Muhteremin gelişinin uzayacağı haberini almamızı müteakip benim asfalyalar ufaktan atmaya başlamıştı. Kendimi üç hafta idare edecek şekilde programlamıştım, bir o kadar daha idare etmem mi gerekecekti? Zaten her allahın günü evin ergeniyle stres yüklü atışmalar, evin idaresi, işin derdi yükü... İlk haftalar iyi kotarıyorum derken, işler boka sarmaya başlamıştı.
Artık ufak tefek şeylere bile ağlar olmuştum. Arca'nın küçüklükten beri sakladığı formalarını yanlışlıkla ihtiyaç sahipleri kutusuna atmış olmak bile ağlatıyordu beni. Arca'nın ayaklarının ağrıması mesela, acaba, yeşil sahalara gitmekten sıkıldım diye kader ağlarını mı örmüştü. Evet, öyle olmalıydı, hepsi benim suçumdu. Annelik bitmeyen bir vicdan muhasebesi ve de suçluluk duygusu değil miydi? Daha geçen gün tuvalette ayaküstü muhabbet ettiğim iki çocuk anası arkadaşıma da aynısını dememiş miydim? "çocuklar küçükken ilerde geçecek sanıyorsun ama inan bana seninki üç yaşında altını ıslattı diye kendini suçluyorsun ya on üç yaşında da suçlayacak bir şeyler çıkıyor yani suçluluk bitmek bilmeyen bir annelik nişanı sanki..." Kadını da bozdum mu acaba? İnşallah hayattan soğumamıştır.
İlker'in geldiğinde halletmesi planlanan işlerden Arca'nın aşısı, benim artık normal olmadığımın sinyallerinin başladığı gün oldu.