14 Haziran 2008 Cumartesi

Alo baba naber?!

bugün... öğle sıcağı arabanın direksiyonunda, ellerim yanıyor... klimacı olmama rağmen seviyorum mereti, açmıyorum arabada, açık camlardan püfür püfür essin istiyorum. birden irkildim.
balçova termale doğru orta refüşün çimlerini kesmişler, mis gibi kokuyor... hemen babam geliyor aklıma, kesilmiş çim kokusunun bana hatırlattığı bu işte, yazlığın bahçesinde çimleri biçen babam... elektriğini toprağa vermek için çıplak ayakla çimlerde volta atan... ayrık otlarını biçip, konu komşuya "geniş yapraklı italyan çimi", yoncaları "farekulağı cinsi" diye yutturan, sadece yanıp sönen bir kırmızı ışıktan ibaret güya alarm sistemi ile hırsızları kandıran, binbir zorlukla yetiştirdiği çimlerde bırak yatmayı, ezilmesin diye 5 dakika aynı noktada ayakta dikilmeyi bile yasaklayan, bahçesinde açan her çiçeğin her ağacın geçmişini uzun uzun anlatmaktan acayip zevk alan babam. alemdir o, biraz üçkağıtçı, keyif düşkünü, tertip disiplin timsali evcimen boğa erkeği. elinde tahta bavul, ayağında lastik ayakkabı, 11 yaşında İstanbula ayak basışıyla başlayıp, Dolmabahçe stadında kaşar ekmek satarak harçlık çıkardığı günlerle devam eden, birincilikle bitirdiği okul yıllarını siyah beyaz Türk filmi izler gibi dinlerdim. Fakir ama gururlu genç edebiyatı yapmaz, o yokluk günlerinden ayrı bir lezzetle dem vurur. Sonra Beyoğluna kravatsız çıkılmayan günlerden izmir beyler sokağındaki tek göz evlerinde kedileri sapanla bahçe duvarından düşürdüğü çocukluğuna oradan Anadol arabasını kamyonete çevirdiği yıla atlar, sohbetiyle mest eder. İlla balık sofrasına rakısı olur, damatlara içirmek için ısrar kıyamet, yemekte en son o kalır, zaten konuşmaktan yiyemez ki, sonunda annem bulaşıkları toplamaya davranır da kalkar yerinden. Çocukluğum çıraklığını yapmakla geçti. Hidrofor mu bozuldu, "koş ingiliz anahtarı getir, penseyi kap gel..." Mangalı, garaj kapısı, güneş enerjisi, şöminesi, süs havuzu özel tasarımdır. Kendi çizer, gerekirse kendi yapar. Ne gerek var para vermeye, hem zaten birşeyler yapmazsa sıkılır. Kurtludur!! Öğle uykuları hariç her dakika ayaktadır.
Velhasıl benim babam acayip renkli bir kişilik!!! hani anlatılmaz yaşanır tiplerinden!! babalar günün kutlu olsun, şekerim, yanaklarından öperim :)

12 Haziran 2008 Perşembe

Fırında sebzeli tavuk

Çocukken tavuk bütün alınır, haşlanır, suyuna pilav yada çorba yapılır, kendisi üç dört parçaya ayrılarak fırına verilir, öyle yenirdi. Hatta bizim evin hemen her hafta bir akşam menüsü mercimek çorbası, tavuk, pilav olurdu. Ben asla but yemezdim, illa ki göğüs eti olacak. Benim bu kemiksiz döğüs eti takıntım, butları paylaşan babam ve ablam için biçilmiş kaftandı tabii. Sonraları tavuğun hemen her yeri ayrı satılmaya başladı. uzun lafın kısası ben but sevmediğimden şimdiye kadar hiç pişirmemiştim. Dolayısı ile tamamen deneme usülü bir yemek yaptım bugün.
Butların marinesi için internetten birkaç tarif okudum, ortaya doğaçlama bir tarif çıkardım. Yanına pilavla süper oldu. İlker butları kıkırdaklarına kadar yedi:)

neler lazım bize?
marine etmek için:
- 1 diş rendelenmiş sarımsak
- 1 yemek kaşığı salça
- 1 yemek kaşığı mısırözü yağı
- karabiber, tuz, 1 çay kaşığı köri
bu malzemeleri bir geniş kapta çırpıp butları içine koyuyoruz, 1 gece (dün gece yaptığım için 1 gece diyorum, ama gördüğüm tarifler hep 1-2 saat diyor) bekletiyoruz.
yemek için:- 2 patates, 1 havuç, 3-4 yemek kaşığı bezelye
- 5 adet tavuk butu

nasıl hazırlıyoruz?- patatesleri küp küp, havucu halka halka doğruyoruz.
- hepsini buharda biraz diri kalacak şekilde pişiriyoruz.
- diğer taraftan fırın kabına butları diziyoruz.
- Sebzeleri üzerine ilave ediyoruz.
- Marineden kalan sosu da ekleyip kabın üzerini alüminyum folyo ile kapatıyoruz.
- önceden 250 C de ısıttığımız fırında 25 dakika pişiriyoruz.

Köri farklı bir lezzet ve iştah açıcı bir koku verdi yemeğe. Hazırlanması kolay ve tahmin ettiğim kadarıyla kalorisi düşük bir yemek.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Başkalarının Hayatı - Das Leben Der Anderen


Henüz Avrupa kupasının başlamadığı haftasonuydu, hani granyoz balığı yediğimiz... sofrada elimde şarap kadehi, damağımda granyozun lezzeti, aklımda az önce izlediğim muhteşem film, hatta dilimde.. yemeğin iki konusundan biri bu yeni balığın daha başka nasıl pişirileceği idiyse de diğeri filmdi.
2007 yılının yabancı film Oscarı almış, Alman. Berlin duvarının yıkılmasına 5 kala, Doğu Almanya iktidar partisinin aydınlar üzerinde kurduğu baskıdan yola çıkmış. Bir stasi - muhbir, şüphelenilen bir yazarın evine dinleme tertibatı kuruyor. Her yaşadıkları anın raporunu tutuyor. Yazarın sevgilisi aktriste mi hayran yoksa yaşadıkları aşka mı bilinmez, hem hayatlarının dışında hem de tam içinde aylar geçiriyor. Yazar ve dinleyicisi iki şekilde karşılaşıyorlar ama aslında hiç bir araya gelmiyorlar. Çok güzeldi, çok.
Hani ölmeden önce izlenmesi... ile başlayan filmlerden.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Granyoz balığı

Geçen pazar bizim inşaata gittik, bitti bitiyor valla... bir de satışlar başlasa deme keyfimize... bahçe duvarları başlamış, dış cephe boyasını gözümde canlandırmak için şöyle bir deniz kıyısından bakayım dedim, harbi güzel... iki adımda denizdesin. ister yüz ister yürüyüş yap. hani home office çalışan birisi olsam dairelerin birinde biz oturalım diye ısrar edeceğim de mümkün değil hergün 70-80 km.
eve dönerken balık haline takıldık, canımız çekti. ama evde yapınca da acayip kokuyor, illa ki fırında yapılacak balık olacak. bir kiloluk deniz levreklerinden bi tane alalım ikimiz yiyelim olduk, temizletirken kocaman granyoz balığı tutmuşlar, ısrar kıyamet. çok büyük bi balık, önce nasıl yaparızı internetten bulurum diye içinden geçirdim ama balıkçının tarifini de iyi ki almışım. balığın ismini google layınca sadece balıkçı forumlarındaki av hikayelerini bulabildim. bu balığın lezzetinden çok avının keyif verdiğine dair şüphelenmekte bence haklıydım ama ilginçtir ilker çok beğendi.
eti lezzetli ama biraz sert, sarı ağız da deniyormuş, üstelik de tam mevsiminde almışız. tuzda lavos gibi pişirilse eminim çok daha yumuşak olur. İlkerin beğenmesi şerefine buradan tecrübelerimi paylaşmakta saknca görmüyorum. benim gibi hasbel kader bu balığı alan biri için nette bir tarif olur, fena mı olur ?
neler lazım bize?- iki kişi için 700 gr granyoz balığı
- zeytinyağı
- defne yaprağı, domates, soğan, biber

nasıl hazırlıyoruz?- fırın tepsisine önce halka halka doğradığımız soğanları, sonra balık parçalarını, domates ve biberler ile defne yapraklarını ilave ettikten sonra zeytinyağı gezdiriyoruz.
- önceden 200 C ye ayarladığımız fırında 20 dakika pişirip afiyetle yiyoruz...

31 Mayıs 2008 Cumartesi

bir yol hikayesi - bölüm 1 : temel atma töreni

İzmire taşındığımızdan beri her hafta mutlaka görüşen 6 kişiyiz. Aslında erkekler ilkerin mahalle arkadaşı, ben de onları 10 küsür senedir tanıyorum. birini geçen yıl evlendirdik ve her hafta birlikte takılma ritüeli de hemen hemen aynı zamanlarda başladı denebilir. İlker okey turnuvalarında ısrar edince, 2 kız erkekler için okeye dördüncü olduk. kah bizim evin balkonunda, kah inciraltında, haftalarca oynadık. Okey turnuvaları zamanla yerini, kahvaltılara, mangallara, rakı balıklara, sinema gecelerine, tekne turlarına bıraktı. Derken gönlümüz razı gelmedi, üçüncüyü de baş göz eder gibi olduk, sayıyı altıya tamamladık. yeni eleman benim 15 yıllık arkadaşım olmasından mıdır bilinmez ortama acayip ayak uydurdu. Uzun lafın kısası, "friends" dizisindeki gibi 6 kişi birlikte takılıyoruz.
Birkaç ay önce Kordonda bahsi geçmişti, mavi yolculuk yapalım diye, kokoş çift, zeynepin deniz tutması, tufanın klimasız ortamlarda uyuyamaması gibi sebeplerle günübirlik turlar hariç otel tercih ettiler.
Aradan zaman geçti, bir pazar mangal yakalım dedik, kalktık, seferihisar yolunda Tokatlı Rıfat Ustanın yerine gittik. Bu arada burası etleriyle, servisiyle, fiyatıyla muhteşem bir yer. Bir duvarı baştan aşağı Atatürk resimleriyle donatılmış. Bademli köyü yol ayrımında, yemekten sonra Türkiye'nin okuma yazma oranı en yüksek ve tek tiyatro sahibi köyüne de yürüyüş yapma fırsatı buluyorsunuz. Neyse, etlerimizi yedik, çaylarımızı içerken yine tatil muhabbeti açıldı. Derken bir yol haritası bulundu, üzerinde gidilmesi gereken yerler işaretlendi, yolculuk kabataslak belirlendi. En önemlisi tarihti. Temmuzun ikinci haftası herkesçe kabul görünce, iş işyerlerinden izin almaya kaldı.

Ben tabi durur muyum, hemen iznimi kaptım, benim arkamdan bütün ofis! bu arada ben zeynepi, ilker orçunu sıkıştırıyor. gül zaten almış. Temel atma töreninin ardından ilk hafta izin konusu tek fireyle halledilmişti. Tabii ki Orçun!!
benim ofiste gitmek istediğimiz yerleri iyi bilenler var, sordum soruşturdum, dersime çalıştım, ilkere birkaç otel bilgisi verdim, o da sağdan soldan araştırdı, rotayı, kalınacak otelleri belirledik. 7 günlük tatil ilkere kalsa 9-10 güne sığmayacak. Bilenlere sorduk, kelebekler vadisi ile fethiyede tekne turunu iptal ettik. Bir de Datça tarafını başka tatile bıraktık. Ama Kaş illa ki Kekova turu olsun denince, 7 günlük tatil ana hatlarıyla ortaya çıktı. toplandık tufanın evinde, otellerin internet sitelerine girdik, tekne turlarını anlattık, birkaç ufak değişiklikle rezervasyonlara karar verildi.
kısaca;
cumartesi minibüs kiralanıyor
pazar sabaha karşı yola çıkılıyor, yolda kahvaltı, öğleye doğru ölüdeniz
akşam kaş'a devam, rakı balık yapılıyor, kaş iyice geziliyor
pazartesi, kekova turu
akşam fethiyeye geri dönülüyor. kayaköyde konaklama
salı, saklıkent ve tlos
çarşamba, göcek yat turu
perşembe, dalyan bacardi turu
cuma, marmaris, çamlıda konaklama
cumartesi, gökova yat turu ve sabaha karşı dönüş

o akşam, fiyatlar çıkarıldı, listeler yapıldı...
sonrasında ilker otellerle pazarlıklar yaptı, otel paralarını epey düşürdü.

muhteşem tatilin temelleri atıldı, şimdi hazırlık zamanı...
bir de hayallere dalıp kaş'tan fethiye'den çıkma zamanı...

Şikayetçiyim!!!

zırt pırt yaptıkları zamlarla dünyanın en pahalı benzinini cümlemize kakalayanlardan,

-dekorasyon için- çar çur ettiği paralar yetmiyormuş gibi, bir de dolmabahçe müzesinin demirbaşlarına göz dikenlerden (babasının evinde de bunlarla büyüdü ya alışkın tabii)

utanmadan yargıtay üyelerini dinletenlerden

el kadar veletleri çarşafa sokanlardan

devletin sitesinde flörtü zina, parfümü günah ilan edenlerden,

hiç yüzleri kızarmadan laikliği Atatürkü ağzına almaya cüret edenlerden

sırtımızdan sülalesini gemicik, şirketçik sahibi yapanlardan,

içime sindiremediğim basiretsiz noterden

külhanbeyinden

alayından

son olarak göz göre göre yaban ellerde benim memleketimi hem de din özgürlüğü yok diyerekten, iftira ataraktan şikayet eden şahıstan şikayetçiyim!!!

ama en çok da bunlara hala gıkını çıkarmayan bu memleketin insanlarından şikayetçiyim!!!

şikayetim var!!! duyan yok!

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Ratatouille

Ratatouille filmini izlediğimden beri tek derdim yemeği yapabilmek. Son günlerde ciddi ciddi uygulamaya başladığımız sebze ağırlıklı beslenme programına ilave edersem ilker kesin yer düşüncesindeyim. Epey araştırdım internetten, bizim Türkler mantarsız yapmayı tercih etmişler çoğunlukla, bir de sebzeleri sotelemişler. Yabancılarda fırında közlemek daha çok tercih edilmiş. Ama bizim türlüye benzer şekilde yapanları da anlayamadım doğrusu!! Hadi şakşukanın kızartılmamış, mantarsızı dersin de, türlü, ne alaka!??

Birkaç hafta önceydi, sanırım benim İstabuldaki fuar için güzelim İzmirimi terk edişimin öncesi... Haftasonu yağmurlu olacağı kesinleşti, evde maç izleyelim fikri de benimsendi, hadi dedik bizde toplanalım. Önden de bir TABU oynarız, zaten yağmurda ne işimiz var "outdoor activity"lerle? Adettendir, böyle organizasyonlarda ya kebap söylenir, ya pizza.. Külliyen kaka besinler... Dolayısı ile atıştırmalık lezzetler hazırlarsam kimse kebaba kaymaz dedim hemen menüyü oluşturdum.
- Lazanya
- Ratatouille
- Salata
- Zeytinyağlı taze fasulye & yoğurt
İtalyan, Türk ve Fransız mutfaklarından seçmeler :)
Zaten önden ıspanaklı gözlememle zeynepin keki çayla götürülünce öyle aman aman acıkılmadı. Kimse de pizza, kebap diye mızıklamadı:)

Lazanya, bir ara anlatırım, kendisi makarna yemeklerinin havalısıdır kanımca ve kalorisi itibariyle pek pişirmemeye çalışıyorum.

Taze fasulye, yeni çıkmış, daha ayıklarken mis gibi kokuyordu, aslında sonraki günlerin zeytinyağlısıydı da çeşit niyetine kondu sofraya ama müşterisi çoktu.

Gelelim Ratatouille yemeğine;


Neler lazım bize?
- 1 adet bostan patlıcanı
- 2 adet kabak
- 6-7 adet mantar
- 800 gr lık domates konservesi
- 2 diş sarmısak, 1 adet soğan
- Birer adet yeşil, kırmızı biber
- zeytinyağı, tuz
- kekik, fesleğen

Nasıl hazırlıyoruz?
- Fırını 220 C ye ayarlıyoruz
- Patlıcan ve kabakları küp küp doğruyoruz, patlıcanları tuzlu suda bekletiyoruz ki acısı çıksın.
- Soğanları yemeklik doğrayıp sarmısakları incecik rendeliyoruz.
- Mantarlı dörde bölüyoruz, biberleri kalın kalın dilimliyoruz.
- tüm sebzeleri bir kapta üzerine 3 yemek kaşığı zeytinyağı, tuz ve kekik ilave ederek karıştırıyoruz.

- Fırın tepsisine boşaltıp yayıyoruz, sebzeler 30-45 dakika süresince fırında közleniyor.
- Diğer tarafta, sarımsak, soğan soteleniyor, domatesler ilave edilip iyice pişirilmeye bırakılıyor.
- Son olarak tepsideki sebzelerle domatesli sos karıştırılıyor, fesleğen ilave ediliyor.



Benim yeşil biber acıymış ama çok lezzet kattı. Görünüşü şakşuka gibi ama farklı bir lezzet... Denenmesi şiddetle tavsiye...

18 Mayıs 2008 Pazar

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

Nazım Hikmet der ki;

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm
ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?

Abidin Dino'nun beklenin aksine bu şiire dizelerle verdiği cevabı...

Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
işçiler gözler yolunu.
inebilseydin o vapurdan
Ayağında Varna'nın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
Hasretle kucaklayabilseydim
Seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
Kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik meserret kahvesine,
ilk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
O günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
Anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye'yi
Bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.

işte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
Ne boya...

Pazar sabah, akşamın yorgunluğu kısmen üzerimde... saat 10 olmuş ama hala dinlenememiş bir bedenim. Bu yazın ilk balkonda kahvaltısını hazırlamış bana. Göztepe fırınından çıtır gevrek, mis kokulu çilek, beyaz peynir, çay eşliğinde... bir mutluluk... herkesin mutluluğu kendine. benimki de püfür esen balkonda bir kahvaltı sofrası.
mutluluğun resmini Abidin Dino bile yapmamış ama ben fotoğrafını çektim, yıllar sonra tekrar bakıp bu pazar sabahını tebessümle anayım diye

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Maeve Binchy'nin güvenli kollarındayım

Kitaptan yana biraz ağır takıldığımda, nefes alasım geldiğinde kenarda bir Binchy'nin varlığı acayip rahatlatıyor beni. Kitapçıların rafında Binchy yerleşmişse, okunacak daha bir dolu kitap olmasına rağmen, kötü günler için mutlaka ediniyorum bir tane, sanki sıcak tutuyor beni. Bugün de öyle ihtiyaç duydum ki, farkettiğim birşeylerin ardından... Meğer ne kadar hazırlamışım kendimi, ne kadar hazırmışım ona. Ama olmadı! işi gücü bıraktım, blogları gezdim, birkaçına yorum bıraktım, rahatlayamadım, araba kullanırken gözlerimde yaşlar. Eve depresif kadınlar gibi iki torba abur cuburla geldim. Pizza bile yedim. dün bana aldığı çiçeklerden birkaç tanesini kurutmak üzere spreyledim saplarından astım. sonra cancan kocamla film izledik. Her cuma akşamının en rahatlatıcı menüsü bu. üşenmedi çilek aldı bana, temizledi onları. üşenmedim krem şanti yaptım ona, uyuz olduğumuz haftayı hatırlayarak kahkahalarla güldük kendimize. Geçti, gerçekten geçti.
Sonra bu satırları yazarken yine gözlerim doldu, şimdi sıkıştırdım kolumun altına Binchy'i yatakta okumaya gidiyorum, onun yanına, iyice unutmaya, kendimi haftasonuna hazırlamaya başlıyorum.
Not: Binchy'nin son çıkan "Gümüş Yıldönümü"nü okuyorum, hep aynı uslüp ama en azından koparıyor beni buralardan, iyi geliyor ruhuma.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Bugün 1 Mayıs! Ben 30!

ne gerek vardı?
işçiler şehitlerini anmak istediler de, vali televizyonlardan atıp tuttu, karşılıklı dertlerini paylaşsalar, orta yol bulsalar fena mı olurdu?
başbakanın "ayaklar, başlar" muhabbetine ne gerek vardı? terbiye sınırlarını aşmaya... televizyonu er meydanına çevirmeye?

şimdi yaşananların sebebi işçilerin inadına indirgeniyor. bu kadar basit değil ki! astığım astık kestiğim kestik politika ile, sadece türbana demokrat bir partinin iktidarından ancak bu kadar 1 Mayıs olur. Yazık...

bugün doğumgünüm benim, yaş 30... sabah teyzem anlattı telefonda, 1 Mayıs 1977'deki olayların ardından 1978 yıldönümünde sokağa çıkma yasağı getirilmiş. Anneni hastaneye zor yetiştirdik ara sokaklardan dedi. benim en sancılı hatırladığım 1 Mayıs ilkokuldaydım sanırım, kuzenimi konak meydanında banklarda oturuyor diye gözaltına almışlardı, üniversite öğrencisi ya, potansiyel suçlu!!! Maaile sefeber olmuştuk, kurtarmak için. sonra annemlerin yaşgünümde alsancak tarafına gitmeme izin vermediğini, üniversitede istanbuldayken akıllarının bende kaldığını hatırlıyorum. 1 Mayıslar hep böyleydi, tedirgin.

yaş 30... alışmak lazım 30'lara... büyüyorum, olgunlaşıyorum, hayata bakışımın bile değiştiğini hissediyorum her geçen yıl. az önce ilker geldi elinde çiçeklerle, ne güzel ben bu adamla 130 uma kadar yaşarım:)

20 Nisan 2008 Pazar

jazz üzerine...

hayat dolu, çocuk ruhlu, olgun, bilge, sanat aşığı, sanatçı, avukat, anne, çılgın bediş, kahkahası duvarları çınlatan, kimseyi incitmeyen, bütün çocukların sevgilisi, durunun züüze teyzesi, annemin kıymetlisi, zühre...
zühre benim canım kuzenim, çocukluğumun rol modeli. sabahlara kadar sohbetlerin, kıkırdamaların, çiğdem çıtlatmaların ve daha birçok suçun tatlı ortağı.
çocukluğumuz kah anneannemlerin bağında, kah akhisar cami sokağıdaki evde, kah bizim yazlıkta birlikte geçti.
bildim bileli muhteşem bir müzik yeteneği vardı, üniversiteye girmeden önce konservatuar için şansını denedi, sonra hukuk okudu, okurken de müzikle ilişkisini hiç kesmedi, avukatken de. o şimdi istanbulda, belki de hayatta en çok istediği şeyi icra ediyor, anneliği...
araya giren mesafeler eski sohbetlerimizi azalttıysa da zühre uzakta yaşayan bir teyze kızı olmaktan çok her zaman ihtiyaç duyduğum bir dost...

Son günlede kitap okurken yada birşeylerle meşgul olurken digiturkun jazz ve blues kanallarına takılmaya başladığımı farkettim. ama anladığımdan değil, sadece hoşuma gittiği için... jazz denen bu engin denizde derinlere kulaç atacağım da hangi kıyısından ayağımı soksam bilemiyorum, işin içinden bir türlü çıkamıyorum. hani jazz-blues işinden anlasa anlasa zühre ablam anlar dedim, küçük bir mail attım derdimi anlattım, "el ver şu cahil kardeşine" deyiverdim.
ben sanatçı veya albüm isimlerinin olduğu bir liste beklerken züzeciim bana mektup yazmış, jazz nasıl anlatılır, yani herhalde böyle anlatılır. mektubun tamamını yazamayacağım da Charles Mingus ile ilgili kısımdan birkaç cümleyi vermeden geçemeyeceğim.
"Benim için kendisi bir insan olmayıp uzaylıdır. Hala müziğini ve armonik yapısını çözmek için üniversitelerde araştırmalar ve onun adına festivaller düzenlenmektedir.Son dönemdeki saksafoncusu Ricky Ford çok samimi arkadaşımdı. Mingus’ u dinlerken kendini uçuyor , dalıyor, pike yapıyor, uzayda , kamikazede yada başka bir yerde hissedebilir ve bu muhteşem duygunun hiçbir zaman bitmemesi için dua eder durursun. Uyuşturucu kullanmadım hiç ama Mingus insanın damarlarından hücrelerine yayılan ve tutku oluşturan bir zehir. Tedavi olamadan bırakılamayacak bir şey .Onun müziğinin kölesi olmak bile bir onur. Bunca cazcı arasında müziğini dinlerken beni bu kadar coşturan, ağlatan, Allah’ın yaratıcılığının bir suretini görmeme sebep olan bu adama aşığım, hayranım, vurgunum, kölesiyim… Onun hakkında saatlerce yazmak istiyorum. Müziğine, hayatına, dönemin ABD politikalarına muhalefetine, muhalefet şekline, kısacası onu Mingus yapan her şeye saygıyla eğiliyorum."
sonra ...
"...Şimdilik bunlarla başlayın. İnan bunları dinlemeye dolayısıyla cazı anlamaya başladığında daha da derinine inmeye çabalayacaksın. O noktada önüne açılacak bir sürü kapı gelecek. Her kapı aralandığında muhteşem hazinelerle karşılaşacaksın. Ucu bucağı olmayan bir deryadır caz. Keşfettikçe bu deryanın sonu olmadığını görecek ve onun bir kölesi olacaksın. Bu uzun yolculukta her ikinize de kolay gelsin der İYİ YOLCULUKLAR dilerimmmmmmm"

Mingusla başladım önce, sonra Bill Evans, Miles Davis, Chet Baker, tabii ki Ella Fitzgerald ile yola devam... Zühre bana hangi kıyılardan balıklama atlarım anlattı, ben şimdi enginlerdeyim, döner miyim bilmiyorum...

19 Nisan 2008 Cumartesi

Uyuz Oldum!

3 hafta önce İstanbula gitmiştim, toplantıdan sonra elvan, gülayşe ve emelle yemek yiyelim dedik. gülayşenin boşanma meselesi ve detaylar gecenin ana temasıydı. bu çok ciddi ve başka bir postun konusu olacak kadar önemli bi hadise... bu arada gece süperdi, sohbet öyle koyulaştı ki bi ara Sawyer mı Jack mi tartışmasına dönüştü. Eskiden sadece tuba sawyercı idi baktım hepsi hastası olmuşlar. ben hala Jackten yanayım tabii, bi ara yandaş bulamadım, garsonumuz neclaya da sorduk, nafile, ben tek tabanca kalmışım. dün akşam Beyaz Show'da sawyerı canlandıran Josh Halloway'in dediği gibi "Sawyer is for weekend, Jack is a keeper!!" ben de hala aynı fikirdeyim. Neyse konuyu dağıtmayalım, elvanın eve geldik, müthiş kaşınıyorum, ama öyle böyle değil! üşüdüğümde giydiğim elvanın tüylü hırkasına yorduk nitekim. Aradan birkaç gün geçti, ara sıra kaşıntı var ama ben umursamıyorum. Annem kaşındığımı farketti, yediğim birşey dokundu herhalde ile geçiştirdim. Ama bu yaşıma geldim, allerjinin yakınından geçmedim, bünyemin olayı değil.
Birkaç gün daha ve sonunda kaşıntıdan yerimde duramaz oldum!! ilker sürekli dalga geçiyor benle, uyuzsun diyor, kondurmuyorum. Benim hayvanlarla en yakın mesafem karşı kaldırımdır, dokunamam nitekim. Bilmiyorum tabii uyuzun hayvanlardan geçmediğini. Bit desen, kafam kaşınmıyor.
Neyse ofisten erken çıktım doğru hastaneye, doktor dedi ki " son 1-2 ay önce otelde kaldınız mı?" önce yok dedim sonra aklma geldi: Almanya ve şirketin misafirhanesi!! "hah" dedi doktor "uyuz kapmışsınız!!!" "hadi be yok artık, medenyitein beşiği almanya böyle mikropların ne işi var" bir taraftan da gülüyorum, ilker benle dalga geçecek diye de acayip bozuğum. hani 3 aylık ömrün kaldı dese bu kadar takmayacağım, ilkerin uyuz geyiği torunlarımıza kadar sürer.
ya bu uyuzun tedavisi 1 gecelik bişeymiş de benim evhamlarım yüzünden 3 gecelik losyon hazırlattık eczacıya. akşam yemeği yiyoruz, ilker benim bütün vücuduma sürüyor, 3 saat bekliyor, yıkanıyorum ama vazelinli ve de renkli bir losyon olduğundan 1 saatte ancak çıkıyor üzerimden. internetten araştırdım, bu uyuz yakın temasla geçermiş, yani ilkerde kesin mevcut ama adam kaşınmıyor ve buna daha da uyuz oluyorum. sonra aklma duru geldi, geçenlerde bizde kaldı, yatağımızda yattı, eyvah dedik ufaklık kesin kapmıştır, ablam hadiseye son derece makul yaklaştı, yada benim telaşım onu sindirdi bilemiyorum. internet araştırmasından sonra, doktoru aradım, fırça kaydım kendisine "ya bu uyuz acayip bulaşıcıymış, ilkerin de tedavi görmesi lazımmış, niye söylemiyorsun" diye, kadın "daha teşhis koymadık, sağda solda söylemeyin kimseye birşey" dedi, ilker de kaşınmıyor, tamamdır bu başka bişey herhalde diye rahatladım. aradan 3 gün geçti, doktora gittik yine, kesin uyuz demesiyle ilkeri kaşıntı tuttu. Güner ablayı 1 hafta arayla yine temizliğe çağırdık, akşamdan losyonumuzu sürdük birbirimize (bu defa evham filan dinlemedim, 1 gecelik tedaviye razı oldum)çarşafları değiştirdik, ertesi gün tekrar değiştirdik, bütün ev dip köşe temizlendi, son 1-2 haftadır giydiğimiz herşey yıkandı, kızgın ütü ile ütülendi, koltuklar, halılar silindi, elektrik süpürgesinin torbası bile değiştirildi ve sonunda eve hijyen geldi. evet buraya kadar yazılanların hepsi uyuz giren bir evde yapılması gerekenler, tabii bir de tüm ev halkı aynı tedaviyi olacak, bu çok önemli.
çocukken bir sevgi çocuğuydum, bağdaki ırgatların çocuklarını kuzenlerimden, kapıcı çocuklarını komşu çocuklardan ayırmaz hepsini sevgiyle kucaklardım. Nitekim ilkokuldan önce bitlendim, saçlar erkek traşı kesildi, sonra hayvan dostlarımı karşıdan sevebilmeme rağmen bir defa da pirelemiştim. Bu böceklerden bi uyuz kalmıştı, onu da kaptım, sanırım seri tamamlandı. Eve bu pislikleri hep ben getirdim. Ablam küçük bir prenses olduğundan bulaşıcı hastalık bile getirmez, benimkilerden nasibini alırdı.
son söz... elvanı arayıp yattığım çarşaflarıyıkamasını söylemem gerekti. koptu gülmekten!! çünkü her gelişimde yıkadığı çarşafları bu defa yıkamamış, benden sonra anneleri geldiğinde bişey olmaz diyerekten benimkilerde yatmış, yetmemiş, babası antalyaya döndüğünde annesi de nolcak çocukların çarşafında yatarım demiş o da yatmış. teşhis tam konmadan konuştuyduk kendisiyle, kesin uyuz olduğumdan habersiz " yok canım bişey dokunmuştur"la geçiştirmiş beni telkin etmişti, hala telefon edip de kesin uyuzmuşum diyemiyorum... kaşınmaya başladığında anlayacaktır, o, annesi, babası ....

13 Nisan 2008 Pazar

iyi kitap, iyi müzik


kitaplara gömülmüyorum, hayattan kopmuyorum ama bu aralar fırsat bulduğum her anı satır aralarında değerlendiriyorum. Portobello Cadısı, en çok okunan kitaplardan biri olduğu için kitaplığıma girdi. Paulo Coelho'nun meşhuuur Simyacısından sonra okuduğum ikinci kitabı. Kaybolmuş bir kadının kendini arayışının öyküsü. Dikkat çeken en önemli ayrıntı, Coelho'nun bir biyografi tarzında değil de, Athena'nın hayatından geçmiş kişilerin gözü ile Athena'nın hayat hikayesini anlatması. Bu farklılık hikayeyi tekdüzelikten kurtarıyor. Athena'nın hayatından kesitler veren bu kişiler, ister istemez objektiflikten uzaklaşıyorlar, kendi bakış açılarını, yorumlarını katıyorlar, böylece Athena'yı çok farklı noktalardan yakalayabiliyorsunuz. Athena gibi kendini arayış yolculuğunda başkaldıranların ve gerçekleri haykıranların hemen her çağda olduğu gibi, günümüzde de nasıl bedeller ödediklerine şahit oluyoruz. Kısacası Portobello Casıdı "Şu gel geç ömrümüzde amacımız mutlu olmaksa, kendimiz olmak adına bazı bedeller ödemeyi göze almalıyız" diyor. Haksız da değil hani!!

Hasta olduğum haftasonu Orçun+Gül+Zeynep+Tufan dörtlüsü Kordona bira içmeye gittiler. Equador diye bir mekanda sohbet edebilmek için dışarıda oturmuşlar ama içede çalan müziğe hasta olmuşlar. Hemen bu haftaya rezervasyon yaptılar.
Akşam 7'de gittik, maç izlendi, yemekle yendi, biralar yuvarlandı. sonunda müzik başladı. Tek kelime ile kalite... Saksafonda Erdoğan'a süper tezahurat yaptık, ne de olsa İlknur'un arkadaşı... Gitar ve vokal de şahaneydi. Kendimizden geçtik diyebilirim. Servis de iyiydi, salsa yapan garsonlar vardı. Zaten bazı akşamlar salsa geceleri düzenleniyormuş. Fiyatlar da müziğin kalitesini hesaba katınca öyle aman aman değil... Kordonda öyle mekanlar var ki, çakkıdı gençliği omuz omuza, gürültüden iki çift laf edilmiyor. hani maksat muhabbetse dışarıda oturulur ama iyi müzik için Equador'a gidiyoruz bundan böyle.

11 Nisan 2008 Cuma

hani neler yapasım var da...

Sabah büyük patron telefon etti, birkaç gün önceki basın toplantısını gazatelerde okuyup okumadığımı sordu. "yok dün gazete almadım..." derken yutkundum. yani bir insan nasıl gazete okumaya fırsat bulamaz?? memleket meselelerini NTV radyodan yarım kulak dinlemekle olmuyor.
kızıyorum kendime... hani neler yapasım var, var da listesini bile çıkardım ama serde tembellik...
sabah yarım saat erken kalk, kahvaltını yaparken günlük gazeteleri karıştır olmadı ofise vardığında aç interneti az dolan siteleri, değil mi ya?
yok atlı koşturuyor ya ardından, yada madalya takacaklar ya zat-ı alilerine, yeliz insanı deli gibi çalışmaya gömülüyor.
biraz daha az çikolata ye biraz spor namına bişeyler yap!! tembellik spora gelince tavan yapıyor da magnum deyince bitiveriyorum buzdolabının başında.
çok mu keyfin kaçtı, aç bloğunu, iki satır yaz rahatla... içinden bişey gelmiyorsa, at kendini komşu bloglara, başka dünyaların insanı ol!!
eve taze çiçekler al, hep ilkerden bekleme!!
dünya kadar dvd var evde, yayıp "var mısın yok musun"a takılacağına tak dvd playera bak dalgana!!!
biraz kendine bak,manikür pedikür yaptır, en son ne zaman yaptırdığını unutmayacağın sıklıkta yaptır ki ellerin yaratığınkine benzemesin!!

paraya kıy, kendine güzel ciciler al ki, mutlu olasın!!
sevdiklerine ufak tefek hediyeler al, dansa git...
...
...
...

5 Nisan 2008 Cumartesi

hasta oldum sonunda:)

Araya iki hafta girmiş buralara birşeyler yazmayalı. Hani "günün çorbası" diyorum ya ilgisi yok olsa olsa haftanın menüsü filan olur benim blog. Aslıcini bile ne zamandır yoklamammışım blogunu değiştirmiş ayrıca sevgili blog arkadaşım simgeye geçmiş olsun dilekleri için teşekkür ediyorum naçizane satırlarımdan.
Yazık ki sonunda şifayı kaptım. Üstelik geçen haftasonuydu, kordon+bira+patates , arkadaşlarda akşam yemeği, havuza gitmek ve ütü - temizlik yapmak gibi çok sayıda aktiviteyi askıya almak zorunda kaldım. Halbuki haftasonları bunlarsız neye benzer ki?
Antibiyotik ve ağrı kesicileri listeden çıkarınca geriye sadece doğal yollarla tedavi kaldı. İşte tam bu noktada devreye büyücü baba lakaplı cancan kocam ve sihirli iksirleri girdi. İksirin halk - daha doğrusu İzmir gençliği - arasında bilinen adı "ATOM". Önce içindekileri sıralayalım, havuç, elma, portakal, süt, bal, muz, fındık.... ve daha niceleri evin çok teferruatlı edavatlarından olması dolayısı ile pek de rağbet görmeyen ama çok para sayıldığı için de "kullanmıyoruz" denemeyen katı meyva sıkacağı, C vitamini aygıtı portakal sıkacağı ile her çorbanın arkadaşı blender (muz+ süt+fındık için yardımı meyva suyu haline getirilp ile bir sürahide depo , ardından kocaman bira bardaklarına pay , son hamle olarak da bir pipet ilave edilir, derken - aman vitaminler kaybolmasın - endişesiyle hızlıca tüketilir. Bundan 2 bira bardağı gribe iyi, mideye kötü gelir. Sonuç? grip illetine galip gelen çorbacı güzeli, 2 günlük İstanbul seyahatine canavar gibi hazırdır!!!

23 Mart 2008 Pazar

"kesin hasta oluyorum" tatili

perşembe... geçen yıldan kalan izinlerimi kullanıyorum, tanrım birgün önceki yoğunluktan sonra ne müthiş huzur... öğleye kadar sadece yayıldım, akşama kadar ilkerle alsancakta kendilerine ayakkabı baktık! kadın ayakkabıları konusunda kitap yazabilecek zevke sahip bu fetiş sahibi insan, kendine ayakkabı bakmaya gelince çuvallıyor. saatlerce arandık, bir dükkana 3 defa girdik ama sonunda aldık. bu bizi bi süre idare eder kanımca. ben ?? aman ne diyosun, önce onun işini bitirelim de ben ne zaman olsa bakarım, zaten kadın ayakkabılarıyla daha fazla ilgilendiğinden şimdiden gözüme kestirdiğim birkaç çift oldu bile. akşam yer cücesine somon balığı hakkında türlü hikayelerle yedirmeyi başadık. Allah baba somonu çocuklar yesin diye yaratmış... kılçıksız.. hem bak pembe pembe... yeliz de hiç sevmezdi ama tadınca çok beğendi... veee... bi dilim somon mideye indi, tarif alındı anneye derhal iletildi. gecenin ilerleyen saatlerinde benim bildik replik sahnedeydi: " ben çok feci hasta oluyorum, first defence lazım!!!" bu yıl hiç hasta olmadım diye böbürleniyordum, hem de etrafımda sürekli hasta olan birileri varken... hep kıyısından döndüm griplerin, first defence, portakal suyu, vitamin, elimden ne geliyorsa yaptım ama buraya kadar mı acaba?

cuma... yer cücesi yoğun yağış altında okula cebrenve hile ile ikna edilerek bırakıldı. öğlen annesiyle agoraya gidildi, küçük hanım kırılmasınlar diye ciciler alındı.
cumartesi... tüm planlar değişti. Rana çalışmadığından bize katılmaktan biz de alsancaka gitmekten vazgeçtik. Gizemle sahilde güzel bir yemek üzerine uzun bir yürüyüş yaptık. sonra market alışverişi ve akşam üzeri yine "hasta oluyorum" sinyalleri... birgün önce ablamla dışarıdayken ilker dreamgirls filmini izlemiş moviemax te. bana geldiğimde birkaç şarkısını dinletmişti, nasıl canım çekti ama annemlere gideceğiz diye izleyemedim dvd den.
hazır ilker henüz şantiyeden dönmemiş ve de hasta olmak üzereyken bari battaniyemi kahvemi alıp dreamgirls izleyeyim dedim. Süper film!! bir müzikalden aradığım herşey vardı. Hem öyle sıkmadan. Jennifer Hudson haklı bir ödül almış, sonra Eddie Murphy'den tut da Danny Glover'a kadar her rol her oyuncunun üzerine tam oturmuş. Akşam arkadaşlar aradı, kordona gidelim diye. Biraver, 5 dost, kordon, tabiki dışarıda oturduk, muhabbetlerin en derinine daldık, körfezden çıktık. akşam yatağa nasıl gittiğimi hatırlamıyorum, yine hastalıktan yırttım diye geçirdim içimden.
pazar... küçük kaçamağın son günü... taze ekmekli zeytinyağlı kahvaltı, mis gibi çay... ilker kahvaltı sofrasından kendinden beklenmeyecek bir teklifte bulundu.. "yürüyüş yapalım sahilde" "neeee" tabi fikir değiştirmemesi için hemen hazırlandım, 9 km yürükdük, ilknurlarda soluklandık, bacak ağrıları elimizde eve döndük...

ilker maç izliyor, yemekler pişti, şimdi biraz bloglarda gezinme, can dostlara mail atma zamanı... ve mendil elimde, burnum şıp şıp, bu defa kesin hasta oluyorum...

25 Şubat 2008 Pazartesi

Anıkolik


iyi bir kitap herşeydir, vaktin nasıl geçtiğini anlamayacağın türden bir kitapsa elindeki yalnız seyahatleri bile iple çekersin. Vakitsizlikten bir türlü ilerleyemediğim bir kitap için aktarmalı uçuşlar en ideali. Anıkolik'in hikayesi de işte böyle... Çok önceden Ayşe Arman bir yazısında Anıkolik'i şiddetle tavsiye ediyordu. "Confessions of a memory eater" yani bir anı yiyicisinin itirafları kitabın orijinal adı. Bizimkiler Anıkolik demişler. Ayşe Arman'ın tavsiyesi üzerine daha önce 1-2 kitap beğenmişliğim olduğundan bu kitabı edinmekte tereddüt etmedim. Ama son zamanlardaki yoğunlukla bir türlü konsantre olamamıştım kitaba. Neyse ki karlı İstanbula gidiş oradan rötarlı Almanya seyahati sayesinde bitirebildim kitabı ve burada yazacak kadar beğendim.
Şimdi biraz kitap... Elinizde bir hap var ve yuttuğunuzda geçmişte istediğiniz bir anıya yolculuk edebiliyorsunuz. Bir bakıma zamanın efendisisiniz. Hele de hayatınızdan mutsuz, gelecekten umutsuz bir tipseniz geçmişte yaşamak yaralarınızı sarıyor. Tabii geçici bir süre için, sonra mutlaka şimdiki zamanın depresifliğine geri dönüyorsunuz. Win de işinden eşinden şimdiki halinden son derece mutsuz bir akademisyen(tam burada anneannemin "Allah eşinizden işinizden güldürsün evladım" dualarını anmadan geçemeyeceğim), okul yıllarından tanıdığı eski bir arkadaşının telefonu ile hayatı değişiyor. İlaç işine giren arkadaşı, kendisine iş teklif ediyor. Geçmişine tutkuyla bağlı Win için bu hapı denemek hatta müptelası olmak işten değil. Ancak beni bu mutsuz orta yaşlı bunalımın hikayesinden çok Sue'nun yaşadıkları etkiledi. Kanser hastası bu genç kadın hapa sadece ömrünün son günlerini mutlu geçmişini bir film şeridi gibi izleyerek tamamlamak için ihtiyaç duyuyordu ve hapın hatta kitabın gerçek amacı bu mu olsaydı, Sue bu kitabın ana karakteri mi olsaydı demekten kendimi alamadım.
kitabın bir diğer etkileyici karakteri de Win'in ihmalkar karısıydı. Win'i aylar önce sanal olarak boşamış olması daha doğrusu üzerinde bu elbise ile kendinden emin duruşu etkileyici hikaye. Kadının, Win'in anılarında seviştikleri dakikalara gidişini tecavüz diye tepkilendirmesi bana abartılı gelmedi diyemeceğim.
Pagan Kennedy -sonradan araştırdığım kadarıyla - modern zamanların Çehovu olarak adlandırılıyor. Underground yazarın Türkçeye çevrilmiş ilk kitabı bu. Bende şiddetli seviyede yazar takıntısı olduğu için, kitabı bitirir bitirmez diğer eserlerini araştırdım ama bulamadım. Umarım en yakın zamanda açlığımı doyuracak birkaç kitabı daha türkçeye çevrilir.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Tanrı Kent


yine bir film gecesi vardı dün. Bu defa her çift bir şişe kırmızı şarap getirdi, yeşil elmalarımızı dilimledik, kurulduk televizyon başına.
Bazen filmler daha önce izlediklerimizden oluyor ama olsun, bazı filmler defalarca izlense de bıkılmaz, aynı keyif her defasında aynı dozdadır. İşte "Tanrı Kent" bu filmlerden biri.
2002 yılının olay yaratan, yönetmenine haklı övgüler kazandıran bir film. Yönetmenin kurgu, içiçe geçmiş hikayeleri aktarmadaki başarısı tarif edilemez boyutlarda. Özellikle sonun başlangıcı olan ilk sahne - tavuğun kaçışı - hafızalardan kolay kolay silinmeyecek türden.
1960 larda başlayıp 1980 lere kadar süren Brezilya gettolarındaki çete savaşları, yaş sınırı tanımıyor. Çocuklar bırak ergenliği henüz 7-8 yaşlarında öldürmenin, hırsızlığın bilincine varıyorlar. Ve o gettonun çocuğu olup onlardan biri olmamaya çalışan zenci çocuğun gözünden, fotograf makinasından o hayatların hikayeleri dantel gibi işleniyor.
Haftabaşı Almanya macerasının üzerine, yığılmış işlerin yorgunluğu ve son olarak berbat bir cuma günü de eklenince cuma akşamından beklenti, haliyle yüksek oldu. Ama şarap, elma ve "Tanrı Kent" üçlüsü biraz da sohbet haftasonuna iyi bir başlangıç için yetti de arttı bile.
İzlemeyenlere şiddetle tavsiye...

12 Şubat 2008 Salı

Somon Fırın


Dönem dönem sağlıklı yemek yapma krizlerim ilkerin göbeği ile orantılı olarak artıyor. Bir boğa burcu erkeğine göre bile çok ciddi bir kırmızı et tüketimi var. Üstelik bu aralar "sigara içmiyor" olması da (sigarayı bıraktım demiyor kesinlikle) iştahında gözle görülür bir artışla sebep oluyor.
Çocukken evde haftanın en az 2-3 günü balık pişerdi ve ben çok severek yerdim. Barbun lezzeti ile tanışmam çocukluk yıllarıma rastlar. O zamanlar barbun boldu herhalde ki bizim eve çok sık girerdi. Sonra çipura, mezgit, levrek, palamut, çinekop... hepsini severek yerdim. İlker balığa çok düşkün olmayınca evlendiğimden beri çok seyrek yer oldum.
İlknurun işten ayrıldığı ilk günlerdi, yemek yapası gelmiş bizi de davet etti. Fırında somon çok lezzetliydi. Tabi bir kadeh buz gibi beyaz Angoranın eşliğinde en dip detayları anlattırdım, Emre ve İlknura. Ben birilerine yemek tarifi vermekten de birilerinden bazı yemekleri öğrenmekten de acayip keyif alıyorum. Sohbet konusunun yemek olması beni cezbediyor, demek daha doğru olur salında. Somon fırın, hem kolay hazırlanışı, hem doyuruculuğu hem de sayısız faydası sebebi ile denenecekler listesinde "1 numarası"na derhal yerleşti.

Her zamanki gibi son derece kolay hazırlanan bir yemek, evi kokutmuyor ve yemek davetlerinde gerek sunumu gerekse lezzeti sebebi ile tercih edilebilir. Zira Elvanın anneleri geldiğinde 10 kişilik hazırlamıştım, uzun süre iltifatlara maruz kaldım. Marketlerde dilim dilim satılıyor ama filetosunu bulursanız, kılçıksız olduğundan daha kolay yeniyor. Bir de Norveç somonu daha lezzetli, yani iş damak tadına gelince "yerli malı türkün malı"nda ısrar olmuyor maalesef.

Az laf, çok iş...


Neler lazım?
- somon dilim veya fileto (kişi başı 1 adet)
- marinesi için 1 bardak süt ve birkaç diş sarımsak
- isterseniz çok çok az zeytinyağı, ama ben hiç koymuyorum çünkü somon çok yağlı bir balık

Nasıl yapıyoruz?
- Marine etmek için sarımsakları incecik rendeleyip, geniş bir kapta süt ile karıştırıyoruz.
- Somonları bu karışıma yatırıyoruz. 6-7 saat ara sıra ters yüz ederek buzdolabında bekletiyoruz.
- Fırın tepsisine yağlı kağıt seriyoruz, önceden 200 C de ısıtılmış fırında 20 dakika kadar pişiriyoruz.

Yanında salata ve beyaz şarapla bu kolay yemek kısa sürede ziyafete dönüşüyor.

10 Şubat 2008 Pazar

pesto nefisto



Hayatımda hiç pesto soslu makarna yemedim. Tadını bilmiyorum ama deliler gibi canım çekiyor, nasıl oluyorsa:) İnternetten araştırdım, malzemelerini öğrendim. Hazırlığını en az 3 aydır yapıyorum.

3 ay önce İlkerin Uşaktaki halasından bir saksı fesleğen alırken kendimi açıklama yapmak zorunda hissettim :”Pesto sos yapacağım da...” İlkerin “nasıl yani??” bakışını unutamıyorum. Sonra her markete gittiğimizde çam fıstıklarının promosyonlarını bekledim, ne pahalı şeymiş onlar öyle...

vee.. tüm malzemelerin elimde olduğu akşam tamam!! Dedim şimdi pesto zamanı..

Neler lazım?
- 1 demet taze fesleğen,
- zeytinyağı (yarım çay bardağı)
- 1 avuç çam fıstığı
- 2 diş sarımsak
- 100 gr krema
- üzerine kaşar yada mozarella peynir rendesi

Nasıl yapıyoruz?
- fesleğen zeytinyağı, fıstığı rondoya koyuyoruz, sarımsakları da dövüp ilave ediyoruz, en az 3-4 defa çektiriyoruz, karışım yemyeşil bir püre halini alıyor.
- Evde hazırladığım yumurtalı erişteyi kullandım makarna olarak ama hangisi olsa, yakışır.
- Makarnayı süzdürdükten sonra kremayla birlikte karıştırıyoruz, peynir rendesini ilave ediyoruz.

Peynirler eriyor ve dayanamayarak bir tabağı mideye indiriyoruz. Pesto nefisto bişey ama bence biraz ağır... Tabii bu biraz da damak tadıyla alakalı bir mevzu.. Zira ben makarnanın sosunda domates, biber, acımsı bir iştah kabartıcılık ararım, pek benim tarzım değildi kabul etmem lazım. Ama makarnanın kremalısına dayanamayan ilker acayip beğendi.