Neyin
nereden aklına ne getireceği belli olmuyor. Bir şey okuyorsun ve birkaç cümlesi
sana farklı bir taraftan bakmanı sağlayacak bir fikir veriyor.
Blogcu anne Elif’in ÇıtırÇıtır Felsefe serisinin yazarı ile yaptığı söyleşiyi okuyordum. Okuyordum çünkü
– tamam öncelikle Elif’in yazdıklarını hep okumaya çalışırım sonra – bu serinin
ilk kitabını geçen sene almıştım Arca’ya fakat pek heyecanlanmamıştı, yani
acaba yaş mı acaba neden şeklindeki sorularıma cevap alabileceğimi ve yazarı
tanıyabileceğimi umdum. Seriye tekrar ilgi duymamı sağlayan başka bir şey de
Arca’nın televizyon izlerken “felsefe nedir?” diye sorması oldu, zamanı gelmiş
miydi acaba?
Hayata dair olguları
küçük yaştan itibaren kavranmasına çok önem veriyorum, zira şimdiden düşünen
özgür bireyler olmalarına bu kavramanın bir zemin oluşturacağına inanıyorum.
Umut işte…
Umut bu aralar, fakirin
bile ekmeği değil. Umut bu aralar aslanın ağzında adeta.
Her yerde bir yakınma
herkeste bir belirsizlik, umutsuzluk, önüm arkam sağım solum.
Sabah İlker’i
aradım, sesi çok fena. Hayırdır? Ne olacak, malzeme almaya çıktığında girdiği
her dükkandan her sohbetten morali bozulmuş. Toplumsal kaygı tavan, diyor,
haklı.
Hafta başında Çinlilere
anlatıyordum, bu ülke öyle bir ülke ki, sabahına hangi kötü haberle
uyanacağımızı bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey haberlerin kötü olacağı, umutla bakamıyoruz ki, geleceğimize.
Umut bizden gitmiş.
Elif’in söyleşisinde Brigitte Labbé umut
için şöyle diyor:
Umut kelimesine takılmayı çok sevmiyorum. Çünkü
umut devamlı geleceğe odaklanmayı gerektirir ve seni ‘şimdi’den koparır.
Siyasiler hep şu mesajı yerleştirmeye çalışırlar bizlerin aklına: ”Bu dünyada yaşanan sorunlar
öyle büyük ve çözümler biz sıradan vatandaşların erişiminin öyle dışında ki,
bunu ancak bizler çözebiliriz.” Ve bu yüzden, çocuklarımıza vermemiz gereken en
önemli mesaj şu: Bizi aşan büyüklükte bir sorun
yoktur, çünkü dünyada sorunların çözümü ve dönüşümler hep mikro ölçekteki
eylemlerle gelir.
Bazen özellikle umudumuzu
yitirdiğimizde kronik bir yakınma hali de üzerimize çullanır, ağır bir gocuk
gibi bir türlü üzerimizden atamayız. Hatta alışkanlık olur, yakınmadığımızda
normalin dışına çıkmış gibi hissederiz kendimizi, gerçeklikten ve
gerçekçilikten uzak hissederiz.
Sürekli yakınma halinin, umutsuzluğun
hayatımızın her alanında bizi ele geçirdiğini ve neşemizi bizden çaldığını fark
edemeyiz.
Pazar günü okulun Noel
kermesi için kurabiye pişirmem gerekiyor. Üstelik ulvi bir amaç için, Behçet Uz
Çocuk hastanesine gidecek tüm gelir. Geçen yıl hiç yakınmamıştım mesela ama
şimdi “ay benim kermese bile gitmeye niyetim yoktu” cümlesi ile başladım, sonra
“cumartesi evi mi temizleyeyim, çarşafları mı değiştireyim, ablama mı gideyim, kurabiye
mi pişireyim, bu kadar işin altından nasıl kalkayım, annemleri de özledim” ile
yakınmalara devam ettim. Dahası Havva ablayı güç bela temizlik için
ayarladığıma bile sevinemedim, ay şimdi dünya kadar para vereceğiz. Bizim erkek
egemen fakülte sakinlerinin bir lafı vardır “ne e… ne g…” derler, neyse şimdi
hiç oraya girmeyeyim siz boşlukları doldurun, benim ruh halim o hesap.
Demem o ki, bunun gibi
mikro şikayetlerin bile sebebi aslında büyük resme baktığımızda gördüğümüz
toplumsal kaygı, umutsuzluk, güvensizlik. Bak mesela devletin başındaki adam
dolarınızı bozdurun diyor, dolar düşecek sanırsın değil mi? Fakat tam tersi
etki yaratıyor, rekorun da rekoru kırılıyor, resmen dalga geçiyor. Kime
güveneceksin?
Oysa, Brigitte Labbé ‘nin de dediği gibi, geleceğe çok da kafa takmamalı
belki de. “şimdi”den kopmamalı (gerçi bizim ülkemizin "şimdi"si bile boktan ya neyse!).
Değiştiremeyeceğimiz büyüklükteki sorunlara
önce kendi adımıza alabileceğimiz mikro ölçekte kimi aksiyonlarla yaklaşsak ve dönüşümü
kendimizden başlatsak?
Nasıl mı? Bilmiyorum.
Bilen varsa beri gelsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder