Arca’nın kelimelere dökülmesinden dolayı mutluyum. Yeni bir çağ başladı bizim evde. Çok işime yarıyor, derdi mi var? Anlatıyor. aklından zilyon tane düşünce geçirirken kendini ifade edememek çok sancılı olsa gerek. Ancak iki yaş civarındaki çocuklar anlayabilir, bizler için zor.
En azından acıktı mı, bir yeri acıdı mı… anlatıyor.
Konuşması çok eğlenceli, işin o kısmı da var. Sık sık dumur diyaloglar dönüyor evde.
Sonra işin duygusal boyutu var. Boynuna sarılıp “anneyi seviyom” demesi. Erimiş dondurma kıvamına getirip sonra da yalıyor beni yer cücesi. İlker’den sonra beni sevdiğini söyleyerek bu kadar mutlu edecek bir canlı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Aşk boyut değiştiriyor!
Oyuncaklarıyla konuşurken dünyayı unutuyor, biraz kulak kesilirseniz, hemen ipuçlarını yakalayıveriyorsunuz. Çocuktan al haberi: )
Tabii kafa şişirdiği de oluyor. Bazen hiç susmuyor.
Çokça seviniyoruz da,
Bi kere vicdan telini titretmeyi çözmüş dana! Artık evden çıkmak eskisi kadar kolay değil, her gün ayrı bir travma.
“İşe gitme!”
“İşe gitmek zorunda, para kazanacak…”
“İş gitme para kazanma oyuncak alma, evde kal”
Eskiden de mızırdanırdı ama şimdi bir de konuşuyor, bir de o kaşlarını sağdan soldan yay çizdirip alttan alttan bakmıyor mu! Küçük Emrah işte!
Biz okkalı küfretmeyi severiz karı koca. Meğer bizim cüce sünger gibi emermiş küfürleri. En son trafikte gayri ihtiyari sarf ettiğimiz leziz küfür o…. Çocuğunu duyunca telaffuz etmekte sakınca görmedi cüce. Hem de defalarca. Üstünde durmayarak gereğinden fazla önemsemesini engellemeye çalıştık ama o gün milattı, artık küfürsüz konuşuyoruz. Ama çok önceden emilenleri ne yapacağız?
Biz bu sünger derdine çare arayaduralım, Arca ile Cansu piyano resitalinden birkaç kare düşsün günümüze...
21 Nisan 2011 Perşembe
20 Nisan 2011 Çarşamba
Dilek ve Şikayet Kutusu
Bahar gelsin! Yetkili makamların mevsim normallerinin altında seyreden hava koşullarına acilen müdahale etmesini bekliyorum. Görev başına! Yol boyunca eşlik eden mimozalarla kimse kandıramaz beni! Benim içim üşüyor. Baldır-ı çıplak gezmek istiyorum. İliklerim ısınsın istiyorum. Güneş istiyorum yav!!
İşlerimin yoğunluğundan şikayetçiyim. İş olsun çalışalım tabii de, her gece dükkan açmaktan gece ikiden önce yatamamaktan şikayetçiyim.
Sonra zamansızlıktan şikayetim var. “Her işe yetişeyim” olayını aştım artık, en azından bazı işleri tamamlayayım istiyorum. Misal, akşam yemek yemişiz sofra dağınık, tamam sorun değil. Bakıyorum Arca oyuncaklarıyla oynuyor, hadi zamandan kazanayım diye iki tabağı makineye koymaya çalışıyorum. Derken Arca çağırıyor, kitap okurken, hop mıçını dönüp başka bir kitabı ayıcığına okuyacağını söylüyor. Eh iyi hadi çamaşır atayım makineye diyorum. Derken tam çalıştıracağım, hop bu defa İlker çağırıyor. Arca tekrar çekiştiriyor “babayla konuşma!” Peki sarılıp öpüşüyoruz, arkasını dönünce ıslak çamaşırlar aklıma geliyor, hadi asayım derken Arca olaya dahil oluyor, bütün sepet aşağı iniyor. Düdüğün aklına suyla oynamak geliyor, iyi on dakika dinleniyorum, başındayım, zira ne halt edeceği belli olmaz. “Gözüm üzerinde, havuz yapma” diyorum (lavaboyu tıkıyor sonra sular taşıyor, buna izin yok, biliyor ama yine de yapıyor) “Mutfağa git anne!” böylece rahatlıkla yasakları delecek! Hadi üst baş değiştiriyoruz, bakıyorum kirlileri artmış, bir posta da onları yıkayalım diyorum, ama bir öncekini çalıştırmamışım ki! Döndüğümde bütün kitaplığın yerde olduğunu görüyorum. Sonra bütün oyuncakların… Yatma vakti geliyor. Bir saatlik debelenmenin sonunda uyuyor. Ve bilanço… Mutfak dağınık, hiçbir çamaşır yıkanmamış, eskiler asılmamış hatta sepetteki temizler etrafa saçılmış, bütün banyo su olmuş, kitaplar zaten yerde… Bu arada banyo yapmam, dükkanı açıp iki maile cevap yazmam gerek. Bu süreçte İlker de koltukta sızdığından dolayı destek almak mümkün değil. Yani evet zamansızlık en büyük sorunum bu aralar.
Hafta sonlarının üç güne çıkarılması için nereye dilekçe vereceğiz? Ben çok ciddiyim. Nankör bir “cumartesi çalışmayan” insan olarak hafta sonlarının arttırılmasını istiyorum! Bu hafta Cansu’nun doğum günü partisi, Kitap fuarı, eve alınması gereken kap kacak, yatak vs.. alışverişi, Duru ve ablamı görme planları, Gamze gelmiş Ege’nin annesi, görebilir miyiz acaba telaşı, İzmirli annelerin 23 Nisan eğlencesi… Hangisini yapacağız?
Arca’ya doğum günü partisi yapabilmeyi diliyorum. Bir kutu parti malzemesi kargodan geldiğinden beri açılmadı. Şöyle coşmacalı bir parti yapamadım bebeme, halbuki iki yaş için çok eğlenceli parti planlarım vardı. Haftaya belki?
En çok da sağlık diliyorum, sağlık olmadan hiç biri olmuyor tabii ki… Olumlu sonuçlar, mutlu başlangıçlar… Olumsuzlukları tümden ardımızda bırakmak… Zor bir tecrübeydi, geçti, diyebilmek….
İşlerimin yoğunluğundan şikayetçiyim. İş olsun çalışalım tabii de, her gece dükkan açmaktan gece ikiden önce yatamamaktan şikayetçiyim.
Sonra zamansızlıktan şikayetim var. “Her işe yetişeyim” olayını aştım artık, en azından bazı işleri tamamlayayım istiyorum. Misal, akşam yemek yemişiz sofra dağınık, tamam sorun değil. Bakıyorum Arca oyuncaklarıyla oynuyor, hadi zamandan kazanayım diye iki tabağı makineye koymaya çalışıyorum. Derken Arca çağırıyor, kitap okurken, hop mıçını dönüp başka bir kitabı ayıcığına okuyacağını söylüyor. Eh iyi hadi çamaşır atayım makineye diyorum. Derken tam çalıştıracağım, hop bu defa İlker çağırıyor. Arca tekrar çekiştiriyor “babayla konuşma!” Peki sarılıp öpüşüyoruz, arkasını dönünce ıslak çamaşırlar aklıma geliyor, hadi asayım derken Arca olaya dahil oluyor, bütün sepet aşağı iniyor. Düdüğün aklına suyla oynamak geliyor, iyi on dakika dinleniyorum, başındayım, zira ne halt edeceği belli olmaz. “Gözüm üzerinde, havuz yapma” diyorum (lavaboyu tıkıyor sonra sular taşıyor, buna izin yok, biliyor ama yine de yapıyor) “Mutfağa git anne!” böylece rahatlıkla yasakları delecek! Hadi üst baş değiştiriyoruz, bakıyorum kirlileri artmış, bir posta da onları yıkayalım diyorum, ama bir öncekini çalıştırmamışım ki! Döndüğümde bütün kitaplığın yerde olduğunu görüyorum. Sonra bütün oyuncakların… Yatma vakti geliyor. Bir saatlik debelenmenin sonunda uyuyor. Ve bilanço… Mutfak dağınık, hiçbir çamaşır yıkanmamış, eskiler asılmamış hatta sepetteki temizler etrafa saçılmış, bütün banyo su olmuş, kitaplar zaten yerde… Bu arada banyo yapmam, dükkanı açıp iki maile cevap yazmam gerek. Bu süreçte İlker de koltukta sızdığından dolayı destek almak mümkün değil. Yani evet zamansızlık en büyük sorunum bu aralar.
Hafta sonlarının üç güne çıkarılması için nereye dilekçe vereceğiz? Ben çok ciddiyim. Nankör bir “cumartesi çalışmayan” insan olarak hafta sonlarının arttırılmasını istiyorum! Bu hafta Cansu’nun doğum günü partisi, Kitap fuarı, eve alınması gereken kap kacak, yatak vs.. alışverişi, Duru ve ablamı görme planları, Gamze gelmiş Ege’nin annesi, görebilir miyiz acaba telaşı, İzmirli annelerin 23 Nisan eğlencesi… Hangisini yapacağız?
Arca’ya doğum günü partisi yapabilmeyi diliyorum. Bir kutu parti malzemesi kargodan geldiğinden beri açılmadı. Şöyle coşmacalı bir parti yapamadım bebeme, halbuki iki yaş için çok eğlenceli parti planlarım vardı. Haftaya belki?
En çok da sağlık diliyorum, sağlık olmadan hiç biri olmuyor tabii ki… Olumlu sonuçlar, mutlu başlangıçlar… Olumsuzlukları tümden ardımızda bırakmak… Zor bir tecrübeydi, geçti, diyebilmek….
19 Nisan 2011 Salı
Arca'dan naralar
Dün hastanedeydik.
Önce röntgen çekildi. Yaygara kıyamet tabii ki. Zaten hastanenin kapısını görmesi yetti yaygara için.
Çekildi, bu defa da üzerini giymek istemez, yedi bitirdi bizi. İkna etmek mümkün değil. En nefret ettiğim yöntem işe yaradı. “Bak bu doktor amca üzerini giymezsen senin yine fotoğrafını çekecek, hemencecik giyelim de çekmesin! Yok yok doktor amcası giyiniyor Arca, sen gelme”
Elli tane kitap okumuş Yeliz, yine gitti anane yöntemine başvurdu. ALKIŞ!!
Neyse röntgenden bir şey anlamadık, bir de totmografi çekelim dediklerinde saatler öğleden sonrayı çoktan göstermeye başlamıştı. Röntgende durmayan bebe tomografide mi duracak? Durmaz tabii. Hadi uyutalım dediler. Neredeyse damar yolu açılacaktı, İlker’in yoğun ikna çabaları sonuç verdi damardan yırttık. Dediler ki o halde ilaçlı portakal suyu içireceksiniz. Tadı kötü tabii, içmek istemez, hepsini içemedi zaten. Koşarken ilaç etkisini gösterdi, BAMM! Diye yere kapaklandı. Sonrası kucak.
Sabahtan beri Arca’ya sözümüz var, hastanede cesur bir çocuk olursa oyuncakçıya gideceğiz, birlikte oyuncak alacağız. Artık nasıl şartlamışsa kendini, sızmak üzere sarhoş ama uyumamak için direniyor. Bir saatten fazla oyuncakçı diye tutturdu, tam dalıyor hoop açıyor gözlerini “oyuncakçı” diyor hadi devam.
İşte sızmadan önceki anların videosu. Biz artık yorgunluktan, sinirden ve Arca yüzünden işi iyice geyiğe vurduk. Hastane koridorlarında çatlıyoruz gülmekten, herkes bizi izliyor. Arca bir yetmişlik bitirmiş gibi. Asansörde bir hasta yakını, “ne verdiniz ben de istiyorum” diye eğlendi bizimle. Oyuncakçıya gidiyoruz, gelince uyandıracağız sen uyu diyerek ve koridorlarda yürüyerek uyumaya ikna ettik yoksa mesai bitimine yakın daha çok direnecekti.
Sonra dediler ki 4-5 saat uyur. Hay bin kunduz! Sonra da sabahlarız artık diyoruz, ümidi kestik. Bizim oğlan 2 saat sonra uyandı neyse ki, aklı hala oyuncakçıda. Adam oyuncak olayına feci motive olmuş, uyuşturucu ilaç bile tesir etmedi. Yolda giderken naralar atıyor, oyuncakçı bekle beni… Biz tabii durur muyuz? Bir çekim de ayıldıktan sonra.
Bu arada raporları haftaya kadar bize bildirmeyecekler, konsey, değerlendirme vesaire. Ama biz de boş durmayacağız tabii. İlker tüm tetkiklerin kopyasını aldı, özel doktora götürecek. Sonra Özge bir arkadaşına iletecek. İşte böyle…
Bu şahane günün anısına Arca hasta uyandı, sümüklü geziyor. Neyse bu kadarla kalsın, ateş olmasın, enfeksiyon olmasın, sağlık olsun, bol bol sağlık olsun bebelere.
Son olarak; önceki posta gönderilen yorumları okuyup okuyup telkin ettim kendimi, çok teşekkürler...
Önce röntgen çekildi. Yaygara kıyamet tabii ki. Zaten hastanenin kapısını görmesi yetti yaygara için.
Çekildi, bu defa da üzerini giymek istemez, yedi bitirdi bizi. İkna etmek mümkün değil. En nefret ettiğim yöntem işe yaradı. “Bak bu doktor amca üzerini giymezsen senin yine fotoğrafını çekecek, hemencecik giyelim de çekmesin! Yok yok doktor amcası giyiniyor Arca, sen gelme”
Elli tane kitap okumuş Yeliz, yine gitti anane yöntemine başvurdu. ALKIŞ!!
Neyse röntgenden bir şey anlamadık, bir de totmografi çekelim dediklerinde saatler öğleden sonrayı çoktan göstermeye başlamıştı. Röntgende durmayan bebe tomografide mi duracak? Durmaz tabii. Hadi uyutalım dediler. Neredeyse damar yolu açılacaktı, İlker’in yoğun ikna çabaları sonuç verdi damardan yırttık. Dediler ki o halde ilaçlı portakal suyu içireceksiniz. Tadı kötü tabii, içmek istemez, hepsini içemedi zaten. Koşarken ilaç etkisini gösterdi, BAMM! Diye yere kapaklandı. Sonrası kucak.
Sabahtan beri Arca’ya sözümüz var, hastanede cesur bir çocuk olursa oyuncakçıya gideceğiz, birlikte oyuncak alacağız. Artık nasıl şartlamışsa kendini, sızmak üzere sarhoş ama uyumamak için direniyor. Bir saatten fazla oyuncakçı diye tutturdu, tam dalıyor hoop açıyor gözlerini “oyuncakçı” diyor hadi devam.
İşte sızmadan önceki anların videosu. Biz artık yorgunluktan, sinirden ve Arca yüzünden işi iyice geyiğe vurduk. Hastane koridorlarında çatlıyoruz gülmekten, herkes bizi izliyor. Arca bir yetmişlik bitirmiş gibi. Asansörde bir hasta yakını, “ne verdiniz ben de istiyorum” diye eğlendi bizimle. Oyuncakçıya gidiyoruz, gelince uyandıracağız sen uyu diyerek ve koridorlarda yürüyerek uyumaya ikna ettik yoksa mesai bitimine yakın daha çok direnecekti.
Untitled from yeliz minareci on Vimeo.
Sonra dediler ki 4-5 saat uyur. Hay bin kunduz! Sonra da sabahlarız artık diyoruz, ümidi kestik. Bizim oğlan 2 saat sonra uyandı neyse ki, aklı hala oyuncakçıda. Adam oyuncak olayına feci motive olmuş, uyuşturucu ilaç bile tesir etmedi. Yolda giderken naralar atıyor, oyuncakçı bekle beni… Biz tabii durur muyuz? Bir çekim de ayıldıktan sonra.
Untitled from yeliz minareci on Vimeo.
Bu arada raporları haftaya kadar bize bildirmeyecekler, konsey, değerlendirme vesaire. Ama biz de boş durmayacağız tabii. İlker tüm tetkiklerin kopyasını aldı, özel doktora götürecek. Sonra Özge bir arkadaşına iletecek. İşte böyle…
Bu şahane günün anısına Arca hasta uyandı, sümüklü geziyor. Neyse bu kadarla kalsın, ateş olmasın, enfeksiyon olmasın, sağlık olsun, bol bol sağlık olsun bebelere.
Son olarak; önceki posta gönderilen yorumları okuyup okuyup telkin ettim kendimi, çok teşekkürler...
18 Nisan 2011 Pazartesi
Çok tırsıyorum çok!
Yarın tetkikler var. Çok pis olasılıklar geliyor aklıma ineğin mıçına üşüşen sinekler gibi! Elimin tersiyle kışkış. Olmuyor bazen.
Soranlara arayanlara “iyi olacak inşallah” filan diyorum, kendimden başka herkesi teselli edebilmek gibi bir görev üstlendim. Karşıdan bakan metanet timsali der.
Kalbim pıt pıt, şu bir aydır acayip tırsar oldum kendimden. Benim potansiyelimde zırt pırt ter yoklayan arkasına bez koyan ateş ölçen, iki fırkta doktora koşan bir anne varmış. Ayyuka çıktı.
Her şey olabilir:
Kist küçülmüş, biraz daha küçülsün diye bekleyelim denebilir
Kist küçülmemiş hemen alalım denebilir
En fenası “aaa enfeksiyon var, hadi hastaneye yatın, üç hafta daha geçirin burada” denebilir
Hangisi daha hayırlı hangisi daha kolay? Bilmiyorum. Hayırlısını diliyorum.
Yeni bir sınav var kapımızda.
İki gündür sürekli uyuyorum. Evet hastayım, grip mi soğuk algınlığı mı ne!
Ama ben derdimi biliyorum, psikolojim bozuksa uyurum ben, ruhumu bir sonraki aşamaya hazırlarım. Üniversite sınavından sonra 2 gün uyumuştum.
Tabii şimdi en çok uyumam gereken zamanda uyku hak getire...
Yeni gün, yeni hafta yeni şans....
Soranlara arayanlara “iyi olacak inşallah” filan diyorum, kendimden başka herkesi teselli edebilmek gibi bir görev üstlendim. Karşıdan bakan metanet timsali der.
Kalbim pıt pıt, şu bir aydır acayip tırsar oldum kendimden. Benim potansiyelimde zırt pırt ter yoklayan arkasına bez koyan ateş ölçen, iki fırkta doktora koşan bir anne varmış. Ayyuka çıktı.
Her şey olabilir:
Kist küçülmüş, biraz daha küçülsün diye bekleyelim denebilir
Kist küçülmemiş hemen alalım denebilir
En fenası “aaa enfeksiyon var, hadi hastaneye yatın, üç hafta daha geçirin burada” denebilir
Hangisi daha hayırlı hangisi daha kolay? Bilmiyorum. Hayırlısını diliyorum.
Yeni bir sınav var kapımızda.
İki gündür sürekli uyuyorum. Evet hastayım, grip mi soğuk algınlığı mı ne!
Ama ben derdimi biliyorum, psikolojim bozuksa uyurum ben, ruhumu bir sonraki aşamaya hazırlarım. Üniversite sınavından sonra 2 gün uyumuştum.
Tabii şimdi en çok uyumam gereken zamanda uyku hak getire...
Yeni gün, yeni hafta yeni şans....
16 Nisan 2011 Cumartesi
Mucize beklersin
Arca geceleri yanına gidesin onunla uyuyasın diye zırt pırt uyanır, süngün düşer ve kıvrılırsın yanına, nasıl olsa kalkacaksındır üç beş dakikaya…
Öyle olmaz tabii ki sabahlarsın iki büklüm üşümüş kanın çekilmiş. Bıkarsın her sabah üşüyerek uyanmaktan ama yine hemen her gece aynı sahne tekrarlanır.
Sonunda ömrünün en çok hastalandığın yılını geçirirsin. Üşütmek kronikleşir. Ve nihayet sesin kısılır, konuşamaz olursun. Mucize beklersin, o küçük Umca şişesinden medet umar, 30 damla pıt pıt bardağa düşerken “geçen seferi atlattım yine atlatırım” dersin.
Dedim ya mucize beklersin.
Akıllanmazsın ama mucize beklersin.
Daha çok yazmak istersin, daha çok okumak istersin.
Arkadaşlarına daha çok zaman ayırıp ara sıra aramak sormak istersin. Deniz’in yeni evine ziyarete gitmek istersin, karşı komşunun çocuğu yürüyecek, doğum tebriğine gitmek istersin, atlayıp İstanbul’a gitmek istersin ama sadece gezmek için istersin, zamanı ekler toplar tutturamazsın.
Her gece Arca uyuduktan sonra dükkanı açmayacağım, film izleyeceğim, kitap okuyacağım dersin, beceremezsin.
Yirmi dört saatin otuz saate çıkmasını dilersin, mucize beklersin.
Bık bık bık kilo vermem lazım, dikkat etmem lazım dersin, dersin ama yemeklere salata ilave etmekten başka bir şey yapmazsın.
Gecenin bir vakti ex aşkın Nutella ile yasak ilişkiye girersin.
Sonra da baskülde istediğin rakamları görmeyi beklersin.
Mucize beklersin...
Daha çoook beklersin!
Öyle olmaz tabii ki sabahlarsın iki büklüm üşümüş kanın çekilmiş. Bıkarsın her sabah üşüyerek uyanmaktan ama yine hemen her gece aynı sahne tekrarlanır.
Sonunda ömrünün en çok hastalandığın yılını geçirirsin. Üşütmek kronikleşir. Ve nihayet sesin kısılır, konuşamaz olursun. Mucize beklersin, o küçük Umca şişesinden medet umar, 30 damla pıt pıt bardağa düşerken “geçen seferi atlattım yine atlatırım” dersin.
Dedim ya mucize beklersin.
Akıllanmazsın ama mucize beklersin.
Daha çok yazmak istersin, daha çok okumak istersin.
Arkadaşlarına daha çok zaman ayırıp ara sıra aramak sormak istersin. Deniz’in yeni evine ziyarete gitmek istersin, karşı komşunun çocuğu yürüyecek, doğum tebriğine gitmek istersin, atlayıp İstanbul’a gitmek istersin ama sadece gezmek için istersin, zamanı ekler toplar tutturamazsın.
Her gece Arca uyuduktan sonra dükkanı açmayacağım, film izleyeceğim, kitap okuyacağım dersin, beceremezsin.
Yirmi dört saatin otuz saate çıkmasını dilersin, mucize beklersin.
Bık bık bık kilo vermem lazım, dikkat etmem lazım dersin, dersin ama yemeklere salata ilave etmekten başka bir şey yapmazsın.
Gecenin bir vakti ex aşkın Nutella ile yasak ilişkiye girersin.
Sonra da baskülde istediğin rakamları görmeyi beklersin.
Mucize beklersin...
Daha çoook beklersin!
15 Nisan 2011 Cuma
Dumur diyalog #9
Kafasını önüne eğip gözlerini annesine diken Arca’ya sorar;
Y: Napıyorsun Arca?
A: Çapkın çapkın bakıyom anneye.
Y: Sen çapkın ne demek biliyor musun?
A: Biliyom
Y: Neymiş?
A: çirkin demek
Y: Çirkin demek değil
A: anne söyle!
Y: Birisini beğenince çapkın çapkın bakılıyor, kötü bir şey değil yani.
A: Anneyi beğeniyom, çapkın çapkın bakıyom.
------------------------------------------------------------------------
A: ooofff çok güzelmiş
(Tavuklu pilava çala kaşık dalarken)
------------------------------------------------------------------------
A: Biyutiful
Y: Ne demek o?
A: Güzel demek
Y: HÖNK!
A: Anne biyutiful
(ben söylemiştim hatırladım, hehe bir şarkı söylüyordum, Arca bu kelimenin söylenişini sevince anlatmıştım. Heyecan yok yani boşunaymış: ) )
------------------------------------------------------------------------
A: Ay yav yu
Y: Anam bizim oğlan İngilizceyi sökmüş, bi daha de bakim
A: ay yav yu may madır
Y: (jeton düşer) Babane öğretmiş!!
14 Nisan 2011 Perşembe
Hatalıysam…
Evet itiraf ediyorum, hatalıydım, dün gün boyu hatalıydım.
Sersem lodosun fink attığı o saatlerde Konak Meydanında uçacağıma ofiste çalışmalıydım. En azından kuş yuvası saçlarımı toplamalıydım ki iyice kabarmasınlar.
Evet hatalıydım, pis parmaklarımla lenslerimi kurcalamıştım ve doktor lens üzerindeki parmak izlerini gördü. Aslında geyik bir doktorum var, sadece özel sağlık sigortasına lensleri kaktırmak için 6 ayda bir gidiyorum, hoşbeş ediyoruz, lenslerimi alıp çıkıyorum. İlişkimiz tamamen çıkar üzerine kurulu. Lensler gözümdeyken yaşadığım hadiseyi de büyük hata olarak tanımladı, ciddiyet ceketini geçiriverdi sırtına. Sonra muayene etti. “Nasıl ya! olamaz” diye haykırdı. “Lens gözünüzde kalmış, beyne yaklaşmış, olsun daha ileri görüşlü olursunuz” Geyiktir demiştim di mi? Bi de inandırıcı şerefsiz tırstım. Nerde senin hipokrat yeminin diye sorarlar adama ha nerde?
İşin geyiği bir yana miyoptan yana Benjamin Button sendromu yaşıyorum. (Hala Benazir Butto diyorum, biri beni durdursun!) Miyop yaş ilerledikçe numara düşürür ya benimki arttırıyor. Gençleşiyorum diyeceğim, sustum: ) Daha da artmasın diye numara değiştirmedik. Nemlendirici, falan filan…
23 Nisan Nurturia çekilişinde bize çıkan güzel kıza hediye almaya karar verdim.
Hata hata üstüne! Topuklu ayakkabı giyeceğim tutmuş. Şahane!
Yön duygusundan zerre kadar nasip almamış karakter yapısının cezasını ayaklar çeker, Hilton otelini iki defa tavaf ettim ama buldum!! Detay veremem hasbel kader okuyordur anası çakar sonra:P
Öğrencilik yıllarımdan beri ilk defa hediye kutusu kapladım yapışkanlı kağıtla, beceriksizliğimi tasvir etmekle vakit kaybetmeyeceğim. Bir de uzun mektup yazdım, yamuk oldu. Parmaklar klavyeye alıştı beridir, el yazısına uzak kalmışız.
Günün son hatası: Metro durağına yakın arabayı park etmiştim, malum Konak’a arabayla inilmez. O sokakta yer bulduğuma işkillenmiştim zaten, tam isabet! Geri döndüğümde çekici gelmek üzereydi, inşaat önüymüş. “Abla sen naaptın” diye işçiler etrafımı sardı. “Ne be geldik işte, hadi işinize bakın” diye savuşturdum, hop hemen kilitlersin kapıları, aynen arazi: )
Gün boyu iyi giden tek şey yeşil ışıklardan yana bonkör davranan talihimdi.
Ve en çok güldüren ise, tampon tampona trafikte şahin görünümlü beyaz Kartal’ın arka yazısı:
“Hatalıysam…
Hatalısın yaz 3310’a gönder “Hatasız kul olmaz” melodisi cebine gelsin”
Al bir hata daha! yazı gözükmüyor iyi mi? Telefonla çekilen trafik fotosu bu kadar olur.
Ne demişler?
Hatasız kul olmaz!
Sersem lodosun fink attığı o saatlerde Konak Meydanında uçacağıma ofiste çalışmalıydım. En azından kuş yuvası saçlarımı toplamalıydım ki iyice kabarmasınlar.
Evet hatalıydım, pis parmaklarımla lenslerimi kurcalamıştım ve doktor lens üzerindeki parmak izlerini gördü. Aslında geyik bir doktorum var, sadece özel sağlık sigortasına lensleri kaktırmak için 6 ayda bir gidiyorum, hoşbeş ediyoruz, lenslerimi alıp çıkıyorum. İlişkimiz tamamen çıkar üzerine kurulu. Lensler gözümdeyken yaşadığım hadiseyi de büyük hata olarak tanımladı, ciddiyet ceketini geçiriverdi sırtına. Sonra muayene etti. “Nasıl ya! olamaz” diye haykırdı. “Lens gözünüzde kalmış, beyne yaklaşmış, olsun daha ileri görüşlü olursunuz” Geyiktir demiştim di mi? Bi de inandırıcı şerefsiz tırstım. Nerde senin hipokrat yeminin diye sorarlar adama ha nerde?
İşin geyiği bir yana miyoptan yana Benjamin Button sendromu yaşıyorum. (Hala Benazir Butto diyorum, biri beni durdursun!) Miyop yaş ilerledikçe numara düşürür ya benimki arttırıyor. Gençleşiyorum diyeceğim, sustum: ) Daha da artmasın diye numara değiştirmedik. Nemlendirici, falan filan…
23 Nisan Nurturia çekilişinde bize çıkan güzel kıza hediye almaya karar verdim.
Hata hata üstüne! Topuklu ayakkabı giyeceğim tutmuş. Şahane!
Yön duygusundan zerre kadar nasip almamış karakter yapısının cezasını ayaklar çeker, Hilton otelini iki defa tavaf ettim ama buldum!! Detay veremem hasbel kader okuyordur anası çakar sonra:P
Öğrencilik yıllarımdan beri ilk defa hediye kutusu kapladım yapışkanlı kağıtla, beceriksizliğimi tasvir etmekle vakit kaybetmeyeceğim. Bir de uzun mektup yazdım, yamuk oldu. Parmaklar klavyeye alıştı beridir, el yazısına uzak kalmışız.
Günün son hatası: Metro durağına yakın arabayı park etmiştim, malum Konak’a arabayla inilmez. O sokakta yer bulduğuma işkillenmiştim zaten, tam isabet! Geri döndüğümde çekici gelmek üzereydi, inşaat önüymüş. “Abla sen naaptın” diye işçiler etrafımı sardı. “Ne be geldik işte, hadi işinize bakın” diye savuşturdum, hop hemen kilitlersin kapıları, aynen arazi: )
Gün boyu iyi giden tek şey yeşil ışıklardan yana bonkör davranan talihimdi.
Ve en çok güldüren ise, tampon tampona trafikte şahin görünümlü beyaz Kartal’ın arka yazısı:
“Hatalıysam…
Hatalısın yaz 3310’a gönder “Hatasız kul olmaz” melodisi cebine gelsin”
Al bir hata daha! yazı gözükmüyor iyi mi? Telefonla çekilen trafik fotosu bu kadar olur.
Ne demişler?
Hatasız kul olmaz!
12 Nisan 2011 Salı
Hırsız var!!
Zaman hırsızıyım, sürekli bir araklama peşindeyim, aklım fikrim zaman araklayıp biriktirip istifleyip istediğim gibi organize etmekte!
Çalışan anne yok yok anne isen en önemli hazinen zaman! Arttıracaksın, biriktireceksin, kenara koyacaksın, ama vadesiz mevduatta kalmayacak en kötüsünden bir “elma hesabın” olacak ki bir şekilde artsın. Fiziki olarak artması mümkün olmayan tek şey zamansa da ruhen arttırdığını düşünüp sevineceksin.
Sabah yer cücesi ile 5 dakika fazla kestirmek için makyajı ofiste yapacaksın. Yok canım işten kaytarmaya gerek yok zaten sistem açılasıya allık sürülmüş oluyor. Kahvaltı ise mailleri okurken!
Öğlen yemeği hızlıca tıkınıp üst baş alışverişini, hediyeleri, kitapları hep uzatılmış öğle tatilinde halledeceksin. Evet biraz işten çalacaksın ama göndermen gereken mailler öğleden sonraya sarktıysa – nasıl olsa uzak doğuda mesai çoktan bitmiş olacak – gece göndereceksin. Çok geçse mesailerine bile yetişebilir iki hoşbeş edebilirsin.
Ev işlerine yer cücesini dahil edeceksin. Cüceyle oyundan zaman çalmış gibi olacaksın ama korkma o bayılıyor zaten bulaşık makinasını boşaltmaya. Hele çamaşır asmak!! Bırak makinedan o çıkarsın, sen o arada çamaşırlığı açarsın. Eğil kalk, uğraşmaya değmez, bir de çamaşır silkelemeyi öğrettin mi, tamam, beş dakikada biter. Biraz boyu uzasın da çamaşırları bile asar dersin.
Kendi kendine oyuna mı daldı, hiç yanaşma! Zaten “anne geeel” diye çağıracak canı sıkılınca. Kıvrıl köşeye gömül kitabına. Hani bilgisayar olsa saldırır, kitabı en fazla eline alır, bırakır. Ben böyle böyle hafta sonu kitap bitirdim.
Ruhunu doyuran şey blog yazmaksa bırakmayacaksın peşini, öğle tatillerinde gevşeyeceksin, işler kaldı mı? Hmm napıyorduk? Evin erkeklerini uyuttuktan sonra hallediyorduk!
Market – internetten sipariş
Kitap – internetten sipariş
Kozmetik – internetten sipariş
Sahi kim icat etmişti interneti? Suç ortağım internet!
Yatmadan hemen önce mutfağı toplamaktan zarar gelmez, rahatsız etmez. Tek sıkıntı çat kapı ziyaretçilerin sofrayı dağınık görmesi ki zamanla pişkinliğin ne kadar iyi bir meziyet olduğunun farkına varacaksın.
Az yoruldun mu hemen kitap okuyalım diyeceksin, ayağını uzatıp kolunun altına aldın mı cüceyi, oh günün stresi kokladığın saçların arasında eriyip gitti.
Çok mu kolay görünüyor? Değil elbet! İş biraz pratik yapmakta, çokça zaman çaldın mı, bir de bakmışsın zamandan bol bir şey yok!
11 Nisan 2011 Pazartesi
"The Tükkan"
Girişimci yaratıcı insanlara bayılıyorum. Özellikle kadınlara. Heyecanla anlatıyorum. Geçenlerde ablamla sohbet ediyoruz, şu arkadaşım şunu yaptı, bu arkadaşım böyle bir işin içinde… derken ablam şaşırdı, etrafında ne kadar çok girişimci kadın var diye. Hepsi de anne : )
Bir an o-ha Yeliz dedim bu kadar ilham perin var sen dötünün üstüne ikamet kurmuşsun çekirdek çıtlayıp seyrediyorsun. Şaka bir yana naçizane gurur duyduğum çok arkadaşım var.
Ama en bi en bi özeli Hülya. Herkes bilir Hülya’nın kalbimdeki yerini. Doğurduğum gün Tuna bebesiyle hastanedeydi ve sanal alemin ilk ete kemiğe bürünmüş haliydi benim için. Onunla bu alemin samimiyetine inandım, çünkü neyse oydu, çok gerçekti. Onunla kırdığım kabuğumdan sonra çok dostum oldu.
Özeldir, güzeldir, candır.
Tükkanı var Hülya’nın, bilmeyen kaldı mı? Vardır elbet: )
Çok sağlam fakat hızlı adımlarla yol aldı, öyküsü burada, kendi kaleminden.
Şimdi yepyeni bir adreste çok daha profesyonel hizmet ve “kapıda kredi kartı ile ödeme” imkanını sunmaya başladı.
Slingler kısmına bir göz atın, burada tanıdık birilerini görebilirsiniz: )
Yolun açık olsun bacım.
Bir an o-ha Yeliz dedim bu kadar ilham perin var sen dötünün üstüne ikamet kurmuşsun çekirdek çıtlayıp seyrediyorsun. Şaka bir yana naçizane gurur duyduğum çok arkadaşım var.
Ama en bi en bi özeli Hülya. Herkes bilir Hülya’nın kalbimdeki yerini. Doğurduğum gün Tuna bebesiyle hastanedeydi ve sanal alemin ilk ete kemiğe bürünmüş haliydi benim için. Onunla bu alemin samimiyetine inandım, çünkü neyse oydu, çok gerçekti. Onunla kırdığım kabuğumdan sonra çok dostum oldu.
Özeldir, güzeldir, candır.
Tükkanı var Hülya’nın, bilmeyen kaldı mı? Vardır elbet: )
Çok sağlam fakat hızlı adımlarla yol aldı, öyküsü burada, kendi kaleminden.
Şimdi yepyeni bir adreste çok daha profesyonel hizmet ve “kapıda kredi kartı ile ödeme” imkanını sunmaya başladı.
Slingler kısmına bir göz atın, burada tanıdık birilerini görebilirsiniz: )
Yolun açık olsun bacım.
8 Nisan 2011 Cuma
Cuma yazısı
Sabahları sevmem.
Suratsızın önde gideni olurum. Her güne neşeyle (niyeyse!) başlayan İlker bana gıcık olur. Uykumu alsam da, geç yatmış olsam da fark etmez. Sabahların insanı değilim, hiç olmadım. Olanı da sevmem! (Nemrut ana)
Arca’nın yatağını açtık ya, hop soluğu yanımızda alıyor. Küçük elleriyle yüzümü okşayıp zeytin gözlerini gözlerime dikiyor, tam gülümseyeceğim, bu reklam filminden fırlamış sahneyi bozarcasına anırıyor; “GALKKK!”
Bu emir benim keyifsizliğime hiç yardımcı olmuyor.
Arca’ya yumulma, hoşbeş etme, çıplak ayaklarını yeme, yatakta tepişme, İlker’le sabah keyiflerini izleme gibi bir dizi aktiviteden sonra kendime gelmeye başlıyorum. İşe gelip de kahvaltı ettiğimde biraz daha canlanıyorum. Ama ilk sabah kahvesinden önce kimse benden güler yüz beklemesin. Böyle de uyuz bir tipim.
Bu sabah saçmalıkları hayat rutinimin değişmezleri. Ama son bir haftadır her şey daha da zor. Saçma bir hayat döngüsü içindeyim.
İş çok yoğun bir döneme girdi. Normalde bu zamanlar akşam dokuzlara kadar mesai kalır, cumartesi de çalışırdım. Arca’dan beri böyle bir mesai sistemi tarafımdan iptal edildi. Akşam eve gidiyorum. Arca ile geçirilen akşamın ardından dükkanı açıyorum. Yani bilgisayarı. Gece sen de iki ben diyeyim üç.
Dün haftanın yorgunluğu çökmüş üzerime. Derken bir haftalık alkol diyetim şarap için aldığımız peynirlere kurban gitti. Sadece şarap, peynir ve ekmek ile yaşayabilirim. Hatta ekmeğe gerek yok. Neyse bizim evin diğer sakinleri dün akşam şaraba zeytinyağlı enginarın da eşlik ettiğine şahit oldular. Eh insan yeniliklere açık olmalı.
Arca ile İlker odada takılırken hafiften sızmışım, gözümde lensler. Neyse, Arca’yı uyuttum. – Unutturmayın son masal şaheserim küçük uzaylı Lulu ve Arca’nın maceralarını anlatayım bir ara, çocuk kitaplarından arakçılıkta son nokta!! –
Ne diyordum… Kahveyi koydum, dükkanı açtım. Gece iki gibi mesaiyi bitirdim.
Yatma ritüellerim de uzundur benim. Makyaj ve lensler çıkar, envai çeşit krem boca edilir, el dirsek vakit kalırsa bacaklar kremlenir, evin odalarının kapıları kapanır (bkz. Arca'nın yatağını açtık cümlesi) , kapı kilitlenir. Saatler kurulur, telefonlar şarja takılır, Arca’nın üzeri zilyonuncu defa örtülür, çanta hazırlanır, illa beraber yatağa gideceğiz diye kasan ve koltukta uyuyakalan İlker uyandırılır, beraber yatağa gidilir.
Ancak dün gece hayatım renklendi, lens adımında arıza çıktı. Birini çıkardım, sonra parmağı öbür göze soktum, yok lens yok! Arada kıvrılır girer göz kapağının içine uğraşır çıkarırım. Bu defa hiç görünmüyor. Gecenin tam üçündesin dertlerin en gücündesin! Bir “GALLLK” da İlker’e gelsin. Gözümü kurcalar, ışık tutar içine yok yok yok.
Üf yatalım dedim, düşmüştür. Bu defa İlker’in aklına takıldı, düşer miymiş, yok kalk acile gidelimmiş. Ben uyumak için ölüyorum lens umrumda değil, İlker başımda nöbet tutuyor. Öyle öyle uyuyaklamışız.
Kuvvetle muhtemel düştü, zaten düşmediyse vücudumun bir parçası oldu yapacak bir şey yok. 27 yaşından sonra miyop olan bir ben varımdır herhalde! Yaş kemale erdi hala numarası düşmedi, yakındır çizdireceğim!
İşte bu korkunç hafta ve gecenin ardından bir iş günü hiç çekilmiyor. Ben de bankayı bahane ettim, çıktım. Çok bahane de sayılmaz. Haftalardır parasız geziyorum, evden almayı unutuyorum, bankaya gitmeye üşeniyorum. Ofisin kasasından tırtıklayıp duruyorum. Hava pek güzel, kuş cıvıltıları, öğlen tatili kaçamakçılarının mekanı olmuş Forum. Vitrin baktım, fiyatlar tavan, ee sezon başı, olacak o kadar.
Pencereler açık, radyo açık, saçlarım açık… döndüm ofise.
Yani neymiş? Hayatında anlatacak bir şeyi olmayan sefil blogger blogu böyle eften püften yazılarla işgal edermiş!
derken... BAAM diye bir trafik kazası oldu, hasar tespitine gidiyorum - döneceğim:)
Güzel bir hafta sonu olsun mu? OLSUN: )
Hasar tespit: biri birine yol vermemiş, öbürü diğerinin tamponunu indirmiş. Mala gelmiş, canlar sağolsun.
Suratsızın önde gideni olurum. Her güne neşeyle (niyeyse!) başlayan İlker bana gıcık olur. Uykumu alsam da, geç yatmış olsam da fark etmez. Sabahların insanı değilim, hiç olmadım. Olanı da sevmem! (Nemrut ana)
Arca’nın yatağını açtık ya, hop soluğu yanımızda alıyor. Küçük elleriyle yüzümü okşayıp zeytin gözlerini gözlerime dikiyor, tam gülümseyeceğim, bu reklam filminden fırlamış sahneyi bozarcasına anırıyor; “GALKKK!”
Bu emir benim keyifsizliğime hiç yardımcı olmuyor.
Arca’ya yumulma, hoşbeş etme, çıplak ayaklarını yeme, yatakta tepişme, İlker’le sabah keyiflerini izleme gibi bir dizi aktiviteden sonra kendime gelmeye başlıyorum. İşe gelip de kahvaltı ettiğimde biraz daha canlanıyorum. Ama ilk sabah kahvesinden önce kimse benden güler yüz beklemesin. Böyle de uyuz bir tipim.
Bu sabah saçmalıkları hayat rutinimin değişmezleri. Ama son bir haftadır her şey daha da zor. Saçma bir hayat döngüsü içindeyim.
İş çok yoğun bir döneme girdi. Normalde bu zamanlar akşam dokuzlara kadar mesai kalır, cumartesi de çalışırdım. Arca’dan beri böyle bir mesai sistemi tarafımdan iptal edildi. Akşam eve gidiyorum. Arca ile geçirilen akşamın ardından dükkanı açıyorum. Yani bilgisayarı. Gece sen de iki ben diyeyim üç.
Dün haftanın yorgunluğu çökmüş üzerime. Derken bir haftalık alkol diyetim şarap için aldığımız peynirlere kurban gitti. Sadece şarap, peynir ve ekmek ile yaşayabilirim. Hatta ekmeğe gerek yok. Neyse bizim evin diğer sakinleri dün akşam şaraba zeytinyağlı enginarın da eşlik ettiğine şahit oldular. Eh insan yeniliklere açık olmalı.
Arca ile İlker odada takılırken hafiften sızmışım, gözümde lensler. Neyse, Arca’yı uyuttum. – Unutturmayın son masal şaheserim küçük uzaylı Lulu ve Arca’nın maceralarını anlatayım bir ara, çocuk kitaplarından arakçılıkta son nokta!! –
Ne diyordum… Kahveyi koydum, dükkanı açtım. Gece iki gibi mesaiyi bitirdim.
Yatma ritüellerim de uzundur benim. Makyaj ve lensler çıkar, envai çeşit krem boca edilir, el dirsek vakit kalırsa bacaklar kremlenir, evin odalarının kapıları kapanır (bkz. Arca'nın yatağını açtık cümlesi) , kapı kilitlenir. Saatler kurulur, telefonlar şarja takılır, Arca’nın üzeri zilyonuncu defa örtülür, çanta hazırlanır, illa beraber yatağa gideceğiz diye kasan ve koltukta uyuyakalan İlker uyandırılır, beraber yatağa gidilir.
Ancak dün gece hayatım renklendi, lens adımında arıza çıktı. Birini çıkardım, sonra parmağı öbür göze soktum, yok lens yok! Arada kıvrılır girer göz kapağının içine uğraşır çıkarırım. Bu defa hiç görünmüyor. Gecenin tam üçündesin dertlerin en gücündesin! Bir “GALLLK” da İlker’e gelsin. Gözümü kurcalar, ışık tutar içine yok yok yok.
Üf yatalım dedim, düşmüştür. Bu defa İlker’in aklına takıldı, düşer miymiş, yok kalk acile gidelimmiş. Ben uyumak için ölüyorum lens umrumda değil, İlker başımda nöbet tutuyor. Öyle öyle uyuyaklamışız.
Kuvvetle muhtemel düştü, zaten düşmediyse vücudumun bir parçası oldu yapacak bir şey yok. 27 yaşından sonra miyop olan bir ben varımdır herhalde! Yaş kemale erdi hala numarası düşmedi, yakındır çizdireceğim!
İşte bu korkunç hafta ve gecenin ardından bir iş günü hiç çekilmiyor. Ben de bankayı bahane ettim, çıktım. Çok bahane de sayılmaz. Haftalardır parasız geziyorum, evden almayı unutuyorum, bankaya gitmeye üşeniyorum. Ofisin kasasından tırtıklayıp duruyorum. Hava pek güzel, kuş cıvıltıları, öğlen tatili kaçamakçılarının mekanı olmuş Forum. Vitrin baktım, fiyatlar tavan, ee sezon başı, olacak o kadar.
Pencereler açık, radyo açık, saçlarım açık… döndüm ofise.
Yani neymiş? Hayatında anlatacak bir şeyi olmayan sefil blogger blogu böyle eften püften yazılarla işgal edermiş!
derken... BAAM diye bir trafik kazası oldu, hasar tespitine gidiyorum - döneceğim:)
Güzel bir hafta sonu olsun mu? OLSUN: )
Hasar tespit: biri birine yol vermemiş, öbürü diğerinin tamponunu indirmiş. Mala gelmiş, canlar sağolsun.
7 Nisan 2011 Perşembe
Baskül mevzuları
Hamilelik öncesi kiloya döndüm döneceğim derken bir bakmışım hamilelik sonrası kiloma geri gelmişim.
Hangi ara ? Ne zaman?
Faturayı kime kessem?
Hastanede bütün gün oturup ha boyuna tıkındığım, mutlu olmak için çikolata ağırlıklı beslenmeme mi?
Hastaneden çıktıktan sonra hemen her gece zıkkımlandığım bira şarap ve onlara eşlik eden çerez, cips, peynir vs… mi?
Akşam yemeği sonrası yorgunluktan Arca ile sızarak kalori yakımını minimuma indiren yaşam tarzıma mı?
Beni her türlü lezzetli yemek, pasta, kahveli kurabiyeler ile kandıran İlker’e mi?
Yoksa ofisteki kısır partilerine mi?
Yok bunların hepsini yapan ben olduğuma göre fatura banadır!
Kilo verdim diye pantolon daralttıran ben değil miydim? Hafta sonları öncelikli tercihimi eşofmandan yana kullanmamdan belliydi, zira kotlar pek bir germeye başlamıştı.
Ben ki, ne yediğimin içtiğimin, hafta hafta kilomun notlarını tutan ben! Ben ki nefesimi tuttum mu hamilelik öncesi elbiselerin içine girebilen ben!
Şimdi az yemeye kasıyorum. Çünkü diyet bana ters. Ama Olmuyor! Nasıl iştahım açık. Üstelik tutsam da kilo veremiyorum. Üstelik en kötüsü sıkıntımı stresimi yemek yiyerek atmaya başladım, tehlike çanları çalıyor!
Diyetisyene gidemem kapıdan kovar, bacadan girerim, bu defa tekme tokat şutlar. Lakin ben Türk standartlarına göre normal sayılacak bir gruptanım aslında. Sadece beden arttırmak, belden germek, kotların içine girememek… acayip sinirlendiriyor beni.
Eskiden böyle miydi ya? Okulda her teneffüs bir şeyler yerdim, üstüne eve gelip yarım ekmek (hatırlatırım o yıllar ekmeğin ekmek olduğu yıllardı, şimdiki gibi tost ekmeğinden bozma değildi ekmekler) tost, üstüne babam gelince akşam yemeyi de yer gram almazdım.
Şimdi su içsem yarıyor diyenlere inanacağım, az kaldı!
Yaşlandım, hadi acitasyon yapmayayım yaş aldım. İnsan otuzunu geçince anlıyor dünyanın kaç bucak olduğunu. Bucak bucak kaçmalı bu mevzudan ama geliyor çörekleniyor gitmiyor işte.
Çok değil ya hepi topu 3 kilo vermem lazım ve evet kasıyorum. Çünkü kibrit kutusu büyüklüğünde peynir ile 2 köfte büyüklüğünde protein yanına yağsız salata bana göre değil. Salataya halis muhlis zeytinyağı koymadın mı ne anlamı var? Sonra kıymalı makarnasız yaşanır mı? Hadi kıymasından geçtim, makarnasız yaşanır mı? Yani bunları yemeli ama eski mesut günlerimdeki gibi kilo almamalıyım. Böyle bir diyet yok tabii ki.
Ben de düşündüm taşındım, eylem planı hazırladım:
Adım 1:
Madem spor yapmak için dışarı çıkamıyoruz, o halde sporu eve getireceğiz. Cindy Crawford’un hoplamalı zıplamalı, ağırlık çalışmalı VCD’sini buldum evde. VCD yani düşünün ne kadar eski. İtinayla yıkadım spor ayakkabılarımı. Arca uyurken haşatım çıktığından erkene aldım spor işini, koyuyorum VCD’yi hop zıp gitsin kilolar. Bu birinci plan! Uyguladım mı ? VCD ve ayakkabı tamam da spor konusunda hayır henüz kendimi motive ediyorum. Spora başlamak çok ciddi bir adım, önce kafada bitireceksin, kendini motive edeceksin. Ben sigarayı da böyle bırakmıştım, spora da böyle başlarım herhal!
Adım 2:
Sonra Phyto slim diye bir şey okudum mail grubundan, günde iki fincan iç, kilolar gidiyor diyorlar. Ara tara hiçbir yerde yok. Cold var, normal var, slim yok.
Allahım tüm evren güçlerini bana karşı birleştirdi mi? Bünyeye kilolar sabitlensin çalışması mı yapıyorlar?
Adım 3:
Ara öğünleri sağlıklı atıştırmalıklardan hazırlamak. Bunu yapıyorum ama avuç avuç iç fındık götürmek pek yardımcı olmuyor. Öğlen yemeklerini tek tabağa düşürdüm, büyük başarı. Böylece daha çok ara öğün yapabiliyorum:)
Adım 4:
Alkole ara. Soğukalgınlığının da araya girmesi ile bir haftadan fazla oldu alkol yok. Bira kokuları geliyor. Ama yok ya feci göbek yapıyor. Cumartesi Tuğçem geliyor, Kordon'da bira patates midye yapacağız, yok o zamana kadar detokstayım. Bahanem de hazır, Tuğçe geliyor:)Haftaya da başka bahane bulurum.
Adım 5:
Sıkılaştırıcı vücut losyonları. Heh işte böyle antinkuntin işlere para sayarım. İki haftada inceltecekmiş, böyle dairesel hareketlerle masaj yapa yapa ooohh ...Göriciiiz. Sen ye ye, nasıl inceltecekse.
Neyse inanmak başarmanın yarısıdır. Diğer yarısı için hareket vaktidir!
6 Nisan 2011 Çarşamba
Dumur diyalog #8 : bak şu konuşana
Öğle yemeğinden sonra belli ki dişi kaşınıyor, rahatsız.
Ümit abla: Arca dişin mi kaşınıyor?
Arca: evet
Ümit abla: Az önce yediğin kerevizin sapı kaçmış olabilir
Arca: MUHAKKAK!
-------------------------------------------------------------
Arca bir şarkı tutturur, illa ki “anne söyle”
Y: Ama ben şarkıyı tam anlamadım. Biraz mırıldanır mısın?
A: Mırıl mırıl mırıl mırıl
--------------------------------------------------------------
Öksürüyor, burnu akıyor. Normal şartlarda ıhlamur verir geçersin, biz iyice paranoyaya bağladık ya hemen doktora gittik. Tabii doktorda Arca iyice arızaya bağladı. Ablalar Arca’ya hediyeler, bisküviler, balonlar verdi. Bu defa da fazla sevinçten “aydede ve yıldızlar” şarkısını söylemeye başladı. Arabaya binerken Arca naralar atıyor. Ben de kendi kendime söyleniyorum, hani cevabını beklemediğiniz sorulardan : “Ne verdi doktor annecim doktor sana? İyice kafayı buldun: )”
A: Balon verdi, bebe bisküvisi verdi, madalya verdi…
--------------------------------------------------------------
Kuaföre gittim. Uyandığında beni göremeyince yıkmış ortalığı, eve geldim:
A: kuaföre gitme, saçlarını kestirme!
Y: Peki o zaman kim yapacak saçlarımı?
A: kendin yap!
Y: hmm ama o zaman güzel olamam ki!
A: Güzel olma çirkin ol!
Bir taraftan da fönlü saçlarımı okşuyor.
--------------------------------------------------------------
A: Arca makarnası bu (kolay yenebilen deniz kabuğu şeklindeki makarnadan)
Y: evet senin makarnandan yiyeceğiz bugün
A: büyüklerin makarnasından istiyorum
Y: sen büyüklerin makarnasından (spagetti) yiyemiyorsun ama zor oluyor
A: anne yedir!
--------------------------------------------------------------
ilker: Küçük adam naber?
Arca: Küçük adam değilim.
İlker: ya nesin?
Arca: Çocukum ben!
--------------------------------------------------------------
Kesinlikle uyumak istemiyor. Aslında istiyor. Yani o da bilmiyor. O oyuncaklarıyla oynarken mutfağı toplamaya sıvışıyorum, hop yanımda bitiyor. Gözler fer fecir ama “uyuyalım” diyor. Emin misin? Daha erken diyorum, tutup odaya götürüyor. Belli ki kitap okuyacağız, sohbet edeceğiz, beni kendine istiyor. Kitaplara bakıyoruz, birden başlıyor şakımaya.
A : Nilda’nın oyuncaklarıyla oynadım. Nilda beni öptü. Sarıldı, üstüme çıktı. Yere düştüm. Kafamı çarptım.
Y : Nilda seni özlemiş. Seni çok seviyor. Sen de Nilda’yı seviyor musun?
A : Acıyor, burası.
Y : Nilda hediyesini beğendi mi?
A : Çok beğendiM.
Y : Nilda’nın oyuncakları güzel mi?
A : Evet
Y : Hangi oyuncaklardan var Nilda’da?
A : Arabalar var. Nilda’yı seviyom.
Ümit abla: Arca dişin mi kaşınıyor?
Arca: evet
Ümit abla: Az önce yediğin kerevizin sapı kaçmış olabilir
Arca: MUHAKKAK!
-------------------------------------------------------------
Arca bir şarkı tutturur, illa ki “anne söyle”
Y: Ama ben şarkıyı tam anlamadım. Biraz mırıldanır mısın?
A: Mırıl mırıl mırıl mırıl
--------------------------------------------------------------
Öksürüyor, burnu akıyor. Normal şartlarda ıhlamur verir geçersin, biz iyice paranoyaya bağladık ya hemen doktora gittik. Tabii doktorda Arca iyice arızaya bağladı. Ablalar Arca’ya hediyeler, bisküviler, balonlar verdi. Bu defa da fazla sevinçten “aydede ve yıldızlar” şarkısını söylemeye başladı. Arabaya binerken Arca naralar atıyor. Ben de kendi kendime söyleniyorum, hani cevabını beklemediğiniz sorulardan : “Ne verdi doktor annecim doktor sana? İyice kafayı buldun: )”
A: Balon verdi, bebe bisküvisi verdi, madalya verdi…
--------------------------------------------------------------
Kuaföre gittim. Uyandığında beni göremeyince yıkmış ortalığı, eve geldim:
A: kuaföre gitme, saçlarını kestirme!
Y: Peki o zaman kim yapacak saçlarımı?
A: kendin yap!
Y: hmm ama o zaman güzel olamam ki!
A: Güzel olma çirkin ol!
Bir taraftan da fönlü saçlarımı okşuyor.
--------------------------------------------------------------
A: Arca makarnası bu (kolay yenebilen deniz kabuğu şeklindeki makarnadan)
Y: evet senin makarnandan yiyeceğiz bugün
A: büyüklerin makarnasından istiyorum
Y: sen büyüklerin makarnasından (spagetti) yiyemiyorsun ama zor oluyor
A: anne yedir!
--------------------------------------------------------------
ilker: Küçük adam naber?
Arca: Küçük adam değilim.
İlker: ya nesin?
Arca: Çocukum ben!
--------------------------------------------------------------
Kesinlikle uyumak istemiyor. Aslında istiyor. Yani o da bilmiyor. O oyuncaklarıyla oynarken mutfağı toplamaya sıvışıyorum, hop yanımda bitiyor. Gözler fer fecir ama “uyuyalım” diyor. Emin misin? Daha erken diyorum, tutup odaya götürüyor. Belli ki kitap okuyacağız, sohbet edeceğiz, beni kendine istiyor. Kitaplara bakıyoruz, birden başlıyor şakımaya.
A : Nilda’nın oyuncaklarıyla oynadım. Nilda beni öptü. Sarıldı, üstüme çıktı. Yere düştüm. Kafamı çarptım.
Y : Nilda seni özlemiş. Seni çok seviyor. Sen de Nilda’yı seviyor musun?
A : Acıyor, burası.
Y : Nilda hediyesini beğendi mi?
A : Çok beğendiM.
Y : Nilda’nın oyuncakları güzel mi?
A : Evet
Y : Hangi oyuncaklardan var Nilda’da?
A : Arabalar var. Nilda’yı seviyom.
5 Nisan 2011 Salı
pisi pisikopatım
Bizim oğlan antibiyotik bağımlısı olmuş. Bir hafta antibiyotik alımı durunca hemen hasta oldu. Sümük, öksürük. Sümüklerini büyük keyifle ağzıma yüzüme sürdüğü için ben de nasibimi aldım.
Normal şartlar altında ateş de olmadığından ıhlamur ile geçiştireceğimiz bu hastalık hali, akciğerdeki kistin enfekte olma ihitmali söz konusu olunca, iki tıksırmadan sonra doktorun kapısını çaldırdı bize.
"Enfeks.."
cümlesini tamamlamadan , aman antibiyotik yaz doktor gözünü seveyim dedik. Yazmadı. Viralmiş, soğuk algınlığıymış, semptomatik tedavi ile atlatılacakmış, mış mış mış.
Biz de antibiyotik bağımlısı olmuşuz.
İlaçlar bir güzel uyku yaptı Arca'ya, tabii bana da. Hafta sonunun büyük kısmını uyuklayarak geçirdik.
Bugün yine doktora gideceğiz, biz psikopatız, doktoru da kendimize benzettik. Korkarım bizi artık hastası olarak kabul etmeyecek. Yok canım Hipokrata yemin ettiler bunlar hasta ayıramazlar bakacaklar bebeme.
Vakit bol olunca kitaba yumuldum. Sevgili Lale önermişti, önce "Sahilde Kafka" demişti. Hastanede epey sürünmüştü elimde, Arca'nın emri kesindi : "kitap okuma!" Hatta gecenin bir vakti ilaca gelen hemşire kitabı görmüş "Çok severim Kafka'yı, çok iyi yazardır" demiş. İlknur açıklamaya kasmamış, o Kafka bu Kafka, ammaaan boşver salla.
İşte o Kafka ... Sahilde Kafka. Bildiğimiz Kafka değil, Murakami'nin kitabı.
Olur mu herkeste öyle? Bende çok olur. İlk görüşte aşk değil. Önden bir sardırma turları atarım kitapla, flört dönemi. Hemen sarmazsa endişelenmem, hafiften zorlarım sınırları, çözülüverir hemen, kucağıma düşer, sonra bir beden oluveririz. İşte herşey böyle başlar... Sonra yemek yerken yaparken, tuvalette, seyahatte, iki arada bir derede, illa ki uyumadan önce ve hatta Arca limon sıkmazsa o oynarken yamacında... elimden düşmez.
Bitmeye yakın üzülürüm, tam o dönemde heyecanımı paylaşsın diye İlker'e de anlatırım, özet geçerim. Hiç kitap okumayan İlker'in kitaplar hakkında geniş bir bilgi yelpazesi vardır. Çok da şaşırmıyorum aslında, bir anlatan var niye okusun?
Bitirmeyi hep özel bir zamana ertelerim. Ortam hazırlamaya pek kasmasam da hangi kitabı bitirirken nasıl bir hal içerisinde olduğumu, kitabı bitirdikten çok zaman sonra hatırlarım.
Kitap demişken Nehir Ada'ya neden kitap aldığını çok güzel anlatmış ve "elim sende" demiş. Onun yazdıklarının üzerine ne yazılır bilemedim.
Sadece aklıma geldi.
Biraz manyak olduğumu itiraf ediyorum;
Alışverişe deyip üç tur atıp kitapla eve dönerim
Biri bana kitap armağan edince deliye dönerim
Giyimden arttırım kitap bütçesi yaratırım
Kamuya açık yerlerde kitap okuyan birini gördüm mü mutlaka ne okuduğuna bakarım,
Duyargalarımı her daim "Kitap" anahtar kelimesine açık tutarım
Kitap kokusuyla yaşayabilirim
Bir eve gidince kitaplığı varsa uzun süre orada vakit geçirebilirim
Eğer okuyacak kitabım kalmamışsa –ki bu çok nadir olur - kendimi çok ama çok kötü hissedebilirim
Belki de kendim gibi bir manyak olmasını istediğim için Arca'ya kitap alıyorum.
Belki;
Yorgun bir günün ardından koşup oynamaktan bıkmışken biraz dinlenmek, saçlarının kokusunu çeke çeke uyutmak için alıyorumdur.
Belki,
Hayal dünyasının sınırlarını zorlamasına yol göstermek için alıyorumdur.
Belki;
Her yeni kitapta gözlerinin ışıltısını gördüğüm için, belki ne hediye istersin diye sorduğumuzda “kitap!” cevabı aldığımız için, belki hemen hiçbir kitabı sevmezlik yapmadığı için, belki o uzun uzun kitaplara bakarken biz İlkerle iki çift laf edebildiğimiz için …
Bilmiyorum…
Belki?
Belki de sevdiğim bir şeyi onun da sevmesinden duyduğum samimi duygularla kitap alıyorum Arca’ya. Bir ortak paydaya sahip olduğumuz için mutlu oluyorumdur bencilce.
Kim bilir?
Normal şartlar altında ateş de olmadığından ıhlamur ile geçiştireceğimiz bu hastalık hali, akciğerdeki kistin enfekte olma ihitmali söz konusu olunca, iki tıksırmadan sonra doktorun kapısını çaldırdı bize.
"Enfeks.."
cümlesini tamamlamadan , aman antibiyotik yaz doktor gözünü seveyim dedik. Yazmadı. Viralmiş, soğuk algınlığıymış, semptomatik tedavi ile atlatılacakmış, mış mış mış.
Biz de antibiyotik bağımlısı olmuşuz.
İlaçlar bir güzel uyku yaptı Arca'ya, tabii bana da. Hafta sonunun büyük kısmını uyuklayarak geçirdik.
Bugün yine doktora gideceğiz, biz psikopatız, doktoru da kendimize benzettik. Korkarım bizi artık hastası olarak kabul etmeyecek. Yok canım Hipokrata yemin ettiler bunlar hasta ayıramazlar bakacaklar bebeme.
Vakit bol olunca kitaba yumuldum. Sevgili Lale önermişti, önce "Sahilde Kafka" demişti. Hastanede epey sürünmüştü elimde, Arca'nın emri kesindi : "kitap okuma!" Hatta gecenin bir vakti ilaca gelen hemşire kitabı görmüş "Çok severim Kafka'yı, çok iyi yazardır" demiş. İlknur açıklamaya kasmamış, o Kafka bu Kafka, ammaaan boşver salla.
İşte o Kafka ... Sahilde Kafka. Bildiğimiz Kafka değil, Murakami'nin kitabı.
Olur mu herkeste öyle? Bende çok olur. İlk görüşte aşk değil. Önden bir sardırma turları atarım kitapla, flört dönemi. Hemen sarmazsa endişelenmem, hafiften zorlarım sınırları, çözülüverir hemen, kucağıma düşer, sonra bir beden oluveririz. İşte herşey böyle başlar... Sonra yemek yerken yaparken, tuvalette, seyahatte, iki arada bir derede, illa ki uyumadan önce ve hatta Arca limon sıkmazsa o oynarken yamacında... elimden düşmez.
Bitmeye yakın üzülürüm, tam o dönemde heyecanımı paylaşsın diye İlker'e de anlatırım, özet geçerim. Hiç kitap okumayan İlker'in kitaplar hakkında geniş bir bilgi yelpazesi vardır. Çok da şaşırmıyorum aslında, bir anlatan var niye okusun?
Bitirmeyi hep özel bir zamana ertelerim. Ortam hazırlamaya pek kasmasam da hangi kitabı bitirirken nasıl bir hal içerisinde olduğumu, kitabı bitirdikten çok zaman sonra hatırlarım.
Kitap demişken Nehir Ada'ya neden kitap aldığını çok güzel anlatmış ve "elim sende" demiş. Onun yazdıklarının üzerine ne yazılır bilemedim.
Sadece aklıma geldi.
Biraz manyak olduğumu itiraf ediyorum;
Alışverişe deyip üç tur atıp kitapla eve dönerim
Biri bana kitap armağan edince deliye dönerim
Giyimden arttırım kitap bütçesi yaratırım
Kamuya açık yerlerde kitap okuyan birini gördüm mü mutlaka ne okuduğuna bakarım,
Duyargalarımı her daim "Kitap" anahtar kelimesine açık tutarım
Kitap kokusuyla yaşayabilirim
Bir eve gidince kitaplığı varsa uzun süre orada vakit geçirebilirim
Eğer okuyacak kitabım kalmamışsa –ki bu çok nadir olur - kendimi çok ama çok kötü hissedebilirim
Belki de kendim gibi bir manyak olmasını istediğim için Arca'ya kitap alıyorum.
Belki;
Yorgun bir günün ardından koşup oynamaktan bıkmışken biraz dinlenmek, saçlarının kokusunu çeke çeke uyutmak için alıyorumdur.
Belki,
Hayal dünyasının sınırlarını zorlamasına yol göstermek için alıyorumdur.
Belki;
Her yeni kitapta gözlerinin ışıltısını gördüğüm için, belki ne hediye istersin diye sorduğumuzda “kitap!” cevabı aldığımız için, belki hemen hiçbir kitabı sevmezlik yapmadığı için, belki o uzun uzun kitaplara bakarken biz İlkerle iki çift laf edebildiğimiz için …
Bilmiyorum…
Belki?
Belki de sevdiğim bir şeyi onun da sevmesinden duyduğum samimi duygularla kitap alıyorum Arca’ya. Bir ortak paydaya sahip olduğumuz için mutlu oluyorumdur bencilce.
Kim bilir?
1 Nisan 2011 Cuma
"Oğlunuz nasıl oldu?"
Her gün yaptığım onlarca telefon konuşmasının hal hatırdan sonra ilk sorusu bu. Yaklaşık iki haftadır evdeyiz ama sorular henüz bitmedi.
Anlatıyorum, normal hayatını sürdürüyor, 18 Nisan'daki tetkik sonuçlarına göre yol haritası çizilecek, ... cek ...cek
Bu aralar burnunun aktığını anlatıyorum, kimsenin umru değil! Halbuki benim totom üç buçuk atıyor enfeksiyon, akciğer, kist üçlemesi aklıma geldikçe.
Bunu saymazsak, Arca gerçekten normal bir hayat sürüyor.
Geçen baktım, kamyonlarına ömür testi yapıyordu.
Şöyle ki eline kamyonu alırsın 10.000 defa yere çarparsın, ne kadar süre dayanabiliyorsa ömrü o kadardır. Oyuncak fabrikalarında ömür testi için ödenek ayrımasalar da Arca’ya gönderseler, Arca itina ile darbe uygulaması yapar.
Gurme geyiğine dönmek istemiyorum ama iyi ve ağzına göre yemek yedi mi çok yiyen ve acayip keyiflenen bir insan yavrusu! Hafta sonu Gül'ün doğum gününü kutlamak için yemeğe çıktık. Ya zaten yemek yemek için hep bi bahane!
Neyse Recep Usta var Kordon’da bizim ilk gidişimiz. Artık mama sandalyesini Poyraz'a veriyoruz, Arca büyüdü ve bizim gibi oturuyor. Tabii ona da menü verildi. Resimlerden pirzolayı seçti, parmağını üzerine koyup “et yicem, bunu yicem” dedi.
Ye yavrum, boşan da semerini ye.
Nitekim yedi. Bir porsiyon (insan porsiyonu) eti ekmeksiz götürdü. (Ya biz buna 7 aylıkken İskender yedirmiştik, niye şaşırıyorsam?) Ama her yemek olayında hatırlanacak bir iz bırakıyor sıpa!
Ayranı bakır bir kasede getiriyorlar ve küçük bir kepçe ile içiyorsun. İçti, “bunu beğendim, bu güzelmiş” dedi. Restoranın bahçesinde yarım saatlik koşturmacanın ardından bir yarım saat de Kordon turu… Üstüne evde kudurmaca. Yok iflah olmadı, korktuğumuz başımıza geldi, bütün bütün yuttuğu etler tüm geceyi ayakta geçirtti bize. Sürekli içi yandı su içti. Gecenin bir vakti kaka alarmı, yok meğer bir lazımlık işeyesi varmış. İki defa da bez değişti. Bu yeni restoran deneyimi yemeklerinden çok yaşattıklarıyla unutulmazlar arasında ilk sıralara yerleşti.
Sabah İlker’le birbirimize söz veriyorduk, Arca’ya akşam akşam et yedirmek yok. Yedirsek de çok yedirmek yok.
İlla ki parmağı ile gösterdiği yeri okuyacağız. Böyle gereksiz bir talebi var son günlerde. Parmak o yazıyı gösteriyor. “Burayı oku!” Sonra sayfa çevriliyor yine parmak “burayı oku!”. Buraya kadar sorun yok. Lakin Sihirli Mısır Tanesi kitabını okurken yine aynı şeyi yapınca içimden pislik yapmak geldi, İngilizce kısımlarını İngilizce okudum. Önceden hiç İngilizce okumamıştım. Arca acayip güldü, hem de kahkahalarla! Ne len telaffuzumu mu beğenmedin düdük! Korelilerle İngilizce pratiği yaparsan Kore aksanına dönüyor. Hayır ben niye alınıyorsam, sanki dünkü bebe İngiliz aksanını biliyor da: )) Tabii bu işin geyiği ama İngilizce okumama acayip komiğine gitti, şimdi sadece ;
"İnkilisçe oku, anne!"
Sevimli halleri dışında iki yaşın hakkını verircesine heyecan yaşattığı da oluyor:
Ümit Abla: Akıllı çocuksun sen Arca!
Arca: Akıllı çocuk değilim, aptal çocukum!
Ümit abla: Hadi ellerini yıkayalım, temiz çocuk ol.
Arca: Temiz çocuk değilim, pis çocukum!
En azından karşıt anlamları biliyor diye iyi tarafından bakmaya çalışıyoruz olaya.
Ama bezini kendi değiştirmek istemesine gösterdiği tepkiyi müteakip uyumaya direnerek gecemizi rezil eden cüce için çok pis planlarım var:
"Elbet sağlığına tamamen kavuşacaksın cüce! İşte o zaman çok pis disipline başlayacağız. Maymun edeceğim seni. Otur otur! kalk kalk! Yat uyu dediğimde saat dokuzu bir dakika geçmeyecek. Evet intikam soğuk yenen bir yemektir cüce! Elbet sağlığına kavuşacaksın ve ben seni mum edeceğim, MUM (hıhahaha - Erol Taş - kötü adam gülüşü smiley'si)"
Ben gözlerimi kısmış bu sadist planları yapadurayım İlker şaşkın ördeğe döndü.
"Babanın telefonunu almak istiyorum, elimde gezmek istiyorum" talebine red cevabı alınca yaklaşık onbeş dakika ağladı.
Ben artık alışmışım, "ağla annecim açılırsın, ben olsam ben de ağlarım" diyorum.
İlker "bu iki yaş şeysi değil mi? Geçecek değil mi? Bana geçeceğini söyle!" diye omuzlarımdan tutup beni sarsıyor (yok Türk filmi efekti koydum, sarmıyor tabii ki) İlker'i ömrü hayatımda hiç bu kadar tedirgin görmemiştim. Onun hayata tutunabilmesi için en kısa zamanda iki yaşı atlatmış, babasına tapan bir oğlan çocuğuyla tanışması lazım, yoksa İlker'i kaybedeceğiz.
Anlatıyorum, normal hayatını sürdürüyor, 18 Nisan'daki tetkik sonuçlarına göre yol haritası çizilecek, ... cek ...cek
Bu aralar burnunun aktığını anlatıyorum, kimsenin umru değil! Halbuki benim totom üç buçuk atıyor enfeksiyon, akciğer, kist üçlemesi aklıma geldikçe.
Bunu saymazsak, Arca gerçekten normal bir hayat sürüyor.
Geçen baktım, kamyonlarına ömür testi yapıyordu.
Şöyle ki eline kamyonu alırsın 10.000 defa yere çarparsın, ne kadar süre dayanabiliyorsa ömrü o kadardır. Oyuncak fabrikalarında ömür testi için ödenek ayrımasalar da Arca’ya gönderseler, Arca itina ile darbe uygulaması yapar.
Gurme geyiğine dönmek istemiyorum ama iyi ve ağzına göre yemek yedi mi çok yiyen ve acayip keyiflenen bir insan yavrusu! Hafta sonu Gül'ün doğum gününü kutlamak için yemeğe çıktık. Ya zaten yemek yemek için hep bi bahane!
Neyse Recep Usta var Kordon’da bizim ilk gidişimiz. Artık mama sandalyesini Poyraz'a veriyoruz, Arca büyüdü ve bizim gibi oturuyor. Tabii ona da menü verildi. Resimlerden pirzolayı seçti, parmağını üzerine koyup “et yicem, bunu yicem” dedi.
Ye yavrum, boşan da semerini ye.
Nitekim yedi. Bir porsiyon (insan porsiyonu) eti ekmeksiz götürdü. (Ya biz buna 7 aylıkken İskender yedirmiştik, niye şaşırıyorsam?) Ama her yemek olayında hatırlanacak bir iz bırakıyor sıpa!
Ayranı bakır bir kasede getiriyorlar ve küçük bir kepçe ile içiyorsun. İçti, “bunu beğendim, bu güzelmiş” dedi. Restoranın bahçesinde yarım saatlik koşturmacanın ardından bir yarım saat de Kordon turu… Üstüne evde kudurmaca. Yok iflah olmadı, korktuğumuz başımıza geldi, bütün bütün yuttuğu etler tüm geceyi ayakta geçirtti bize. Sürekli içi yandı su içti. Gecenin bir vakti kaka alarmı, yok meğer bir lazımlık işeyesi varmış. İki defa da bez değişti. Bu yeni restoran deneyimi yemeklerinden çok yaşattıklarıyla unutulmazlar arasında ilk sıralara yerleşti.
Sabah İlker’le birbirimize söz veriyorduk, Arca’ya akşam akşam et yedirmek yok. Yedirsek de çok yedirmek yok.
İlla ki parmağı ile gösterdiği yeri okuyacağız. Böyle gereksiz bir talebi var son günlerde. Parmak o yazıyı gösteriyor. “Burayı oku!” Sonra sayfa çevriliyor yine parmak “burayı oku!”. Buraya kadar sorun yok. Lakin Sihirli Mısır Tanesi kitabını okurken yine aynı şeyi yapınca içimden pislik yapmak geldi, İngilizce kısımlarını İngilizce okudum. Önceden hiç İngilizce okumamıştım. Arca acayip güldü, hem de kahkahalarla! Ne len telaffuzumu mu beğenmedin düdük! Korelilerle İngilizce pratiği yaparsan Kore aksanına dönüyor. Hayır ben niye alınıyorsam, sanki dünkü bebe İngiliz aksanını biliyor da: )) Tabii bu işin geyiği ama İngilizce okumama acayip komiğine gitti, şimdi sadece ;
"İnkilisçe oku, anne!"
Sevimli halleri dışında iki yaşın hakkını verircesine heyecan yaşattığı da oluyor:
Ümit Abla: Akıllı çocuksun sen Arca!
Arca: Akıllı çocuk değilim, aptal çocukum!
Ümit abla: Hadi ellerini yıkayalım, temiz çocuk ol.
Arca: Temiz çocuk değilim, pis çocukum!
En azından karşıt anlamları biliyor diye iyi tarafından bakmaya çalışıyoruz olaya.
Ama bezini kendi değiştirmek istemesine gösterdiği tepkiyi müteakip uyumaya direnerek gecemizi rezil eden cüce için çok pis planlarım var:
"Elbet sağlığına tamamen kavuşacaksın cüce! İşte o zaman çok pis disipline başlayacağız. Maymun edeceğim seni. Otur otur! kalk kalk! Yat uyu dediğimde saat dokuzu bir dakika geçmeyecek. Evet intikam soğuk yenen bir yemektir cüce! Elbet sağlığına kavuşacaksın ve ben seni mum edeceğim, MUM (hıhahaha - Erol Taş - kötü adam gülüşü smiley'si)"
Ben gözlerimi kısmış bu sadist planları yapadurayım İlker şaşkın ördeğe döndü.
"Babanın telefonunu almak istiyorum, elimde gezmek istiyorum" talebine red cevabı alınca yaklaşık onbeş dakika ağladı.
Ben artık alışmışım, "ağla annecim açılırsın, ben olsam ben de ağlarım" diyorum.
İlker "bu iki yaş şeysi değil mi? Geçecek değil mi? Bana geçeceğini söyle!" diye omuzlarımdan tutup beni sarsıyor (yok Türk filmi efekti koydum, sarmıyor tabii ki) İlker'i ömrü hayatımda hiç bu kadar tedirgin görmemiştim. Onun hayata tutunabilmesi için en kısa zamanda iki yaşı atlatmış, babasına tapan bir oğlan çocuğuyla tanışması lazım, yoksa İlker'i kaybedeceğiz.
31 Mart 2011 Perşembe
"Annesini arıyor" sendromu
Hastalığa tahammülüm kalmamış, özellikle de Arca'nın hasta olmasına. Burnu akıyor. Eskiden olsa iki sümkürttüp geçiştirdiğim bu hadise karabasan gibi çöktü üzerime. Dün akşam İlknur'lar bizdeydi, balık şarap... Ama Arca hasta, üşümüştür deyip geçiştirdik ama ben çalışma bahanesi ile gece üçe kadar nöbetteydim. Ateş çıkarsa acile götüreceğim kararlıyım. Sabah daha beter hastaydı, elimizde ateş ölçer, ölç ölç! Neşeli, keyifli, koşuyor oynuyor ama sümükler aklımda çıkmıyor. Az kaldı ya 18 Nisan ya.. enfeksiyon evlerden ırak olsun, sağlık olsun, sağlık olsun...
Neyse ne anlatacaktım ne anlatır buldum kendimi?
Çocuk psikolojisi literatüründe "Annesini arıyor" sendromu diye bir tanım yoksa, yetkili makamlara ulaşıp ekleteceğim.
Arca için herkes ama istinasız herkes annesini arıyor.
Babanesi bir yastıklı yer minderi yaptırmış, üzerinde bir ayıcık nakışı var, Arca hemen yapıştırıyor lafı : "annesini arıyor"
Kitap okuyoruz. Minik balık'ın macerasında anne lafı geçmiyor ama Arca minik balığı ne zaman yalnız görse hoop : "annesini arıyor"
Haksızlık etmeyeyim, Küçük ayı büyük ayı kitabında küçük ayı babasını arıyordu.
Hastane çocuk hastanesi olduğu için duvarlarına hayvan resimleri çizmişler,
Maymun ağaçta sallanıyor
Panda bambu yaprakları yiyor
Uzun kulaklı fil uçuyor
.... yok hayır hepsi annesini arıyor. Hatta koridorda kelli felli adamlar profesör odalarına bakarak dolanırken bile "annesini arıyor" Tabii dedem yaşında adamların da annesi var lafım yok da Arca'nın biraz sıyırdığını düşünmekteyim.
Yine haksızlık etmeyeyim bizim koridorun önündeki kangurulara demedi bunu, zira annesi-yavrusunun el ele kutu kutu pense oynarlarken resimleri çizilmiş.
Ha aklıma gelmişken bir de "annesi-yavrusu" sendromu alt sendrom olarak ayyuka çıkıyor bu aralar. Bir şeyden iki tane mi var? annesi-yavrusu.
İki farklı resimde farklı boyutlarda gösterilmiş aynı şey bile annesi-yavrusu.
Eğer bir üçüncü eklenirse baba da ekleniyor. Parkta kütükleri dizmişler boy boy. Arca için onlar "baba odun-anne odun-arca odun"!
Sensin odun ! Ben tazecik fidanım bi kerem!
Neyse ne anlatacaktım ne anlatır buldum kendimi?
Çocuk psikolojisi literatüründe "Annesini arıyor" sendromu diye bir tanım yoksa, yetkili makamlara ulaşıp ekleteceğim.
Arca için herkes ama istinasız herkes annesini arıyor.
Babanesi bir yastıklı yer minderi yaptırmış, üzerinde bir ayıcık nakışı var, Arca hemen yapıştırıyor lafı : "annesini arıyor"
Kitap okuyoruz. Minik balık'ın macerasında anne lafı geçmiyor ama Arca minik balığı ne zaman yalnız görse hoop : "annesini arıyor"
Haksızlık etmeyeyim, Küçük ayı büyük ayı kitabında küçük ayı babasını arıyordu.
Hastane çocuk hastanesi olduğu için duvarlarına hayvan resimleri çizmişler,
Maymun ağaçta sallanıyor
Panda bambu yaprakları yiyor
Uzun kulaklı fil uçuyor
.... yok hayır hepsi annesini arıyor. Hatta koridorda kelli felli adamlar profesör odalarına bakarak dolanırken bile "annesini arıyor" Tabii dedem yaşında adamların da annesi var lafım yok da Arca'nın biraz sıyırdığını düşünmekteyim.
Yine haksızlık etmeyeyim bizim koridorun önündeki kangurulara demedi bunu, zira annesi-yavrusunun el ele kutu kutu pense oynarlarken resimleri çizilmiş.
Ha aklıma gelmişken bir de "annesi-yavrusu" sendromu alt sendrom olarak ayyuka çıkıyor bu aralar. Bir şeyden iki tane mi var? annesi-yavrusu.
İki farklı resimde farklı boyutlarda gösterilmiş aynı şey bile annesi-yavrusu.
Eğer bir üçüncü eklenirse baba da ekleniyor. Parkta kütükleri dizmişler boy boy. Arca için onlar "baba odun-anne odun-arca odun"!
Sensin odun ! Ben tazecik fidanım bi kerem!
30 Mart 2011 Çarşamba
Ham elmayı koparmışlar dalından
Sağ kolum iptal, vites değiştirirken bile ağrıyor.
Taş mı taşıdım? Yoo!
Çok ham kalmış vücut.
İlker PS ile oynanacak bir alet almış. Voleybol oynuyorsun. Onbeş dakika oynadık kol kazık gibi oldu.
Bir hevesle atletizm takımına girip ipini koparmış gibi koşmayı beklerken elastik (evet övüneceğim kimse kusuruma bakmasın) yapım sebebi ile yüksek atlamaya alındığımda hevesim kırılmış olacak ortaokuldayken ilk sınıfta beden dersinde on üzerinden yedi alarak tarihe geçmiştim. Baktım olmuyor, çareyi yılsonu dans gösterilerine hazırlanma bahanesiyle beden derslerinden muaf tutulmakta buldum.
Hayatında beden dersinden kaytarmaya çalışan tek insanımdır herhalde.
Dolayısı ile bu bana voleybol, basketbol gibi takım sporlarından son derece soyut bir gençlik armağan etti. Hiçbir kuralını bilmiyorum, deli dana gibi oraya buraya atlıyorum. Pazar günü yaptığımız voleybol maçında tek set aldım ama nasıl ben de bilmiyorum:)
Tüm bu spordan uzak gençlik yıllarıma rağmen aslında spor yapmayı severim. Feci gaza gelirim.
Hani spor kulüplerine üye olursun ya, hah ben işte hiç kaçırmam mesela, hiç üşenmem, ikinci adresim yaparım. İlker spor salonunda kondisyon bisikletine oturmuş, televizyondan bilardo maçını seyrederken (eminim çok kalori yakıyordu) ben tüm aletleri Rocky hırsıyla “Eye of the tiger” fon müziğinde mıçımdan ter çıkasıya kadar kullanırdım. Durmaksızın 150 mekik çekebilme becerim vardı. Neredeyse baklava kaslarım olacaktı! O askere gitti, onun üyeliği için verdiğimiz paralar da yanmasın diye ben her gün aksatmadan devam ettim.
Çok gerilerde kalmış Rocky günlerim. Acı ama gerçek. On beş dakikalık bir bilgisayar oyununda iki sektim, iki seksen uzandım!
Spordan sayarsak en son hamileyken yoga yaptığımı hatırlıyorum. O günden beri bu kaslar laktik asit görmemiş!
İki yaşında çocuk peşinde koşmak da yaklaşık on beş kiloyu indir kaldır hareketi de egzersizden sayılmıyormuş. Dün itibari ile anladım.
Nasıl yapsam da hareket etsem? Öğle tatilim yok denecek kadar az. Birkaç haftada bir bir saatlik kaçamak dışında ofisteyim. (Blog yazma saatim) Akşam zaten eve yedide geliyorum, bebemle geçireceğim birkaç saatlik zaman var. Hafta sonuyla da olmaz o iş. Haftada bir spor mu olur!
Yok çare bulmalı! Bak çok fena gaza geldim şimdi!
"Eye of the tiger" yumuşak tondan giriş yaptı, arka fon güm güm güm vuruyor!
Taş mı taşıdım? Yoo!
Çok ham kalmış vücut.
İlker PS ile oynanacak bir alet almış. Voleybol oynuyorsun. Onbeş dakika oynadık kol kazık gibi oldu.
Bir hevesle atletizm takımına girip ipini koparmış gibi koşmayı beklerken elastik (evet övüneceğim kimse kusuruma bakmasın) yapım sebebi ile yüksek atlamaya alındığımda hevesim kırılmış olacak ortaokuldayken ilk sınıfta beden dersinde on üzerinden yedi alarak tarihe geçmiştim. Baktım olmuyor, çareyi yılsonu dans gösterilerine hazırlanma bahanesiyle beden derslerinden muaf tutulmakta buldum.
Hayatında beden dersinden kaytarmaya çalışan tek insanımdır herhalde.
Dolayısı ile bu bana voleybol, basketbol gibi takım sporlarından son derece soyut bir gençlik armağan etti. Hiçbir kuralını bilmiyorum, deli dana gibi oraya buraya atlıyorum. Pazar günü yaptığımız voleybol maçında tek set aldım ama nasıl ben de bilmiyorum:)
Tüm bu spordan uzak gençlik yıllarıma rağmen aslında spor yapmayı severim. Feci gaza gelirim.
Hani spor kulüplerine üye olursun ya, hah ben işte hiç kaçırmam mesela, hiç üşenmem, ikinci adresim yaparım. İlker spor salonunda kondisyon bisikletine oturmuş, televizyondan bilardo maçını seyrederken (eminim çok kalori yakıyordu) ben tüm aletleri Rocky hırsıyla “Eye of the tiger” fon müziğinde mıçımdan ter çıkasıya kadar kullanırdım. Durmaksızın 150 mekik çekebilme becerim vardı. Neredeyse baklava kaslarım olacaktı! O askere gitti, onun üyeliği için verdiğimiz paralar da yanmasın diye ben her gün aksatmadan devam ettim.
Çok gerilerde kalmış Rocky günlerim. Acı ama gerçek. On beş dakikalık bir bilgisayar oyununda iki sektim, iki seksen uzandım!
Spordan sayarsak en son hamileyken yoga yaptığımı hatırlıyorum. O günden beri bu kaslar laktik asit görmemiş!
İki yaşında çocuk peşinde koşmak da yaklaşık on beş kiloyu indir kaldır hareketi de egzersizden sayılmıyormuş. Dün itibari ile anladım.
Nasıl yapsam da hareket etsem? Öğle tatilim yok denecek kadar az. Birkaç haftada bir bir saatlik kaçamak dışında ofisteyim. (Blog yazma saatim) Akşam zaten eve yedide geliyorum, bebemle geçireceğim birkaç saatlik zaman var. Hafta sonuyla da olmaz o iş. Haftada bir spor mu olur!
Yok çare bulmalı! Bak çok fena gaza geldim şimdi!
"Eye of the tiger" yumuşak tondan giriş yaptı, arka fon güm güm güm vuruyor!
29 Mart 2011 Salı
Fotoğraf karesine sıkışmış anlar, anılar
Kapalı, değil mi hala?
Evden kontrol ediyorum, yok! DNS ayarlarıyla uğraşmadım, evden şirketin server'a bağlanınca blogger bile açılıyor. Demokrasilerde çareler...
Acayip yoğunum, İstanbul seyahatleri bana yaramıyor, bünyem alt üst! Dün gece Ezel'i izlerken ve sonrasında o garip yeni Türk filmine bakarken çalıştım. Birden yoğunluk birden bir hiç bir şeye yetişememe halleri. Gecenin ikisi olduğunu fark etmemişim bile.
Aslında bu aralar yazmak istediğim çok şey var.
Mesela Prima'nın aşı kampanyası. Hani üç beş kişi okur faydası olur diye blogger'ın açılmasını bekliyorum.
Sonra Ege'nin tatlı annesi Gamze'nin Arca'ya gönderdiği doğumgünü hediyelerini ve onun el emeği göz nuru çalışmalarını paylaşmak istiyorum. Ama daha çok insan okusun diye yine blogger'ın açılmasını bekliyorum.
Sonra bizim eltiler (Tea&Pot)meşhur oldular yav! Şenay Düdek köşesinde yazdı, televizyona bile çıktılar!!
Hatta Hülya'nın tükkan adres değiştiriyor!
Sahi hiç açılmayacak mı?
---------------------------------------------------------
Son günlerde özellikle fotoğraf çekmeyi unutur oldum.
Halbuki her karenin ne şahane bir kamera arkası var.
Bu misal… Arca’nın canı tost çekmişti. Biz tostu şu ocağın üzerine konan eski tip tost aleti ile hallederdik. Ama yıkanmaktan teflonları çıkmış, çöpü boyladı tabii. Yeni tost makinesi alaysa kadar zihni sinir proceler devrede! Pek de lezzetli oldu ki sormayın: ) Üstteki tavayı da başka bir ocakta ısıtıp öyle koyacaksın tostun üstüne!
Sonra bir gün Nazlılar bize uğradı. Biz Nazlı ile kestane hazırlıyoruz, çay demliyoruz mutfakta, İlkerler salonda sohbette. Arca ile Cansu’ya iki taraf da birbirinin baktığını sanıyor. Bir an bir boşluk hissediyoruz, hop Arca’nın odasında çıkıyor cüceler. Cansu yatağa tırmanmış, Arca bütün peluş oyuncakları Cansu’nun üzerine yığmış, hadi Arca öpsene Cansu’yu diyoruz. Bizimki kızın üzerine çullanıyor, Cansu yanağını uzatıyor ama bir taraftan da temkinli: “Beni napıyorsun? Beni napıyorsun?”
Bir başka zihni sinir proce! Hastaneyi evimiz gibi benimseyeceğiz ya, artık mokunu çıkardık. Bir çay demlemediğimiz kaldı diye geyik yaparken, İlker'in annesinin bu pratik çözümü günün konusu olmuştu. Frech press'te poşet çay demleme sanatı! Ya evet böyle normal hayatta epey sıradan görünüyor ama onaltı metrekarelik bir oda içinde hayat sürerken böyle nüanslar günü kurtarıyor:)
Kedi seven bir insan değilim. Ama yağmurlu bir günde semt postanesinin kapısındaki koli üzerine sığınmış kedileri görünce dayanamadım, sıradakilerin bana deli gözüyle baktığı bir anın anısı olarak kaldı. Pırtık Tekir ve Karpati... Ve böyle başladı onların hikayesi...
Evden kontrol ediyorum, yok! DNS ayarlarıyla uğraşmadım, evden şirketin server'a bağlanınca blogger bile açılıyor. Demokrasilerde çareler...
Acayip yoğunum, İstanbul seyahatleri bana yaramıyor, bünyem alt üst! Dün gece Ezel'i izlerken ve sonrasında o garip yeni Türk filmine bakarken çalıştım. Birden yoğunluk birden bir hiç bir şeye yetişememe halleri. Gecenin ikisi olduğunu fark etmemişim bile.
Aslında bu aralar yazmak istediğim çok şey var.
Mesela Prima'nın aşı kampanyası. Hani üç beş kişi okur faydası olur diye blogger'ın açılmasını bekliyorum.
Sonra Ege'nin tatlı annesi Gamze'nin Arca'ya gönderdiği doğumgünü hediyelerini ve onun el emeği göz nuru çalışmalarını paylaşmak istiyorum. Ama daha çok insan okusun diye yine blogger'ın açılmasını bekliyorum.
Sonra bizim eltiler (Tea&Pot)meşhur oldular yav! Şenay Düdek köşesinde yazdı, televizyona bile çıktılar!!
Hatta Hülya'nın tükkan adres değiştiriyor!
Sahi hiç açılmayacak mı?
---------------------------------------------------------
Son günlerde özellikle fotoğraf çekmeyi unutur oldum.
Halbuki her karenin ne şahane bir kamera arkası var.
Bu misal… Arca’nın canı tost çekmişti. Biz tostu şu ocağın üzerine konan eski tip tost aleti ile hallederdik. Ama yıkanmaktan teflonları çıkmış, çöpü boyladı tabii. Yeni tost makinesi alaysa kadar zihni sinir proceler devrede! Pek de lezzetli oldu ki sormayın: ) Üstteki tavayı da başka bir ocakta ısıtıp öyle koyacaksın tostun üstüne!
Sonra bir gün Nazlılar bize uğradı. Biz Nazlı ile kestane hazırlıyoruz, çay demliyoruz mutfakta, İlkerler salonda sohbette. Arca ile Cansu’ya iki taraf da birbirinin baktığını sanıyor. Bir an bir boşluk hissediyoruz, hop Arca’nın odasında çıkıyor cüceler. Cansu yatağa tırmanmış, Arca bütün peluş oyuncakları Cansu’nun üzerine yığmış, hadi Arca öpsene Cansu’yu diyoruz. Bizimki kızın üzerine çullanıyor, Cansu yanağını uzatıyor ama bir taraftan da temkinli: “Beni napıyorsun? Beni napıyorsun?”
Bir başka zihni sinir proce! Hastaneyi evimiz gibi benimseyeceğiz ya, artık mokunu çıkardık. Bir çay demlemediğimiz kaldı diye geyik yaparken, İlker'in annesinin bu pratik çözümü günün konusu olmuştu. Frech press'te poşet çay demleme sanatı! Ya evet böyle normal hayatta epey sıradan görünüyor ama onaltı metrekarelik bir oda içinde hayat sürerken böyle nüanslar günü kurtarıyor:)
Kedi seven bir insan değilim. Ama yağmurlu bir günde semt postanesinin kapısındaki koli üzerine sığınmış kedileri görünce dayanamadım, sıradakilerin bana deli gözüyle baktığı bir anın anısı olarak kaldı. Pırtık Tekir ve Karpati... Ve böyle başladı onların hikayesi...
26 Mart 2011 Cumartesi
Mim
Ruhdağı mimlemiş, severim ben elim sendeleri:)
Epey olmuş gerçi bunu taslağa atalı, hastane filan derken...
1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
Hiç telefonumun çalmaması!
2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Kitap
3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Diyet yapmıyorum ama yediklerime dikkat etmeye çalışırım her zaman. Hafif kaçırırsam birkaç gün dikkat ederim. Bira ve şarap vazgeçemem. İç fındık. Çikolata. Patates kızartması. Bu saydıklarımla yediklerime pek dikkat ediyormuşum gibi görünmüyorum, pis boğazım ya!!
4-Uğurun var mı, uğurun?
Yok.
5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Renkli giyinmeye kasıyorum ama mavi ve uçuk pembe dışında renklerle aram pek yok. En çok siyahın yakıştığını düşünüyorum, bir de toprak renkleri.
6-En sevdiğin takın:
Alyansım. İlk alyansımızı İlker de ben de kaybettik. Uzun süre alyans takmadım, sonra geçen yıl doğum günümde İlker almıştı, daha hiç çıkarmadım. Küpe çok severim. Bu aralar uzun kolyeler alıyorum. Aslında pek takı insanı değilimdir, yakıştıramam ama çok özenirim.
7-Takıntın?
Bu aralar Arca ile ilgili herşey! Bir de arabaya bindim mi mutlaka kapıları kilitlerim.
8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?
Paris veya Roma ama illa ki İlkerle. Ayrı ayrı çok yurtdışına gittik, hep iş dolayısı ile ama gezmeye hiç gitmedik birlikte. Gezmek istiyorum kardeşim ben ya!!
9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
Kenan Doğulu, çakkıdı çakkıdı Şakımayı bırak direkt oynamaya başlıyorum. Çok ilham verici çoookkk!!
10-Solunda ne var?
Pencere
Kuzumun annesi Hayat, resim yapmaktan vakit bulursa kisd, Defne Nilin annesi Seyhan ilk aklıma düşenler...
Epey olmuş gerçi bunu taslağa atalı, hastane filan derken...
1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
Hiç telefonumun çalmaması!
2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Kitap
3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Diyet yapmıyorum ama yediklerime dikkat etmeye çalışırım her zaman. Hafif kaçırırsam birkaç gün dikkat ederim. Bira ve şarap vazgeçemem. İç fındık. Çikolata. Patates kızartması. Bu saydıklarımla yediklerime pek dikkat ediyormuşum gibi görünmüyorum, pis boğazım ya!!
4-Uğurun var mı, uğurun?
Yok.
5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Renkli giyinmeye kasıyorum ama mavi ve uçuk pembe dışında renklerle aram pek yok. En çok siyahın yakıştığını düşünüyorum, bir de toprak renkleri.
6-En sevdiğin takın:
Alyansım. İlk alyansımızı İlker de ben de kaybettik. Uzun süre alyans takmadım, sonra geçen yıl doğum günümde İlker almıştı, daha hiç çıkarmadım. Küpe çok severim. Bu aralar uzun kolyeler alıyorum. Aslında pek takı insanı değilimdir, yakıştıramam ama çok özenirim.
7-Takıntın?
Bu aralar Arca ile ilgili herşey! Bir de arabaya bindim mi mutlaka kapıları kilitlerim.
8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?
Paris veya Roma ama illa ki İlkerle. Ayrı ayrı çok yurtdışına gittik, hep iş dolayısı ile ama gezmeye hiç gitmedik birlikte. Gezmek istiyorum kardeşim ben ya!!
9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
Kenan Doğulu, çakkıdı çakkıdı Şakımayı bırak direkt oynamaya başlıyorum. Çok ilham verici çoookkk!!
10-Solunda ne var?
Pencere
Kuzumun annesi Hayat, resim yapmaktan vakit bulursa kisd, Defne Nilin annesi Seyhan ilk aklıma düşenler...
24 Mart 2011 Perşembe
Alışmış kudurmuştan beterdir, hem alışmış hem kudurmuş daha beterdir
Pek çok kullandığım anne yadigarı bir veciz söz…
Alışmadık dötte don durmaz da bir başkası ama konumuz bu değil.
Konumuz Arca’nın hem alışmış hem de kudurmuş bir insan yavrusu profili çizmesidir.
Hastanede tek refakatçiye izin var aslında, o da anne. Dolayısı ile tek koltuk koymuşlar uyuması için refakatçinin. Ancak bir gece bile yalnız kalmadım, refakatçiye refakat eden canlarım vardı. Onlar yattı o koltukta tek göz yarı açık. Ben de hasta yatağında Arca’yı koynuma aldığım gibi mis kokulu rüyalara daldım her gece. Tam 20 gece!
Arca ile doğduğundan beri bu kadar dip dibe bir yaşam sürmemiştik. Beraber uyumak benim için çok rahatsız olduğundan ateşlendiği geceleri saymazsak hiç yanıma almamıştım. Arca’nın odasını ayırdığımızda 2 aylıktı. Ama o yirmi gece bizi fena halde tek beden haline getirdi.
Sahi ayıcığımız pandamız vardı bizim değil mi?
I-ıh şimdi güven nesnesi = bizzat annenin kendisi : )
Uyandığında yanında değil miyim? Hemen huzuruna çağırıyor, ensemden yakaladığı gibi al aşağı ediyor, kafasını boynuma gömdüğü gibi uykuya dalıyordu. Sonra geceleri ikimiz de uyurken elleriyle yatağı yokluyor, gözler kapalı yüzümü okşuyor, kokluyor, öpüyordu. Bu son cümle benim refakatçilerimin ifadesi, zira ben uyuyor oluyorum o sıra.
Alıştı mı? Hem de nasıl! İtirazsız kendi yatağında uyuyor ama gecenin muhtelif zamanlarında uyanıyor, sabahı bizim yatakta ediyor. Gerçi İlker’in buna itirazı yok, bol bol yumuluyor cüceye ama alışkanlık iyice yerleşti. Yakında kendi yatağını reddedecek.
Buraya kadar alışmış insan yavrusu profilini gördük.
Şimdi sırada kudurmuş hali var:
Hani garip krizleri var ya Arca’nın… hemen her iki yaş çocuğununki gibi? İşte o krizlerden birini uykusunda yaşadı, pes dedim! Işık illa ki açık kalacak ya, ben biraz kısmışım yatmadan önce, gece uyandığında ışığı kısılmış görünce çıldırdı. Yarı açık gözlerle bağırdı çağırdı, kucaktan inip doğru pufa çıktı, sonra da ışığı sonuna kadar açtı. Evet karanlık korkusu var. Tamam da nasıl uyurken sendroma girebiliyor? Arca = kocaman bir soru işareti!
Misal dün akşam... Ayran istedi. Hayhay! Bardağa yoğurdu koydum, biraz çırptım, biraz su sonra blender ile bızlat... tım diyemiyorum, çıldırdı. Çılgınlar gibi ağlıyor. Aldım kucağıma sanıyorum ki kendi yapmak istiyor, blender elinde hem bızlatıyor hem konuşuyor hem ağlıyor.
Tekrar oturdu. Önüne koydum ayranı.
Saydırıyor, hani 2 yaşında olmasa ana avrat küfrediyor diyeceğim surat ifadesi öyle. Hmm dedim ki kendisi baştan yapmak istiyor. Başka bir bardağa yeniden yoğurt koydum. Önüne koydum. Neyse ki arada anlamlı kelimeler yakalanıyor ağzından, yeşil bardak istiyormuş, yeşile yoğurdu koydum. Çırpıcıyı verdim, attı.
Bu arada hebele hübele atıp tutuyor. Elini tutuyorum "ağla annecim, rahatla sonra anlatırsın" diyorum.
Neden sonra sustu, gözünde yaşlarla o ilk yaptığım ayrandan içti. "Bulgur pilavı istiyorum" dedi. Bu arada cidden bu kadar net cümleler kurabiliyor hani artık "kendini ifade edemiyor" gibi bir bahanesi kalmadı veledin tamamen kudurukluk. Yapacağımdan değil, yeter ki sakinleşsin diye tencereyi ocağa koydum. Üç çeşit yemekten kerevize ikna oldu. İki tabak yedi hem de keyifli. Doydum dedi kalktı gitti. Ben de mis gibi ıspanağıma gömüldüm.
Olay unutuldu sanıyorum, meğer bizimkinde fil hafızası varmış. "Bulgura bakıcam" dedi. Adetidir, yemek pişerken tabure yanaşacak, ocaktakiler teftiş edilecek. Baş aşçı ya!!
Birazdan yapacağım gibi geçiştirici önlemler alıyorum. Derken benim nesfiti gördü, azıcık kaseye koyduk, üzerine süt koyduk. Yedi. Doymuştu, değil mi:) Yine aklına geldi, "Bulgura bakıcam" dedi. Tencere boş ama bu kadar ısrara artık uzatmadım, demek ki istemiş canı çocuğun, soğanını domatesini kavurdum, tam bulguru yıkayacağım.
YOK! Hay ben böyle işin!! Nazlıların evi aradım, bir fincan isteyeceğim, yoklar, tam karşı komşunun kapısını çalacağım İlker aradı, bir şey lazım mı diye. Dedim ki böyle böyle... Ne bulgurmuş ya İlker'in de canı istedi. Tabi kereviz- ıspanak - ezo gelin menüsü açmadı. Gelirken getirmiş. Arca yemezse İlker yer dedim. Neyse akşam dokuz itibari ile baba oğul ikişer tabak bulguru yediler.
Kızamadım artık ne diyeyim, demek ki canı istemiş:)
Bu arada ne düşündüm? Tabii bu kadar küçükkenki halimi hatırlamıyorum ama ben bu kudurukluğu çocukken anneme yapsam garanti cimcirilmiş, popoma şaplak yemiş veya en iyi ihtimalle ağzıma mıçılmıştı. Bazen diyorum, onlar mı iyisini yapıyordu? İyi mi bilmem ama akşam 19:00-21:00 arasındaki zaman dilimini kurtarırdı kesin!
Anne için yatışma reçetesi:
Bir adet 6 aylık sevimli Arca fotoğrafı
Alışmadık dötte don durmaz da bir başkası ama konumuz bu değil.
Konumuz Arca’nın hem alışmış hem de kudurmuş bir insan yavrusu profili çizmesidir.
Hastanede tek refakatçiye izin var aslında, o da anne. Dolayısı ile tek koltuk koymuşlar uyuması için refakatçinin. Ancak bir gece bile yalnız kalmadım, refakatçiye refakat eden canlarım vardı. Onlar yattı o koltukta tek göz yarı açık. Ben de hasta yatağında Arca’yı koynuma aldığım gibi mis kokulu rüyalara daldım her gece. Tam 20 gece!
Arca ile doğduğundan beri bu kadar dip dibe bir yaşam sürmemiştik. Beraber uyumak benim için çok rahatsız olduğundan ateşlendiği geceleri saymazsak hiç yanıma almamıştım. Arca’nın odasını ayırdığımızda 2 aylıktı. Ama o yirmi gece bizi fena halde tek beden haline getirdi.
Sahi ayıcığımız pandamız vardı bizim değil mi?
I-ıh şimdi güven nesnesi = bizzat annenin kendisi : )
Uyandığında yanında değil miyim? Hemen huzuruna çağırıyor, ensemden yakaladığı gibi al aşağı ediyor, kafasını boynuma gömdüğü gibi uykuya dalıyordu. Sonra geceleri ikimiz de uyurken elleriyle yatağı yokluyor, gözler kapalı yüzümü okşuyor, kokluyor, öpüyordu. Bu son cümle benim refakatçilerimin ifadesi, zira ben uyuyor oluyorum o sıra.
Alıştı mı? Hem de nasıl! İtirazsız kendi yatağında uyuyor ama gecenin muhtelif zamanlarında uyanıyor, sabahı bizim yatakta ediyor. Gerçi İlker’in buna itirazı yok, bol bol yumuluyor cüceye ama alışkanlık iyice yerleşti. Yakında kendi yatağını reddedecek.
Buraya kadar alışmış insan yavrusu profilini gördük.
Şimdi sırada kudurmuş hali var:
Hani garip krizleri var ya Arca’nın… hemen her iki yaş çocuğununki gibi? İşte o krizlerden birini uykusunda yaşadı, pes dedim! Işık illa ki açık kalacak ya, ben biraz kısmışım yatmadan önce, gece uyandığında ışığı kısılmış görünce çıldırdı. Yarı açık gözlerle bağırdı çağırdı, kucaktan inip doğru pufa çıktı, sonra da ışığı sonuna kadar açtı. Evet karanlık korkusu var. Tamam da nasıl uyurken sendroma girebiliyor? Arca = kocaman bir soru işareti!
Misal dün akşam... Ayran istedi. Hayhay! Bardağa yoğurdu koydum, biraz çırptım, biraz su sonra blender ile bızlat... tım diyemiyorum, çıldırdı. Çılgınlar gibi ağlıyor. Aldım kucağıma sanıyorum ki kendi yapmak istiyor, blender elinde hem bızlatıyor hem konuşuyor hem ağlıyor.
Tekrar oturdu. Önüne koydum ayranı.
Saydırıyor, hani 2 yaşında olmasa ana avrat küfrediyor diyeceğim surat ifadesi öyle. Hmm dedim ki kendisi baştan yapmak istiyor. Başka bir bardağa yeniden yoğurt koydum. Önüne koydum. Neyse ki arada anlamlı kelimeler yakalanıyor ağzından, yeşil bardak istiyormuş, yeşile yoğurdu koydum. Çırpıcıyı verdim, attı.
Bu arada hebele hübele atıp tutuyor. Elini tutuyorum "ağla annecim, rahatla sonra anlatırsın" diyorum.
Neden sonra sustu, gözünde yaşlarla o ilk yaptığım ayrandan içti. "Bulgur pilavı istiyorum" dedi. Bu arada cidden bu kadar net cümleler kurabiliyor hani artık "kendini ifade edemiyor" gibi bir bahanesi kalmadı veledin tamamen kudurukluk. Yapacağımdan değil, yeter ki sakinleşsin diye tencereyi ocağa koydum. Üç çeşit yemekten kerevize ikna oldu. İki tabak yedi hem de keyifli. Doydum dedi kalktı gitti. Ben de mis gibi ıspanağıma gömüldüm.
Olay unutuldu sanıyorum, meğer bizimkinde fil hafızası varmış. "Bulgura bakıcam" dedi. Adetidir, yemek pişerken tabure yanaşacak, ocaktakiler teftiş edilecek. Baş aşçı ya!!
Birazdan yapacağım gibi geçiştirici önlemler alıyorum. Derken benim nesfiti gördü, azıcık kaseye koyduk, üzerine süt koyduk. Yedi. Doymuştu, değil mi:) Yine aklına geldi, "Bulgura bakıcam" dedi. Tencere boş ama bu kadar ısrara artık uzatmadım, demek ki istemiş canı çocuğun, soğanını domatesini kavurdum, tam bulguru yıkayacağım.
YOK! Hay ben böyle işin!! Nazlıların evi aradım, bir fincan isteyeceğim, yoklar, tam karşı komşunun kapısını çalacağım İlker aradı, bir şey lazım mı diye. Dedim ki böyle böyle... Ne bulgurmuş ya İlker'in de canı istedi. Tabi kereviz- ıspanak - ezo gelin menüsü açmadı. Gelirken getirmiş. Arca yemezse İlker yer dedim. Neyse akşam dokuz itibari ile baba oğul ikişer tabak bulguru yediler.
Kızamadım artık ne diyeyim, demek ki canı istemiş:)
Bu arada ne düşündüm? Tabii bu kadar küçükkenki halimi hatırlamıyorum ama ben bu kudurukluğu çocukken anneme yapsam garanti cimcirilmiş, popoma şaplak yemiş veya en iyi ihtimalle ağzıma mıçılmıştı. Bazen diyorum, onlar mı iyisini yapıyordu? İyi mi bilmem ama akşam 19:00-21:00 arasındaki zaman dilimini kurtarırdı kesin!
Anne için yatışma reçetesi:
Bir adet 6 aylık sevimli Arca fotoğrafı
23 Mart 2011 Çarşamba
Blogger'ların ettiği!
Bloğumu okuyan biriyle ilk tanıştığımda aklımdan geçmişti, hiç tanımadığım birilerine dokunmamı sağlayan bir hobim var demiştim. Ne güzel! Kaç kişiye nasip olur ki?
Bu hastane tecrübesi ile birlikte insanların da bize dokunabildiğini gördüm. Onlarca mesaj, Arca’yla hiç tanışmamış ama çok iyi tanıyan dostlar ve hiç görmediğin halde özlemini duyduğun insanlar…
Garip!
Yani bana çok doğal geliyor da bilmeyene anlatmak, yaşamayanın anlamasını beklemek zor.
Ve sürprizler öyle mutluluk verici ki… Ve inanılmaz…
Bu yaşadığımız duyguları anlamakta zorluk çeken, internet vasıtası ile dostlukların kurulmasına soru işaretleri ile yaklaşan İlker soruyor: “A bu kimden?” “AA o kim?” bazılarını tanıyor, haa öbür Ela diyor mesela, Doruk Arca’dan birazcık küçüktü di mi? diyor.
Bazılarını çıkaramıyor, anlatıyorum uzun uzun…
Can’ın annesi… Sadece anne… Bakmayın siz ona o sadece anne filan değil: ) Ailecek öyle gömüldük ki meyvalara, yerken poz yakalayamadım: ) Ama üzümü özlemiş düdük, öncesi sonrası pozlarını koydum. Hatta bitince tutturdu isterim diye, kuru üzümle gözünü boyadık:) İlker boğazına düşkün bir boğa burcu olarak fikre bayıldı, ben çileklere gömülürken anlattım, sadece anneyi… uzun uzun maillerimle az kafasını şişirmemiştim, bak böyle böyle demişti diye…
Öncesi:
Sonrası:
Ruhdağı… Ege’nin zarif annesi…
O küçük tayı hiç gözüne sokmadım Arca’nın öyle koydum sehpanın üzerine. Arca tekerlekli nesneler kadar yumuşak oyuncaklara da bayılır, sarılmayı dokunmayı çok sever. Gide gele karşıdan süze süze sonunda aldı koynuna…Bense hayatımda ilk defa kişisel bir objeyi ofisteki masama koydum, baktıkça hatırlıyorum, ne tatlı ne özel bir kadınsın sen!
Kirazım ve Doruk cücesi!
Gebeş günlerden tanıdığım özel insan. Dorukla Arca ne kadar çok benziyorlar birbirlerine. İçimde öyle bir his var, tanışsalar çok iyi anlaşacaklar. Ne zaman bir şeyler yazsa heyecanla okurum, Doruktan haber almak çok keyifli: ) Hediyeyi görünce dedim ki “ulen bizim böyle bir şeyimiz yoktu, ne güzel bişey bu yaa!” Bir matematik öğretmeni olarak babane hastası olacak bu oyunun:)
Asıl komiği uzun uzun çokça mailleştik yüzlerce yorum yazdık birbirimizin yazılarına hatta mesajlaştık. Ve ben her gün konuştuğum bir insan gibi kakara kikiri konuştum İlkay’la. Halbuki ilk defa telefonda birbirimizin sesini duyuyorduk. Kapatınca jeton düştü. Hehe kirazım sen beni idare et, lakayt bir anıma denk geldin: )
Dün bir paket daha gelmiş kargodan. Acayip eğlenceli bir oyun. Bu arada fark ettim ki, oyun-oyuncak konusunda son derece yaratıcılıktan uzak bir anne profili çiziyorum, ufkum açıldı şerefsizim! Ümit abla sevk irsaliyesini almış paketten başka bir şey yoktu dedi. Hmm iyi ama not filan vardır dedim, sokak kedileri gibi çöpü karıştırdım, soğan kokuları arasında sadece kargo gönderi kağıdına ulaşabildim. Sabahı zor ettim, İlkerle Arcayı bu oyunu oynarken evde bıraktım, ofise gelir gelmez firmayı aradım. Evet isim verdiler : D.A.S.Ç. Nam-ı diğer Özgüranne, kısaca özgürüm : )
Birbirimize uzun uzun yorumlar yazarken, fikir paylaşırken, güç verirken daha doğurmamıştık küçümenleri, şimdi iki yaşını geçtiler. Çokça destek olan, çok şey öğrendiğim, yazı yazsa da okusam dediğim, bazen beni kızdıran (itiraf.com), çokça hayran bırakan, sanal kraliçem. Her şeyiyle zihnimi meşgul eden kadın!
Teşekkür etmek boş geliyor, sadece cansınız, bilin istedim, unutmayayım, Arca bugünleri okurken bu güzellikleri de hatırlasın istedim.
SON SÖZ:
Ya bu arada blogger kapalı , değil mi hala? Ben işyerinden bağlanabiliyorum, Almanya server’ı sayesinde herhalde. Ama biz hastanedeyken epey yaygara kopmuş, wordpress’e geçişler olmuş. Hani orası bana feci halde ters ama bloğu yedeklemek fikri çok cazip geldi. Nitekim adresimi taşımaya karar verdim ben de. Tam İlker’e diyordum ki wordpress’te kim alır günün çorbası ismini, garanti boştur ! Bam! Bir hain konmuş ismime: )
Düşün düşün! Sonunda isim bulduk: HAKİKİ GÜNÜN ÇORBASI puhahah!
Vallahi ciddiyim, tıklayınca çıkıyor. Sayfa düzeniyle uğraşmadım henüz.
Seriye "ÖZ HAKİKİ GÜNÜN ÇORBASI", "BAŞKA ŞUBEMİZ YOKTUR GÜNÜN ÇORBASI"… şeklinde devam etmek niyetindeyiz. Lakin bizim hukuk sistemimizin sağı solu belli olmaz, bugün blogger yarın wordpress, baktın olmadı internetin alayına yasak gelir yakında!
Veee.... Son bir ilave! Dün şahane bir sürpriz karşıladı beni! Hemen şipşak tabii ki. Tekirim ve tatlı Ada'sı süper bir t-shirt göndermiş. Harikasınız ne diyeyim:)
Bu hastane tecrübesi ile birlikte insanların da bize dokunabildiğini gördüm. Onlarca mesaj, Arca’yla hiç tanışmamış ama çok iyi tanıyan dostlar ve hiç görmediğin halde özlemini duyduğun insanlar…
Garip!
Yani bana çok doğal geliyor da bilmeyene anlatmak, yaşamayanın anlamasını beklemek zor.
Ve sürprizler öyle mutluluk verici ki… Ve inanılmaz…
Bu yaşadığımız duyguları anlamakta zorluk çeken, internet vasıtası ile dostlukların kurulmasına soru işaretleri ile yaklaşan İlker soruyor: “A bu kimden?” “AA o kim?” bazılarını tanıyor, haa öbür Ela diyor mesela, Doruk Arca’dan birazcık küçüktü di mi? diyor.
Bazılarını çıkaramıyor, anlatıyorum uzun uzun…
Can’ın annesi… Sadece anne… Bakmayın siz ona o sadece anne filan değil: ) Ailecek öyle gömüldük ki meyvalara, yerken poz yakalayamadım: ) Ama üzümü özlemiş düdük, öncesi sonrası pozlarını koydum. Hatta bitince tutturdu isterim diye, kuru üzümle gözünü boyadık:) İlker boğazına düşkün bir boğa burcu olarak fikre bayıldı, ben çileklere gömülürken anlattım, sadece anneyi… uzun uzun maillerimle az kafasını şişirmemiştim, bak böyle böyle demişti diye…
Öncesi:
Sonrası:
Ruhdağı… Ege’nin zarif annesi…
O küçük tayı hiç gözüne sokmadım Arca’nın öyle koydum sehpanın üzerine. Arca tekerlekli nesneler kadar yumuşak oyuncaklara da bayılır, sarılmayı dokunmayı çok sever. Gide gele karşıdan süze süze sonunda aldı koynuna…Bense hayatımda ilk defa kişisel bir objeyi ofisteki masama koydum, baktıkça hatırlıyorum, ne tatlı ne özel bir kadınsın sen!
Kirazım ve Doruk cücesi!
Gebeş günlerden tanıdığım özel insan. Dorukla Arca ne kadar çok benziyorlar birbirlerine. İçimde öyle bir his var, tanışsalar çok iyi anlaşacaklar. Ne zaman bir şeyler yazsa heyecanla okurum, Doruktan haber almak çok keyifli: ) Hediyeyi görünce dedim ki “ulen bizim böyle bir şeyimiz yoktu, ne güzel bişey bu yaa!” Bir matematik öğretmeni olarak babane hastası olacak bu oyunun:)
Asıl komiği uzun uzun çokça mailleştik yüzlerce yorum yazdık birbirimizin yazılarına hatta mesajlaştık. Ve ben her gün konuştuğum bir insan gibi kakara kikiri konuştum İlkay’la. Halbuki ilk defa telefonda birbirimizin sesini duyuyorduk. Kapatınca jeton düştü. Hehe kirazım sen beni idare et, lakayt bir anıma denk geldin: )
Dün bir paket daha gelmiş kargodan. Acayip eğlenceli bir oyun. Bu arada fark ettim ki, oyun-oyuncak konusunda son derece yaratıcılıktan uzak bir anne profili çiziyorum, ufkum açıldı şerefsizim! Ümit abla sevk irsaliyesini almış paketten başka bir şey yoktu dedi. Hmm iyi ama not filan vardır dedim, sokak kedileri gibi çöpü karıştırdım, soğan kokuları arasında sadece kargo gönderi kağıdına ulaşabildim. Sabahı zor ettim, İlkerle Arcayı bu oyunu oynarken evde bıraktım, ofise gelir gelmez firmayı aradım. Evet isim verdiler : D.A.S.Ç. Nam-ı diğer Özgüranne, kısaca özgürüm : )
Birbirimize uzun uzun yorumlar yazarken, fikir paylaşırken, güç verirken daha doğurmamıştık küçümenleri, şimdi iki yaşını geçtiler. Çokça destek olan, çok şey öğrendiğim, yazı yazsa da okusam dediğim, bazen beni kızdıran (itiraf.com), çokça hayran bırakan, sanal kraliçem. Her şeyiyle zihnimi meşgul eden kadın!
Teşekkür etmek boş geliyor, sadece cansınız, bilin istedim, unutmayayım, Arca bugünleri okurken bu güzellikleri de hatırlasın istedim.
SON SÖZ:
Ya bu arada blogger kapalı , değil mi hala? Ben işyerinden bağlanabiliyorum, Almanya server’ı sayesinde herhalde. Ama biz hastanedeyken epey yaygara kopmuş, wordpress’e geçişler olmuş. Hani orası bana feci halde ters ama bloğu yedeklemek fikri çok cazip geldi. Nitekim adresimi taşımaya karar verdim ben de. Tam İlker’e diyordum ki wordpress’te kim alır günün çorbası ismini, garanti boştur ! Bam! Bir hain konmuş ismime: )
Düşün düşün! Sonunda isim bulduk: HAKİKİ GÜNÜN ÇORBASI puhahah!
Vallahi ciddiyim, tıklayınca çıkıyor. Sayfa düzeniyle uğraşmadım henüz.
Seriye "ÖZ HAKİKİ GÜNÜN ÇORBASI", "BAŞKA ŞUBEMİZ YOKTUR GÜNÜN ÇORBASI"… şeklinde devam etmek niyetindeyiz. Lakin bizim hukuk sistemimizin sağı solu belli olmaz, bugün blogger yarın wordpress, baktın olmadı internetin alayına yasak gelir yakında!
Veee.... Son bir ilave! Dün şahane bir sürpriz karşıladı beni! Hemen şipşak tabii ki. Tekirim ve tatlı Ada'sı süper bir t-shirt göndermiş. Harikasınız ne diyeyim:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)