23 Ekim 2014 Perşembe

“Beni asla bırakma”

Baştan uyarayım, ağır spoiler içeren bir yazı olacak. Sonra ne ettin, niye sonunu tartıştın, bıkbık istemiyorum. Hem zaten bunu yapan ben değilim ki, yazar da maşallah daha kitabın başından sermiş malını ortalığa… Yani bacım/abicim bu postu ister oku ister okuma, canın sağ olsun ama kitabı oku. Bak filmi izle demiyorum, hatta izleme diyorum ama kitabı oku.
...............................

Evet şimdi etik bir davranış sergileyerek terbiyeli bir giriş paragrafı zikrettikten sonra kitaba direkt dalabiliriz.

Neden distopyaları seviyoruz? Günümüzle benzerlikleri gördükçe tüylerimizin diken diken olması mı hoşumuza gidiyor? yoksa geleceğe, bilinmeze karşı o kadar savunmasızız ki distopyalarla en azından bir pencere açıyoruz ve psikolojik olarak yatıştırıyor muyuz kendimizi?

Bilemiyorum ama distopya okumaktan derin bir haz aldığımız kesin

 “Beni asla bırakma” hüzünlü bir distopya. Tabii ki sonunda da kimse kurtulmuyor, kimse mutlu olmuyor. Zaten distopyaların da mutlu son vaadi olmaz. Onların en büyük vaadi düşündürmektir, sorgulatmak.

Galiba bu yüzden klonların kaçıp kurtulacağına dair bir ümit beslemedim. Bak Allah için 1984’te öyle bir ümidim vardı. Demek okuya okuya distopya okumayı öğrenmişim.

Baştan sona bir grup çocuğun bir yatılı okuldaki büyüme hikayesine odaklanıyor roman. Bir taraftan alelade çocukluklar gibi görünüyor, bir taraftan da bir şeylerin farklı olduğunu biliyorsun. Çünkü yazar da aynı Hailsham’daki gözetmeler gibi zamanlı zamansız açıklamalarla hem çok bilgi veriyor hem de hiç bilgi vermiyor. Merakını her daim ayakta tutan bir yöntemi var. Çocuklarda bir gariplik seziyorsun tabii ki ama kopya olduklarından emin olman için epey okuman gerekiyor.

Çocukluklara, çocukların tek tek kendilerine o kadar odaklanıyor ki roman, okurken bunların herhangi yatılı okulda okuyan çocuklar olduğu hissiyatını taşıyorsun. Belki de içlerinden biri anlatıyor diyedir. Dediğim gibi alelade bir okul yaşamı gibi, idealist öğretmenler, öğrenciler arası gruplaşmalar, daha çekingen ya da daha girişken karakterler… Evet hepsinin karakterleri var, hepsi birer birey… Aslında zamanı gelince organ bağışlayacakları, bağışlaya bağışlaya sonunda ölecekleri dışında herhangi anasız babasız çocuktan farkları yok. Bunu biliyorlar. Sorgulamıyorlar. Niye sorgulasınlar ki? Hep kendileri gibi olanlarla yaşıyorlar. Tek bildikleri gerçek bu.

İsyan yok, kaçış yok, hüzünlü bir kabulleniş var. Çok dokunuyor. Aslında hepimiz için biraz öyle değil mi? Kaçış yollarının bir şekilde kapalı olduğunu hissettiğimizde biz de içinde bulunduğumuz koşullara boyun eğip alışmaya çalışmıyor muyuz? Romandaki kopyaları düşünürsek onlar için farklı bir hayat alternatifi yok ki…

En çok Ruth’a üzüldüm, en sağlam görünen ama en kırılgan oydu. Çünkü hepsinden farklı olarak onun hayalleri vardı. En çabuk o tükendi, muhtemelen o da öyle istiyordu. Kathy aralarındaki en sakin, en güçlü ve en nazik karakterdi bence. Tüm roman boyunca ezik gibi görünüyordu ama aslında sadece nazik bir insandı. Arkadaşlarının eksikliklerini görüyordu ama yüzlerine vurmuyordu. Belki de bu karakter yapısı sayesinde iyi bir bakıcı olmuştur.

Kitabın hemen hiçbir yerinde gözetmenlerin ve diğer insanların ne düşündüklerini bilemiyoruz. Çünkü hep kopyaların gözünden okuyoruz. Bir galeriden, sanat eserleri üretmekten bahsediliyor, ama ne, kim, niçin.. bilmiyoruz. Hailsham’ın birçok başka merkezden (biz okul sanıyoruz ama aslında buralar merkezler) farklı olduğunu biliyoruz ama neden, emin olamıyoruz. Asla kurtulamayacaklarını biliyorlar ama erteleme alacaklarına dair bir ümitleri var…

Ve bir anda BAM! Meğer o sanat eserleri onların ruhları olup olmadığını görmek içinmiş, meğer en insancıl tarafından bakan Miss Emily’nin bile tek yapabildiği onların daha insanca yaşamasını sağlamakmış, meğer onları en insan gibi görenler için bile onlar birer yaratıkmış. Tüm dünya için onlar birer mahlukmuş. Orijinal insanlara yedek parça sağlamakmış onların hayattaki varoluş sebepleri. BAM BAM BAM!

İşte diğer insanların onlarda gördüğü şey bu. Daha derinini görmek istemiyorlar. İşlerine gelmiyor ki, düşünsene kim eski kısa ömürlere eski hastalıklara dönmek ister? Ne kadar ruh sahibi insan bile olsalar, her ne kadar onlar için Madam ve Miss Emily gibiler çalışmış da olsa, sonuçta insanlık bencildir.
Hemen her okuyucu gibi – her ne kadar kaçmalarını ummasam da – onların yerinde olsam (tabii ki şu anki aklımla) ne yapardım diye düşündüm. Tüm merkezler hep bir elden örgütlenmeyi sağlayıp dötlüğüne toplu intihar organize ederdim. Var ya ne pis dumur olurlardı… Tabii ki yenileri üretilirdi blablabla biliyoruz… İşin şakası bir yana arkadaş bu insanoğlu niye insan klonlamış da onun yerine yapay organlar yapmamış?   

Yine her distopya sonunda olduğu gibi bunda da kafamda deli sorular…


11 yorum:

Leylak Dalı dedi ki...

Filmi izledin beğenmedin mi? Ben zırlaya zırlaya gebermiş kitaptan daha çok etkilenmiştim. O sonunda umutsuzca bir-iki yıl daha yaşayabilmek için olan çabaları yüreğimi sökmüştü adeta :(

lale dedi ki...

hah şimdi Leylak'ı anlatmaya gelmiştim ki o gelmiş anlatmış. Bu filmden çok etkilenmişti... Ben de kitabın yazarının başka bir kitabını göndermiştim ona ama onu beğenmemişti :)
O kadar etkilenmişti ki ben etkilenip izleyememiştim filmi...

Adsız dedi ki...

Gunaydin bu ada fliminin bir versiyonu mu yoksa o flim baska bir konu mu? Bilmemek ayip degil ogrenmemek ayip dimi ada da insanlar klonlar kurtuluyordu ama mantik ayniydi sevgiler ceren

yeliz dedi ki...

Filmi kitabı okuduktan sonra izledim. Beğendim. ama her önce kitabını okuduğum senaryo gibi kitapla karşılaştırıp durdum film boyunca ve içine giremedim bir süre. Ama o erteleme için madama gittikleri sahne, arabadan çıkıp da ağladıkları sahne (sorarım bu insanların nasıl ruhu olmaz bunlar nasıl yaratık olabilir? baka hala kızıyorum:P) ve Tommyle birbirlerine gülümsedikleri son sahne... içim çıktı ağlamaktan. Eğer filmi izlesaydim kitabı okumazdım. Önce kitabı okuduğum için filmin etkisi azaldı diyeyim:)

yeliz dedi ki...

film etkileyiciydi evet ama kitabı okumadan izleseydim daha çok etkilenirdim. Sevgili Leylak dalına da dediim gibi böğüre böğüre ağladım sonunda ama tüm film boyunca da bir türlü karşılaştırmaktan filmin içine giremedim.

yeliz dedi ki...

herkes önce ada filmi mi diyor. Değil. çıkış noktası aynıymış ama bu çok farklı. okumayayım dersen filmini de izleyebilirsin. macera bilimkurgudan ziyade hüzünlü bir dram bence.

Cebimdeki renkler dedi ki...

Ben de önce filmi izleyenlerdenim. Acaip sinirlerim bozulmuştu. Hayat ne kadar ağır yaw. Özellikle de çocuklara hatta çocukların gözünden bakan yetişkinlere....

Gokyuzu99 dedi ki...

Aynen, ben de çok etkilendim kitaptan, Yeliz'ciğim... "İyi ki okumuşum" dediğim kitaplardan biri... Çok güzel kurgulanmış... ve iyi ki kitap kulübümüzün seçtiği kitap, çünkü üzerinde saatlerce tartışasım var... Kitabı okuduktan sonra filmi izlememeye karar verdim, çünkü tahminim klonların yaşadıklarına değil de aşk hikayesine daha çok odaklanacakları yönünde... Bu da bence kitapta verilmek istenen mesajı karıştıracaktır. Yazarın üslubunu da çok beğendim... Günden Kalanlar'ı da okuma listeme ekleyeceğim sanırım... Yüreğine sağlık. Bahar

yeliz dedi ki...

kitabı okudun mu sonra?

yeliz dedi ki...

evet biraz öyle gibi... ama sonuna doğru epey silkeliyor üzüyor yav:) sabırsızlanıyorum buluşma için:)

Cebimdeki renkler dedi ki...

Okumadım ama filmi izledikten sonra elim gitmedi kitaba bir türlü. Kararsız kaldım. Keşke önce okusaydim