Baştan uyarayım, ağır spoiler içeren bir
yazı olacak. Sonra ne ettin, niye sonunu tartıştın, bıkbık istemiyorum. Hem
zaten bunu yapan ben değilim ki, yazar da maşallah daha kitabın başından sermiş
malını ortalığa… Yani bacım/abicim bu postu ister oku ister okuma, canın sağ
olsun ama kitabı oku. Bak filmi izle demiyorum, hatta izleme diyorum ama kitabı
oku.
...............................
Evet şimdi etik bir davranış
sergileyerek terbiyeli bir giriş paragrafı zikrettikten sonra kitaba direkt
dalabiliriz.
Neden distopyaları seviyoruz? Günümüzle
benzerlikleri gördükçe tüylerimizin diken diken olması mı hoşumuza gidiyor?
yoksa geleceğe, bilinmeze karşı o kadar savunmasızız ki distopyalarla en
azından bir pencere açıyoruz ve psikolojik olarak yatıştırıyor muyuz kendimizi?
Bilemiyorum ama distopya okumaktan derin
bir haz aldığımız kesin
“Beni asla bırakma” hüzünlü bir
distopya. Tabii ki sonunda da kimse kurtulmuyor, kimse mutlu olmuyor. Zaten
distopyaların da mutlu son vaadi olmaz. Onların en büyük vaadi düşündürmektir,
sorgulatmak.
Galiba bu yüzden klonların kaçıp
kurtulacağına dair bir ümit beslemedim. Bak Allah için 1984’te öyle bir ümidim
vardı. Demek okuya okuya distopya okumayı öğrenmişim.
Baştan sona bir grup çocuğun bir yatılı
okuldaki büyüme hikayesine odaklanıyor roman. Bir taraftan alelade çocukluklar
gibi görünüyor, bir taraftan da bir şeylerin farklı olduğunu biliyorsun. Çünkü
yazar da aynı Hailsham’daki gözetmeler gibi zamanlı zamansız açıklamalarla hem
çok bilgi veriyor hem de hiç bilgi vermiyor. Merakını her daim ayakta tutan bir
yöntemi var. Çocuklarda bir gariplik seziyorsun tabii ki ama kopya
olduklarından emin olman için epey okuman gerekiyor.
Çocukluklara, çocukların tek tek
kendilerine o kadar odaklanıyor ki roman, okurken bunların herhangi yatılı
okulda okuyan çocuklar olduğu hissiyatını taşıyorsun. Belki de içlerinden biri
anlatıyor diyedir. Dediğim gibi alelade bir okul yaşamı gibi, idealist
öğretmenler, öğrenciler arası gruplaşmalar, daha çekingen ya da daha girişken
karakterler… Evet hepsinin karakterleri var, hepsi birer birey… Aslında zamanı
gelince organ bağışlayacakları, bağışlaya bağışlaya sonunda ölecekleri dışında
herhangi anasız babasız çocuktan farkları yok. Bunu biliyorlar. Sorgulamıyorlar.
Niye sorgulasınlar ki? Hep kendileri gibi olanlarla yaşıyorlar. Tek bildikleri
gerçek bu.
İsyan yok, kaçış yok, hüzünlü bir
kabulleniş var. Çok dokunuyor. Aslında hepimiz için biraz öyle değil mi? Kaçış
yollarının bir şekilde kapalı olduğunu hissettiğimizde biz de içinde
bulunduğumuz koşullara boyun eğip alışmaya çalışmıyor muyuz? Romandaki
kopyaları düşünürsek onlar için farklı bir hayat alternatifi yok ki…
En çok Ruth’a üzüldüm, en sağlam görünen
ama en kırılgan oydu. Çünkü hepsinden farklı olarak onun hayalleri vardı. En
çabuk o tükendi, muhtemelen o da öyle istiyordu. Kathy aralarındaki en sakin,
en güçlü ve en nazik karakterdi bence. Tüm roman boyunca ezik gibi görünüyordu
ama aslında sadece nazik bir insandı. Arkadaşlarının eksikliklerini görüyordu
ama yüzlerine vurmuyordu. Belki de bu karakter yapısı sayesinde iyi bir bakıcı
olmuştur.
Kitabın hemen hiçbir yerinde
gözetmenlerin ve diğer insanların ne düşündüklerini bilemiyoruz. Çünkü hep
kopyaların gözünden okuyoruz. Bir galeriden, sanat eserleri üretmekten bahsediliyor,
ama ne, kim, niçin.. bilmiyoruz. Hailsham’ın birçok başka merkezden (biz okul
sanıyoruz ama aslında buralar merkezler) farklı olduğunu biliyoruz ama neden,
emin olamıyoruz. Asla kurtulamayacaklarını biliyorlar ama erteleme alacaklarına
dair bir ümitleri var…
Ve bir anda BAM! Meğer o sanat eserleri
onların ruhları olup olmadığını görmek içinmiş, meğer en insancıl tarafından bakan
Miss Emily’nin bile tek yapabildiği onların daha insanca yaşamasını
sağlamakmış, meğer onları en insan gibi görenler için bile onlar birer
yaratıkmış. Tüm dünya için onlar birer mahlukmuş. Orijinal insanlara yedek
parça sağlamakmış onların hayattaki varoluş sebepleri. BAM BAM BAM!
İşte diğer insanların onlarda gördüğü
şey bu. Daha derinini görmek istemiyorlar. İşlerine gelmiyor ki, düşünsene kim
eski kısa ömürlere eski hastalıklara dönmek ister? Ne kadar ruh sahibi insan
bile olsalar, her ne kadar onlar için Madam ve Miss Emily gibiler çalışmış da
olsa, sonuçta insanlık bencildir.
Hemen her okuyucu gibi – her ne kadar
kaçmalarını ummasam da – onların yerinde olsam (tabii ki şu anki aklımla) ne
yapardım diye düşündüm. Tüm merkezler hep bir elden örgütlenmeyi sağlayıp
dötlüğüne toplu intihar organize ederdim. Var ya ne pis dumur olurlardı… Tabii
ki yenileri üretilirdi blablabla biliyoruz… İşin şakası bir yana arkadaş bu
insanoğlu niye insan klonlamış da onun yerine yapay organlar yapmamış?
Yine her distopya sonunda olduğu gibi
bunda da kafamda deli sorular…
11 yorum:
Filmi izledin beğenmedin mi? Ben zırlaya zırlaya gebermiş kitaptan daha çok etkilenmiştim. O sonunda umutsuzca bir-iki yıl daha yaşayabilmek için olan çabaları yüreğimi sökmüştü adeta :(
hah şimdi Leylak'ı anlatmaya gelmiştim ki o gelmiş anlatmış. Bu filmden çok etkilenmişti... Ben de kitabın yazarının başka bir kitabını göndermiştim ona ama onu beğenmemişti :)
O kadar etkilenmişti ki ben etkilenip izleyememiştim filmi...
Gunaydin bu ada fliminin bir versiyonu mu yoksa o flim baska bir konu mu? Bilmemek ayip degil ogrenmemek ayip dimi ada da insanlar klonlar kurtuluyordu ama mantik ayniydi sevgiler ceren
Filmi kitabı okuduktan sonra izledim. Beğendim. ama her önce kitabını okuduğum senaryo gibi kitapla karşılaştırıp durdum film boyunca ve içine giremedim bir süre. Ama o erteleme için madama gittikleri sahne, arabadan çıkıp da ağladıkları sahne (sorarım bu insanların nasıl ruhu olmaz bunlar nasıl yaratık olabilir? baka hala kızıyorum:P) ve Tommyle birbirlerine gülümsedikleri son sahne... içim çıktı ağlamaktan. Eğer filmi izlesaydim kitabı okumazdım. Önce kitabı okuduğum için filmin etkisi azaldı diyeyim:)
film etkileyiciydi evet ama kitabı okumadan izleseydim daha çok etkilenirdim. Sevgili Leylak dalına da dediim gibi böğüre böğüre ağladım sonunda ama tüm film boyunca da bir türlü karşılaştırmaktan filmin içine giremedim.
herkes önce ada filmi mi diyor. Değil. çıkış noktası aynıymış ama bu çok farklı. okumayayım dersen filmini de izleyebilirsin. macera bilimkurgudan ziyade hüzünlü bir dram bence.
Ben de önce filmi izleyenlerdenim. Acaip sinirlerim bozulmuştu. Hayat ne kadar ağır yaw. Özellikle de çocuklara hatta çocukların gözünden bakan yetişkinlere....
Aynen, ben de çok etkilendim kitaptan, Yeliz'ciğim... "İyi ki okumuşum" dediğim kitaplardan biri... Çok güzel kurgulanmış... ve iyi ki kitap kulübümüzün seçtiği kitap, çünkü üzerinde saatlerce tartışasım var... Kitabı okuduktan sonra filmi izlememeye karar verdim, çünkü tahminim klonların yaşadıklarına değil de aşk hikayesine daha çok odaklanacakları yönünde... Bu da bence kitapta verilmek istenen mesajı karıştıracaktır. Yazarın üslubunu da çok beğendim... Günden Kalanlar'ı da okuma listeme ekleyeceğim sanırım... Yüreğine sağlık. Bahar
kitabı okudun mu sonra?
evet biraz öyle gibi... ama sonuna doğru epey silkeliyor üzüyor yav:) sabırsızlanıyorum buluşma için:)
Okumadım ama filmi izledikten sonra elim gitmedi kitaba bir türlü. Kararsız kaldım. Keşke önce okusaydim
Yorum Gönder