23 Ekim 2015 Cuma

Çığlık

İlişkilerde çalkantıyı sevmem. Öyle inişli çıkışlı, şiddetli insan ilişkileri bana göre değil. Mantıksızlıklar, gelgitler, dengemi bozan çıkışlarla baş edemem. Polemik sevmiyorum, kavga gürültü, yok almayayım kalsın.

21 Ekim 2015 Çarşamba

Bir kontrol manyağından ahkam kesme yazısı

Çalışırken bir arkadaşım telefon etti, bilmem ne projesi için özel fiyat almış mıydın diye sordu. Bir anda resetlendim ve hemen cevap veremedim. Halbuki ben o projeyi diğerleriyle birleştirmiş, daha iyi fiyat alabilmek için üreticiye ne diller dökmüştüm. Bunlar bir anda aklıma gelmedi, halbuki defterime bile tek tek not almıştım. Halbuki…

Konuya hakimiyet sıfır, otur! Aslında bunu da diyemem, çünkü konuya hakimim, notlarıma bir bakınca tüm çalışma film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden ama o ilk anda araba farı görmüş tavşan halimi üzerimden atamadım. Böyle oluyor. Aslında yapıyorum ama bitirince rafa kaldırıp unutuyorum. Her şey için notlarıma bakmam lazım. Bu kafa yorgunluğunun unutkanlığın çözümü ne? Bilmiyorum. B12 vitamini?

Sadece iş değil. Ben artık özel hayatımda da not almadan hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Hemen her gün öğlen yemeğinden sonra defterimi açıp başlıyorum yazmaya;

BUGÜN YAPILACAKLAR

19 Ekim 2015 Pazartesi

Kahkaha atmak ister misiniz?

Bu ara hafta sonları acayip bir maraton halinde geçiyor.
Cumartesi sabah, piyano dersine gidiyoruz. Arca, kavramada iyi, tekrar ve evde pekiştirmede kötü bir öğrenci. Böyle giderse, yakında zorlanacak. Olsun, anın tadını çıkarıyor, piyanoyu sevdiğini söylüyor, ne yapalım bir Fazıl Say da yetiştirmeyiverelim :)

Piyanodan çıkıp basketbol kursuna gidiyoruz, gör dötüm yollar!

Benim vakti zamanında “ay çocuklara boş zaman bırakın, bırakınız sıkılsınlar, ay o kurs senin bu kurs benim gezdiriyor musunuz, bıyyy iğrençsiniz” çerçevesinde dönen sayıklamalarımı (ne sayıklaması yav çarşaf çarşaf yazmışım, inkar edersem suratıma tükür:P) hatırlayanlara, peşinen söyleyeyim, annelik macerasında yaladığım ilk tükürük bu değil. Ben daha neler yaladım. Zaten artık yalama olduğum için hiç de utanmıyorum, çocuk gideceğim diyor ayol ben n’apayım?

Laf aramızda Legoya da gitmek istedi, artık çüş dedik. Basketbol için şikayet ettiğime bakma, - anaokulundaki psikolog da bu yıl sınıf öğretmeni de çok ama çok hareketli olan Arca’nın enerjisini atması gerektiğini vurgulamışlardı – benim de aslında seçmesi hoşuma gitti. Zira Arca bu yaz aşırı kilo aldı, sonra lego, satranç, piyano, puzzle, resim gibi umumiyetle fiziksel aktivitesi kısıtlı ilgi alanları var. Biraz hareket, sınıftaki hareketliliğini de sönümler diye düşünüyordum.

Lafı dolandırmanın manası yok, kurslara bıkbıklıyordum, şimdi kendim elimle götürüp getiriyorum, bahaneler, kınamalar, tuh rezil kadın, bıkbıklayacağına önce kendi çocuğuna serbest zaman ver diyenler, diyeceklerini dedilerse, dağılabiliriz.

Yok dur dağılmayalım, daha anlatacaklarım var.

16 Ekim 2015 Cuma

Ev düzeni nasıl gidiyor? Merak edenlere…

Evi derleme toparlama günleriydi. Taşınacaktık, yılların çöpü, kullanılmayanları, istifi evdeydi. Taşınmak, arınmak ve sadeleşmek için iyi bir vesile. İlker’in her şeyi attığını, benimse arkasından çöpleri eşeleyip geri tıktığımı anlattığım yazımı okuyunca, Özlem bir mesaj attı ve hayatını değiştiren bir kitabı önerdi. Türkçesi var mı bilmiyordu, neyse ki vardı. Bir kitabın, özellikle de kişisel gelişim vaat eden bir kitabın bir insanın hayatını değiştirmesi fikri biraz iddialı gelmiş olsa da kitabı hemen sipariş ettim. Çünkü ben kitap tavsiyelerine asla hayır diyemem. İyi ki de görmezden gelmeyi seçmemişim. İyi ki de kitabı alıp hemen okumuşum.

Zaten uzun uzun öncesini sonrasını anlatmıştım. Kitabın en önemli kısmının “atmak” olduğundan ve tek tek neler yaptığımdan bahsetmiştim.

Peki sonra ne oldu? Artık düzenli miyim? Marie Kondo’nun yöntemlerini uyguladıktan sonra devam ettirebildim mi? Şimdi durum ne? … Diye merak edenler için gelsin bu yazı. Merak etmeyenler ekranın sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklamak suretiyle aramızdan ayrılabilir, kalanlarla devam edelim:

15 Ekim 2015 Perşembe

Yorgunuz lan biz!

Sadece benim sanıyordum, yanılıyormuşum.

Geçen gün Arca’nın okulunda bir veli öğretmen görüşmesi vardı. Randevu saati ne akşamüzeri ne sabah, günün ofise git gel yapılmayacak kadar kötü bir zamanı. Sabahtan yarım gün yıllık izin aldım. Arca’yı uğurladık. Yıllardır ilk defa sabah çayımı bitirebildim, hatta ikinciyi içtim. Kahvaltıdan sonra giyinmek için kalkar, yanıma da çay bardağımı alırım, bir odadan diğerine elimde çay bardağıyla dolanırım. O bardaktaki o çay hiç bitmez. Genellikle de evin girişindeki sehpaya bırakır, çıkarım. Her akşam eve geldiğimde o yarısı dolu çay bardağı karşılar beni ve ben her sabah şu çayımı da bir keyifle içeyim de öyle çıkayım diye söz veririm kendime, nafile bir çaba…

14 Ekim 2015 Çarşamba

Yeryüzüne dayanabilmek için

İnsan eli eteğini dünyadan çekmek istiyor. İçine kapanmak ve içinde yaşamak. Kabuğundan bir koza örmek ve küçük kozasına kimseleri davet etmemek istiyor. Bu zamanlar, işte o zamanlar…

Dış etkenlerden korumak istiyor insan kendini. Çünkü insan en çok kendini sever, sevmelidir de... En basitinden, twitter’da okuduğun bir şeyden, mesela başbakanın ellerinde canlı bomba listesi olduğunu ve hiçbir şey yapmadıklarını söylediğini okumaktan, ya da kafan dağılsın diye izlediğin bir maçın seyircilerinin insanlık dışı saygısızlığından korunmak istiyorsun ama işte bir şekilde gündem yine seni gelip buluyor, bir haberin satırlarında, televizyondan gelen bir küçük seste buluyor.

Kaçacak delik yok.

Tezer Özlü’ye “neden edebiyat?” diye sormuşlar, “yeryüzüne dayanabilmek için” demiş.

12 Ekim 2015 Pazartesi

Ters ışık

Fotoğrafçılıkta ters ışık diye bir terim vardır. Işık konunun/kişinin arkasındadır ve sen onun fotoğrafını çektiğinde bir gölgeyi fotoğraflamış olursun. Ne mimik görünür, ne detayları profilin. Bugünler ters ışık gibi her şey. Ana hatlarıyla orada bir çocuk, bir kayık, bir insan olduğunu görüyorsun ama detayları göremiyorsun, sır gibi… Kayığın rengi, insanın gülümseyip gülümsemediği sır.

Günümüz, günlerimiz artık tebessümden uzak.

Daha geçen gülümseyebilecek şeylerin olmasına seviniyordum, pollyannanın izmir şubesiyim! Bugün nereye dönüp baksam kalbim sıkışıyor.

Acıkıyorum, içim acıyor, çocuğuma bakıyorum, gözlerim doluyor. Metroya binerken korkuyorum. Sabah birimizin başına bir şey gelecekse, bari ikimizden biri çocuğumuz için sağ kalalım diye dua ederken buldum kendimi. Korku, isyan, üzüntü her yerde, en çok da içimizde.

Işık ne zaman günlerimizin yüzüne vuracak?


9 Ekim 2015 Cuma

Dumur diyalog #149 : Ödev özel

Ödevlerin en sevmediği kısmı boyama. İllet oluyor.
Ödev kağıtlarının sonunda çocuğun kendini değerlendirmesi var. Bunu seviyorum. 
İki kutucuk koyuyorlar, birinde "beğendim" diğerinde "daha iyisini yapabilirim" yazıyor. Çocuk ödevini yaptıktan sonra kendi kendisini değerlendiriyor.
(Arca daha ödevi yapmadan "beğendim" kutucuğunu seçiyor:P Özgüven tavan!)

8 Ekim 2015 Perşembe

Gülümsemek için güzel bir gün

Akşam çok erken yattım. Daha doğrusu Arca ile birlikte uyumuşum, sonra beni bekleyen ütüleri bildiğimden salona gittim ama uyanamıyorum bir türlü. Kendime çektirdiğim işkencenin farkına varan İlker, yatağıma yatmamı tavsiye etti. Demek ondan gelecek bir teşvike ihtiyacım varmış, girdim yatağa, uyumuşum. Uyur uyumaz da bir rüya gördüm. Keçi sürüsü ve dışkılayan, dışkılayınca mutlu mutlu gülümseyen keçiler. Derhal rüya tabirleri sitelerini açtım, pek rahatlayacağıma delalet edermiş. Aman iyi… Uyumaya devam.

Sabahın altısında kalktım tabii. Üzerimde üç gündür banyo yapmamış insanların pisliği var. Normal çünkü üç gündür banyo yapmadım. Keçi pislikleri gece rüyama girerek bana bir mesaj mı veriyordu acaba? Ütüler sorun değil de Arca’ya söz verdiğim keki de yapmadım, o fena.

Kısa #9: Gülümsemek

Bazı günler kötü geçer. İşler yolunda gitmez bazen. Dün mesela, sabah ofise gittiğimde hiç keyfim yoktu. Hatta tüm gün kendimi çok gereksiz hissettim. Bir türlü motive edemedim kendimi. Birkaç iş hallettim, bir tanesi süründü elimde. Diyorum ya keyifsizdi! İnsan bir işe yaradığını, bir şeyleri hallettiğini, tamamladığını hissettiğinde kendi de tamamlanmış gibi oluyor. Neyse ki evde tamamlanmayı bekleyen işler vardı. Sabahtan ıslatılmış nohut ile çözdürülmüş etten ertesi güne yemek yapılacaktı. Ütüler vardı, İlker’in ve Arca’nın t-shirtleri…

Dumur Diyalog #148

Okulda hafta sonu kurslarına kayıtlar başlar. Arca uzun bir süre basketbol ve lego arasında kararsız kalır. Fikir sürekli değişir, karar verme sürecinde bir gün:
A: Basketboldan vazgeçtim.
Y: Neden?

7 Ekim 2015 Çarşamba

antikapitalist monologlar

Çok değil, bundan otuz yıl önce hazır giyim bugünkü kadar yaygın değildi. Özellikle çocuklar için. Annem dikerdi giysilerimizi, ablandan küçülenler zaten sana kalır… Hatta hiç unutmam, anneannemlerin Akhisar’da Hashoca mahallesindeki müstakil evinin sokağında bir komşuları vardı. Evinin bodrum katında örme tezgahı vardı ailenin ve hazır triko gibi birer hırka ördürülmüştü bize orada. Belinin arkasında kuşak olan, yakalı, kırmızı nefis bir hırka. O kadar şanslıydım ki, kendimize ait olanlar küçülünce bir süre daha ablamdan kalanı da giymiştim. Annem yakasına üç tane inci işlemişti, çok zarifti. O hırkalarda kimselerde yoktu, özeldi. Üniversite yıllarına kadar annem bana elbiseler, bluzler dikmeye devam etti. Sonra konfeksiyon git gide ucuzlamaya başladı, ulaşılabilir, erişilebilir oldu. Bugün büyük mağaza zincirlerinin hemen hepsi çocuk koleksiyonu bile çıkarıyor. Ama ne var ki, herkes birbirinin aynı giyinir oldu. Partilerde pişti olursun ya hani, benim öyle birkaç entarim var, metroda bile pişti oluyorum.

Saçında Gün Işığı

... Vücudunu kıza göre konumlandırdı. Başı hafif öne eğik, eli kızın yüzünü güneşten korumak için aralarında bir gölgelik oluşturuyor. Nafile bir jest. Sadece sessizlik. Kızın saçında gün ışığı...

Kitabın son satırları…

Bayılırım bir filmin ya da kitabın sonunu söylemeye. Evet pisliğim biliyorum. Ya da şöyle kıvırayım; “mühim olan süreç, sonucun önemi yok, okumanın tadına varmak için sonunu bilmemeye ihtiyaç yok..”

Tamam, boş ver. Yukarıdaki satırlar kitap hakkında hiçbir ön bilgi vermiyor. Cümleten sinirlerimiz yatışabilir. Alıntılamaktan hoşlandığım birkaç cümleyi de yazmış olabilirdim. Ama en hoşuma giden cümleyi yazar sona bırakmış, elden ne gelir:)

6 Ekim 2015 Salı

kısa #8 : İran'laşıyor muyuz?

Yıllar önce henüz Türkiye’nin İran’a dönüşeceğine ihtimal vermediğimiz zamanlarda İran’lı bir arkadaşım vardı: Salome. Öğrenci değişimi programı ile staj için İstanbul’a gelmişti, bizim yurtta kalıyordu. Anneannesi azeriydi ve çok iyi bir Türkçesi vardı. İran’lıydı fakat islami devrimden önce ailesi Avusturya’ya kaçmıştı, yani aslında Salome orada doğmuştu ve Avusturya vatandaşıydı. Mimarlık okuyordu, stajı bitince İran’a akrabalarını ziyarete gidecekti. Bize orada giyeceği çarşafı göstermişti, tüylerim diken diken olmuştu. Bir de çok ince olduğunu hatırlıyorum, içini gösterecek kadar ince. Işık vurdu mu içini gösteriyor zaten demişti, ama bunu giymek şart.

2 Ekim 2015 Cuma

Ekim'de neler yapmalı?

Ekim bizim buralarda sonbaharın yeni yeni hissedildiği ay. Geçen hafta denize girdik yav:) İlk defa bu hafta sabah üzerime bir hırka aldım. Ekim tam da artık “sonbahar geldi” dediğimiz ay…

Düzen kışa kayınca, ister istemez yapılacaklar listesi de kabarıyor. Özellikle yazdan erteleneneler. Ekim’de ne yapmalı diye liste çıkarırken bir de baktım, ucu bucağı görünmüyor. Önce haftalara böldüm sonra da lokma lokma günlere, bitecek gibi değil!

1 Ekim 2015 Perşembe

Dizi

Akşam maç izlemeye Zeyneplere gitmiştik, gitmişken pideleri üzerine mis gibi kahveleri götürdük, İlkerle Tufan maç izler, Arca ile Poyraz oynarken biz de Zeyneple oturduk, sohbet ediyoruz, televizyon da açık. Poyraz Karayel diye bir dizinin geçen bölümünün özeti vardı. Hani Tutunamayanlar’a “Poyrazcığım Karayel” şeklinde, bokunu çıkarırcasına gönderme yapan dizi. Merak ediyorum, kaç kişi anladı o göndermeyi ve kaç kişi merak edip de Tutunamayanları okudu sonrasında? Yoksa sadece dizi ekibinin “müthiş enteliz” mesajı mıydı göze sokulan? Sahi neydi?

30 Eylül 2015 Çarşamba

Eylül biterken…

Her ay bir şeyler karalamalı aslında. Dönüp geriye bakmalı, neler yaptık, önümüzdeki ay neler yapsak? Sahildeki ev diye bir blog var, nefis fotoğrafları için tıklıyorum, her ay neler yapmalı diye aldığı notları okuyorum. Çok başka çok keyifli bir emeklilik hayatı, içimi açıyor. Sonra bugün Gülçin yazmış, eylülden neler öğrendiğini anlatmış. İki fikri harmanlamış gibi oldum. Hayır, challenge değil, o işi elime yüzüme bulaştırdım ben! Olsun, boyumdan büyük işlere kalkışmamayı da öğreniyorum böylece, bahane yok.

Eylül, çok büyük değişikliklerle geçti. Taşınma, Arca’nın okula başlaması, bakıcısız/yardımcısız bir hayatla tanışma, yeni düzeni oturtmayla geçti.

Ben bu eylül en çok organizasyonu öğrendim, organize olabildiğinde, iyi ve uygulanabilir bir plan yaptığında işlerin tıkırında gittiğini fark ettim. Haftalık menü, alışveriş, çamaşır, ütü… Hepsini detaylıca planlarsan bir şekilde halloluyor. İlk zamanlar her işi tek günde yapmaya kasıyordum. Artık öyle değil, bugün ütü ise, yarın iki kap yemek…

Eylülde biraz daha düzenli olmayı öğrendim. (yani bence:P) Marie Kondo’nun kitabında öğrendiklerimi hayata adapte etmeyi başardım. Aldığımı yerine koymaya, fazla eşya ile evi doldurmamaya, kısacası sadeleşmeyi evin her köşesinde uygulamaya dikkat ediyorum. Olacak bence olacak…

Eylül bu yoğunluğun arasında bence okumaktan yana verimsiz geçti. Sema Kaygusuz’dan Barbarın Kahkahası’nı, Murat Menteş’ten Ruhi Mücerret’i okumuşum. Ve yazın ilk cildini bitirdiğim Don Quijote’nin ikinci cildi. Kitap kulübü okuması olmasa bitirmeye bu kadar kasar mıydım bilmiyorum. Aslında keyifli de gidiyor ama sanırım çok uzadı.

Kitap kulübünün atölyesi müthişti, Sıla ve Efe bize unutamayacağımız harika bir akşam yaşattılar. Tüm detayları anlatmak için beş saat kadar süren bu gerçek atölye deneyimini iple çekiyorum, umarım ayarlayabiliriz. Kulüpte Eylül ayının kitabı “Renklerden Moru” idi. Ertesi gün İstanbula gidecek olmasam sabaha kadar konuşurdum kitaptan, yazık ki benim için o akşam çabuk bitti.

Arca okuluna alıştı gibi. Arkadaşlarından ve öğretmeninden bahsederken gözleri gülüyor. Galiba o da Eylül’de en çok görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyi öğrendi. İlker’le akşamüzeri programlarına uyuyor, erken yatmaya arıza çıkarsa da ödevlerini bitirmeye gayret ediyor. Çabasının hayranıyım. Aramızda inişli çıkışlı bir ilişki var, eylül biterken tüm ay bizi sarsan çatışmaları da bitiririz umarım.

Arca piyano derslerine yeniden başladı bu ay. Tüm yaz çalışmadığı için bocalıyor ve korktuğum gibi soğuma emareleri gösteriyor. Evde çalışmaya direniyor, hep müzik okulunda çalışacakmış, evde piyano çalmak hiç eğlenceli değilmiş, oldu, her akşam oraya götürelim seni:P

Eylülün en güzel kazanımlarından biri kalamar tavayı sonunda adam akıllı yapmayı başarmak (yumuşacık ve lokantalarda yediğimiz gibi) bir de tarator sosunda ustalaşmak oldu. Bir ara tarifini vereyim.

Ve sonunda kuaföre gidebildim! Bu çok mühim bir haber zira en son aylar önce gitmiştim, röflemin diplerinin çıkmasını bırak diplerim güneşten bile açılmıştı:) Sık sık kuaföre gitmeyi gerektirecek (röfle, kesim) bir saç modeline sahip biri için kuaföre gitmekten nefret etmek nasıl bir çelişkidir!

Eylül yeni bir mevsimle beraber, yeni bir düzeni, yeni bir yaşamı da beraberinde getirdi, giderken bize Ekim’i bırakıyor.

Peki, Ekim’de ne yapmalı?

O da başka bir posta kalsın:)

28 Eylül 2015 Pazartesi

Ben sana doyamadım doysun sarı yapraklar

Tekneyi çıkardılar denizden, römorka bağladılar, temizlediler, İlkerle Emre. Epey uğraştılar. İşleri bitince Emreler gitti, biz de toparlandık, çıktık yola. Arca daha Zeytinler kavşağını göremeden uyumuştu. Sağımdan akan yolu ve rüzgâr türbinlerini seyrediyorum, aklıma Don Quijote ve yel değirmenleri geliyor. İki cilt öyle uzun sürdü ki serüvenleri, sanırsın Don Quijote bizim uzaktan enişte. Kanımca çocuklar için olan versiyonda yel değirmenleri serüvenine kadar yazılmış, gerisi atlanmış. Yel değirmenlerinin üzerine 700 sayfa okudum hala bitmedi. 

Ben buralarda yokken…

Gerçek dünyadaydım. 

Gerçek dünya, Arca’nın okula başlayıp iki gün sonra 9 Eylül (sahi bizim zamanımızda İzmir'in kurtuluşu tatil değildi) tatili, iki hafta sonra da kurban bayramı tatili ile okul hayatını azıcık kokladığımız amma velakin bir türlü içine giremediğimiz dünyaydı. Bugün tam anlamıyla girdik.

Gerçek dünyada okullar var. Allah biliyor ya, yaz tatilinin uzatılmasına öğrenciler kadar sevinen bir turizm bakanlığı, bir bu kararı tek başına almanın verdiği haklı gurur yüzünden okunan başbakan bir de ben ve benim gibi toplu taşıma ile işine gidenler vardı... Ama metroda oturduğum, aktarma otobüsüne binebildiğim günler bitti, gerçek dünyada öğrenciler ve toplu taşımayı bir türlü düzeltmemiş belediyeler var!

17 Eylül 2015 Perşembe

küçük dertlerimiz

Annemler, üniversiteye kayıt için İstanbul’a gittiğimde yanımdalardı. Fakültenin bahçesindeki vakıf yurduna da kaydettirmişler, bir banka hesabı açtırmışlar, dualarını üzerimden eksik etmemişlerdi. Okula başladım. Hem yalnızdım, ailemden ilk defa ayrılmıştım, hem değildim, pek çok arkadaşım vardı. Ama ne kadar donanımlı da olsan o yalnızlığı hissediyorsun.

O yıllar bu grip aşıları yeni çıkıyor, yurt köşelerinde, soğuk İstanbul’da gripten cılkım çıkmasın diye aşı olayım diyorum. Bir boş dersimde tek başıma Taksim ilkyardıma gidiyorum. Salağım biraz evet, ama daha çok safım ve kırılganım. Bir memur bana carlıyor, hatırlamıyorum şimdi, aptalca bir soru sormuşumdur belki. Oradan oraya koşmuşum bir işi halledememişim, bir de azarlanmışım. Bir banka oturdum ve tüm kırılganlığımla içli içli ağladım. Ağlarım ben içim açılır ağladıkça, iyi gelir gözyaşları…

Orta yaşlı bir kadın oturdu yanıma. “Ağır hastan mı var kızım?” diye sordu. Yok, dedim, ağlıyorum ama hala. O anlattı, çıkmaz dedikleri hastası varmış. Günlerdir gidip geliyorlarmış ama nafile… Anlatamadım, o kadına, utandım, ağladığıma da saçma sapan gözyaşı döktüğüme de utandım, kendime kızdım, bu defa da kadın için ağlaya ağlaya okula döndüm.