boyalarıyla yapacağı resim çalışmalarını kapsayacak ve altı ay devam edecek.Altı ay sonunda çocukların yaptıkları çalışmalarda nasıl bir gelişim olduğuda gözlemlenmiş olacak.

Projeye katılmak için yukarıdaki adresteki katılım formunu doldurmak yeterli, formu dolduran annelerin adreslerine proje için gerekli parmak boyalarının ve altı adet özel resim kağıdının iletilmesiyle ilk adım başlıyor.Bundan sonra çocukların doyamayacağı eğlenceli bir süreç başlıyor.Gelen kağıtlara projenin parmak boyalarıyla önce çocukların ayak izleri alınıyor, kağıdın geri kalanıda çocuğun uçsuz bucaksız hayal dünyasına bırakılıyor.Altıncı ayın bitiminde çalışmalar, mayıs ayında gerçekleştirilecek sergide ERAM çocukları yararına satışa sunulmak üzere HİPP' te toplanıyor.Proje sonunda , minicik adımlarıyla projeye dahil olan çocuklar, hem zihinsel engelli çocukların hayata bir adım daha atmasını sağlamış, hemde yarattıkları bir çalışmanın sergilenmesiyle unutulmayacak bir hatırayı yaşamlarına eklemiş oluyorlar...

Kayıt ve detaylı bilgi için buraya tık!!!

9 Aralık 2010 Perşembe

Kitaplar... hayaller... Arca ve daha neler!

Aylık mutfak masrafı diye bir terim vardır değil mi?

Benim için de aylık kitap masrafı diye bir kavram ve bütçeme göre ayırdığım bir ödeneğim var. Şimdiye kadar Arca ile beğenisinin örtüştüğünü bildiğim dostların tavsiye kitaplarını göz gezdiririm, sonra kitapçıya giderim. Genellikle Agora’daki Remzi kitapevi olur. Orada geniş koltuklarda oturabilirsiniz ve Arca için masa sandalye var, ilgilenen ablalar var. Sabah saatleri çok tenha oluyor. Kitapları orada tek tek incelerim. Sonra bunları internetten 3 siteden sepet yapar toplamı hangisinde daha ucuz kontrol ederim. Kendim için alacağım kitapları eklerim. Aylık belirlediğim bütçeyi geçmeyecek şekilde sipariş ederim. Ayıp olmasın diye bir kitap ya da dergiyi mutlaka Remzi’den alırım. Ama kitap için internet her zaman çok daha ucuz oluyor.



“Arca kitapları çok seviyor” cümlesi onun kitaplarla ilişkisini anlatmaya pek yetmiyor. Gözlerinin içi parlıyor, onları öpüyor, kitap okuyalım deyince sevinçten yerinde duramıyor …. Tasvir etmeye kalksam ayrı bir post olur.

En nihayetinde amaç Arca’ya kitap sevgisi aşılamaktı. Anne baba ister istemez çocuğunu doğru bildiği şeylere yönlendirmekle görevlendirir kendisini, değil mi?

Arca kitapları okudukça sevdi, sevdikçe yeni kitaplar aldık, aldıkça kitapları ve kitaplara olan sevgisi çoğaldı.

Arca’nın kitaplığında 40’a yakın kitap var. Çoğu öykü kitabı. Çok samimi söylüyorum, bu kitapların %70’ine ilgi çok yüksek, kalan %30’luk kısmına ise vaktiyle çok ilgi gösterdi, bazen aklına gelip tekrar dönüş yapıyor. Gün içinde kitaplarla vakit geçirme süresi tüm gün evdeysek 2 saati aşıyor.

4-5 kitap üst üstüne ve pür dikkat okutulabiliyor. Bir kitap üst üste 4 defa tekrarlatılabiliyor. Bunlar konsantrasyonunu ve kitapları sevdiğini gösteren ibareler, sorun yok, hatta kıçını kırıp oturuyor diye duacı bile olabiliriz:)

Lakin bu iş biraz çığırından çıkmaya başladı. Yanlış anlama olmasın, çok alıyoruz vs değil konu, hep derim gerekirse az gezer az giyerim illa ki kitap alırım. Benim diyeceğim başka bir şey.

Arca fazla hayal dünyasına dalıyor. Dalıyor ve o dünyada yaşıyor.

Böyle havada kalmasın, örneklerle açıklayayım:

Arca bir gün koltuğun arkasına sıkıştı.
“ho ho ho sıkiştim, kurtarın” dedi. Ama gülüyor. Neyse çıkardım, bir daha aynısını yaptı. Jeton köşeliymiş, geç düştü. (Değnek Adam – Noel babanın bacaya sıkıştığı kısım) “ho ho ho” kısmından anladım, çünkü ben öyle okuyorum o kısmı. Bu bir oyun oldu:
A: ho ho ho !
Y: aa kim sıkıştı?
A: Noel
Y: kurtarayım mı?
A: evet

Diğer örnek:
Arca koltukta kafa üstü kendini sarkıtıyor, “annecim bak kafa üstü bam diye düşersin, yapma öyle” dedim. “Bebek ayi” deyip kitabı getirdi.

Atakan’ı ve Bay Bay bezimdeki Ali’yi arkadaşı sanıyor. Tamam abartmayayım, mesela arkadaşları buluşacak isek; Tuna, Alpi, Berk, Ege, Ela’yı sayıyor, sonuna Atakan filan eklemiyor ama mesela ittaiye arabasını Ali’ye (yani kitaptaki Ali resmine) gösteriyor.

Son örnek:
Pocoyo ve kulesinde Elly hapşırır, kule yıkılır, Pato üzülür, Pocoyo Pato’yu "üzülme Pato" diye teselli eder, biz ilgisini çeksin diye kafasını da okşuyorduk bu kısımda. Kule yaparken artık her seferinde yıkıyor ve eliyle kafasını okşuyor, bize illa ki okşatıyor ve "üzülme Pato" dememizi istiyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Olayları kitapların içinden yaşamak gibi bir durum kısacası.

İşte tam bu noktada pimpirik ana devreye girer ve sorular kafasında dan dun sesleriyle yankılanır:

"Sanki dünyadan kopmuş ve kitapları gerçek mi sanıyor? "

"Oyun mu yapıyor, canlandırma mı yoksa birebir o kitapların içinde mi yaşıyor?"

"İlgi gösterdikçe durmaksızın aldığımız kitaplar yaşına göre fazla mı?"

"Yaşına göre gereğinden fazla bir hayal pompalaması yapıyoruz?"

"Aşkla bağlandığımız kitaplar bir şekilde tehlikeye dönüşebilir mi?"

Beynimin bu sorularla daha fazla kemirilmesine dayanamadım, fikirlerine çok değer verdiğim bir profesyonel arkadaşıma danışma ihtiyacı hissettim.

Bir yandan aptalca diyorum, güzel işte, kitap iyidir, bir taraftan gerçek dünyadan kopar diye korkuyorum.

Korkularım yersizmiş, bu aylarda normalmiş.

Taklit, hafıza, -mış gibi yapma oyunlarıymış. Cümle kurma öncesi böyle şeyler görülürmüş.

Allah biliyor ya kendimi böyle normal bir süreci psikopata bağlayan manyak ana gibi hissettim. Ama şimdi iyi ki sormuşum diyorum çünkü güzel bilgiler edindim.

Sizin de benim gibi endişeleriniz varsa, bir kaç noktaya dikkatimizi çekmeliymişiz:
- kitaplardaki karakterler korku malzemesi olmamalıymış. İğne olmak, canının acıması ...vs.
- doğa üstü durumları (uçmak, balkondan atlamak vs..) gerçekten ayıramayabilirlermiş bu yaşta. Mesela babanesi Peter Pan kitabı getirmişti, şimdilik bizim odada duruyor, yaşı büyüyünce okuyacağız, çünkü uçmanın aslında normal bir şey olduğunu sanabilir.

En önemlisi akranları ile çokça vakit geçirmeli.

Benim de bu görüşlere Arca için eklentilerim oldu. Mesela dış dünyaya daha fazla açılmalı. Bakıcısı ile hava şartları ne kadar kötü olursa olsun her gün mutlaka dışarı çıkmalılar, bence. Kitaplarda gördükleri mümkün mertebe gerçek hayatta da gösterilmeli.

.....

Arttırılabilir.

Şimdi burada anlatınca tablo korkunç görünmüyor, belki bütün çocuklar benzer şeyler yaşıyordur. Bizim elimizde bir tane olunca onun üzerinden kafa yoruyoruz: )

Sadece bu yaşadıklarımız "iyi olduğunu düşündüğümüz pek çok şeyi çocuklarımıza sunuyoruz, zarar verir mi pek aklımıza gelmiyor" türünden düşüncelere sebep oldu, paylaşmak istedim.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Yelek : 5 TL / İttaiye : 15 TL / uykuda üşüme ve uykuya dalma sorunlarına çözüm : PAHA BİÇİLEMEZ


Adım gibi biliyorum sabaha karşı üşüyor.

Geçenlerde gece zıçması yaşadığımız gece biz üşüdük, o nasıl üşümesin! Sonra başka bir geceydi, direkt sordum, üşüyor musun diye, evet dedi en kocamanından! Ama iş üstünü örtmeye geldi mi yaygarayı basıyor.

Uyku tulumu da sevmiyor. Hadi o geçen yıl mothercare’den aldığımız ayaklı tulum şeklinde olanlardan alalım deneyelim desem, evin içi ilk yatırdığımızda çok sıcak oluyor, çok terleyecek, sonradan giydireyim desen o tulumları giydirmek meşakkatli iş. Termal atlet ve uzun kollu içlik ile hafiften sorunu çözer gibiydik ama gel gör ki önümüz kış, geceler şimdiden buz.

Birkaç ay önceydi, Salı pazarından Arca’ya penye yelekler almıştım, bu fotoğraftakini de hani kış günleri iyice soğuk olur, evde giysin diye almıştım, mevsim normallerine bir türlü inmeyen hava şartları yüzünden daha giymemişti. Bolca büyükçe bir yelek, çift taraflı içi de hafiften dolgulu gibi, kısacası epey sıcak tutan cinsinden.

Birkaç gece önceydi, ilk uyandığında giydirdim, oh ondan sonra sabaha kadar uyanmadı, sonraki geceler de denedim, oh iyi sırtı göğsü sıcacık ayaklara da çorap giydiriyorum, tamamdır, sorun çözüldü!

Poz ver deyince “ittaiye” arabasını almak istedi, çünkü bu yeleğin adı ittaiyeci yeleği, yeleği sevsin diye uydurduğum bir formül.

Bu postu bu küçük alışveriş tüyosu ile bitirecektim ama o itfaiye arabası mevzusuyla ilgili hikayeyi anlatmam lazım.

Arca’ya önceki bayram halası köpükler çıkaran bir itfaiye arabası almıştı. Hatta Özge’nin geldiği buluşmada bütün çocuklar ilgi göstermişti. Arca o aracı o kadar çok seviyordu ki aracın ömrü Kurban bayramını görmeye yetmedi, çöpün dibini boyladı.

Unuttu sanmıştık, taa ki çiftlik yapbozunu Nilda’nın taşıtlar yapbozu ile değiştirene kadar. “ittaiye, ittaiye” diye tutturdu. Bir daha bulmak bir tarafa almak istemiyoruz artık, sonuçta haşin oynadı, kırdı, kendisi çöpe attı.

Bu arada çok önceleri Arca bir kamyonu çok beğenmiş ve İlker almış ama o kadar kalitesiz ki daha paketini açarken kırılacak belli, benim arabada duruyordu, bir vakit bulup değiştirecektik. Vakit bulamadık.

O hasta olduğunun cumartesi günü evdeyiz, öğle uykusu için aslında ölüyor ama bir türlü uyumak istemiyor, rüyanda ne göreceksin diyorum, “ittaiye” diyor. Artık kararlıyım, dayanamıyorum, uyusun İlkeri arayacağım gelirken itfaiye arabası getirsin.

İlker uyutmak üzere olduğumu bildiğinden ama detaylardan habersiz anahtarı olmayınca kapıya bırakmış paketleri ve bu kamyonu, sonra da arabayı yıkatmaya götürmüş. Beni aradı, haber vermek için. Arca uyudu sandım, telefona baktım, baktım pıtı pıtı arkamda, konuşurken gayri ihtiyari kapıyı açtım, Arca sevinçten uçtu!!

İTTAİYE İTTAİYE!

O kadar sinirliyim ki 2 saatlik uyutma çabalarım yandı bitti kül oldu artık ittaiye bile söndüremez!!

Paketi açtı, salondaki araba pistine konuşlandı, tamam dedim sen oyna ben şimdi geliyorum. Gidip yatak odasına gömdüm kafamı yastığa bildiğin bağırıyorum, anırıyorum, sesim duyulmuyor, oh rahatladım (manyak anne profili takdimimdir).

Baktım salonda oynuyor, nasıl saf bu abuk kamyonu itfaiye arabası sanmış, iyice inanmış, itfaiye sesleri çıkarıyor. Hadi annecim gel uyuyalım artık, itfaiye arabası da gelsin beraber uyuyun diyorum, uyuyorlar. Ama plastiği filan öyle kötü ki dalınca alıyorum elinden.

1,5 saat sonra uyanıyor ve sesleniyor, İTTAİYE!!

7 Aralık 2010 Salı

Sevgili günlük

Kış geldi. Tarihe bakıyoruz, 7 aralık yuh demek istiyorum. Uzun zamandır bu kadar uzun bir sonbahar yaşamamıştım. Şikayetçi değilim, ben soğuk sevmem, üşürüm.

Kim üşümez ki?

İlker balık almaktan vazgeçti bu kış kıyamette balık tutmaya gitti. Her seferinde arıza çıkarırım, bu defa gıkım çıkmadı, insanın canı bu kadar mı balık çeker? Yoksa İlker bu balığa gitme olayında fazla bıkbık etmeyeyim diye özellikle mi balık almayı erteledi?

Çok alık balık bir sohbet oldu, sustum!


Dün yıllar sonra ilk defa düz vites araba kullandım. Çünkü neden? Artık elimde kalmasına ramak kalan arabamı değiştiriyoruz. Hem dizel hem de otomatik vites arabalar hem pahalı hem de seçenekler sınırlı. bu sebepten düz vitese dönüş yaptım.

Vitesli maceralar yakında bu adreste!

Bu yıl çam ağacı süslemek istiyorum. Kocaman olsun, Arca ile birlikte süsleyelim. Kipa yılbaşı havasına bürünmüştü, ne güzel. Şimdi asıl Beyoğlu’nda olmak vardı. Ne güzel olur İstanbulda yılbaşı.

Yeni yılda ağaç süslemenin aslında bir Türk geleneği olduğunu biliyor muydunuz? Bilmiyorsanız, buraya bir tık.

Beynim hücrelerimi kamaştırasıya kadar çocuk eğitim kitapları okurken – artık kendimi nasıl motive etmişsem :) - hiç uykum gelmezken, 2 aydır elimde süründürdüğüm Japon edebiyatı ruhumu zenginleştirirken papatya çayı etkisi yapıyor ve istisnasız her okuduğumda sızıyorum!

kitap perileri buraya!!

Şunun şurasında bayram tatili biteli ne kadar olmuşken yine tatil olsun diye takvimleri karıştırıyorum. Yıllık iznimden kalan 4 günü sonuna kadar kullanacağımdır!

Dün biraz yoğun çalışınca bugün pilim bitmiş, yaşlanıyorum, nerde o mesaiye kaldığım günler?

Son olarak sabah Arca dudağımı patlattı. Uyurken öpeyim diye eğildim, kafayı bir çevirdi! BAM !!

Sakarlık anadan oğla geçen bir yönetim biçimidir!

6 Aralık 2010 Pazartesi

Dumur diyalog #2

Yaklaşık 2 haftadır Yeliz’in canı acayip balık yemek istemektedir, balık satın almak İlkerin görevidir. Amma velakin türlü vesilelerle hep ertelenir. Bu arada Yelize sürekli mis gibi balık kokuları gelmekte, ortam iyice gerilmektedir. (Hayır, hamilelik mevzu bahis değildir ama olsaydı mutlaka düşürürdü: ) )

Artık iş iyice geyiğe dönmüştür.

Hemen her sabah aynı muhabbet yaşanır, İlker balık alırım der, Yeliz bak ona göre bir şey hazırlamıyorum der, sonra akşam olur ve balık alınmayınca ıvır zıvırla çoğunlukla da makarna ile idare edilir. Zaten son birkaç gündür artık lafı bile edilmemeye başlamıştır.

Sabaha karşı Arca’yı koklama bahanesi ile aralarına almışlar, bir güzel sabah kadar uyumuşlardır. Arca bu sarhoşluktan hala anababasının yatağında uyumaktadır.

Yeliz : Akşam ne yiyelim? Çıkmadan hazırlık yapayım.

İlker : Puhaha balık alayım istersen : )))

Arca yerinden doğrulur, gözler yarım açık : Baluuuk?? Ih!!! MA-KAV-NA !!

sonra yeniden kafayı yastığa gömer, uyumaya devam!

Oyun teyzesi Yeliz

Geçen haftaki korkunç Topolino macerasından neşeyle çıkan dengesiz Arca, bütün hafta “oyun – park!” başımın etini yedi. Gözümü karartıp götürmeye söz vermiştim ki, Kipa Play Barn’dan oyun grubu önerisi kapımıza geldi. Meltem ilgilendi, grup oluşturmaya çalıştı, Hayat da talip oldu derken sözleştik. Tek içime sinmeyen anneler gruba dahil olmayacak, oyun ablaları ilgilenecek. Zaten olması gereken de o, ama Arca’nın ortamlara yavaş ısınması karakter özelliklerinin başında geliyor ki bunu artık sağır sultan duydu. Deneyelim dedim. Sonuçta Arca’nın hem fiziksel aktiviteye hem de sosyal ortamlara daha fazla girmeye ihtiyacı var.

Perşembe ateşlendi, Cuma devam etti. Gecesine ateşi çıkmasa cumartesi götürecektim ama doktor da cumartesiyi sakin ve dinlenerek geçirin deyince, tek outdoor aktivitemiz balkonda piknik oldu. Cumartesiyi iyi geçirince Pazar gitmeye karar verdik. Emre’nin yeğeni Yasemin Arca’dan 3 ay büyük, tam bir dilli düdük, İlknurlardaydı, onlar da gelmeye karar verdiler. Birbirlerini tanır severler, arabada yan yana seyahat ettiler, pek güldürdüler.



Arca, cümle kuramaz, tamlama eklerini henüz çıkaramaz, Yasemin onu düzeltir:

İlknur: Arca nereye gidiyoruz halacım?
Arca : OYUN – PARK!
Yasemin : Arca nereye gidiyoruz? Oyun PARKINA gidiyoruz!

Yasemin kelimeleri çok düzgün telaffuz edemez, çok bilmiş Arca onu düzeltir:
Yasemin : (Arca’nın mikifaresini ister) aa Miki MARE!
Arca : MİKİ FARE!

Buraya kadar güzel…

Play Barn küçük bir yer. Olsun, zaten sadece 7 çocuk kabul ediyorlar, ablalar var. Dedim ki bizim ilk, ben aylık ücret ödemeden önce denemek istiyorum. Tamam dediler.
Anneleri oyun alanına almıyorlar, tamam sorun yok, zaten ben de Arca’nın peşinden dolanmaya meraklı değilim de Arca’yı bilmediğin ortama bırakınca hönk! Oluyor. Gelmeden önce oyun ablalarından bahsetmiş olmama rağmen Yasemin ve Ela gibi tanıdığı arkadaşları olmasına rağmen Arca arıza çıkardı. Ağladı.

--------------------------------------------------------
Hata 1: Arca’yı tanıyorum, öncelikle rica edip ben girmeliydim, oyuncakları ablaları arkadaşları vs tanıştırıp kaynaşması için destek olmalıydım, geçen haftaki topolino’da o kadar ortamların adamı görüntüsü çizdi ki Arca gerçeği kafamdan silinmiş. (özeleştiri)
Bir eleştiri de işletmeye, ilk defa gelen bir çocuk belli ki çekingen mizacı var, bir oyun ablası ona verilmeli, abla kendini tanıtmalı sevdirmeliydi, bunun yerine “aa Arca gel bak oynayalım” diye elinden çeken tanımadığı bir insan oldu o ablalar Arca için. Şimdi mesela Ela, Hayatlar Ela’yı bıraktılar, gittiler, Ela için de ilk gün sonuçta, ama malumunuz Ela ortamlara direkt aktı, hiç sorunsuz. Belki olması gereken oydu, ama yine de çekingen mizaçlı bir çocuk için özel muamele –en azından – başlangıç için yapılabilir miydi? (Yine çuvaldızı kendime batırayım, ben belki de baştan uyarmalıydım)

---------------------------------------------------------

Neyse girdim içeri, oyuncakları tanıttım, ablaları sevdirmeye çalıştım, Ela ve Yasemin ile kaynaşmasına çalıştım. Yalnız takılmayı tercih etti, kaydırakları çok sevdi. Ama bir defa olsun paçamı bırakmadı, tam hah alıştı, paravanın arkasında bekleyebilirim diyorum, görüş alanından çıktığım an basıyor yaygarayı! Tam ne güzel oynuyor diyorum, çocuğun biri dokunuyor, bizimkinin gücüne gidiyor, basıyor yaygarayı! En son oyun evinin içine girdi, çıktı, Ela girdi, Yağmur girdi, kapıyı kapattılar, aman pek bi içlendi. Tamam dedim, artık bu kadar küçük ve zararsız şeylere bile tahammülü kalmadıysa gitme vakti gelmiştir. Eş zamanlı olarak işletmenin başındaki bayan da "bugünlük Arca için yeterli" dedi, benden iyi not aldı. Demek ki gözlemlemiş.

Dışarı çıktık, kuru üzüm ve kayası ile teselli bulmaya çalışıyoruz, bankta oturduk sohbet ediyoruz.

Y: Burasını sevdin mi Arca?
A: Hayım: (
Y: Bir daha gelmek ister misin?
A : Evet
Y: Ablaları sevdin mi Arca?
A: Hayım!
Y: Peki o halde bir daha gelmeyelim tatlım, sorun değil
A: GEL!

-------------------------------------------------------------------
Özeleştiri: Arca hastaydı ve fiziksel olarak iyileşmiş bile olsa bu paçama tırmanmalar, boynumdan inmemeler hep hastalık sonrası kırılganlığın getirdikleriydi. Belki bu hafta hiç getirmemeli, belki daha az orada tutmalıydım.
-------------------------------------------------------------------

Hayat’la çıkışta sohbet ettik, Ela’nın özgüvenine hayranlığımı (maşallah) bir defa daha dile getirdim. Düşün ben paravanın arkasına geçemedim onlar market alışverişi yaptılar, HARİKA!! Hayat çok sevmedi ama devam edecek, yeterince koşup enerjisini atamadığını düşündü Ela’nın. Topolino gibi yerler, eğer kalabalık olmayan bir zaman yakalanırsa enerjisini atmak için daha uygun yerler gibi görünüyor.

Tam yürürken işletmenin başında olan bayan arkamdan koştu, dedi ki Arca için güzel bir gün olmadı ama hafta içi uygun ve tenha bir zamanda getirin alışsın, göreceksiniz sevecek. Ben de Arca ile ilgili bilgiler verdim, çekindi, tanımadığı bir ortam ve tanımadığı yetişkinler, çocuklar etrafını sarmış gibi hissetti, kendini güvende hissetmedi, farklı yaklaşmak gerekirdi. Hafta içi mümkün değil ama cumartesi herkesten yarım saat önce gidip alışması için fırsat vereceğim, hem Arca’ya hem Playbarn’a. Sonuçta bu tür oyun gruplarının Arca’nın sosyalleşmesi için olumlu olacağını düşünüyorum. Parka götürdüğümde bir kaydırağı bile paylaşmak istemiyor, “ama ama ama”lar uzayıp gidiyor. Tabii yaşı küçük ama böyle ortamlara girmezse paylaşmanın ne demek olduğunu hiç öğrenemeyecek.



Neyse kısaca o gün oradaki ablalardan farkım yoktu, evet belki yaş farkı! Bu bakımdan bana oyun teyzesi diyebilirsiniz: ) (Bakar mısınız top havuzunda debelenme aktivitesinde bile varım, hey allam b.k var, mecbursun sanki topla götür çocuğu kardeşim!)

3 Aralık 2010 Cuma

Akşamın iki yüzü

Ben anahtarımla evime girmeyi severim, hem Ümit ablanın o anda işi olur diye yeltenmem, hem kapıda beklemeyi sevmiyorum elim kolum dolu!
Artık değiştim, aşağıda 5 dakika da bekleyecek olsam zili çalışıyorum, hoparlörden sesi duyuluyor “kim o?” sonra evin kapısında da anahtarı kullanmam, kapıyı tıklatırım, yine ay tonda
“kim o?”
“ben dilenci memo:) “

Hemen o günkü numaralar sergilenir, Ümit abla günün bilgilerini verir, sonra o giderken “hokkayay!” denir, anneyle yumuşmaya devam edilir.
Uzun zamandır oyun aktivite faaliyet işte ne dersen de, Ümit ablaya bıraktım. Zaten vakitleri bol, Ümit abla da seviyor, resimdi hamurdu takılıyorlar birlikte. Biz kudurmacalı oyunları tercih ediyoruz. (Ümit abla’ya bu yaşta koştur koştur oynatacak halimiz yok : ) )

Yemek çok eğlenceli ama sıkıntı Arca ile konuşacaksın yemekte, İlkerle aramızda iki çift laf etmek mümkün değil. Olsun napalım bütün günün acısını 2,5-3 saate sıkıştırıp çıkarıyoruz! Mutfak öylece kalır, ben öyle mutfak pis kalmış, yok toplayamadım, yok dağınık kaldı gibi dünyevi takıntılara sahip olmadığımdan öylece kalır…

Akşamın rutininde illa ki bir “dakat” (yatak) var. Kah Arca’nın yatağında kukla oynatmaca, oyuncak atıp tutmaca, en masumundan kitap okumaca kah bizim yatakta yastık kapmaca. Kokusundan tanıyor annenin mi babanın mı olduğunu yastığın. Genelde üç kişilik tepişme ama bazen İlker şutlanıyor.

Bazen minderlerden ve battaniyeden ev yapıyoruz, Arca içine saklanıyor. Çadır çok isteyip sonra almaktan vazgeçmiştim, bu yöntem aynı görevi görüyor. İlla ki trenle ve arabalarla oynanıyor her akşam, bazen de saklambaç. Gözlerini kapatıyormuş yapıp parmak aralarından etrafı kesmeler, illa ki aynı yere saklanmalar, saklandığında heyecandan elini ayağını nereye koyacağını bilememeler ve koştur koştur sobelemeler.
Canımız çok çekerse dance dance dance baby!!

Artık yorgunluk paçalarından aktığında, iki kitap seçilir, süt içilir, pijama giyilir. Uykuya muhalefet gününde değilse, günün en dingin en tatlı zamanları.



Akşamın diğer yüzü başlar.

Mutfak toplanır.
Bütün eve saçılmış kitaplar toplanır, kitaplığa yerleşir.
Fırlatılmış ayak kokulu minik çoraplar kirliye atılır, gerekirse çamaşır yıkanır.

Her yere saçılmış dağınıklık tek tek toplanırken yüzde bir tebessüm belirir, uyumadan önce yaşananlar akla düşer, birkaç kelime İlkerle paylaşılır.

Omuzlardaki yük ufaktan hafifleyip koltuğa yığılınca … akşamın kalanında ne yapılacağının programından hemen önce “ya İlker çok acayip şeker, bak şöyle yaptı, şöyle dedi, şöyle böyle…” diye özlem dolu Arca dolu birkaç cümle edilir.

O yer cücesi şimdiden özlenmiştir.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Dün gece sabaha karşı 3 suları

Güzel bir akşamdı, baştan sona kendi yemeğini kendisi yedi, bir Arca klasiği olarak benden çok yedi. Sonra bol kudurmacalı bir akşam geçirdik, Tarkan’dan öp, Athena’dan Arsız Gönül bu aralar favori. İlknurlar uğradı, Barış Manço’nun Ayı şarkısında coştuk, falan filan…

Uyudu, uyumadan önce rüyasında kimleri göreceğini sormak rutinin bir parçası, ilginçtir bu defa “balkabağı” dedi. Gece 1 civarı sıklıkla uyanmaya ve ağlamaya başladı. Kabus gördü herhalde, ne gördün rüyanda dedim, “balkabağı” hmm iyi peki su içelim uyuyalım rüyada anneyi görelim daha az ağlamaklı bir rüya olur.

1-2-5 artık kaç defaydı hatırlamıyorum, defalarca kalktım. Canı acıyor gibi. Karnın mı ağrıyor diye sordum, evet deyince bol bol karnını ovdum ama gaz çıkarma yok. Yanımıza aldım, arada İlker de ovuyor karnını. Ağlama şiddetlendi, “kaka” dedi. Hadi be! Gün içinde 2 defa yaptığı için bu olasılık aklımıza hiç gelmemişti. Ayı ve Ali kitabını yanımıza aldık, Aliyi okuttu. Ama içim uyuyor bu arada. İlker biraz kestireyim demiş, onu da çağırdı. Maaile tuvaletteyiz. O mıçıyor biz gururlu gözlerle birbirimizi kutluyoruz, sorun çözüldü!!

Sanıyoruz…

Bu defa da geri uyumaya ikna etmeye çalışıyorum, iğrenç sesimle ne zamandır ilk defa ninni bile söyledim, üstelik alttaki bu fotoğrafı bu ilginç gecenin hatırası olarak çekerken uyandı düdük, tekrar istek yaptı, bi daha ninni, ay kendi sesimi duymaya dayanamıyorum!



Uyudu, uyandı, yanımızda yattı, İlkeri tekmeleri ile hırpaladı, bir şekilde sabahı ettik. Uyanık kaldığımız zaman uyuduğumuz anlardan daha uzundu, kısaca hala esnemekteyim.

Bunları anlattım çünkü öncelikle ebeveynlik tarihimizde böyle bir şeyle karşılaşmamıştık, Arcanın gece yarısı sıçması bir ilk!!

Ayrıca kendi adıma gece uyanmalarını daha metanetli karşıladığımı fark ettim. Bunda İlkerin telkinlerinin yanı sıra Arca'nın sadece 1 defa kalkarak ya da hiç uyanmadan geçirdiği gecelerin sıklığı da etken. Çünkü biliyorum ki kapris veya huy değil bir şekilde onu rahatsız eden bir şeyler var. Tek yapmam gereken sakin sakin ne olduğunu bulmak ve çözmek!

Ama en önemlisi, kendimizin bebek değil de çocuk ana babası olduğumuzu fark ettik. Fark ettik ki ister hiç konuşmasın ister uzun cümleler kursun fark etmez, artık bu dönemde çocuklar acılarını duygularını ifade edebiliyorlar, ne mutlu bize! Küçük bir bebekken de ağladığı olurdu ama ne kadar zor olurdu anlamamız, hemen gözleri kısar delilleri gözden geçirir, gün boyu yaşananlardan ipucu yakalamaya çalışırdık. Kimi zaman bir türlü sonuca ulaşamazdık.

Peki ya şimdi?

“Arca karnın ağrıyor mu?”
“Evet!”

30 Kasım 2010 Salı

Benim başıma bu kadar çabuk geleceğini hiç tahmin etmemiştim!


Güleç bir insanım Allah için: ) çok gergin değilsem gülümseyerek konuşurum, hatta telefondaki sesimden gülümsediğim anlaşılır.

Arca doğdu beridir ister istemez gülümsüyorum zaten!! Sürekli bir mimik halleri. Ama sadece bu değil gece uykusuzluklarının da bedele katkıda bulunduğunu söylemek lazım.

Bedel? Kırışıklıklar!!

Özellikle göz çevresi. Eh yaş da 30’u geçeli epey oluyor. Geçende ablam “arkadan en az 4-5 yaş genç gösteriyorsun” dedi. Bodur tavuk hallerinden arka planı kurtarıyorum da önden bakınca ı-ıh!

Genetik miras desen? Açık ten, kuru cilt… hızlı yaşlanmaya çok müsait!

Yaşlanmak güzeldir. Ama güzel yaşlanmak, mümkünse zamanında yaşlanmak güzeldir. Zamanından önce kırışıklıklara sahip olmak değil!

Tabii ben olaya yeni uyanmadım, her ne kadar kozmetik canavarı değilsem de tüm bunların başıma geleceğini az çok tahmin ettiğimden uzun zamandır göz çevresi kremi kullanırım. Sonra en azından sabahları mutlaka nemlendirici kullanırım. Önemli değil hani bepanthen de olur, clinique de. Çok seçici değilim, o an bütçeme ne uygunsa.

Gel gör ki bu kadar özene rağmen fotoğraflardaki halimi hiç ama hiç beğenmedim. Zaten öyle aman aman kendimle barışık değilim, bir de bu, üstüne tuz biber ekti.

İlkerin koca makamından görüşü “yürü git!” şeklinde! Aşk işte ne ben onun dökülmüş saçlarını görürüm (bu arada böylesi eski haline 10 basar!) ne o benim buruşuktan maskemi görür! Ama insan önce kendini beğenecek!

Ya şu posta ":)" yazmaya bile çekinir oldum iyi mi! sanki kenarları kırışacak:)))

Hemen her konuda olduğu gibi estetik konusunda da kesin ve net “no way!” diyen birisi değilim, sadece bana hala uzak geliyor. Ama küçük dokunuşlarla biraz moral düzeltilebilir mi? Neden olmasın! Bütçemi adam akıllı sarsan gece ve gündüz yoğun kırışık önleyici kremlerim vatana millete hayırlı olsun! Bir de yanına botoliss denen bir ürünü katmayı ciddi ciddi düşünüyorum. Bildiğin botoks işte! Gerçi bu naneden emin değilim, hala tereddütlerim var!

Bakalım, şimdilik yeni savaşçılarım bunlar.

Bunlar da kar etmezse objektife Ajda Pekkan filtresi* takıveririm olur biter!

(*) Ajda Pekkan filtresi = naylon çorap : ))) Ajda Pekkan kamera ya da fotoğraf makinesinde flu gösteren bir filtre olmazsa, resim vermezmiş, illa verecekse de naylon çorabını çıkarır objektife geçiriverirmiş. Komik ama fotoğrafçılıkta böyle teknik bir terim var!!
fotoğraf şu adresten alınmıştır: www.cilt-bakimi-guzellik.com/.../kirisikliklar

29 Kasım 2010 Pazartesi

OYUN – PARK!

Arca artık tamlamalar yapıyor. Ama iki kelime arasına bir “es” koyuyor. Sanki düşünüyormuş gibi, ya da üstüne basa basa söylemek ister gibi. İlginç, sevimli. Mesela Donald – Amca ya da Yılmaz – dede gibi.

Cumartesi günü –deneme çekimi yapacağımız saha çalışmasını saymazsak - fotoğrafçılık kursundaki son günümdü, yine büyülenmiş olarak çıktım sınıftan. Bu sanat nasıl bir şey kardeşim, nasıl alıyor insanı içine ve ruhu nasıl başka bir boyuta taşıyor? Ömrüm boyunca sanatın her dalına (bale, dans, flüt, gitar…) çok hevesli fakat az yetenekli oldum, belki de sanata sanatçıya hayranlığım bundan kaynaklanıyor. 3 saatlik bir fotoğraf şöleni ile doyan ruhum trafiğe çıktığımda artık hazımsızlık mertebesindeydi, Topolino gazımı aldı!!

Kurs için birkaç saatliğine ayrılacağımı anlatmak ve küçük adamın olurunu almak için epey dil dökmek gerekti. Topolino’dan bahsetmiştim ona, arkadaşlarıyla oynayacağından, öncekini hatırladı, keyfi yerine geldi. OYUN – PARK! Yeni tamlama!

Topolino gazımı aldı demiştim ya, geçtiğimiz ay o kadar sevdiğimiz mekandan nefret ettik diye özetleyebilirim ama yok detaya gireceğim!

Başımıza gelenleri anlatmam lazım. Annemi Agora’ya bırakacağımız için biraz geç kaldık, 3’ü geçiyordu. Ama elif ve Egenin annesi gelmişti, yaşasın. (bu arada egenin annesine bayıldık, meltem ile tanıştığımıza çok sevindik, Fadişle rastlaşamadık, çok üzüldük, halbuki Arca “Deniz”i arkadaş listesine eklemişti.)

İçerisi o kadar kalabalıktı ki, Arca’yı bacaklarımın arasına sıkıştırdım, girişteki işimi ancak öyle hallettim. Geçen ayki bayan vardı kasada ama o günkü gibi tatlı değildi, zavallım bambaşka bir insan olmuştu. Bizimkilerin yaş grubuna ayrılan bölüme gittim, aman tanrım 7-8 yaş çocuklar var. Hemen görevliye şikayet ettim, cevap : “sabahtan beri 3 doğum günü vardı, zapt edemiyoruz”. Hani ben mi şikayetçiyim o mu anlamadım. Arca bu defa inanılmaz cesaretliydi, hemen oyuncaklara daldı. Nil’in dediği doğru “ulen çocuğu getirmiyorsun böyle yerlere sonra çekingen diye şikayet ediyorsun”!! Doğru söze ne denir! Arca kabuğunu kırdı, kabak çiçeği gibi açıldı da zaman kötü zamanmış.

Neyse grup yavaştan toplanınca yemek almak için yukarı çıktık. Oturacak yer yok, tüm masalar partilere ayrılmış, kenarına ilişelim diyoruz, yok mümkün değil, hatta Tuna asil poposunu yere koymak istemeyip sandalyeye oturdu da iki yaşlı kadın çok pis tersledi, şok olduk. Yemeklerin çok uzun bir sürede gelmesi, yerde yememiz, hepsi ayrı kötüydü, hangisini saysam?

En fenası.. çocuklar zıplarken biz de anneler olarak girdik, çünkü büyük çocuklar da zıplıyor, bizimkileri korumamız lazım. Güzel de sohbet ediyoruz, büyük çocukları bizimkilere yaklaştırmıyoruz. Bir görevli gelip “yaylar çok hassas, burada sizin oturmamanız gerekiyor” diye uyarıda bulunmuş. Elif de “o halde çocuklarımızın büyük çocuklardan korunması için buraya görevli koyun” demiş. Peki koydular mı? Hayır! Büyük çocukların oraya girmesini engelleyemediler, küçük çocukların bölümünde plastik top savaşı yapmalarını da engelleyemediler, ben bir tanesinden nasibimi aldım. Kısa bir süre sonra bu çocuklara ait doğum günü pastasının geleceği anonsu yapıldı, hepsi ipini koparmış gibi koşmaya başladı, Arca da tam o sırada zıplamak için merdivenlerdeydi, vahşi anne panter olarak koşup kurtardım ama meğer zamanlamam o kadar iyi değilmiş, akşam yanaktaki morluktan anladım, darbeyi yemiş bizimki. Hepimiz kızdık, çemkirdik çocuklara ama o büyük çocuklar da çocuk işte, nasıl laf anlatacaksın, işletmenin gerekli düzenlemeleri yapması, gerekirse böyle yoğun günler için eleman ilave etmesi gerekiyordu. Elfanam uyarıları yaptı, ama bizim için artık gitme vakti gelmişti, sonra düzeldi mi, büyük çocuklar ayrıldı mı bilmiyorum. Örneğin Hülya çok önceden ayrıldı mekandan, Tuna çok rahatsız oldu. O kadar stresli bir gündü ki ben tek kare fotoğraf çekmemişim. Hani Arca kırk yılın başı böyle fiziksel aktivite coşkusu yaşayacak, hiç kaçırmam!! Tatsız bir gündü, akşam resmen sızdım yorgunluktan, stresten.

Şimdi terazinin bir tarafına Arca’nın o gün çok eğlenmesini, bugün bile hala “oyun-park” diye tutturuşunu ve geçtiğimiz ay nezih ve düzgün bir şekilde vakit geçirmemizi koyuyorum. Diğer tarafına da bu hafta yaşadıklarımızı.

Arca’nın hatırına bir şans daha vermeli, önceden doğum günü var mı diye sormalı öyle gitmeli belki de, bilemiyorum.

Işığın Öyküsü



hep biz mi anlatacağız öyküleri?

Işık da anlatır.

Sağa sola çarpmaktan dökülmüş boyaları
ve yer yer kemirilmiş plastik tavanı ile

Arca'dan önceki sahibi tarafından da çok ama çok sevildiğini anlatır.

26 Kasım 2010 Cuma

Düz değil düzen değil

Yine dellendim, listeler havalarda uçuşuyor.

Geçen haftanın listeleri, “yediklerimize dikkat edelim” konsepti üzerine kuruluydu. Dikkatinizi çekerim, “diyet” yapmıyoruz (yapamıyoruz) sağlıklı beslenmeyi hayatımızın bir parçası haline getiriyoruz ki biraz kilo verelim. Bu girişimi “diyet” ile adlandırdığımız an pazartesi akşamına bozulmuş oluyor nitekim. Kilo vermeye İlkerin şiddetle ihtiyacı var, ben de son aylarda geri aldığım 2-3 kiloyu versem tadından yenmez. Yok yemeyelim zaten, dikkat edelim ! Dolayısı ile haftalık menüler, sağlıklı atıştırmalar listesi, bu listeleri referans alan market alışverişi listesi … derken yine sayfalar doldu.

Tabii son günlerin tek konusu bu değil, bayram sonrası detoksuna kozmetik de eklendi. İyice derinleşen 30 yaş üstü kırışıklıklarıma çare buldum gibi gibi! 2 aydır hangi kremi kullansam diye karar veremediğimden yüzüme nemlendirici olarak sadece bepanthen sürer olmuştum. Fena da değil hani , fiyat da ucuz : ) Hiç haz etmediğim ve anlamadığım bu konu ile ilgili araştırma geliştirme çalışmalarını pek tabii ki bir liste ile taçlandırmasaydım olmazdı.

“giyecek kıyafetim yok”tan tut da “ayakkabıya ihtiyacım var” gibi olağan cümlelerin peşi sıra gelen malum kadınsal ihtiyaçlar ise bir alışveriş listesinin müjdesini veriyor.

Benim çantalarımdan cüzdanlarımdan, ofisteki ajandamdan, kitaplarımın içinden (kitap ayracı olarak), ceplerimden, çekmecelerimden, mutfaktan, arabadan.. her yerimden liste çıkar!

Böh geldi değil mi?

Bu liste meselesi aslında çok organize bir kadın olduğum için değil tam tersi çok dağınık olduğum için! Başka türlü imkanı yok hatırlamıyorum, dağılıp gidiyorum.

Dağınıklık demişken…

İlker bir gün Ümit ablaya dağınıklığımızla ilgili günah çıkarırken “biz aslında ailecek düzeni çok seviyoruz ama bir türlü düzenli olamıyoruz” demişti.

Puhahah (münasip bir tarafımla gülme efekti)

Alt mesaj : “Ümit abla sen bizim totomuzu topla, napalım biz yapamıyoruz”

Tabii titiz düzenli başak kadını da bu gazla o gün bugündür dağıttıklarımızı toplamakla uğraşıyor. Eve hangi saatte uğrasan derli toplu, (mümkünse akşam saatleri haricinde, akşam biz dağıtıyoruz) o kadar ki Arca’yı bile çalıştırıyor. Ulen bizim dümbelek biz söyleyince 2 oyuncağını toplamaz, Ümit abla ona kitaplığını bile düzenletiyor. Oh canıma değsin, dinsizin hakkından imansız!

Düzensiziz filan diyorum ya öyle havada kalmasın, biraz açayım mevzuyu.

Biz İlkerle mutfağa girdik mi bütün dolap kapakları açık durur. Boylarımız da kısa olduğundan kafamızı çarpmıyoruz, dolayısıyla sorun yok ama mutfaktan çıkınca manzaraya bak bütün kapaklar, çekmeceler açık. Yazın annem yokken yazlığa babamla gittik, benzer bir manzarayı onların mutfağında yaratınca, babam “kızım senin sorunun ne?” demiş, ağzı bir karış açık kalmıştı. Şimdi Arcaya takıntı geldi, açık çekmece görünce kapatıyor. [ İyi iyi birinin gerçekten bizi toplaması lazım: ) ]

Geçen hafta İlknur taşınırlarken ödünç verdiğim yastığı getirmiş, nasıl olsa Elvan gelecek diye 3 gün oturma odasında kaldı. Hayır yani Elvan gelecek, ona yatak yapacağız, ne diye bir daha dolaba koyup tekrar çıkarmakla vakit harcayalım değil mi? Pek pratiğim sorma!

Elvan’ın geleceği gündü, tutuştuk. Ümit abla da yok tabii günlerdir, totomuz toplanmamış, çıldırdık.

İşte ev bu fotoğraftakinden halliceydi.


Üstelik Elvanın gelişi habersiz değil! Önceki gün Arca uyurken yayacağına az topla değil mi?

Dedim ki İlkere “hani çalıştığım için kurtarıyorum, ev hanımı olsam bu düzensizlikle sen beni boşardın!” “yok canıııım” demesini bekledim, DEMEDİ! Ben aslında kendi adıma ev işlerini ikinci plana atıyorum, ilgilenmeyerek mutlu oluyorum, ama tabii ilgilenmek lazım böyle yaşanamaz diye gevelediysem de pek ikna edici olamadım.

Biz nasıl böyle olduk? Ve bu kadar dağınık, düzensiz iki insan nasıl birbirimizi bulduk! (Soulmate diyeceğim, iyice geyiğe vuracağım, sustum!) Annelerimiz düzenli insanlar! Evlenmeden önce evlerimizde düzensizlik görmedik ki? Ben daha babamın çorabını yerde görmemişimdir. Biz ilkerle ciddi incelenmesi gereken bir çiftiz. Hayır, birimiz düzenli olsa öbürünü dürtecek, bir şekilde toplanacağız. Yok bir çare bulmalı, bu gidişe bir dur demeli! Arca şimdi küçük, büyüyecek, bizden görecek, çocuğa ağzımızın tadıyla “odanı topla!” diyemeyeceğiz, demez mi “önce sen topla!” ?

İşte böyle… o buhranlı günün ardından İlkerle mutfak masasına oturmuş, bunları konuşmuştuk. Yeni kararlar aldık.

* Madem toplamaktan hoşlanmıyoruz, dağıtmamaya çalışalım
* Eve gelip de üzerimizi çıkarınca çıkardıklarımızı yerine koyalım, kirlileri kirli sepetine atalım
* Mutfakta yemek yaparken işi biteni yerine kaldıralım
* Arca’nın oyuncaklarını öncelikle onunla, mümkün olmadıysa mutlaka kendimiz toplayalım
* Aynı Arca’ya anlatmaya çalıştığımız gibi, her şeyi “yerine” koyalım

----- Bak bu da kararlar listesi… yapıverdim hemencecik: ) ------

1 hafta geçti, kendi adıma uğraş veriyorum, serde dağınıklık var, düzelir miyim? Zaman gösterecek, belki Arca sayesinde upgrade olacağız belki dağınık bünye iflah olmayacak. Ama en azından denemiş olacağız, değil mi ya:)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Dumur Diyalog #1



Hülya ile Tuna’nın uyuma hikayesini her akşam anlatarak uyutuyordum ya (aha işte hikaye de burada) derken artık kendi kendine uyumaya başladı, hikaye rafa kalktı.

Geçende bir akşam yine ışık açık kalsın, uyumayayım isterken, ben kendimce hikayeye heyecan katmaya çalışarak başladım anlatmaya.

Yeliz: Arca bugün ben kiminle konuştum biliyor musun?

Burada gözlerini kocaman açıp merak etmesini bekliyorum.

Ama o gayet sakin;

Arca: Hüla

Yeliz: Peki Hülya kim annecim?

Arca: Anne!

Yeliz: Kimin annesi?

Arca: Una

Yeliz: Peki hikayeyi bildiğine göre ne yapman gerekiyor?

Arca kafayı gömer, uyur!

---------------------------------------------------------------------------------

Not: Fotoğraf Topolino günümüzden kalmış, eskileri karıştırırken buldum. Bu ikiliye dayanamayıp çekmişim. Bize güzel bir uyku öncesi armağan eden Hülya ve Tuna, teşekkürler :)

23 Kasım 2010 Salı

Lovable two : )

Sözlerimi geri alamam
Yazdığımı baştan yazamam
Bir daha geri dönemem


Ama…

Tükürdüğümü pekala yalayabilirim.

Annelik = tükürdüğünü itina ile yalama becerisi

“Terrible 2” etiketli yazılarım pek neşelidir. Lakin günlerin güzel geçtiği de oluyormuş, “terrible” diye yaftaladığın “lovable” olabiliyormuş.

İki yaş sendromlarına girdi, bu kesin! Nereden mi biliyorum? “kendi”, “Arca”, “ben” kelimeleri yükselişe geçti. Cumartesi öğlen Arca uyurken Elvanı havaalanına bıraktım, kısa bir kuaför ziyareti sonrası kısa saçlarımla eve döndüm. Hava şahane, Arca uykudan pembeleşmiş yanaklarla kalkmış birkaç lokma atıştırmış, “hadi” dedim “parka!” Önce itiraz etti lakin evde Orçun ve Tufan var, PES oynamaya gelmişler, onlarla takılmak ister ama babalar onu istemez neyse sonra kova kürek çantasını görünce jet hızıyla kapının önünde bitti, elinde boyu kadar çanta ile! Parka gittik, zaten yol kenarında küçük bir park, kimseler yok. Arca kaydıraklara daldı. Merdivenlerini çıkarken 40 defa düşünen cüce bu defa patır kütür tırmandı. Çıktıktan sonra baktım kaydırağa gitmiyor, bir köprü yapmışlar, malzeme; ahşap ve zincir, yürürken ayakta durmakta zorlanıyorsun, işte istikamet o tehlikeli bölge. Hemen tırmanırsın peşinden. Elini tutayım diyorum, basıyor yaygarayı “ARCA!!” “kendiii” elini tutturmuyor. İyi de bit kadar ayaklar araya sıkışacak, düşecek, kalbim ağzımda! Indiana Jones filmlerinden bir küçük sahne sergiledik oracıkta! Saymadım ama yıllardır spor yüzü görmemiş bünyenin akşam her yerinden et kesmesinden yaklaşık 10 defa aynı sahnenin tekrarlandığını tahmin edebilirim. Hatta kaydıraktan “kendi” kaymakta ciddi ısrar eden Arcayı rahat bıraktığımda bir kadın “aa napıyorsunuz, beraber kayın, daha çok küçük” diye park analığı yaptı.

Gıkımı çıkarmadım, hatta gülümsedim içtenlikle, çemkirmedim, iki sebebi var;

Birincisi hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan biriydi. Kadın “ne rahat kadın!” diye düşünmüştü ve ben “relax” olamadığım için kendime kızar dururdum. Demek ki neymiş? Biz çocukları eğittiğimizi sanırken çocuklarımız bizi yola getirirmiş. Yiyorsa beraber kayalım de, bastı mı yaygarayı feleğini şaşırırsın!

İkincisi ve en önemlisi kadının kocaman bir köpeği vardı ve benim totom çemkirmeye yemedi!

Parkta Arca sakin sakin kova kum kürek üçlüsüne dalmışken annenin 3-5 sayfa kitap okuyabilmesi ... bu görüntü lovable değil de ne sorarım!!

İki yaş sendromunun “kendim” konulu bölümüne daha yeni yeni alışıyoruz, dolayısı ile mutlu görüntülerden fire verdiğimiz oluyor. Cumartesi akşam dostlar bizdeydi, Poyraz bebesi dahil 8 kişiydik evde. Bizim dışarıdan söylenen mamalarımızı beklerken alelacele Arcayı çorba ile besleyeyim dedim. Bastı yaygarayı, nerdeyse karşı komşu kapıya dayanacaktı. Herkes mutfağa koştu, sandalyeye mi sıkıştı, eli mi acıdı, derken anlaşıldı, çorba sıcaktı ve anne Arcaya üfletmesi ve önündeki tabağa azıcık koyması gerekirken kendi üflemişti. Densiz işte ne olacak!

Bir de “ama ama ama”lar var. Park onun olacak, hiçbir çocuk onun tırmandığı merdivenden ve kaydığı kaydıraktan kaymayacak. Yoksa “ama ama ama”lar başlıyor. Şimdilik bu paylaşmama hali nasıl aşılır bilmiyorum, zamanla her şeyin ona ait olmadığını anlayacak.

İki yaş çocuğu için ne demişler?

“Benim olan benimdir
Şimdi oynamadığım ama daha sonra oynayabileceğim oyuncak da benimdir.
Elindekini beğenir ve oynamak istersem benimdir”



Şimdi bir anne itirafı; Arca ile baş başa kalmaktan korkardım ben! Gerçekten! Nasıl oyalayacağımı bilmez, önceden stratejiler belirler, oyunlar, aktiviteler icat eder, o baş başa günü nasıl geçireceğimi tasarlardım kafamda. Hele yorgun bir günün akşamı İlker eve geç gelecek ise, karalar bağlardım. Hele hele o malum iki yaş!! Annemin menopozu o kadar germedi beni!

Ama bu tatil harika zaman geçirdik. Sohbetler ettik, alışverişe çıktık, geçen geldiğinde yabancıladığı Elvan’ın koltukaltından inmedi, defalarca kitap okuttu, kahvaltıya gittik, her gün parka gittik, çok öptük çok öpüldük ve günlerin nasıl geçtiğini anlamadık.

Artık bayramın coşkusu mu, anne baba ile geçirilen dolu dolu 9 gün müdür sebep, bilinmez, bizim cüceden gayet memnun kaldık bu tatil.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Arca ilk defa ...

Hayatımın en güzel tatiliydi! Detaylara girmeyeceğim, özetle... aile, arkadaşlar, Elvan, pastırma yazı, dinlenme, Arca, Arca, Arca ...

Ne çok ilkler yaşadı!

Sincap gördü.

Kahvaltıya gidelim demek bizim için Gizli Bahçeye gidelim demek. Çok hızlı bir servisi ve nefis kahvaltısı var. Asırlık ağaçları, Atatürk’ün kahve içtiği tarihi kamelyayı ve şanslıysanız – ki biz şanslıydık - ağaçlarda sincapları görebilirsiniz. Zamanı ise dalından mandalina toplayabilir, toplayan köylüleri seyredebilirsiniz. Arca’nın deliksiz uyuduğu ve geç kalktığı tek gecenin sabahında, hazır Elvancım da bizimleyken ve hava muhteşemken kahvaltıya gitmeye karar verdik. Arca genelde sabahın köründe kalktığı için kahvaltı organizasyonuna ancak ara öğünü denk gelirdi, bu defa bizimle kahvaltı etti. Bak bu da bir ilk : )

...................................................................

Dut kurusu yedi, hem de Cansu’nun elinden!!

Bizim ara öğün zulamızda kayi (kayısı) ve üyum (üzüm) vardı, onlarınkinde dut. Arca yemeye, Cansu yedirmeye bayıldı.

...................................................................

Çizgi film izledi. Mickey Playhouse! Ve aşık oldu. Bayram harçlıkları ile Mickey ve Donald oyuncakları satın aldı. Onlarla uyudu, onlarla yemek yedi, onlara yemek yedirdi, onlarla gezdi, mıçtı… “hey bilgili!” demeyi öğrendi. Bittiğinde hüngür hüngür ağladı, teselliyi yine oyuncaklarında buldu. (evet daha bu yaşta o çarkın içine biz de girdik, ha ben10 ha kayyu - mu ne - ha mickey? hiç farkı yok, sadece çizgi filmi izlemekle kalmıyorsun oyuncağını da alıyorsun. Zaten hediye gelmiş mickeyli nevresim takımımız vardı, şimdi tam oldu! bakalım daha neler göreceğiz!)

...................................................................

Birkaç saniyeliğine de olsa televizyona çıktı.

Çok güzel dostlar edinmemizi sağlayan Nurturia ailesinin Kanal D ana haber bültenindeki tanıtımında video lazımdı, Damlaya göndermiştim, birazında görünüyor. Hehe celebrity anası oldum yav!!

...................................................................

Tavşan gördü, hatta peşinden koştu, düştü, yılmadı bir daha koştu.

...................................................................

Ve son olarak at sevdi ve bindi!
Pazar günü iki saatlik öğle uykusunu almış ve dinlenmiş olarak yemeğini yedi ve atları görmek için yola çıktık. Falabella’da Cansularla buluştuk.

İşte atlarla Arca’nın öyküsü…


Önce heyecanla ama sakin sakin yaklaştı, “bin! Bin!” diye talebini dile getirdi. Açık konuşayım biz sevebileceğine bile ihtimal vermedik.


Kafasını çitlere dayayıp uzun uzun seyretti. Ortamı kokladı.

Arada çimlerde koşturup oynadı. Sonra yine atlar geldi aklına, önce babasının kucağındayken sonra da kendi başına sevdi, okşadı.



Yine tutturdu “bin! Bin!” diye, “emin misin?” dedik, “EMİN!” dedi ve bindi!! 3 tur attı. Öyle mutluydu ki… Sabah çok özlediği Ümit teyzesine anlatıyordu “at! Bin! Dıgıdık!”

16 Kasım 2010 Salı

Bayram traşı ve mutlu bayramlar



Arca ilk defa berberde traş oldu, bundan önceki 2 seferi evdeydi. Berberde müthiş eğlendi, hala nereye gidelim deyince "berbere" diyor.



Mutlu bayramlar

Cimcim Tekir ile Minnoş

Ev ayakkabısı mı alsak dedim, yok hem pahalı hem bizim ev sıcak hem de izmir’de kış ne kadar ki? E bi de giymek istemezse? Caydım… Twiggy’de bu çorapları buldum. Pırtık Tekir kitabından beri daha da kedi delisi olan Arca’nın ruhuna iyi geldi bunlar. Çok kalın, altı kaymıyor. İyice soğuklarda başka bir çorabın üstüne giydiriverirsin.
Bazen arıza çıkarıyor. Giymek istemiyor. O zaman anne başlıyor kedilerin ağzından konuşmaya “aa Arca biz seni çok özledik, sen bizi özlemedin mi? Hadi otur da ayaklarına bakalım, hmm üşümüş hadi giy bizi pisi pisi miyaaav”. Allahım nasıl da saf nasıl da içten! Biliyor onları benim konuşturduğumu yine de tava geliyor, onları bağrına basıp geçirtiyor ayağına. Giymekten leş gibi olunca 2 çift daha ev çorabı oldu, biri yine kedili biri dalmaçyalı.

Bu çoraplar sadece çorap değil. Bambaşka görevleri de var. Mesela geçen gün Arca’ya balık yedirmeye yaradı. Şöyle ki: Balıkları fırına koyduktan sonra ben salata yaparken Arca’nın önüne de marul koydum, o da kendince kesiyor, salata yapıyor. Bu arada havuçtu, mısırdı, soğandı derken yemek öncesi epey atıştırdı. Sıra balık yemeğe gelince yan çizdi düdük!! Uy faka bastık! İlker balıkları ayıklarken biz Arca ile bizim yatağa gittik, tepişiyoruz, arada “balık yiyelim, hadi mutfağa gidelim” diyorum HAYIM! Diyor. Neyse tepişirken çoraplar çıktı, ben de onları kukla yaptım. Biri Minnoş oldu diğeri Cimcim Tekir (Pırtık tekirin bebeleri) balıkları çok sevdiğinden tut da cimcimin güzel miyavlamasını balığa borçlu olduğuna kadar epey dil döktüm, baktım gelmiyor. Aldım çorapları mutfağa. Allah biliyor ya son kozumdu. Baktım pıtı pıtı geliyor düdük! Ben göz ucuyla seyrediyorum, bir taraftan çoraplara pardon cimcim ile minnoşa balık yediriyorum. Hop oturdu. Bi kendi yiyor bi kedilere yediriyor. Arada yüksek tonda miyavlıyor, ben gaza getiriyorum, yok daha çok ye ki sesin daha çok çıksın Hüsnü’nün kedisi sen ol diye!! 350 gr civarında bir çipura mideye bu bir çift çorap sayesinde indi!!