20 Haziran 2011 Pazartesi

yeter ulen!

mutsuzum
başım ağrıyor
burnum akıyor
o Arca denen veledi elime geçirirsem çok pis ısıracağım
ulen yapılır mı bu bana
yeter ulen
bu velet her mikropla tanıştığında beni de hasta etmek zorunda mı kardeşim!

yetkililere sesleniyorum, öpmesin bu cüce beni, gecenin bi vakti uyandığında yanına gidişimi fırsat bilip kafamı mikroplu yastığına gömüp yanaklarımı sulu öpücüklerle sömürmesin

yeter ulen başlayacağım betasına mikrobuna alayına

kafamı tutamıyorum, çalışamıyorum, antibiyotiğe başladım, daha fenası İlker de limoni, ecdadımıza turp sıktı düdük!

üç gün içinde iyileşip tatile zımba gibi gidemezsem o Arca denen cüceyi çıtır çıtır yiyeceğim!

ahanda buraya yazıyorum

Tatilim geldi

Hemen her gün Uzundere’den otobana çıkmanın arifesinde “bir delilik yapsam” diye aklımdan geçer. Yolun solu Aydın, sağı Çeşme. Son anda direksiyonu kırsam Çeşme yoluna, pencerelerden püfür püfür esen rüzgar yol arkadaşım olsa, sağımda deniz, bomboş yolda sağdan sağdan gitsem. Belki liseden Deniz Çeşmededir, çocuksuz günlerimin kankası, yoldan ararım, geliyorum diye. Annesi bir koşu omleti koyar ocağa.

Tasasız günlerimizden bahsederiz. Belki denize gireriz, Ayayorgi’deki o eski salaş cafede tavla oynarız. Tabii yerine “beach club” yapılmadıysa. Biz lisedeyken Alaçatı da köyümsü bir şeydi.

Ayağımı uzatıp kitap okurum, gazete karıştırırım, öğle vakti bira kalamar illa ki.

Birkaç saat geçince önce İlker düşer aklıma, kalamarı çok sever, onsuz kalamar mı yenir? Hem onu tavlada yendiğim tek yer tatil beldeleri, bu fırsat kaçmaz, o da gelsin, birlikte kaçalım.

Akşama doğru baktık ki sohbet sürekli Arca cücesine dönüyor, “oh ne iyi ettik kaçamak yaptık” cümleleri, garanti “ay cüce de olsaydı ne biçim eğlenirdik”lere dönüşmeye başlar. O akşamı hatırlarız kesin. Hani Ümit teyzesi ile bizden önce ananeye gittiği, bizim de işten dönüp evi bomboş bulduğumuz o akşam düşer aklımıza. İçimiz de, elimiz kolumuz da bomboş kalmıştı.

Bir bakmışım hayalin sonunda maaile deniz kıyısındayız.

Bir bakmışım çoktan direksiyonu Aydın yönüne kırmışım, istikamet ofis!

Tatilim geldi biliyorum ben. Ondan zırt pırt hayaller kurmam. Neyse ki bu hafta sadece 3 geceliğine de olsa maaile tatildeyiz.

Geçen yıl yine bu zamanlar yazlığa kaçmıştık ama yağmurdan kaçamamıştık. Şimdi yağmursuz sıcak günler bekliyormuş bizi, öyle diyorlar havayı koklayanlar. Ama bu defa da mikroplardan antibiyotikten kaçamadık, beni de betalandırdı cüce, kaçınılmaz son!

Neyse… sağlık olsun.

17 Haziran 2011 Cuma

Alfa beta sigma!

Beta kalmıştı, eksikti.

Mikrop diyorum.

Arca bir yerlerden duymuş olacak, “kapayım, boğaz enfeksiyonu koleksiyonum eksik kalmasın” dedi, buldu kaptı, hoop ateş.

Bünyesine giren antibiyotik sayısını ben bilmiyorum açıkçası. Doktora sorsan bizden beteri varmış. Ama henüz kreşe gitmeyen çocuklar arasında antibiyotik kullanımında bayrak Arca’nın elinde, açık ara önde, liderliği kimseye bırakmıyor.

Kreş demişken “başlayabilir mi sizce sorun olur mu?” dedik. Duygusal anlamda sorun olmaz, kolay alışırsınız dedi (bizim oyun grubu maceramızdan haberi yok tabii: ) ) Fiziksel anlamda akciğerle ilgili bulgu edinmek ve karar vermek için daha zamanımız var, dedi.

Dişlerindeki lekelerin düzelmesi mümkün değil, diş etlerindeki bir bakteri sebep olurmuş. Diş hekimine gitmemizi tavsiye etti. Çürük değil ama siyah lekelerin görüntüsü çok can sıkıcı. Üstelik diş fırçalıyor, fazla şekerli gıda almıyor. Temizlense bile yine olurmuş, bünye meselesi, hay senin bünyene!

Ve iki küsür senelik ömründe Arca’nın kilo verdiğini de görmüş olduk! Evet her ay olması gereken kilosunun epey üzerinde olan Arca cücesi ilk defa kilo vermiş.

Ümit abla yemiyor deyip duruyordu. Ben de kendisi klasik annemler kategorisinde ve çok yedirme meraklısı olduğu için dikkate almıyordum. Gerçekten Ümit ablanın azmi takdire değer. Öğlen az mı yedi hemen puding yapılıyor. Sabah yumurtasının yarısı yenmedi mi hemen öğlene takviye yemek yapılıyor.

Bu arada biz birlikteyken bence yiyor. Kilo verdiğine göre, yeterli değilmiş, Ümit abla haklıymış.

Bu yemek meselesi göreceli, misal 33 yaşıma geldim ve öküzden hallice bir yeme potansiyelim var ama annem hala az yediğimi düşünür. Ve bu sebepten “doydim” diyen Arca’nın önünden alırım tabağı. Dünyadaki en gıcık şey yemek istemeyen insana yedirmeye çalışmaktır. İşkence yav! Dolayısı ile kilo durumu insan normallerinin altına düşmediği sürece yemeği burnundan sokmayacağım.

Neyse ateş ufaktan devam, antibiyotik tam gaz.

Hayatımızın değişmezleri...

Lakin soramadan edemiyorum, bu kadarlık ömründe geniş bir antibiyotik yelpazesi ile hastalıklarla mücadele veren Arca kreşe gidince ne yapacak? Farmatoloji dünyasının önümüzdeki aylarda çok sıkı çalışıp yeni antibiyotikler piyasaya sürmesi lazım, zira Arca'nın mikroplar piyasadaki tüm antibiyotiklerle kanka oldu.

Haa bir de aklıma gelmişken, bu anne sütü şehir efsanesi olabilir mi? Zira bir yıldan fazla emen, ilk altı ay ağzına anne sütünden başka şey sürmeyen Arca, ya hiç emmemiş olsaydı? Bir velet bu kadar mı hasta olur bu kadar mı enfeksiyon kapar kardeşim!

Son söz: Bunlar geçici dertler aman biz bu EHEC denen hastalığa dikkat edelim, araştıralım, bize gelmez bizi bulmaz demeyelim. Hayatta miktiri moktan beta mikrobundan daha ciddi dertler var.

En son söz: Annemle telefonda konuşmak 10 dakika ise, "hadi çocum görüşürüz, öptüm" kısmı 15 dakika sürer, kapanışlar bir türlü kapanmaz, hatta ben bazen uzayacağını anlayınca zırt diye kapatıveriyorum (itiraf:P). Bu postun kapanışı da annemin telefon konuşmasına benzedi.
hadi iyi hafta sonları

15 Haziran 2011 Çarşamba

Alışveriş ince iş



Son dönem “alışverişten kaçınalım, kredi kartlarımızı keselim atalım, aman harcamayalım” trendini yaz ayları gelmeden bikini giymek için başlatılan diyet seferberliğine benzetiyorum. Yeme alışkanlıklarını ve hayat tarzını değiştirmediğin sürece verdiğin kilolar katlanarak sana döner.

Kaldı ki Nurturia’daki favori gruplar listesinde ilk sıraları hep alışveriş ile ilgili gruplar elde tutuyor. Hala alışveriş dedin mi akan sular duruyor. Çünkü alışmadık dötte don durmuyor : )

“Sen alışveriş gurusu musun?” sorusu akıllara gelebilir, katiyen! Ama maydanoza pazarlık eden bir annenin çocuğuyum. Hiçbir zaman para sıkıntısı çekmememize rağmen ancak belirli zamanlarda üst baş alındığını, bir bilemedin iki çift ayakkabı ile kış geçirdiğimizi hatırlıyorum. Ablam ve kuzenimin üzerindeki kıyafetleri çok pis keserdim, büyüseler de ben giysem diye. Hatta onlardan kalanlar daha özel, daha değerliydi. Keşke Arca’nın önden giden bir erkek kuzeni olsaydı.

O yıllar, baba da memur olmayınca taksit olayına hiç girmediğimizi hatırlıyorum, para olunca alışveriş yapılırdı. Hatta evlenmeden önce maaşımı biriktirip beyaz eşyalarımı peşin parayla almıştım, ee aileden öyle görmüşüz.

Derken kapitalist düzenin çarkına girdim, girip de kredi kartı sahibi olmamak mümkün mü? Mümkündür tabii de, ben kredi kartının maaşlı insan için sakıncalı olduğunu düşünmüyorum. Maaşından fazla harcamamayı başarabilmek, tek kredi kartı, ay sonunda borcunu kapatmak ve en çok üç taksitle sınırlı tutmakla kredi kartı mağduru olunmaz. Bir de biriktirdiğin puan-bonus-para neyse işte, yanına kar kalır.

Unutmadan her yıl kart parası tırtıklamaya çalışıyorlarsa hop kapattırırsın kartını, iki gün içinde arayıp “biz size hediye edelim kart parasını aman gitmeyin” derler.

Alışveriş ince iş, stratejik iş, akıllı işi… Paran olsa da en ucuza mal etme becerin olacak. Fırsat kuponları biriktirip, çok cüzi fiyatlara alabilen, internet başında süper araştırma yapıp üçte bir fiyatına dünyanın öbür ucundan bir şeyler bulabilen arkadaşlarım var. İndirim harici alışveriş yapmamak, pazara mutlaka uğramak, internetten alışveriş gibi daha pek çok bilindik numarayı saymaya gerek yok.

İnsanoğlu akımların peşi sıra sürüklenmeye müsait bir canlı, sürü psikolojisini seviyoruz, benim de hala çokça güldüğüm bir anım var, Arca o kumaş parçalarını ne zaman giyse aklıma gelir gülerim : ) Gülse Birsel'in aylar önce Amerika'dan yayılan trendi anlattığı yazı da aynı postun içinde.

İşte yazının başından beri bahsettiğim bu, Amerikanyalardan ithal trendimiz:)

Lakin akımlar geçicidir, bünye ana fikri sindiremediyse, böyle neşeli bir anı olarak kalır.

Not: Siz bu yazıyı okurken ben Mothercare'in pırlantalı günlerinde alışveriş yapıyor olacağım :)

14 Haziran 2011 Salı

karınca kararınca

Herşey kararında güzel, karınca da öyle. Az olsun canımı yesin. Zaten bizi yemeleri yakındır!

İnsan sekizinci katta oturunca doğanın kendisine pek uğramayacağını sanıyor. Halbuki doğa bir yolunu buluyor. Karıncalar da son birkaç yıldır bizim evin yolunu ezbere biliyor. Hatta hiç gitmediklerini, parkelerin altında bir şehir kurduklarını, kışın kış uykusuna yatıp yazın bizimle yaşamak için ikametlerini yanımıza aldırdıklarını düşünüyoruz.

Kurtulamıyoruz.



Kışın elinde bisküvi ile gezen Arca yazın ambargoya maruz kalıyor, o da tam anlamıyor çelişkinin sebebini.

Her gece yatmadan önce iki tur atıyorum salonun içinde, bir minik kırıntı, ya da meyva tabağı bırakmayalım aman diyim! Sabah gözümü ovuştururken, karınca ordusu istilaya başlamış oluyor.

Misafirlerin eline bakar oldum, aman kırıntı dökülmesin. Utanmasam "kurabiyenizi lavaboya iki büklüm eğilerek yiyin" diyeceğim. Ya da ayaklarının altına sofra bezi sereceğim.

Daha misafirler gitmeden Arca kırıntı dökmüş bahanesi ile elimde şarjlı el süpürgesi her ikramın ardından süpürüyorum salonu.

İçimdeki gestapoyu dışarı çıkarıyor bu minik yaratıklar!

En fenası beni ısırdıklarında kocaman kabarıyor derim ve deli gibi kaşınıyorum.

Önceden yoktu böyle kaşıntılar, kocaman işçi karıncaları avucumun içinde taşırdım, kedi köpekten hazzetmeyen evcil hayvan sevgisini uğur böcekleri ve karıncalarla dışa vuran bir çocuktum.

Diyorum ki o karıncalara vaktiyle yapmış olduğum eziyetin intikamı torunları tarafından mı alınıyor?

Görseli buradan aldım.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Malum yıl sonu...

Kreş gezerken hangisine girsek, bir yıl sonu gösterisi telaşı vardı. Kostümler yerlerde, provalar yapılıyor. Serbest zaman verilmiş çocukların başındaki öğretmenlerin elinde bir dekor, bitirmeye uğraşıyor.

İlk bir kaç tanesine "yıl sonu gösterisi yapıyor musunuz?" diye sorduğumda "tabii tabii" demişlerdi. Zaten bir süre sonra vazgeçip "yıl sonu gösterilerinde nasıl bir tutum sergiliyorsunuz?" diye sormaya başlamıştım.

Bir müdür, "biz zaten çocuklar için yapmıyoruz, veliler istiyor bekliyor diye yapıyoruz" dediğinde kopmuştum. Her ne kadar tavra kızsam da aslında dürüstçe bir yanıttı.

Karar verdiğimiz kreşte nasıl tecrübeler bekliyor bizi bilmiyorum açıkçası.

Ama canım Nil ve yavrum Bevkim'in yaşadığı tecrübeden çok dersler çıkardım. Üstelik Nil, okullarından çok çok memnun, buna rağmen acı bir olayı bizlerle paylaşmış, ben de yıl sonu gösterilerine bir de bu açıdan bakın demek istiyorum.

Kitubi'deki Nil'in yazısı için lütfen buraya tıklayınız.

Domestik bir hafta sonu

Misafirler geldi, biz misafirliğe gittik, evcilik oyunları.

Arca inat konusunda master programına dahil oldu yakında doktorasını verecek. Ailecek kendisini kariyerindeki bu atılımlar için destekliyoruz.

Öğle uykusu öncesi babayla yüksek dozda tepişme, ve dolayısı ile yorulma, sinir krizleri, duş ister duşu açarsın suyun sıcaklığını beğenmez ağlar, gel kitap okuyalım okumaz, sonunda ağlamaktan helak olup kucakta sırt kaşıma ile sonuçlanan bir uyku öncesi yaşattı bize eksik olmasın.

Öyle bir ruh haline soktu ki beni, salonda kucağımda kaşınırken açık televizyonda bir düğün sahnesi görüp "aa gelin" dedikten sonra "gelin olmuş gidiyorsun" dizeleriyle şarkı söylediğimi, İlker'in korku dolu gözlerle bana bakıp acıdığını hatırlıyorum.

Bu arada bizim oğlanın bütün dişleri çıkmış, 20 tane olması gerekiyor değil mi? Arka azılar ne ara çıktı? Hastane dönüşü birkaç defa "dişim acıyo" demişti ama başka sorunlardan fark etmemişiz. Dişlerindeki lekelere kafayı taktım, o ara ağzını açınca saydım. Lekeler fena ve nasıl kurtulacağımızı bilmiyorum. Yatmadan önce sütü kaldırdım, yemeklerden sonra diş fırçalanıyor zaten, şekerli yediği tek şey puding, kek. Neyse sağlığı yerinde olsun, bık bıklamayacağım.

Çoğunluk evde olmamıza rağmen keyifli bir hafta sonuydu. Arca'nın uzun öğlen uykularında püfür püfür esen pencere kenarında keyif yapmak iyi geldi. Bir de hayatımda ilk defa baştan sona Muhteşem yüzyılı izledim. Hep bölük pörçük bakıyordum. Diziye uzun süre maruz bırakılan bünye bir süre sonra kocaya hünkarım, velede şehzadem demeye başlıyor.

Pazar akşamı Nazlılara yemeğe gittik. Maksat Cansu ile Arca tepişirken biz de seçim sonuçlarını değerlendirelim.

Kendimiz gibi insanlarla yaşadığımız bir kabuğumuz var. Aslında ne kadar azınlıkta kaldığımızı bir defa daha görmüş olduk. Daha da bu ülkenin insanlarından "açız, işsiziz, çocuklarımızın sınavlarda hakkı yeniyor, küfür yiyoruz, aşağılanıyoruz..." gibi şikayetler duymak istemiyorum. Yurdum insanı, güllük gülistanlık bir ülkede yaşadığını cümle aleme ilan etmiştir, daha da konuşacak söz kalmamıştır.

Arca çok ama çok eğlendi ve defalarca ne kadar eğlendiğini anlattı. Cansu ile o kadar kudurdular bir şey olmadı da, tam giderayak araba oynarken kaydı ve çeneyi yere vurdu. Yarıldı, çokça kanadı. Kan tutuyor beni (bir de sırf doktor olabilmek için fen lisesine girmiştim iyi ki son sene mühendisliğe çark etmişim) üstüm başım kan olunca midem bulandı, tansiyonum düştü, neyse ki Arca'yı biraz sakinleştirebildik. Yakındaki tıp merkezine gittik dikişe gerek yok dediler, biraz façası bozuldu. Bant takıyoruz, "çok yakıştı" diyor düdük:)

12 Haziran 2011 Pazar

Gökte ararken bizim mahallede bulduk

İzmir'in hatırı sayılır bir kısmını gezdikten ve ufaktan keyfimiz kaçtıktan sonra, dıdının dıdısının memnun olduğunu duyduğumuz bir kreş gündeme geldi. Bizim mahallede. Sonra algıda seçicilik ... Pek çok tanıdığımızın bir şekilde iyi şeyler söylediği kreşin her gün önünden geçip yüzüne bakmayan ben, üç gün üst üste yanına park edip kenardan kestim.

Bu arada izmirli anneler mail grubuna sordum, birkaç kişiden olumlu görüş aldım, Elfanam araştırdı, bir olumlu görüş de oradan geldi. Bir gezeli, tanışalım dedik.

Sevdik, niye mi?
- 23 yıldır aynı insanlar tarafından yönetiliyor (karı-koca sosyal hizmetler uzmanı ve çocuk gelişim öğretmeni)
- Görüştüğümüz sahibesi ile aynı frekansta olmamız şaşırttı bizi. Birkaç cümlesi...
"bahçeye çıkmadan olur mu canım, aktif kullanıyoruz, çıkarma diyen veliye de cevabımızı veriyoruz, hava alacak çocuk, mikroplarla mı yaşayacak, giyer montonu çıkar dışarı"
"yaşayarak öğrenir çocuklar"
"2-3 yaş grubuna 8 kişi kontenjan doldu mu, başka çocuk alınmaz"
"sinema için daha küçükler, tiyatroya götürüyoruz"
- Yemekler günlük ve kendi mutfaklarında pişiyor, malzeme bizim mahallenin esnafından geliyor.
- Yaratıcı drama için özel bir sınıf var
- İki öğretmenden biri üniversite mezunu, diğeri stajyer değil, meslek lisesi mezunu.
- Fiziksel koşullar şehir içinde gezdiğimiz tüm diğer okullardan daha iyi.

Evet çim sahası yok, halı.
Evet sürekli psikolog yok ama görüştüğümüz sahibesi çocuk gelişim uzmanı ve okul öncesi eğitim derneği başkanı.
İki dil eğitim yok ama napalım her şey bir arada olmuyor, dolayısı ile bazı fedakarlık noktalarımız oldu.

Aslında Mithatpaşa caddesinde pegagogu aklımda kalan bir okul oldu ama gerek fiziksel koşulları gerekse aynı mahallede olması açısından burası daha ağır bastı.

Öyle ki fiyatını bile sormayı unuttuk görüşmeyi bitirdikten sonra aklımıza geldi.

Şimdilik tüm yaz boyunca canları istediğinde Ümit ablayla parka gitmek yerine orada oynayacaklar, sonra Eylülde yarım gün ve Ümit ablanın ayrılması ile tam güne geçecek.

Biz planlar kuruyoruz tabii şimdilik bakalım kader planlarımız karşısında nasıl bir yol izleyecek, gülecek mi elimizden mi tutacak, göriciiizzz:)

9 Haziran 2011 Perşembe

Sürece mi sonuca mı?

Aslında bu yazı tam bir "Arca bugün ilk defa..." başlıklı yazı olacaktı.

Az önce uykumu kaçıran yatak sohbetinden sonra soluğu bilgisayarın başında aldım. Önce Esra Özlem'in klavyesinden çıkmış küçük bir öykü ile kendimden geçtim. Şimdi de bloğun başına geçtim.

Cümlemizi tamamlayalım, "Arca bugün ilk defa bir konser izledi, çok keyif aldı ve deliler gibi alkışladı. Kendisinden beklenmeyecek bir konsantrasyon performansı ile cemi cümlemizi şaşırttı."



Duru bugün çok başarılı bir solo performansı ile en az Arca kadar şaşırttı bizi. Gururlandırdı, sevindirdi. Son olarak - Duru mezun olduğum okula devam ediyor - müzik öğretmenlerinin benim de öğretmenim olması da şaşırttı, kendimi genç bile hissettim :) İlker de pek şaşırdı hatta salondaki sessizliği yaran bir kahkahasına engel olamadı: Kendisine Nevval Hoca'nın beni ısrarla koroya almak istemesi ile ilgili anımı anlatmıştım da, sesimi ve yeteneğimi pek çekemiyor kıskanç ruh:P



Şimdi İlker fosur fosur uyurken benim uykum kaçmış sonuç süreç muhakemesi yapıyorum.

İlker, müzik konusunda bilgi ve yetenek sahibidir (benim aksime:P). Dolayısı ile bugün bir oda orkestrası dolusu çocukların çalamadıklarını düşündü. Gerçi bunu anlamak için müzik otoritesi olmaya gerek yok, işitme kaybınız olmasın yeter.

Hatta bu yıl liseden mezun olan bir kızın yaklaşık 10 senedir viyolonsel çaldığını öğrendik. Çalabiliyor muydu? İlkere göre bu kadar sene bir şeyi bu kadar çalışırsan çok başarılı olmalıydın.

Bence? Bıraksalar sabahlara kadar tartışırım bu konuyu.

Bu çocukların belki hiç biri güzel çalamadı, sonuca varamadı, ama hepsi çabaladı mı? çabaladı!

O ablamız müzik otoritelerini tatmin eder mi? Bilemem, ama ben hayatının en deli çağlarında ergenlik süresince böyle çok da popüler olmayan bir aleti çalıştığı için, istikrarı için alnından öperim.

İlker'e katıldığım noktalar var. Ona göre bu çocukların çoğunluğu için bu geçici bir heves. (kuvvetle muhtemel!) Belki pek çoğu ailesinin yönlendirmesi ile başladı bu işe, hani bir çocuk neden keman çalmak istesin ki? Olabilir?

Ama futbol takımında oynayan her çocuktan Arda olmasını, piyano çalan her çocuktan Fazıl Say olmasını bekleyemeyiz. Beklememeliyiz.

Pek çok konuda sonuç odaklı bir bakış açım olmasına rağmen bu konuda çok çeliştim kendimle. Belki sanata olan hevesimin her zaman yeteneğimden fazla oluşundandır, belki okul hayatımın böyle performanslarla dolu olmasındandır, belki okullu Yeliz olarak empati kurmuşumdur, kim bilir:)

Anne Yeliz olarak, Arca'yı yönlendirmemeye karar verdim hatta el sıkışmasak da İlker'le anlaştığımızı düşünüyorum. Bir şeye ilgisi varsa, sal gitsin, çok gaza getirme, yönlendirme, illa ki yapmak isterse yolunu bulur. Su yolunu bulur :)

Büyüklere Masallar

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde...

Uzak kasabanın birinde adetmiş, gelin olacak kızların çeyiz sandığına tohum konurmuş. Kırk sene önce bizim kızın payına da bir çiçek soğanı düşmüş. Yıllarca saklamış, çeyiz sandığının en tenhalarında.

Uzun yıllar sonra bir gün yazlığı olmuş bizim kızın. Beyaz saksılara bu çiçeği ekmiş, çiçek yerini pek sevmiş, hemencecik yarıvermiş toprağı. Narin incecik bir dalı çıkarmış topraktan, tek dal. Hem dal hem yaprak. Ucundan tomurcuğu çıkarmış, sonra da işte böyle pespembe açarmış. Daha doğrusu açması beklenirmiş.



Pek güzel gidiyor değil mi? Evet arızaya az kaldı.

Bizim gelin hanım, bir gün fark etmiş ki, bu yapraklar daha çiçek açmadan koparılıyor, bir de nispet yapar gibi yapraklar saksının içine bırakılıyor.

Kim yapar? Neden yapar? Acaba gözünü diken illa ki soğanından isteyen komşular mı yaptı? Kedi olsa niye uğraşsın incecik otla? Kim kim?

Acaba kendiliğinden mi dökülüyor? Hastalık mı geliyor çiçeğe?

Uzun süre böyle çiçek açmadan dökülmüş yaprakları.

Bir botanikçiye sormuşlar, botanikçi bilememiş ama öğrenmişler ki ZIPÇIKTI denen bu çiçekten artık pek yetişmiyor. Ayrık otu kılıklı çiçek iyiden iyiye kıymete binmiş.

Artık çiçekten iyice ümidi kesen hanım, günlerden bir gün iki kızından küçük, haylaz ve cadı kılıklı olanını görmüş saksının başında. Bizimki kıvırcık sarı kafasını gömmüş saksının içine itinayla yoluyor yaprakları. Hem ne yolmak!! Yolup yolup bırakıyor saksının içine.

Ellerini birbirine çırpıp temizlerken dönüyor kız, annesiyle burun buruna geliyorlar.

"Hah! ben de sana ne diyecektim! Babam görev verdi, bi tane ayrık otu kalmayacak bahçede dedi, ya bu saksıya bir ayrık otu dadanmış, yoluyorum yoluyorum çıkıyor. Söyle babama kendi yolsun bu ne be!"

Bu hikayenin üzerinden yirmi küsür sene geçmiş olmasına rağmen hala gülerler.

Gökten üç zıpçıktı soğanı düşmüş,
biri hikayeyi sabırla okuyanlara,
biri çeyiz yadigarına tekrar ve sonsuza kadar kavuşan gelin hanıma,
biri de ne zaman bu çiçeği görse; "ayrık otu gibi kardeşim ne bileyim ben, babam yol dedi, yoldum, daha da uğraşmam bahçenizle" diye çemkiren bana:)))

8 Haziran 2011 Çarşamba

Dumur diyalog #10

Sohbetler çoğaldıkça diyalogların pek dumurluğu kalmıyor. Demek ki keramet Arca’da değil bizim ilk heyecanlarımızdaymış.

Heyecan deyince… Arca’nın son günlerde cümle içinde kullanmayı en çok sevdiği kelime bu:
“Heyecanla öptüm!”
“Heyecanla yedim!”
Her şeyi heyecanla yapıyor son günlerde.

Geçen Hülyalara gideceğiz, yolda Elalarla buluşacağız, birlikte gideceğiz diye ön hazırlık turlarından geçmişti. Orçun bizde, sohbet ediyorlar:
O: Kimler gelecek Arca?
A: Tuna, Ela
O: Ela kız mı erkek mi?
A: Kız gibi bişey!



Arca’ya göre bütün oyuncakları konuşur.
“…demiş” diye bir cümle sonu yakalarsın, sorarsın “kim demiş?” Ya kuzudur, ya pandadır, ya şimşek mcqueendir.

Geçen arabaya bindik, önceki yolculuktan çöp kamyonu kalmış, özlemiş, istedi tabii. Hani ben de muhabbet kuracağım ya;
“A çöp kamyonu ne diyor Arca’cım özlemiş mi o da seni?”
“Çöp kamyonları konuşmaz.”
“Haklısın. Ne yapar o halde?”
“ıhn ıhn yapar!”

7 Haziran 2011 Salı

“okul bakmaa gidiyoz!”

Kreş gezmek için cuma günü izin aldım, Arca da sabaha turlarına bizimle katılırken böyle diyordu “okul bakmaa gidiyoz!” evet gittik aldık boyumuzun ölçüsünü geldik.

İstisnaymışız biz öğrendik, bulutların üzerinde geziyormuşuz, balonumuz söndü, iniverdik.

İstisnaymışız çünkü diğer velilerin aksine;

Biz çizgi film izletilmesine fitil oluyoruz, çizgi film izlemenin yerinin okul olmadığına inanıyoruz. (sadece bir tanesinde ayda bir sinema günü yapıldığını ve öncesi ile sonrasında film ile ilgili çalışmalar yapılarak interaktif hale getirildiği anlatıldı, diğerleri için çok doğaldı, çok normaldi)

Biz yıl sonu gösterisinin ne şartlar altında yapıldığını soruşturuyoruz (dikkatinizi çekerim var mı diye sormaktan vazgeçtik, illa ki var! Yaklaşımlarını soruyoruz sadece).

Biz kışın çocukları bahçeye çıkarıyorsunuz değil mi diye araştırıyoruz, aman ha çıkarmayın demiyoruz.

Biz elimizde anaokul müdiresinin bıyıkaltından güldüğü bir kara kaplı deftere aldığımız notları taşıyoruz yanımızda.

Dik merdivenleri sorguluyoruz. Çimden halıdan geçtim, koşmaya müsaade etmeyen küçük bahçeye dudak büküyoruz.

Biz "ağlar ağlar alışır" şeklinde yönetilen bir alışma sürecine dehşetle hayır diyoruz.

Biz çok methedilen yemek listelerini aldığımızda ikindi kahvaltısı için meyvanın yanına şokellalı ekmeği görünce hayretler içinde kalıyoruz. Hangi insan evladı şokellalı ekmek varken elma yer?

Yedi adet okul gezdik. B.k atacak değilim, benim beklentimi karşılamaz başkası sever mutlu olur. Ama içindeki eğitmenlerini sevdiğimiz okulun fiziki koşullarından tırstık, fiziki makyajı pek güzel olanın ya eğitimi hakkında nahoş şeyler duyduk ya da sınıflarını kalabalık bulduk.

Ahşap oyuncaklardan, Montessori, Waldorf gibi ekolleri takip etmelerinden, iki dille eğitim yapmalarından, gerçek çim bahçelerden, domates salatalık ekmelerinden, yüzme havuzlarından, kuştüyü yataklardan geçeli çok oluyor.

Atla deve değildi istediğimiz, sadece;
- Şefkatle yaklaşılacağına inandığımız insanlar
- Temizlik ve tehlikesiz fiziki koşullar
- 8-10 kişilik sınıf ve sınıf için iki öğretmen
- Sürekli bir çocuk psikoloğu
- Her gün çıkılacağına inandığımız kullanılabilecek bir bahçe
(Bir de mümkünse yıllık 20.000 TL olmasın be, o-ha dedim yani!)

Bu beş maddeyi bir arada bulunduran, -hadi işimizi biraz daha kolaylaştıralım - birkaçından fedakarlık edebileceğimiz bir okul bile bulamadık henüz.

Omuzlarımız düşmüş halde eve döndüğümüzde Ümit ablaya "böhhüüü gitme bizi bırakma!" diye ağlayacaktık neredeyse. Hatta bir süre daha, başka bir bakıcı ile devam mı etsek acaba diye düşündük. Ama ne olacak en fazla Arca bir yıl daha büyümüş olacak. Sürecin çarkına bir defa daha gireceğiz.

Bu süreçte değerleri fikirlerini paylaşan Elfanam, sağduyusu ve tecrübeleriyle destek olan dostlar var neyse ki...

Vazgeçmiş değiliz, en azından şimdilik.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Pazar

Tulumbadan lezzetli ve buz gibi su çıkartmak istiyorsan 50 defa çekeceksin! Dedem bağda susadı mı buz gibi bir bardak su istediğinde "50 kere çek" diye seslenirdi arkamızdan, bir bardak su için o da biz de 50 defalık şıkkıdı şıkkıdı tulumba çekmeyi bekler üşenmezdik. Torunlar o bir bardak su için sıraya girerdi.



Bizimkiler o eski günlerin anısına bizim veletler de tulumba keyfini yaşasın istemiş olacak bu tulumba tesisini geçtiğimiz yıl törenlerle hizmete açtılar. Tabii Arca tulumbanın suyunu çıkardı. Anlatmama lüzum var mı?



Geçen yıldan kumlu klamış kovar kürek takımlarını tarihi süsü verilmiş çeşmede (babama sorsan uzman tarihçilere Osmanlı çeşmesi diye yuttururmuş. Tabii Özdere'de Osmanlı çeşmesi, oldu, görürsem söylerim) yıkadı, sezona hazırladı. Çok işi vardı çoookkk!



Arca totosundan ter akasıya çalışadursun biz ailecek;

İlk çiçeğini vermiş salatalık fidesine sevindik.



Yer çekimine karşı verdiği savaşı iplerle destekleyen yeni saksısında taze sardunyaya güldük.


Mevsimle birlikte bahçenin heryerinde arsızca biten papatyalara şaşırdık.



Olgunlaşıp yere düşmüş, güneşten reçineleri iyice ballanmış kozalağın içinden çam fıstıklarını tek tek çıkarıp kırdık, mis gibi yedik. O çam fıstığının tazesi ne güzel oluyormuş yav!!



Ellerimden çam kokusu hala geçmedi.

4 Haziran 2011 Cumartesi

öyle tembelim ki...


kahvemi koymak için sehpa çekmeye üşendim. hatta koltukta fotoğraf makinası olmasa imparatoru sehpa olarak kullandığımı muhtemelen unutacaktım.

Dün kreş bakmak için izin kullandım. Sabah dokuzdan akşam altıya kadar hiç durmadan dünya kadar okul gezdik. Ama o kadar tembelim ki başka bir posta bırakıyorum.

Tembellikten Arca'ya sandalet de bakamadım, akşama bıraktım. İlkerin de işler uzayınca bu saate kaldı. Arca'nın işbirlikçiliği olmasa hiç gözüm yemezdi. Hatta yarın yazlıkta tulumba ve su ile oynamayı yasak ederdim. Tembel ve bencil anne profili:P

Eve gelip de Arca'yı uyutma düşüncesi o kadar yordu ki beni, tam 4 defa Emre Aydın - Dayan Yalnızlığım şarkısını dinleyerek (başka şarkıya geçip risk alamazdık) araba ile dolaştık, uyusun diye. Kolikli bebe uygulaması! Gözler kapanıyor, biz İlkerle puhhaha nasıl koyduk şeklinde sessiz ama hareketlerle tezahurat yapıyoruz. Cücenin gözleri aralanıyor hop istifimizi düzeltiyoruz, sus pus:) Neyse ki arabada uyudu. Bezini değiştirmedim hala, tembellikten!

Hatta şu anda mutfakta dağ gibi akşam bulaşığı beni bekliyor ama ben burada klavye tıkırdatıyorum. Allahım nasıl tembel bir insanım!

Canım da fındık istedi, İlker'e söyleyeyim de getirsin, yerimden kalkasım yok.

3 Haziran 2011 Cuma

Hayat böyledir işte

İşe paçoz gittiğin gün, ani bir müşteri ziyareti olur ya da ofiste kimsenin görmeyeceğini düşünürken öğlen Foruma gidesin gelir ve bingo mutlaka birileriyle karşılaşırsın. “Bu ne hal” diye soran gözlerden gözlerini kaçıramazsın.

Yediklerime biraz dikkat edeyim dersin hop üst üste dışarıda yemekler, arkadaş toplantılarında veya sırf İlkerin canı çektiği için pizzalarla geçirirsin öğünlerini. Hehe muzır lezzetlere hayır diyemeyen bir bünyen var:P Sonra alkol detoksuna girmeye karar verdiğinin akşamı bir kutlama olur, bir kadehçik deyiverirsin:)

Az tasarruf yapayım derken telefonuna su dökülür, bir de densiz tamirci kocana “bu kadın milleti de hiç malın kıymetini bilmez zaten abi” gibi atıp tuttu mu, telefon tamirinin ücretine mi yoksa tamirciye söveyim diye şaşar hatta lafı yediğinle kalırsın.

Toplantı gündemi kalabalık diye uçak biletini geçe alırsın, erken biter, havaalanında uzun saatler takılırsın. Erkene alsaydın garanti ateşli tartışmalarla uzar giderdi toplantı, uçağı kaçırırdın.

En gergin olduğun gün Arca’nın krizi tutacağı tutar, en yorgun olduğun gün uyumayacağı…

Kitap okuyayım dediğin akşam sızarsın, TV izleyeceğin akşam izleyecek bişey olmaz boş boş zaplarsın.

"Hayat böyledir işte" diye başlık atmışım da hayat hep böyle olmamalı ya, bir yerde bir yanlışlık var.

Besmelesiz mi çıkıyorum evden ne!?

2 Haziran 2011 Perşembe

Uzaylı Lulu ve Arca'nın maceraları

Bu aralar Arca’yı uykuya cebren ve hile ile yollamak alışkanlık halini aldı.

Geçenlerde;
Y: Arca! Saat on, yatağa kon!
A: konma ! konma! Uyumayım uyumayım !
Y: O halde uzaylı Lulu ve Arca’nın maceralarını köpeğe anlatacağım, ben yatağa gidiyorum.
A: Bana anlat bana anlat bana anlat bana anlat

Dedi ve önümden rüzgar gibi geçip yatakta benden önce yerini aldı.

Olayın tanığı İlker, “hohoy mıçtın yavrum, hadi anlat bakalım şimdi” diyerek bir defa daha ne kadar destekleyici bir koca olduğunu gösterdi. Pis ya, resmen kafa buluyor benimle.

Allah biliyor ya, Arca’nın odasına girerken “ulen ne sallayacağım şimdi” diye düşünüyordum.

“Bir varmış bir yokmuş…” kısmını epey uzattım, aklıma bir şey gelmiyor. Uzaylılar pek ilgi alanıma girmiyor. Nerden aklıma geldi, hay …. Ayı de, tavşan de, hayvanlar alemine dal, uzaylı senin neyine!

Neyse o gün yaptıklarımızı anlatayım, bir yerden uzaylıyı kaktırırız.

“Arca ile annesi bir gün ….”

Bi halt da yapmadık o gün, bütün gün evdeydik, temizlik yaptık, gezmeye bile çıkmadık. Elektrik süpürgesinin içinden mi çıksa acaba Lulu? Yok lan mikropları anlatırken elektrik süpürgesinden örnek vermiştik, şimdi uzaylıyı mikropla bağdaştırmasın.

Garibim bu arada yatmış sırt üstü, masal bekleyen koca kara gözlerini dikmiş gözlerime öyle bakıyor. İçim parçalandı.

Ahan da buldum! Akşam yemekten sonra kapının önüne çıkalım diye tutturmuştu.

“Arca ile annesi, hava karardıktan sonra çıkmışlar kapının önüne
Işıklı yeşil topu elinde
Futbol oynamışlar kahkahaları uzak semtlerin göklerinde çakan şimşeklere karışmış.
Arca’nın yeşil topu ışıklıymış, sektirdikçe ışıl ışıl yanarmış.
Gökyüzünde UFO’larıyla gezintiye çıkmış olan uzaylı ailesi bizimkilere rastlamış
Ailenin en küçüğü Lulu, bu ışığı uzun zaman önce kaybolan arkadaşı sanmış
“İnelim bakalım” diye tutturmuş
Annesi karşı çıkmış,” yeryüzü tehlikelerle dolu
Hiçbir yere gidemezsin Lulu!”
Babası ufaktan cesaret vermiş, “bi baksın gelsin bir şey olmaz” demiş.
Anne de çaresiz razı gelmiş.
Uzaylı ailesi yeryüzüne inedursun,
Bizim Arca yorulmuş, top oynamayı bırakmış.
Tam eve dönecekken sokağın başındaki nakliye kamyonunun farkına varmış.
Annesi ile kamyonun yanına gidip taşımacı amcaları seyretmişler.
Öyle eğlenmişler ki zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler.
Bu arada Lulu bahçeye çoktan inmiş bile,
Ama arkadaşı sandığı ışıklı topu bulamamış bahçede.
Ne yapacağım diye kara kara düşünürken
Arca merdivenlerde topu düşürüvermiş elinden
Lulu hemen topa doğru koşmuş
Arkadaşı olmadığını anlayınca çok bozulmuş.
Başından geçenleri anlatınca Arca’ya, hiç tereddüt etmemiş Arca,
“hadi gel doğru yukarıya!”
Birlikte yemek yiyip oyunlar oynamışlar
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlar
Ta ki Lulu annesini özleyinceye kadar
Arca’nın annesi demiş ki; “üzülme az sonra gelirler, bak ben balkondayım
Hadi siz gidip oynayın”
Bahçeye inen UFO’yu görünce, el sallamış hemen buyur etmiş içeriye
Annesine sarılmış hemen Lulu
Arca mutlu, Lulu mutlu
Tekrar görüşmek üzere sözleşmişler, bundan böyle Lulu ne zaman dünyaya gelse birlikte oynamışlar, eğlenmişler…."

Arca da onbeş dakika içinde gözlerini uykuya yummuş...

1 Haziran 2011 Çarşamba

Yemek ile bulaşıkları toplamak arasındaki o küçük zaman diliminde

Hafta sonları gelsin diye iple çekip hızlıca tüketiyoruz birlikte olduğumuz zamanları. Sanki yalnız kalmaya korkar gibi hep bir plan program peşindeyiz. Yapacak bir şey yoksa elimizi ayağımızı koyacak yer bulamıyoruz sanki. Oysa miskinlik de ne güzel be!

Bütün pazarı evde üzerimizde pijamalarımızda geçirdiğimiz günün akşamı, bunları düşünüyordum.

Günlerdir yağan yağmur, belli ki o akşam uzak semtleri ıslatıyordu. Lakin uzaktan gök gürültüsünün sesi geliyordu, yolun kenarında cinsini bilmediğim o bol yapraklı ağaç epey sallandığına göre rüzgar olmalıydı. Geçiş mevsimlerinin o taze serinliği, aralık pencereden yüzüme vuruyordu.

Kirli tabaklarla dolu sofrada, önümde sanki beş kişilik yemek için hazırlanmış kocaman bir salata kasesi, bir taraftan otlanıyorum, bir taraftan şişenin dibinde kalmış şarabı yudumluyorum. Arca’nın tabakta bıraktığı yemekleri yemekle salata arasında kalmışım, salatayı seçtiğim için ödül yudumları bunlar.

Yemek bittikten sonra sofrada oturmayı severim. Tercihen dostlarla sohbet ama kimse yoksa da ya dışarı izlerim, ya da kahvaltıysa mesela gazete okurum, elimde keyif çayı. İlker nefret eder ve karnını doyurur doyurmaz vınlar. Hiç dert etmem, bulaşıkları toplamak ile yemek arasındaki o keyifli anların tadını çıkarırım. Arca da İlker gibi, “doydim” dediği anda sofrada tutmak namümkün.

Düşünüyorum, illa ki gezmek tozmak organizasyon yapmak gerekmiyormuş, ayakkabılığı temizlemek, temizlik yapmak, ve bunların her aşamasına Arca'yı dahil etmek de eğlenceliymiş.

Arakladığım küçük zamanların keyfini çıkarırken, salondan Arca ile İlker’in saklambaç sesleri geliyor.

Sesler gittikçe yaklaşıyor ve küçük cücenin mutfağa girmesi ile bana ve keyfime ayrılmış sürenin sonuna geliyorum. Yoğun ısrarlara dayanamayıp saklambaca dahil oluyorum.

31 Mayıs 2011 Salı

Önceki hayat diye bir şey varsa,

ben benimkini okudum.

Reenkarnasyon mu ne, hiç inanmazdım. Taa ki komidinin üzerinde bir önceki kitabın bitmesini hasretle bekleyen ve bana çapkınca bakan o kitaba başlayana kadar, daha başlamadan kaçamak fotoğraflarına baktığımı itiraf ediyorum, saklayacak değilim.

Kitaba geçen haftaki İstanbul seyahatinde başladım. Ucuzluktan aldığım kötü kumaşlı vasat takımımın altına, boyumu daha da güdük gösteren babetlerim ve kuaförü açık yakalayamadığımdan fön çektiremediğim bonus kafamla yolculuk ediyordum. Ama yine de Patti Smith'ten oldukça farklı bir görünümüm vardı. Hatta metro durağına yürürken bile okuduğumdan elimdeki kitap hakkında en ufak bilgi sahibi olan biri bizi kitapla aynı karede hayal edemezdi.

Görüntüyü bırak, geçmişime ufak bir dip dalış yapan biri, hayatımın hiç bir döneminde anarşik, sanatçı, yaratıcı, sisteme kafa tutan biri olmadığımı bilir. Hani özgeçmişe bile gerek yok.

Ee iyi de bir insan kendinden bu kadar farklı hayatları okurken kendini bu insanlara nasıl bu kadar yakın hisseder?

İşte benim de bu noktada "önceki hayatımda ...." ile başlayan bir cümle kurasım geliyor. Başka bir açıklaması yok!

Hmm aslında bir ortak noktamız var. Ben de bitlendim!! Ama biti bile sosyetenin veletlerini gönderdiği bale kursunda kaptım. 8. Cadde'deki Allerton Otelinde değil.

Not: Bu keyifli kitabı kimden duydum hatırlamıyorum, ama kesinlikle ya Lale Hanım, ya Zeren ya da Ruhdağıydı. Belki hepsi birden. Hayatın karmaşasından beni kopardıkları için bir defa teşekkürler...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Arca ilk kez...

Kendi deyimi ile: Havyanat bahçesine gitti.



Tamam çok bi hayvansever olmayabilirim. Hayvanların dünyası benim küçük dünyama oldukça uzak dolayısı ile uzaktan seviyorum kendilerini.



Bir de onlar da can ya... kafes, sirk, hayvanat bahçesi gibi hayvanların insanların beğenisine sunulduğu ortamlara son derece karşıyım. Yıllar önce İstanbul Darıca'daki sıcaktan helak olmuş, beton üzerinde yatan aslanlara içim parçalanmış, hayvanat bahçesine tövbe etmiştim.



Sasalı'daki doğal yaşam parkının methini çokça duymuştum. Hayvanların doğal yaşam alanında doğal koşullarda yaşadıkları anlatılıyordu.

Şehir efsanesi gibiydi.



Gidelim görelim dedik. Arkadaşları da peşimize taktık, güzel bir gündü. Arca hayvanları kaçırmamak için uykuya direndi.



Küçük çocuk annesi olarak en çok hoşuma giden şey, belli yerlerdeki café'lerin hemen dibindeki çocuk parkları ve çocuk hayvanat bahçeleriydi. Çocuklar tavşan, ceylan, sıpa, keçi gibi küçük sevimli hayvanları burada besleyebiliyorlar, okşayabiliyorlar. Tabii biz de çokça vakit geçirdik bu alanda.



Tabii ki tamamen doğal ortam sağlamak mümkün değil. Ama hiç olmazsa kafeslerin içinde değil, rahatça koşabilecekleri bir ortam yaratılmaya çalışılmıştı. Çaba bile övgüye değer.

Doğal ortamlarına müdahale edilmesin diye mesafeler epey uzak tutulmuş. Olsun Arca kendince bir çözüm buldu. Dikkatle bakınca dürbünü ters tuttuğu görülüyor ama o ısrarla zürafaları görebildiğini iddaa etti, şebek:P



Yılmaz Özdil de Sasalı doğal yaşam parkının bilinmeyen yönlerine değinmiş buradaki yazısında.

29 Mayıs 2011 Pazar

Tünelin sonunda ışık var, artık biliyorum

Bazen ümitsizliğe kapılıyorum. Mizaç olarak hep uyumlu dediğim Arca "terrible two" denen naneyi dibine kadar yaşıyor, yaşatıyor. Bu günler hiç bitmeyecek gibi geliyor kimi zaman. Hele ki karnı aç, uykusuz, rutinden şaşmış ise, en küçük bir olumsuzluk direkt arızaya bağlanıyor.



Alıştım artık, yadırgamıyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ümitsiz anlar dışında...



Her çocuğun kendine has arızaları oluyor. Mesela Hayat Ela'nın hiperaktivite oranının artmasını arıza olarak tanımladı dün.

Ela'nın arızasına can kurban...



Arca, rutinden şaştığı andan itibaren çığlık ve ağlama krizine bağlıyor. Yorgunluk tabir-i caizse başına vuruyor. Dedim ya alıştım artık, genelde sakince durup ağlamasının geçmesini ve bana sarılmasını bekliyorum. Bir süre sonra sakinleşiyor.



Dün, günlerdir süren yağmurların ardından doğan bir güneş gibi aydınlandı içim. Tuna cücesi yüreğime su serpti. Üç yaşını bitirmesine kısa bir süre olan Tuna, dün tam bir şeker oğlandı. Çokça birbirimize gülücükler attık, birbirimizi pek bi sevdik.

Gelişim sürecinde Arca'nın 6 ay arkada takip ettiği Tuna'nın sıfır arıza, yüzde yüz sevimlilik ve tatlılığına tanık olunca içim ferahladı. Bugün küçük bir "çatalım yere düştü, yenisini verme, pis çatalı ver" konulu krizimiz sırasında ümitsizliğe düşen İlker'i de böyle teselli ettim : "Tuna şahaneydi, gör bak altı ay kaldı, sonra herşey harika olacak!"



Harika olacak biliyorum : )