9 Haziran 2011 Perşembe

Sürece mi sonuca mı?

Aslında bu yazı tam bir "Arca bugün ilk defa..." başlıklı yazı olacaktı.

Az önce uykumu kaçıran yatak sohbetinden sonra soluğu bilgisayarın başında aldım. Önce Esra Özlem'in klavyesinden çıkmış küçük bir öykü ile kendimden geçtim. Şimdi de bloğun başına geçtim.

Cümlemizi tamamlayalım, "Arca bugün ilk defa bir konser izledi, çok keyif aldı ve deliler gibi alkışladı. Kendisinden beklenmeyecek bir konsantrasyon performansı ile cemi cümlemizi şaşırttı."



Duru bugün çok başarılı bir solo performansı ile en az Arca kadar şaşırttı bizi. Gururlandırdı, sevindirdi. Son olarak - Duru mezun olduğum okula devam ediyor - müzik öğretmenlerinin benim de öğretmenim olması da şaşırttı, kendimi genç bile hissettim :) İlker de pek şaşırdı hatta salondaki sessizliği yaran bir kahkahasına engel olamadı: Kendisine Nevval Hoca'nın beni ısrarla koroya almak istemesi ile ilgili anımı anlatmıştım da, sesimi ve yeteneğimi pek çekemiyor kıskanç ruh:P



Şimdi İlker fosur fosur uyurken benim uykum kaçmış sonuç süreç muhakemesi yapıyorum.

İlker, müzik konusunda bilgi ve yetenek sahibidir (benim aksime:P). Dolayısı ile bugün bir oda orkestrası dolusu çocukların çalamadıklarını düşündü. Gerçi bunu anlamak için müzik otoritesi olmaya gerek yok, işitme kaybınız olmasın yeter.

Hatta bu yıl liseden mezun olan bir kızın yaklaşık 10 senedir viyolonsel çaldığını öğrendik. Çalabiliyor muydu? İlkere göre bu kadar sene bir şeyi bu kadar çalışırsan çok başarılı olmalıydın.

Bence? Bıraksalar sabahlara kadar tartışırım bu konuyu.

Bu çocukların belki hiç biri güzel çalamadı, sonuca varamadı, ama hepsi çabaladı mı? çabaladı!

O ablamız müzik otoritelerini tatmin eder mi? Bilemem, ama ben hayatının en deli çağlarında ergenlik süresince böyle çok da popüler olmayan bir aleti çalıştığı için, istikrarı için alnından öperim.

İlker'e katıldığım noktalar var. Ona göre bu çocukların çoğunluğu için bu geçici bir heves. (kuvvetle muhtemel!) Belki pek çoğu ailesinin yönlendirmesi ile başladı bu işe, hani bir çocuk neden keman çalmak istesin ki? Olabilir?

Ama futbol takımında oynayan her çocuktan Arda olmasını, piyano çalan her çocuktan Fazıl Say olmasını bekleyemeyiz. Beklememeliyiz.

Pek çok konuda sonuç odaklı bir bakış açım olmasına rağmen bu konuda çok çeliştim kendimle. Belki sanata olan hevesimin her zaman yeteneğimden fazla oluşundandır, belki okul hayatımın böyle performanslarla dolu olmasındandır, belki okullu Yeliz olarak empati kurmuşumdur, kim bilir:)

Anne Yeliz olarak, Arca'yı yönlendirmemeye karar verdim hatta el sıkışmasak da İlker'le anlaştığımızı düşünüyorum. Bir şeye ilgisi varsa, sal gitsin, çok gaza getirme, yönlendirme, illa ki yapmak isterse yolunu bulur. Su yolunu bulur :)

Büyüklere Masallar

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde...

Uzak kasabanın birinde adetmiş, gelin olacak kızların çeyiz sandığına tohum konurmuş. Kırk sene önce bizim kızın payına da bir çiçek soğanı düşmüş. Yıllarca saklamış, çeyiz sandığının en tenhalarında.

Uzun yıllar sonra bir gün yazlığı olmuş bizim kızın. Beyaz saksılara bu çiçeği ekmiş, çiçek yerini pek sevmiş, hemencecik yarıvermiş toprağı. Narin incecik bir dalı çıkarmış topraktan, tek dal. Hem dal hem yaprak. Ucundan tomurcuğu çıkarmış, sonra da işte böyle pespembe açarmış. Daha doğrusu açması beklenirmiş.



Pek güzel gidiyor değil mi? Evet arızaya az kaldı.

Bizim gelin hanım, bir gün fark etmiş ki, bu yapraklar daha çiçek açmadan koparılıyor, bir de nispet yapar gibi yapraklar saksının içine bırakılıyor.

Kim yapar? Neden yapar? Acaba gözünü diken illa ki soğanından isteyen komşular mı yaptı? Kedi olsa niye uğraşsın incecik otla? Kim kim?

Acaba kendiliğinden mi dökülüyor? Hastalık mı geliyor çiçeğe?

Uzun süre böyle çiçek açmadan dökülmüş yaprakları.

Bir botanikçiye sormuşlar, botanikçi bilememiş ama öğrenmişler ki ZIPÇIKTI denen bu çiçekten artık pek yetişmiyor. Ayrık otu kılıklı çiçek iyiden iyiye kıymete binmiş.

Artık çiçekten iyice ümidi kesen hanım, günlerden bir gün iki kızından küçük, haylaz ve cadı kılıklı olanını görmüş saksının başında. Bizimki kıvırcık sarı kafasını gömmüş saksının içine itinayla yoluyor yaprakları. Hem ne yolmak!! Yolup yolup bırakıyor saksının içine.

Ellerini birbirine çırpıp temizlerken dönüyor kız, annesiyle burun buruna geliyorlar.

"Hah! ben de sana ne diyecektim! Babam görev verdi, bi tane ayrık otu kalmayacak bahçede dedi, ya bu saksıya bir ayrık otu dadanmış, yoluyorum yoluyorum çıkıyor. Söyle babama kendi yolsun bu ne be!"

Bu hikayenin üzerinden yirmi küsür sene geçmiş olmasına rağmen hala gülerler.

Gökten üç zıpçıktı soğanı düşmüş,
biri hikayeyi sabırla okuyanlara,
biri çeyiz yadigarına tekrar ve sonsuza kadar kavuşan gelin hanıma,
biri de ne zaman bu çiçeği görse; "ayrık otu gibi kardeşim ne bileyim ben, babam yol dedi, yoldum, daha da uğraşmam bahçenizle" diye çemkiren bana:)))

8 Haziran 2011 Çarşamba

Dumur diyalog #10

Sohbetler çoğaldıkça diyalogların pek dumurluğu kalmıyor. Demek ki keramet Arca’da değil bizim ilk heyecanlarımızdaymış.

Heyecan deyince… Arca’nın son günlerde cümle içinde kullanmayı en çok sevdiği kelime bu:
“Heyecanla öptüm!”
“Heyecanla yedim!”
Her şeyi heyecanla yapıyor son günlerde.

Geçen Hülyalara gideceğiz, yolda Elalarla buluşacağız, birlikte gideceğiz diye ön hazırlık turlarından geçmişti. Orçun bizde, sohbet ediyorlar:
O: Kimler gelecek Arca?
A: Tuna, Ela
O: Ela kız mı erkek mi?
A: Kız gibi bişey!



Arca’ya göre bütün oyuncakları konuşur.
“…demiş” diye bir cümle sonu yakalarsın, sorarsın “kim demiş?” Ya kuzudur, ya pandadır, ya şimşek mcqueendir.

Geçen arabaya bindik, önceki yolculuktan çöp kamyonu kalmış, özlemiş, istedi tabii. Hani ben de muhabbet kuracağım ya;
“A çöp kamyonu ne diyor Arca’cım özlemiş mi o da seni?”
“Çöp kamyonları konuşmaz.”
“Haklısın. Ne yapar o halde?”
“ıhn ıhn yapar!”

7 Haziran 2011 Salı

“okul bakmaa gidiyoz!”

Kreş gezmek için cuma günü izin aldım, Arca da sabaha turlarına bizimle katılırken böyle diyordu “okul bakmaa gidiyoz!” evet gittik aldık boyumuzun ölçüsünü geldik.

İstisnaymışız biz öğrendik, bulutların üzerinde geziyormuşuz, balonumuz söndü, iniverdik.

İstisnaymışız çünkü diğer velilerin aksine;

Biz çizgi film izletilmesine fitil oluyoruz, çizgi film izlemenin yerinin okul olmadığına inanıyoruz. (sadece bir tanesinde ayda bir sinema günü yapıldığını ve öncesi ile sonrasında film ile ilgili çalışmalar yapılarak interaktif hale getirildiği anlatıldı, diğerleri için çok doğaldı, çok normaldi)

Biz yıl sonu gösterisinin ne şartlar altında yapıldığını soruşturuyoruz (dikkatinizi çekerim var mı diye sormaktan vazgeçtik, illa ki var! Yaklaşımlarını soruyoruz sadece).

Biz kışın çocukları bahçeye çıkarıyorsunuz değil mi diye araştırıyoruz, aman ha çıkarmayın demiyoruz.

Biz elimizde anaokul müdiresinin bıyıkaltından güldüğü bir kara kaplı deftere aldığımız notları taşıyoruz yanımızda.

Dik merdivenleri sorguluyoruz. Çimden halıdan geçtim, koşmaya müsaade etmeyen küçük bahçeye dudak büküyoruz.

Biz "ağlar ağlar alışır" şeklinde yönetilen bir alışma sürecine dehşetle hayır diyoruz.

Biz çok methedilen yemek listelerini aldığımızda ikindi kahvaltısı için meyvanın yanına şokellalı ekmeği görünce hayretler içinde kalıyoruz. Hangi insan evladı şokellalı ekmek varken elma yer?

Yedi adet okul gezdik. B.k atacak değilim, benim beklentimi karşılamaz başkası sever mutlu olur. Ama içindeki eğitmenlerini sevdiğimiz okulun fiziki koşullarından tırstık, fiziki makyajı pek güzel olanın ya eğitimi hakkında nahoş şeyler duyduk ya da sınıflarını kalabalık bulduk.

Ahşap oyuncaklardan, Montessori, Waldorf gibi ekolleri takip etmelerinden, iki dille eğitim yapmalarından, gerçek çim bahçelerden, domates salatalık ekmelerinden, yüzme havuzlarından, kuştüyü yataklardan geçeli çok oluyor.

Atla deve değildi istediğimiz, sadece;
- Şefkatle yaklaşılacağına inandığımız insanlar
- Temizlik ve tehlikesiz fiziki koşullar
- 8-10 kişilik sınıf ve sınıf için iki öğretmen
- Sürekli bir çocuk psikoloğu
- Her gün çıkılacağına inandığımız kullanılabilecek bir bahçe
(Bir de mümkünse yıllık 20.000 TL olmasın be, o-ha dedim yani!)

Bu beş maddeyi bir arada bulunduran, -hadi işimizi biraz daha kolaylaştıralım - birkaçından fedakarlık edebileceğimiz bir okul bile bulamadık henüz.

Omuzlarımız düşmüş halde eve döndüğümüzde Ümit ablaya "böhhüüü gitme bizi bırakma!" diye ağlayacaktık neredeyse. Hatta bir süre daha, başka bir bakıcı ile devam mı etsek acaba diye düşündük. Ama ne olacak en fazla Arca bir yıl daha büyümüş olacak. Sürecin çarkına bir defa daha gireceğiz.

Bu süreçte değerleri fikirlerini paylaşan Elfanam, sağduyusu ve tecrübeleriyle destek olan dostlar var neyse ki...

Vazgeçmiş değiliz, en azından şimdilik.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Pazar

Tulumbadan lezzetli ve buz gibi su çıkartmak istiyorsan 50 defa çekeceksin! Dedem bağda susadı mı buz gibi bir bardak su istediğinde "50 kere çek" diye seslenirdi arkamızdan, bir bardak su için o da biz de 50 defalık şıkkıdı şıkkıdı tulumba çekmeyi bekler üşenmezdik. Torunlar o bir bardak su için sıraya girerdi.



Bizimkiler o eski günlerin anısına bizim veletler de tulumba keyfini yaşasın istemiş olacak bu tulumba tesisini geçtiğimiz yıl törenlerle hizmete açtılar. Tabii Arca tulumbanın suyunu çıkardı. Anlatmama lüzum var mı?



Geçen yıldan kumlu klamış kovar kürek takımlarını tarihi süsü verilmiş çeşmede (babama sorsan uzman tarihçilere Osmanlı çeşmesi diye yuttururmuş. Tabii Özdere'de Osmanlı çeşmesi, oldu, görürsem söylerim) yıkadı, sezona hazırladı. Çok işi vardı çoookkk!



Arca totosundan ter akasıya çalışadursun biz ailecek;

İlk çiçeğini vermiş salatalık fidesine sevindik.



Yer çekimine karşı verdiği savaşı iplerle destekleyen yeni saksısında taze sardunyaya güldük.


Mevsimle birlikte bahçenin heryerinde arsızca biten papatyalara şaşırdık.



Olgunlaşıp yere düşmüş, güneşten reçineleri iyice ballanmış kozalağın içinden çam fıstıklarını tek tek çıkarıp kırdık, mis gibi yedik. O çam fıstığının tazesi ne güzel oluyormuş yav!!



Ellerimden çam kokusu hala geçmedi.

4 Haziran 2011 Cumartesi

öyle tembelim ki...


kahvemi koymak için sehpa çekmeye üşendim. hatta koltukta fotoğraf makinası olmasa imparatoru sehpa olarak kullandığımı muhtemelen unutacaktım.

Dün kreş bakmak için izin kullandım. Sabah dokuzdan akşam altıya kadar hiç durmadan dünya kadar okul gezdik. Ama o kadar tembelim ki başka bir posta bırakıyorum.

Tembellikten Arca'ya sandalet de bakamadım, akşama bıraktım. İlkerin de işler uzayınca bu saate kaldı. Arca'nın işbirlikçiliği olmasa hiç gözüm yemezdi. Hatta yarın yazlıkta tulumba ve su ile oynamayı yasak ederdim. Tembel ve bencil anne profili:P

Eve gelip de Arca'yı uyutma düşüncesi o kadar yordu ki beni, tam 4 defa Emre Aydın - Dayan Yalnızlığım şarkısını dinleyerek (başka şarkıya geçip risk alamazdık) araba ile dolaştık, uyusun diye. Kolikli bebe uygulaması! Gözler kapanıyor, biz İlkerle puhhaha nasıl koyduk şeklinde sessiz ama hareketlerle tezahurat yapıyoruz. Cücenin gözleri aralanıyor hop istifimizi düzeltiyoruz, sus pus:) Neyse ki arabada uyudu. Bezini değiştirmedim hala, tembellikten!

Hatta şu anda mutfakta dağ gibi akşam bulaşığı beni bekliyor ama ben burada klavye tıkırdatıyorum. Allahım nasıl tembel bir insanım!

Canım da fındık istedi, İlker'e söyleyeyim de getirsin, yerimden kalkasım yok.

3 Haziran 2011 Cuma

Hayat böyledir işte

İşe paçoz gittiğin gün, ani bir müşteri ziyareti olur ya da ofiste kimsenin görmeyeceğini düşünürken öğlen Foruma gidesin gelir ve bingo mutlaka birileriyle karşılaşırsın. “Bu ne hal” diye soran gözlerden gözlerini kaçıramazsın.

Yediklerime biraz dikkat edeyim dersin hop üst üste dışarıda yemekler, arkadaş toplantılarında veya sırf İlkerin canı çektiği için pizzalarla geçirirsin öğünlerini. Hehe muzır lezzetlere hayır diyemeyen bir bünyen var:P Sonra alkol detoksuna girmeye karar verdiğinin akşamı bir kutlama olur, bir kadehçik deyiverirsin:)

Az tasarruf yapayım derken telefonuna su dökülür, bir de densiz tamirci kocana “bu kadın milleti de hiç malın kıymetini bilmez zaten abi” gibi atıp tuttu mu, telefon tamirinin ücretine mi yoksa tamirciye söveyim diye şaşar hatta lafı yediğinle kalırsın.

Toplantı gündemi kalabalık diye uçak biletini geçe alırsın, erken biter, havaalanında uzun saatler takılırsın. Erkene alsaydın garanti ateşli tartışmalarla uzar giderdi toplantı, uçağı kaçırırdın.

En gergin olduğun gün Arca’nın krizi tutacağı tutar, en yorgun olduğun gün uyumayacağı…

Kitap okuyayım dediğin akşam sızarsın, TV izleyeceğin akşam izleyecek bişey olmaz boş boş zaplarsın.

"Hayat böyledir işte" diye başlık atmışım da hayat hep böyle olmamalı ya, bir yerde bir yanlışlık var.

Besmelesiz mi çıkıyorum evden ne!?

2 Haziran 2011 Perşembe

Uzaylı Lulu ve Arca'nın maceraları

Bu aralar Arca’yı uykuya cebren ve hile ile yollamak alışkanlık halini aldı.

Geçenlerde;
Y: Arca! Saat on, yatağa kon!
A: konma ! konma! Uyumayım uyumayım !
Y: O halde uzaylı Lulu ve Arca’nın maceralarını köpeğe anlatacağım, ben yatağa gidiyorum.
A: Bana anlat bana anlat bana anlat bana anlat

Dedi ve önümden rüzgar gibi geçip yatakta benden önce yerini aldı.

Olayın tanığı İlker, “hohoy mıçtın yavrum, hadi anlat bakalım şimdi” diyerek bir defa daha ne kadar destekleyici bir koca olduğunu gösterdi. Pis ya, resmen kafa buluyor benimle.

Allah biliyor ya, Arca’nın odasına girerken “ulen ne sallayacağım şimdi” diye düşünüyordum.

“Bir varmış bir yokmuş…” kısmını epey uzattım, aklıma bir şey gelmiyor. Uzaylılar pek ilgi alanıma girmiyor. Nerden aklıma geldi, hay …. Ayı de, tavşan de, hayvanlar alemine dal, uzaylı senin neyine!

Neyse o gün yaptıklarımızı anlatayım, bir yerden uzaylıyı kaktırırız.

“Arca ile annesi bir gün ….”

Bi halt da yapmadık o gün, bütün gün evdeydik, temizlik yaptık, gezmeye bile çıkmadık. Elektrik süpürgesinin içinden mi çıksa acaba Lulu? Yok lan mikropları anlatırken elektrik süpürgesinden örnek vermiştik, şimdi uzaylıyı mikropla bağdaştırmasın.

Garibim bu arada yatmış sırt üstü, masal bekleyen koca kara gözlerini dikmiş gözlerime öyle bakıyor. İçim parçalandı.

Ahan da buldum! Akşam yemekten sonra kapının önüne çıkalım diye tutturmuştu.

“Arca ile annesi, hava karardıktan sonra çıkmışlar kapının önüne
Işıklı yeşil topu elinde
Futbol oynamışlar kahkahaları uzak semtlerin göklerinde çakan şimşeklere karışmış.
Arca’nın yeşil topu ışıklıymış, sektirdikçe ışıl ışıl yanarmış.
Gökyüzünde UFO’larıyla gezintiye çıkmış olan uzaylı ailesi bizimkilere rastlamış
Ailenin en küçüğü Lulu, bu ışığı uzun zaman önce kaybolan arkadaşı sanmış
“İnelim bakalım” diye tutturmuş
Annesi karşı çıkmış,” yeryüzü tehlikelerle dolu
Hiçbir yere gidemezsin Lulu!”
Babası ufaktan cesaret vermiş, “bi baksın gelsin bir şey olmaz” demiş.
Anne de çaresiz razı gelmiş.
Uzaylı ailesi yeryüzüne inedursun,
Bizim Arca yorulmuş, top oynamayı bırakmış.
Tam eve dönecekken sokağın başındaki nakliye kamyonunun farkına varmış.
Annesi ile kamyonun yanına gidip taşımacı amcaları seyretmişler.
Öyle eğlenmişler ki zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler.
Bu arada Lulu bahçeye çoktan inmiş bile,
Ama arkadaşı sandığı ışıklı topu bulamamış bahçede.
Ne yapacağım diye kara kara düşünürken
Arca merdivenlerde topu düşürüvermiş elinden
Lulu hemen topa doğru koşmuş
Arkadaşı olmadığını anlayınca çok bozulmuş.
Başından geçenleri anlatınca Arca’ya, hiç tereddüt etmemiş Arca,
“hadi gel doğru yukarıya!”
Birlikte yemek yiyip oyunlar oynamışlar
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlar
Ta ki Lulu annesini özleyinceye kadar
Arca’nın annesi demiş ki; “üzülme az sonra gelirler, bak ben balkondayım
Hadi siz gidip oynayın”
Bahçeye inen UFO’yu görünce, el sallamış hemen buyur etmiş içeriye
Annesine sarılmış hemen Lulu
Arca mutlu, Lulu mutlu
Tekrar görüşmek üzere sözleşmişler, bundan böyle Lulu ne zaman dünyaya gelse birlikte oynamışlar, eğlenmişler…."

Arca da onbeş dakika içinde gözlerini uykuya yummuş...

1 Haziran 2011 Çarşamba

Yemek ile bulaşıkları toplamak arasındaki o küçük zaman diliminde

Hafta sonları gelsin diye iple çekip hızlıca tüketiyoruz birlikte olduğumuz zamanları. Sanki yalnız kalmaya korkar gibi hep bir plan program peşindeyiz. Yapacak bir şey yoksa elimizi ayağımızı koyacak yer bulamıyoruz sanki. Oysa miskinlik de ne güzel be!

Bütün pazarı evde üzerimizde pijamalarımızda geçirdiğimiz günün akşamı, bunları düşünüyordum.

Günlerdir yağan yağmur, belli ki o akşam uzak semtleri ıslatıyordu. Lakin uzaktan gök gürültüsünün sesi geliyordu, yolun kenarında cinsini bilmediğim o bol yapraklı ağaç epey sallandığına göre rüzgar olmalıydı. Geçiş mevsimlerinin o taze serinliği, aralık pencereden yüzüme vuruyordu.

Kirli tabaklarla dolu sofrada, önümde sanki beş kişilik yemek için hazırlanmış kocaman bir salata kasesi, bir taraftan otlanıyorum, bir taraftan şişenin dibinde kalmış şarabı yudumluyorum. Arca’nın tabakta bıraktığı yemekleri yemekle salata arasında kalmışım, salatayı seçtiğim için ödül yudumları bunlar.

Yemek bittikten sonra sofrada oturmayı severim. Tercihen dostlarla sohbet ama kimse yoksa da ya dışarı izlerim, ya da kahvaltıysa mesela gazete okurum, elimde keyif çayı. İlker nefret eder ve karnını doyurur doyurmaz vınlar. Hiç dert etmem, bulaşıkları toplamak ile yemek arasındaki o keyifli anların tadını çıkarırım. Arca da İlker gibi, “doydim” dediği anda sofrada tutmak namümkün.

Düşünüyorum, illa ki gezmek tozmak organizasyon yapmak gerekmiyormuş, ayakkabılığı temizlemek, temizlik yapmak, ve bunların her aşamasına Arca'yı dahil etmek de eğlenceliymiş.

Arakladığım küçük zamanların keyfini çıkarırken, salondan Arca ile İlker’in saklambaç sesleri geliyor.

Sesler gittikçe yaklaşıyor ve küçük cücenin mutfağa girmesi ile bana ve keyfime ayrılmış sürenin sonuna geliyorum. Yoğun ısrarlara dayanamayıp saklambaca dahil oluyorum.

31 Mayıs 2011 Salı

Önceki hayat diye bir şey varsa,

ben benimkini okudum.

Reenkarnasyon mu ne, hiç inanmazdım. Taa ki komidinin üzerinde bir önceki kitabın bitmesini hasretle bekleyen ve bana çapkınca bakan o kitaba başlayana kadar, daha başlamadan kaçamak fotoğraflarına baktığımı itiraf ediyorum, saklayacak değilim.

Kitaba geçen haftaki İstanbul seyahatinde başladım. Ucuzluktan aldığım kötü kumaşlı vasat takımımın altına, boyumu daha da güdük gösteren babetlerim ve kuaförü açık yakalayamadığımdan fön çektiremediğim bonus kafamla yolculuk ediyordum. Ama yine de Patti Smith'ten oldukça farklı bir görünümüm vardı. Hatta metro durağına yürürken bile okuduğumdan elimdeki kitap hakkında en ufak bilgi sahibi olan biri bizi kitapla aynı karede hayal edemezdi.

Görüntüyü bırak, geçmişime ufak bir dip dalış yapan biri, hayatımın hiç bir döneminde anarşik, sanatçı, yaratıcı, sisteme kafa tutan biri olmadığımı bilir. Hani özgeçmişe bile gerek yok.

Ee iyi de bir insan kendinden bu kadar farklı hayatları okurken kendini bu insanlara nasıl bu kadar yakın hisseder?

İşte benim de bu noktada "önceki hayatımda ...." ile başlayan bir cümle kurasım geliyor. Başka bir açıklaması yok!

Hmm aslında bir ortak noktamız var. Ben de bitlendim!! Ama biti bile sosyetenin veletlerini gönderdiği bale kursunda kaptım. 8. Cadde'deki Allerton Otelinde değil.

Not: Bu keyifli kitabı kimden duydum hatırlamıyorum, ama kesinlikle ya Lale Hanım, ya Zeren ya da Ruhdağıydı. Belki hepsi birden. Hayatın karmaşasından beni kopardıkları için bir defa teşekkürler...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Arca ilk kez...

Kendi deyimi ile: Havyanat bahçesine gitti.



Tamam çok bi hayvansever olmayabilirim. Hayvanların dünyası benim küçük dünyama oldukça uzak dolayısı ile uzaktan seviyorum kendilerini.



Bir de onlar da can ya... kafes, sirk, hayvanat bahçesi gibi hayvanların insanların beğenisine sunulduğu ortamlara son derece karşıyım. Yıllar önce İstanbul Darıca'daki sıcaktan helak olmuş, beton üzerinde yatan aslanlara içim parçalanmış, hayvanat bahçesine tövbe etmiştim.



Sasalı'daki doğal yaşam parkının methini çokça duymuştum. Hayvanların doğal yaşam alanında doğal koşullarda yaşadıkları anlatılıyordu.

Şehir efsanesi gibiydi.



Gidelim görelim dedik. Arkadaşları da peşimize taktık, güzel bir gündü. Arca hayvanları kaçırmamak için uykuya direndi.



Küçük çocuk annesi olarak en çok hoşuma giden şey, belli yerlerdeki café'lerin hemen dibindeki çocuk parkları ve çocuk hayvanat bahçeleriydi. Çocuklar tavşan, ceylan, sıpa, keçi gibi küçük sevimli hayvanları burada besleyebiliyorlar, okşayabiliyorlar. Tabii biz de çokça vakit geçirdik bu alanda.



Tabii ki tamamen doğal ortam sağlamak mümkün değil. Ama hiç olmazsa kafeslerin içinde değil, rahatça koşabilecekleri bir ortam yaratılmaya çalışılmıştı. Çaba bile övgüye değer.

Doğal ortamlarına müdahale edilmesin diye mesafeler epey uzak tutulmuş. Olsun Arca kendince bir çözüm buldu. Dikkatle bakınca dürbünü ters tuttuğu görülüyor ama o ısrarla zürafaları görebildiğini iddaa etti, şebek:P



Yılmaz Özdil de Sasalı doğal yaşam parkının bilinmeyen yönlerine değinmiş buradaki yazısında.

29 Mayıs 2011 Pazar

Tünelin sonunda ışık var, artık biliyorum

Bazen ümitsizliğe kapılıyorum. Mizaç olarak hep uyumlu dediğim Arca "terrible two" denen naneyi dibine kadar yaşıyor, yaşatıyor. Bu günler hiç bitmeyecek gibi geliyor kimi zaman. Hele ki karnı aç, uykusuz, rutinden şaşmış ise, en küçük bir olumsuzluk direkt arızaya bağlanıyor.



Alıştım artık, yadırgamıyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ümitsiz anlar dışında...



Her çocuğun kendine has arızaları oluyor. Mesela Hayat Ela'nın hiperaktivite oranının artmasını arıza olarak tanımladı dün.

Ela'nın arızasına can kurban...



Arca, rutinden şaştığı andan itibaren çığlık ve ağlama krizine bağlıyor. Yorgunluk tabir-i caizse başına vuruyor. Dedim ya alıştım artık, genelde sakince durup ağlamasının geçmesini ve bana sarılmasını bekliyorum. Bir süre sonra sakinleşiyor.



Dün, günlerdir süren yağmurların ardından doğan bir güneş gibi aydınlandı içim. Tuna cücesi yüreğime su serpti. Üç yaşını bitirmesine kısa bir süre olan Tuna, dün tam bir şeker oğlandı. Çokça birbirimize gülücükler attık, birbirimizi pek bi sevdik.

Gelişim sürecinde Arca'nın 6 ay arkada takip ettiği Tuna'nın sıfır arıza, yüzde yüz sevimlilik ve tatlılığına tanık olunca içim ferahladı. Bugün küçük bir "çatalım yere düştü, yenisini verme, pis çatalı ver" konulu krizimiz sırasında ümitsizliğe düşen İlker'i de böyle teselli ettim : "Tuna şahaneydi, gör bak altı ay kaldı, sonra herşey harika olacak!"



Harika olacak biliyorum : )

27 Mayıs 2011 Cuma

Kırkikindilermiş

Televizyonda demişler, babam söyledi.
Her gün ikindi vakti bastıran bu yağnak yağışlara "kırkikindiler" derlermiş.
Ben bunu Ağustos sonu Ekim başı arası diye bilirdim. Hatta çocukluğumun bağında üzüm serdik miydi, illa ki yağmur yağardı. Demek mevsimler epey kaydı.

Yarınki uçurtma şenliğine katılımımızı iptal ettik. Tam da öğleden sonra, açık alan perişanlık. Benim derdim Haziran sonu nasıl olur? Tatili yine Haziran sonuna ayarladık, geçen yıl aynı dönem yağan yağmurları bir güzel unuttuk. Kırkı gün sürmesin, bitsin, evren kardeş duy sesimi!

Bu hafta nasıl geçti anlamadım. Pazartesi İstanbul, derken haftaya "ofis dışı" başlamanın ağır bedeli ile iş yoğunluğu. Yeni bir alışkanlık kazandı bu çalışan: Bilgisayar karşısında yemek yemek! Ve ne yediğini anlamamak ve çok çok yemek!

Kreş araştırmalarına kısa bir mola, haftaya bir gün izin alınarak karara erdirmek niyetindeyim.

Havadan mıdır nedir, bir kasvet var üzerimde, hiç haftasonu gibi değil...
İşimi bitireyim, eve kaçayım, bir şarap açayım, yanına da peyniri katayım, yağmur dursa da balkonda demlensek.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

KREŞ

O malum günün geleceğini hiç düşünmemiştik. Sırça köşkümüzde her yükümüze yardımcı olan Ümit ablamızın gideceğini öğrendiğimizde uzun bir süre bu konuda konuşamadık, bu ani haberi hazmedemedik. Sanki konuşmazsak o gerçek, gerçek olmaktan çıkacaktı. Araya hastalıklar, hastaneler girdi. Yok saymadık ama geciktirmek için dünya kadar bahane türettik.

Ümit abla, bakıcı bulmamız gerektiğinde bir perinin sihirli değnek ile yarattığı bir büyü gibiydi. Tek şansımızdı. Ama ne şans! Allah yüzünüze güldü, diyenler çok oldu.

Bizim için önemli olan Arca ile arasındaki ilişkiydi, başka da beklentimiz yoktu, talepkar da olmadık ama o bize çok daha fazlasını verdi. Hangi birini sayayım? Arca daha 1,5 aylıktı, işe başladığında. Süt arttırıcı yemekler mi istersin, anne sütü depolama döneminde manevi destek mi istersin, lezzetli yemeklerini, evi her zaman derli toplu tutmasını, ütüye el sürdürmemesini… hangisini anlatayım?

O Arca’nın bakıcısı değil, bizim evimizin Ümit ablası. Daha da ötesi yok.

Herkesin onun gibi bir dosta sahip olmasını dilerim.

İstanbul’daki kızı hamile, Eylül başında doğum yapacak, kendi torununa bakacak bundan böyle. Konu tartışmaya kapalı.

Kızının süt izinlerini de birleştirerek Ocak ayına kadar bizimle kalacağı gibi bir tesellimiz var, umarım bir aksilik çıkmaz.

Arca Eylül’de 2,5 yaşını doldurmuş, Ocak’ta ise neredeyse 3 yaşında olacak.

Kreş mi? Yeni bir bakıcı mı? Yeni bir bakıcıya alışma sürecinden kısa bir süre sonra bir de kreşe alışma konusu düşündürdü bizi. Böyle bir gelişme olmasa yine 3,5 yaşında kreşe vermeyi düşünüyorduk.

Bakıcı ile ilgili en çok kafamızı karıştıran: ÜA gibisi insanın karşısına hayatta kaç defa çıkar?

Sonunda ÜA’nın Ocak ayına kadar bizimle kalma olasılığı ibreyi kreşe çevirdi.

Şöyle düşündük, Eylül – Ocak arası haftada üç gün yarım, Ocak’tan sonra tam gün.

Öncelikle çok uzun bir süre Arca'nın hazır olup olmadığına kafa yorduk.
Arca,
- Normal insan gibi konuşuyor, derdini anlatıyor.
- Kakasını lazımlığa yapıyor, çişini çoğunlukla beze yapıyor, ancak 1-2 ay içinde bezden tamamen kurtulacağının sinyallerini veriyor.
- Benim tecrübesizliğimden kaynaklanan yaşının annesiz bir oyun grubuna uygun olmadığını sonradan fark ettiğim bir oyun grubu süreci var. Gitmek için yanıp tutuşup ama benimle oynamak istediği ilginç bir deneyimdi :)
- İnsanlarla iletişimi iyi görünüyor.
- Mizaç olarak uyumlu bir çocuk oldu. iki yaş inatları, zorlukları tabii ki var ama memeyi bırakmada, emziği bırakmada bizi yıldırmadı.

Kısacası - emin olmak mümkün değil ama - biz hazır olduğunu hissediyoruz.

Kreş seçimine dışarıdan bakarsan vakit çokmuş gibi görünüyor, kapıdan içeri girdiğin anda seçim sürecinin zorluğu, aslında ne kadar az zaman olduğunu yüzüne tokat gibi vuruyor.

Çalakalem dalmadım olaya. Dersimi çalıştım geldim.

Kitubi (Nurturia) Damla’nın kreş mimini ve mimi cevaplayanları okudum. Sonra Özgürümün yazısına daldım, Kirazımın yazısına gelen yorumlardan çıktım. İzmirli anneler mail grubuna danıştım, Nurturia’da sordum.

Hazırlandım, piştim geldim.

Bu arada İlker iki gündür boş vakitlerinde kreş geziyor. Gezdikçe ne kadar zor olduğunu anlıyoruz. Haftaya bir gün ben de izin alıp tüm donanımımla gezilere katılacağım.

Şimdi teçhizatlarımız tamam, teori zehir gibi ama tecrübe sıfır, dolayısı ile gittiğimizde gezdiğimizde

“Ah şunu da soraydık!”
“Tüh bak ben o konuya hiç dikkat etmedim, hay Allah!”
gibi cümlelerle hayıflanmak istemiyoruz.

Aklımdaki sorular, dikkat edilmesi gereken noktaları maddeledim:
1. Hijyene dikkat edilecek !
2. Yemek konusu mühim : Sağlıklı mı? Abur cubur ara öğünlerde veriliyor mu? Gazoz, çay vs… evde tatmadığı gereksiz tatlar menüde mevcut mu?
3. Kreşte TV var mı? (olanlar varmış)
4. Bahçe nasıl? Çim, halı, plastik vs? Kötü hava koşullarında da bahçeye çıkılıyor mu?
5. Eve ödev veriliyor mu?
6. Sınıflar kaç kişilik? Okulun fiziki koşulları nasıl?
7. Yılsonu gösterisi var mı?
8. Ana baba ile iletişim nasıl sağlanıyor? Özel defterler veya yazışmalar nasıl yapılıyor?
9. Tuvaletler açık mı? (Arca mesela kaka yaparken artık bizi tuvaletten şutluyor, çocukların mahremiyete önem veriliyor mu?)
10. Alıştırma süreci nasıl yönetiliyor? “Ağlar ağlar alışır” zihniyeti mi var?
11. Öğretmenlerin eğitim seviyesi, yaklaşımı? Tanışmak mümkün mü? Pek çoklar müdürü boşver öğretmene bak diye tavsiye veriyor.
12. Çocuklar yemeğini kendisi mi yiyor? Uykuya kim yatırıyor?

Bunlara eklenecek “aman ha şuna da dikkat edin”, “aman şunu atlamayın sakın” diyeceğiniz noktalar var mı?

20 Mayıs 2011 Cuma

Özeleştiri...

Yapacağım. Yapmazsam içimde kalacak.

Böyle geyik sohbetler yapınca bizim ev bir sitcom platosu, sohbetlerimiz hep esprili, sahneler 50’lerden kalma müzikal tadında geliyor sanki. Hep bi neşe hep bi her bişeyler şen şakrak.

Hayır değil.

Çokça kendimi eleştiren bir insanım aslında. Eskiden eleştirilmeye tahammülüm yoktu, şimdi kulak veriyorum. Dahası eleştirirken kendimi, bazen çok acımasız oluyorum, ipin ucunu kaçırıyorum hatta bilinçli üzüyorum kendimi. Bu bile eleştiri oldu : )

Yemek içmek konusunda garip takıntılarım var mesela. Organik ana olmadım hiç, sürdüremez tıkanırdım bir noktada, biliyorum ben kendimi. Ama şeker çikolata konusunda çok sağlam durmaya çalıştım. Lakin acayip abarttığımı fark ettim.

Dün...
Kübra ve Hayatlarla Patlıcan’dayız. Paketli kesme şekerlerle oynayan Arca’ya ses etmem, çünkü hiç yemedi, yenecek bir şey olduğunu bilmiyor.

Sanıyordum.

Önceden benzer münasebetler oyuncak kamyonun arkasına yükleme taşıma veya paketlerini açmakla sınırlı kalmıştı, bu sebepten rahatım. Bir baktım ağzına attı.

Bırak değil mi, en fazla yer. Şeker komasına girecek değil ya!

Yok ben arıza yapacağım, sokarsın parmağı çocuğun ağzına çıkarmaya çalışırsın, hızlı davrandığın ilkini kül tablasına koyarsın. Ama Arca daha hızlı ikincisini ağzına atar, hadi eridi, çıkaramadın, ikincisini kül tablasından alır. Ve kabus boğuşmalar başlar. Tasvir filan hikaye, yaşamak lazım, küçük dili yutmak lazım.

Birinin beni omuzlarımdan tutup hızlıca sarsmasına ihtiyacım var.

İster Arca’nın yorgunluğu, ister uykusuzluğu de ne dersen de…

Arca’nın ağzındaki kesme şekere ilaçmışçasına, zehirmişçesine saldırışımı unutamıyorum.

Ve olur da unutursam diye yazıyorum ki hafızama kazınsın!

Arca’ya kısmen paylaşmayı, sırasını beklemeyi bir nebze öğretebildiğime sevinirken kendime sakin olmayı öğretemediğime üzülüyorum.

Relax Yeliz relax…

Büyüme emareleri

Arca'nın 27. ayını yaşadığı şu günlerde...

Mutfakta çokça vakit geçiriyoruz birlikte. Beni tezgahın başında görmesi ile tabureyi yanaştırması bir oluyor. Bir de sohbet konusu bulduk mu, oooo aman sabahlar olmasın! Sohbet dediğim de birkaç cümlelik döngüler:
A: senin adın ne?
Y: benim adım Yeliz, senin adın ne?
A: Arca, sen kaç yaşındasın
…………..
Yaklaşık beş yüz defa tekrarlanınca iki kilo bezelyeyi ne kadar çabuk ayıkladığımıza şaşırıyorum.

Kimi zaman kayboluveriyor ortalıktan. Bu aralar en çok masasında karalama yaparken buluyorum. Sonra “anneye resim yaptım” diye getiriyor.

Tatlı mısın oğlum sen!!

Yumuşak karnımın uyku olduğunu biliyor. O oyna dalmışken uzanıp iki satır okuyayım derken, hop yanıda bitiyor: “ninni söyle, uyuyalım” Allah yelken suya!! Tabii kandırıldığımı anlıyorum, zira öpüp koklayıp yeterince anne kokusunu içine çeker çekmez, toz oluyor cüce!

Ve seyircilere oynamayı da çok iyi biliyor. Etrafta seyirci varsa, krizler konusunda daha yaratıcı. Kendini yere atıp yalandan ağlamalar, of daha ne numaralar…

Yani her zaman "tatlı" diyemeyeceğim:)



Doğru mu yapıyorum, bilmiyorum…

Bazı kurallara uymadığı zaman inat etmiyorum ve gözünün içine bakıp “şu anda kızgınım, seninle ilgilenmiyorum” deyip oradan ayrılıyorum ve gerçekten ilgilenmiyorum. Hani küsmek gibi değil de, yokmuş gibi davranmak diyelim. Birkaç defa İlker : “annen üzüldü hadi gidip özür dile” dedi. Geçen gün parktan geldik, pislik içinde, bu kural önemli, eller yıkanacak. O ise oyuna dalmak istiyor. Küçük inatlaşmadan sonra aynı şekilde odadan çıktım. Kendim giyiniyorum. Baktım kapıda bekliyor beni, “özür dilerim” dedi. Kıllandım, hani anladım mı acaba, yoksa özür ile halledebileceğini fark etti, her seferinde yırtacağını mı sanıyor. “ne için özür diliyorsun?” “ellerimi yıkayalım” Yıkadık, kuralları tekrarladık, öpüştük. İlker’e sordum, o bir şey dememiş, kendi gelmiş.

Küçüklerle arası iyi, Poyraz ve karşı komşunun bebeği Tuna’yı seviyor, kolluyor, oyuncak filan veriyor. Büyüklerle bir arada olmayı da seviyor, Duru tam bir kanka! Yaşıtları ile gel-gitli bir ilişkisi var. Bazen Cansu aşkı tutuyor, tutturuyor, bazen kendisinden hiç hazzetmiyor.

Aslında çok kafa yormaya gerek yok. Karnı tok, uykusunu da almışsa lokum: ) Yoksa arıza potansiyeli var.

Büyüyor işte …

19 Mayıs 2011 Perşembe

bu yazı uçmuş?

----- birkaç günlüğüne kullanım dışı olan blogger'ın azizliğine uğramış yazı, yayında görünmüyor? neyse madem yazdık, yayına verelim :) -----------

Tam da disiplini ele almaya karar vermiştik. Bu bize reva mı ya? Yoksa ilahi bir güç benim bebemin disiplinsiz başına buyruk yetişmesi için kolları mı sıvadı?

İlker’le ikimiz çok pis suç ortağıyız. Bazen diyorum ki: “çaktırma Arca’ya sert yapacağım. Destekle beni en azından bozuntuya verme”

Arca’yı uyutunca veya gündüz işteyken telefonda hemen başlıyorum, tespitlerime, sıkıntılarıma… “Bu çocuk disiplini elden bıraktı İlker, çare bulmamız lazım” “Arca’nın uyku bozukluğu var, çok yüz buluyor, yeni numaralar çekmem lazım” “Blog yazmak iyi bişey değilmiş, Arca’nın küçüklük dönemine baktım, bu kadar kötü bir uyku düzeni hiç olmamış”….

Uzar gider, İlker sükunetle beni dinler, bazen itiraz eder. Muhalefet görüşlerine kulak kabartırım, benden daha objektif çünkü.

Neyse, uyku demişken… Son zamanlarda "nataşa yat aşağa" şeklindeki uyku ritüelimizden hoşnutsuzluğumu anlatmıştım. Bu olumsuzluklardan çıkarımlarım da beni tatmin etmemeye başladı. Zira daha birkaç ay öncesine kadar kendi kendine uyuyan çocuk, şimdi anasına oyuncak ayı muamelesi yapıyor.

Bundan sonra anlatacaklarım için kimse çocuğuma acımasın, kimse bilmiyor ama ben her akşam dokuz civarı uyuma vaadiyle kandırılıp yatağa atılıyorum ve yaklaşık bir buçuk saat kadar oyalanıyorum! Acınacak biri varsa o da benim, temiz duyguları ile oynanan saf anne!

Önceden nasıl halletmişiz dedim, Hülya çıktı karşıma. Ama biliyorum ki Tuna& Hülya hikayesi artık tesir etmiyor, bağışıklık kazandı. Son dönem favori Elif & Alpi. Son görüşmemizde Alperen’i pusete oturur gördü ya, artık her puset itirazına “Alperen” diye başladık mı, aynı onun gibi kendi tırmanıyor pusete.

Rol model = Alperen!

Nerde kalmıştık? Hah uyku… Yemek yerken başladım sohbete… İlker’e anlatıyorum ama Arca söze karıştıkça ona dönüyorum, karşıdan bakan karı koca Alperen’in uyku ritüeli üzerine görüş alışverişinde bulunmamızı ağzı açık dinleyecek.

Y: İlkercim biliyor musun Alperen çok büyümüş, annesine odadan çık kendim uyuyacağım diyormuş
İ: AA Alperen hani büyük çocuk olan mıydı? Annesinin adı neydi?
A: ELİF!!
Haha düdük diyaloğa dahil olur
Y: Evet annecim Elif.
Yine İlker’e dönüp
Y: Alperen uykusu gelince yatağa gidiyormuş annesine “bana bir rüya ver” diyormuş. Sonra odadan çık kendim uyuyacağım ben artık büyüdüm diyormuş. Kendi kendine uyuyormuş.
İ: Vay be!
A: bi daha anlat ! Alperen ne diyormuş annesine?

Bir daha anlatılır. Hazır konuya ilgi sağlanmışken birkaç örnek de Arca’dan verilir.

Y: Annecim hani sen kakanı yaparken banyodan çıkmamı istiyorsun ya? Hani yatağına kendin girip çıkıyorsun, yemeğini kendin yiyorsun ya… İşte sen de büyük çocuk oldun ya…

Üf bi sus sen Alperen’i anlat der gibi başlıyor söze;
A: Alpereni anlat Alperen ne diyomuş Elife?

Bu arada İlker görevin kendi üzerine düşen payını başarı ile tamamlamanın verdiği rahatlıkla mutfağı terk eder. Hikaye sabırla birkaç defa daha anlatılır. Nifak tohumları ekilmiştir! Artık eyleme geçme vakti gelmiştir!

Akşam olur, yatağa gidilir. Yeliz bu defa kararlıdır, kesinlikle Arca’nın yavru kokulu tuzağına kapılmayacaktır. Alperen hatırlatılır. Arca zorla gözlerini kapatır, büyük çocuk ya… Lakin başarılı olamaz. Önce sırtını kaşıtır, sonra masaj talep eder. Derken küçük işaret parmağı ile yastığı göstererek “yanıma yat” der, Yeliz dayanamaz, hop birlikte zıbarırlar.

Ertesi gün Yeliz kararlıdır, Arca’nın cazibesine yüz ermeyecektir. Bu defa da düdük ateşlenir, bırak uyutmayı tüm gece yanında yatar Arca’nın.

Eylemlerimden vazgeçmeyeceğim. Uykunun tanımı artık bizim evde “saat dokuzda odaya çekilinir, iki kitap seçilir, üstüne bir masal anlatılır ve tek başına zıbarılır” olacak!

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bizim evin halleri

Geçende işe gitmek için hazırlanıyorum, içeriden Arca ile İlker’in sesleri geliyor.
Arca oyuncak arabalarını kırmızı çantasına doldurmuş,

A: Baba bunu sırtıma tak.
İ: Takar mısın? (bu aralar kibar konuşturmaya çalışıyoruz, hayır o... çocuğu küfürünü öğrettikten sonra kibar konuşturmak dam üstünde saksağan oluyor ya neyse..)
A: Baba bunu sırtıma takar mısın?
İ: Niye topladın çantanı?
A: Tatile gidiyom, yüzücem yüzücem yemek yicem (her şey dahil bebesi: ))

Tatil planları yaptık ya, hemen gideceğiz sanıyor.

Evin diğer erkeği İlker'in sürekli “puahahh” laması ile noktalanan diyaloglarımızdan son derece şikayetçiyim. Hayır evde ya da telefonda stand up yapmıyorum, gayet ciddiyim, ama her lafıma güler oldu, adam benimle resmen maytap geçiyor. İçimi dökeyim, hafiften bozuluyorum.

Telefondayız:
Y: Öğlen Forum’a gittim, Pilates DVD’si aldım.
İ: (uzun bir puhahhah – niyeyse?) Ne zaman yapacaksın Pilates? Bugün pazartesi Arca’yı uyuttuktan sonra Ezel var, gece birde mi yapacaksın Ebrum Şallım?
Y:. Bi kere googleladım, pilatesi Ebru Şallı filan bulmamış abicim, 1. Dünya savaşı sırasında askerlerin vücutlarını güçlendirmek için Dr. Pilates bulmuş. Hem sırtlarım tutulmuş iyi gelir. Ayrıca kararlıyım yemekten bir saat sonra Arca’yla birlikte yapacağım.
İ: Arca’yla? Puhahahah
(heheh niye güldü anlamadım ama yaptım, en azından onbeş dakika Arca araba oynarken oh bir güzel gerdir babam gerdir)

Bu aralar annem gibi dizi dinleyicisi oldum. Ben bir şeylerle uğraşırken arka fonda Sülümanın Fatmagülün replikleri dönüyor. İçerde yemek yapıyorum, kulağım Fatmagülde, bir ara maça dönmüş kanal.
Çemkirdim, hiç altta kalmam!
“Niye zaping yapıyorsun İlker! Fatmagülün suçu ne?”
İ: Puhahhaha

Yine telefondayız:
Y: Limangodan davetiye gönderdim, mailinden onayla, hediye çeki kazanıp alışveriş yapacağız.
İ: Ne alacakmışız?
Y: Selülitleri azaltan terlikler 19 TL’ye düşmüş, hediye çeki de olursa 10 TL daha düşer.
İ: Puhhahahahhaha (niye gülüyor anlamıyorum) bana da göbek eriten gömlek alsana. Bir de saç çıkaran şapka istiyorum
Y: Kapat len telefonu.

Bol diyaloglu postumuzu Arca'dan güzide bir musiki icraatıyla noktalayalım efenim...

Untitled from yeliz minareci on Vimeo.



Dikkat! "akşama başlamış FİNCAN" diyor. SANCI diyeceğine:) "Akşama fincan böreği" ile karıştırıyor ve bunu istisnasız her seferinde yapıyor.

17 Mayıs 2011 Salı

Arca’yı toplu taşıma araçlarıyla tanıştırma procesi #2 : Arabalı feribot

Vaktiyle metroya duyduğu heyecanı denize açıldığımızda da duyacağından son derece emin, boş hafta sonumuzu bu proceye ayırdık.

Cidden boştu bu hafta sonu, organizasyon yoktu, çok spontane takıldık. Cumartesi öğleden sonrayı sahilde yürüyüşe ayırdık, öncesinde hep evdeydik. Güzel bir yemek pişirelim dedik, hamileliğinin en kokuya dayanıksız döneminde İlknur’a destek çalışmalarımızın ikinci ayağı olan, “yemeği bizde yiyin” konseptine babane de dahil oldu. Bu bile kendiliğinden gelişti.

Pazar günü hava şahane, güneş parlak, ılık, rüzgarsız. Denize açılmaya pek elverişli.

Sabahtan apartmanın önüne çıkıp futbol oynadık ki, iyice yorulsun öğlen uykusunu hemencecik uyusun, feribot procesini doyasıya yaşasın. Her şey, en ince ayrıntısına kadar her şey planın tıkır tıkır işlemesi için!



Kime bahsetsek “mutlaka yanınıza ekmek, gevrek alın” dedi, herkesin derdi martıların yeterince beslenmesi : ) Tabii ki konsepte uyduk ve gevrek aldık limanda. Hayatımda yediğim en korkunç gevrekti. Arca bile kemirmedi, o kadar kötüydü. İstifimizi bozmadık, havası güzel, denizi güzel, kızları güzel İzmir’imin körfezini bir baştan bir başa geçtik.


İşte buna bindik...

İlk defa denize açılan Arca’dan bir sevinç nidası, bir kalp çarpıntısı, bir heyecan kıpırtısı bekledim. Nafile! Gayet vakur bir eda ile enginlere daldı. Umru olmadı.

Gören de her gün bizi işe yolcu edip denize açılıyor sanacak.

Yanından geçtiğimiz koca koca gemilere bile rengini söylemekten başka yorumda bulunmadı cüce.

Bostanlı tarafında yalnız hissederim kendimi, yer yurt bilmem, turist turist bakarım etrafıma. Hemen sonraki feribotla döneceğiz ya, çok uzaklaşmadık, bir parka attık kendimizi. Bizim yakada park yok ya, kaysın diye Karşıyaka’ya getiriyoruz çocuğu : )

Ve hafta sonunun bombası...

Bu aşamaya gelebileceğimi ben bile hayal edemezdim. Ama kendimi aştım, kabıma sığamıyorum. Son olarak parkta başka bir çocuğu düşürerek sakarlıkta son noktayı koydum!

Olay aynen şöyle gerçekleşti:
Arca döner kaydıraktan kayacak, aşağıdan ona bakıyorum. Oyalanıp duruyor. Arca yaşlarında bir çocuk koşuyormuş, ben geri gidince ayağıma takıldı bam diye düştü. Çığlık kıyamet, annesi koştu, elleri sıyrılmış, ben bir taraftan özür diliyorum bir taraftan “yok kafasını çarpmadı” diye açıklama yapıyorum. Benim sakarlık kariyerimin en önemli mihenk taşı çocukların kafasını patlatmak ya, bilinçaltımda “hadi ucuz atlattınız” demeye çalışıyorum! İlker olaya müdahale etti, “yürü Yeliz birilerini daha haşat etmeden gidelim” dedi. İyi de kardeşim nerden göreyim çocuğu, koskoca kadınım o beni görsün diye sayıklayadurayım apar topar kaçtık mekandan.

Yakında oyun parklarına eşkalimi asacaklar
“bu kadını görenler hızlıca çocuğunu uzaklaştırsın!”

Arca kuru üzüm diye tutturunca çarşıyı arşınladık. Baktık feribot saati yaklaşıyor, bir depara kalkarsın, İlker koşuyor Arca pusette, ben ara sıra üzüm tıkıştırıyorum ağzına, neyse ki yetiştik!

Benzer bir dönüş yolculuğu…

Büyük umutlar bağladığım ve heyecandan rüyalarına girecek sandığım deniz yolculuğu Arca’nın ruhunda fazla bir iz bırakmadı kanımca.

Gevreği martıların bile yemediğini bilmem söylememe gerek var mı?



Anne notu: Eylemlerimden vazgeçmeyeceğim! Bence Konak-Karşıyaka vapur seferi yapmalıydık. Konak'tan limana yürümeye üşenmeseydik de... Saat Kulesinin önünde bir süre kuşlara yem atmalı, sonra vapura binmeli, balıkları filan beslemeliydik. Karşıyaka'da çarşı gezmeli, dönüşte Alsancak limanında inmeli, biraz Kordon yapmalıydık. İzmir ruhuna daha yakın bir program olurdu. Hem parktaki çocuk da telef olmazdı.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Beni yansıtan objeler

Aslan yattığı yerden belli olur derler ya… Ben bir oturan boğa olduğum için burçlarla ilgili bu yakıştırmaya teğet geçiyorum.

Evi severim, evde oturmayı ama pineklemeyi severim. Şöyle bir baktığımda evimle ilgili kendimi yansıtan pek az şey var. Mobilyaları saymıyorum. Nerden baksan on sene önce seçilmiş eşyalar. Koca evde beni yansıtan tek yer, kırmızı köşe koltuk - İlkerle beraber tasarlayaıp yaptırmıştık - ve çeyizimden Yağcı Bedir halılarımla oturma odasıydı, o da artık Arca’nın oyun odası oldu çıktı. Ufak tefek dekorasyona ait parçaların pek çoğu ya hediye, ya çeyizden gelmiş.

Bunu İlker’e aynen böyle anlattım.
Düz mantık başladı konuşmaya;

“İyi o halde mobilyaları değiştirelim”
“Masraf olur istemem”
“Balkonu düzenleyelim, masa sandalye ekleyelim”
“Ay toz kir oluyor boşver”
“Perdeleri değiştirelim”
“Arca oynuyor bunlarla bırak biraz daha yıpransın”
“EE ne istiyorsun?”
“Şöyle diyorum birkaç küçük yastık mı alsak?”
“Hmm anladım, yastık yansıtacak seni?”

Yastık kafasına iner.

Eli sıkıyım ya yastık da almadık.

Sadece nefsim körelsin diye kutuları yapışkanlı kağıtla kapladım. Bunlar ayakkabı, hediye kutuları filan. Genelde Arca’nın eşleştirme kartlarını, boyalarını, ıvır zıvırlarını koyuyoruz. Pek kişiliksizdiler, ruh kattım kendilerine:)

Beceriksizliğimi tasvir etmek imkansız gibi bir şey. Yazıya dökmeyeceğim, sadece karelere sığdırdığım el emeği göz nuru cicilerimi sergileyeceğim.



Daha da beni yansıtan bişey olamaz herhalde!

Ben bunlarla cebelleşirken Arca da seyretti, makas ilgisini çekti. “Umit” geldiğinde gösterdi, nasıl yapıldığını kendi yapmış gibi anlattı, “işte böle tutuyosun, böle kesiyosun, oldu bitti”

Evet kolaydı, benim bi tarafımdan ter çıktı, bi de üstüne o bi tarafıma benzer bir görüntü çıktı. Neyse, soranlara ben kestim Arca yapıştırdı, diyorum. İki yaşında bir çocuğun yapıştırdığına herkes inanıyor (hihihihi)

İnsanlar dikiş dikiyor, keçelerden şaheserler yaratıyor, dibim düşüyor. Bense iki yaşında bir çocuk becerisinde kutu kaplıyorum. Nasıl mı? “işte böle tutuyosun, böle kesiyosun, oldu bitti” : )