21 Haziran 2016 Salı

Paça

Sabahları umumiyetle metronun ikinci vagonuna denk gelirim, getiririm. Denk gelirim çünkü çoğu zaman yürüyen merdivenlerden koşar adım inip yetiştiğimde, kapılar kapanmadan hemen önce o vagon denk geliyor. Ayrıca denk de getiririm çünkü indiğimde Bornova’dan aktarma otobüsleri tarafına çıkan merdivenlere en yakın vagondur, ikinci vagon.

O vagonun benim gibi müdavimleri var. Mesela esmer, tombul, ergen oğlan. Gece bebe beşiği mi sallıyor bilinmez, sürekli uyur, arada silkinir uyanır, gözler küçücük bakınır tekrar dalar uykuya, Bornova’ya kadar da kıpırdamaz. Yani ayaktaysan onun dibinde konuşlanman faydasız, o uyur sen ayaktayken tamamlarsınız yolculuğu. 

Bir sabah, fazlaca ayakta kalmadan bir koltuk kaptım. Kış aylarıydı, tam da güneşin vurduğu pencerenin dibi. Mis gibi yayıldım, fakat uykusuz bir gecenin sabahı olacak, kış güneşi vururken yüzüme içim geçivermiş, irkildim. Karşı koltukta nemrut bir ihtiyar, bağırıyordu bana: “ÇEK AYAĞINI KİRLETİYORSUN PAÇAMI”

Lan n’oluyoruz? Ne kadar uyudum? Ne kadar yayıldım ki amcanın paçasına çizmemin ucu değdi? Sersemleyiverdim, “ay çok özür dilerim, içim geçmiş, fark etmedim” dediğimi hatırlıyorum hayal meyal. Sanki ben özür dilememişim gibi, bağırmaya devam ediyor… Allah allah ulan ben bir metre altmış santim kadınım, tamam masalarının altından, bu boyla çok ayak tepiklemişliğim var ama tepikleyince fark ediyor insan.

Hem kaç defa ayağım çarptı amcaya ki bana saydırıyor şimdi? Bütün vagon bize bakıyor, bilmeyen adama tekme tokat girdim sanacak. Dayanamadım, “Beyefendi kaç defa uyardınız siz beni?” diye sordum kibarca, şaşırdı, baktı bir an. Duraksamasını fırsat bildim, sakinliğimi korumaya çalışırken, “Niye bana defalarca uyarıda bulunmuşsunuz da ben inadına tekmelemişim gibi bağırıyorsunuz?” diye soruverdim. Kocaman açtı gözlerini, çenesini titrete titrete bir şeyler mırıldandı, “iyi, çok uzatmayalım, o zaman” dedim, kalktım indim metrodan. Ama o sabah kendimi hiç sevmedim, hiç affetmedim. Hani bir olay yaşarsın, istediğin gibi davranamadığın bir olay, biraz daha yırtık olsaydın, biraz daha özgüvenli veya hazırcevap, olayın nasıl sonuçlanacağına dair senaryolar yazarsın, o senaryoları zihninde defalarca oynarsın sonrasında, hesabı kapatamadığından kendini bir türlü sevemezsin… İşte öyle bir ruh hali, bir süre yakamı bırakmadı.

Algıda seçicilik ya o sabahtan sonra sık sık rastladım adama. Hep o malum ikinci vagonun yolcusu bu. Ters bir yapım olsa ben bunu her sabah tepiklerim bir şekilde ama pek kavgacı polemikçi bir tip değilim, ödleğim ya, kaçıyorum ihtiyardan. Fakat kaçtığım köşeden de sürekli gözlemliyorum. Kafa kel, azıcık saçları bembeyaz ve muntazam traşlı. Küçük bir el çantası var, siyah deriden. Çantasından katlanmış, Sözcü gazetesini çıkarıp tüm yol boyunca okuyor. Dimdik oturuyor. Mahkeme duvarı gibi suratında mimik oynamıyor. Biri beni, benim bu ihtiyarı izlediğim gibi her sabah metroda takip ediyorsa, epey eğleniyordur kanımca. Elimdeki kitap sürekli değişir, en azından haftada bir. Okurken ağladığıma, kahkaha attığıma tanık olabilirsiniz, artık kitap ne hissettiriyorsa. Gazete okumayı bu sebepten bıraktım, çünkü sülalesine küfrettiğim bazı kimseler var o gazetelerde, sabahımı rezil edemem. Genelde de elim kolum dolu olur. Spor çantam,  önceki gün seyahate gitmişsem laptop, bir kumaş çantada kitap ve öğle yemeği kaplarım, hava durumuna göre montum, paltom. Evet tüm bu ekipmana rağmen ayakta kitap okumaya devam edebiliyorum. Belki de bu yükler yüzünden ihtiyarın paçasını fena kirletmiştim o gün. Bir hatırlasam... Ah bir ağzının payını verebilseydim… İçime çöktü kaldı resmen.

Aylar geçti, bir sabah yine ikinci vagona atladım. Ayaktayım tabii, o saatte aksi çok nadir başıma gelir. Ortalara ilerledim, kitabımı açtım. Kafamı kaldırdığımda camdaki yansımamı gördüm, amanın ihtiyar yanımda ayakta dikiliyor. Ulen buna bir kolum değerse, var ya tekme tokat girer bu bana. Hay aksi kaçacak yerim de yok. Hemen döndüm arkamı, diğer taraftaki koltukların önüne konuşlandım. Sırt sırtayız ihtiyarla. Şuna biri yer verse de uzaklaşsak, hiç rahat değilim. Derken, arkamdan sesler yükseldi.

Koridor tarafında oturan genç bir kadın yüksek sesle, "hayır indirmiyorum, benim ayağım size değmiyor" diyor. Benim ihtiyar da avazı çıktığı kadar bağırıyor: “indireceksin terbiyesizlik etme! İndir pis ayağını, kirletiyorsun” Ayol resmen dejavu!

Kadın istifini bozmuyor: “İndirmiyorum, ayağım paçanıza değmiyor. Terbiyesiz değilim ben.” Adam ısrar kıyamet yıktı metroyu. Döndüm şimdi, tam olarak kadının tepesindeyim, solumda da benim ihtiyar. Baktım, gerçekten de kadının ayağı değmiyor paçaya. Ve katiyen indirmiyor ayağını, vay be dedim içimden kadına helal olsun, dimdik savaşını veriyor. Bu kadın kadar olamadım ben, ben hayatımın hiçbir aşamasında bu kadar savaş verdim mi herhangi bir şey için? Bu kadar arkasında durdum mu, hareketlerimin sözlerimin?

Bir paçada yeşeren sorgulamalar…

Keman yayından hallice gerginliğin hüküm sürdüğü ortam havasını, arkada ayakta duran bir başka adamın; “Beyefendi amma uzattınız, sabah sabah herkes gergin, hanım özür diledi sizden hala uzatıyorsunuz, bir rahat verin ya” sözleri daha da gerdi. Peşi sıra vagon halkından “eh yeter be sabah sabah” mırıltıları geldi.
İntikam duygularıyla karışık keyifli bir yüz ifadesiyle baktım ihtiyara, göz göze geldik. Yalnız kalmıştı, haksızlığa uğramış bir çocuk gibi çenesi titriyordu, birileri ona dokunacak diye ödü patlıyordu sanki. “Beyefendi hadi yer değişelim, siz bu tarafa dönün” dedim, beni hatırlamadı eminim. Kim bilir onun tertemiz paçasına ayağının ucunu değdirmiş kaçıncı insandım ben, beni mi hatırlayacak, pis paçamı mı? 

Arkasını döndü, sırtını sırtıma verdi. Ona çıkışan insanlarla ilişiği kesilmişti. Başında dikildiğim kadının omzuna elimi koydum, “normal değil o, boş ver” diyebildim. Sessizce onayladı. Birkaç dakika içinde ihtiyar, birinin boşalan koltuğuna oturmuştu, dimdik etrafına baktı, siyah deri çantasından gazetesini çıkardı ve her sabah olduğu gibi mimiksiz okumaya başladı. Sanki az önce ortalığı birbirine katan kendisi değilmiş gibi. Ben de kadının yanındaki boşalan koltuğa geçtim. Birkaç durak sonra kadın inerken teşekkür etti. Ne kadar cesur, özgüvenli olsa da, olayın sakince dinmesine sevinmiş bir hali vardı. Birbirini anlayan, kısa bir an için dayanışmada bulunmuş insanlardık, el sıkıştık.

İhtiyardan yediğim laflara istediğim gibi cevap veremediğime hayıflandığım, kendime kızdığım tüm o zamanlar, bir anda silinip gitti. 

Politik? Ara bulucu? Korkak? Ezik? Neyim ben tam olarak bilmiyorum bildiğim tek şey, olduğum şeyden memnunum. Buna Brene Brown "bütün kalbinle yaşamak" diyor. Evet, mükemmel değilim, evet çoğu zaman korkak ve savunmasızım ama bu benim değerli olmadığım anlamına gelmez. Önemli olan benim kendimi, olduğum kişiyi tüm kalbimle kabul etmem, kucaklamam ve değerli olduğumu bilmem... 

Not: Brene Brown'ın "Cesur Yanınızı Kucaklayın" kitabı ve TED'deki konuşmaları beni o kadar etkiledi ki, bu aralar tüm yayınlarını okumaya verdim kendimi. "Mükemmel olmamanın hediyeleri"ni okurken yukarıda anlattığım anı aklıma geldi, kitap hakkında yazmadan önce paylaşmak istedim. "Bütün kalbiyle yaşayan" insanlara sevgilerimle:)



8 yorum:

Hatice ST dedi ki...

Çok beğendim yazını.. ve hislerinde kendimi buldum.. ben de geriye dönük anları yaşayıp bol miktarda hayıflananlardanım ne yazık ki.. cesur yanımı kucaklamak için dediğin kitabı listeme aldım :)

Kahve İçer miyiz? dedi ki...

Metrolar, kişisel gelişimin parçaları.
Ben bu yazıdan ve deneyimlerimden en çok bunu anladım.

Sevgiler.

Benden Bizden dedi ki...

İçten paylaşımın için teşekkürler, çok iyi geldi bu yazı. Brene Brown'u listeme ekledim hemen :)

Nil dedi ki...

Kaç kez kendime kızmışlığım, kendimi ezik hissetmişliğim vardır. Hazır cevap olamadığım, kendimi savunamadığım için.

Adsız dedi ki...

bu tür şeyler benim de başıma gelir ve ben de sus pus kalırım ama ben buyum.kendimi böyle kabul ettim. çünkü kavga, gerginlik beni daha kötü yapıyor
Çenebaz

selvin dedi ki...

Nefis bir kısa öykü gibi olmuş, çok etkilendim. Bu arada Brene Brown'ın Rising Strong kitabı da nihayet Kuvvetle Ayağa Kalkmak ismiyle çevrilmiş, çok sevindim.

Unknown dedi ki...

Yazini zevkle okudum. Atalarimiz ne demis "soz gumusse sukut altindir". Bu yazi ayrica bana su son birkac senedir bu konu hakkindaki kendi tecrubelerimi/dusuncelerimi animsatti bana. (Sizin tecrubenizle ilgili degil bu baglantim. Belli ki siz dusunceliler sinifindasiniz.) Tokyo seyahetimden bu yana surekli Londra ve Tokyo metrosunu ya da otobuslerinin ahalisinin mukayesesini ediyorum. Londra Tokyo gibi kalabalik olmasada Tokyo’ya gittigimde o sikisiklikta bile toplu tasima araclarinda yeri itinayla kullanabilme yetilerini gormek beni buyulemisti. Bu da benim soyle dusunmeme sebep olur zaman zaman. Keske keske Londra yerine Tokyo'da bulsaydim kendimi derim :o Neyse, umarim Turkiye toplu tasima araclari kulanicilari yer paylasimi sikintisini Londra metrosu ahalisinin bencilligi boyutlarina ulastirmaz. Bizde sabahlari bacak bacak ustune atmis ya da bir ayagini diger dizine koyarak yayilmis ve gazetesini carsaf gibi serip okuyanlarla dolu oldugundan tek sikintimiz paca kollamak degil ayrica bu kisilerin yanina oturdugumuzda yari koltugu da otomatikman kaplamis olduklarini gormek sinir bozucu oluyor. Bunlari beni ezik buzuk oturmaya mahkum etmeleri hep canimi sikar. Bu yuzden bu kibar milletle ancak bir Turk kizi olan ben pardon hmm kenara cekil bakisi atiyorumdur ya da ayaktaysam pardon deyip dizini, ayagini ama oturuyorsam koltugumun yarisinda olan gogsume bicak gibi saplanan kolunu isaret edip rahatsizligimi dile getirme cesaretini buluyorumdur diye dusunuyorum yoksa kibarliklarindan ses cikarmaz bu Ingilizler boyle seylere!

Herkese isten eve zevkli ve stressiz yolculuklar diliyorum ;-)

Bir Terazi Kizi... dedi ki...

Harika bir paylasim!