26 Nisan 2011 Salı

"İt Kuyruğu"ndan nerelere

Hiç unutmuyorum, bir gün babam elinde bir kitapla çıkageldi.

Aziz Nesin, “İt Kuyruğu”.

Biz ablamla o yıllar Aziz Nesin’in bütün kitaplarını okuyoruz, tapıyoruz o gümüş saçlı adama. Ben, pek Şeker portakalı gibi o yılların tüm çocuklarının okuduğu kitapları okumadım. Kitaplarla dostluğumun temelidir Aziz Nesin. Ablam bitirsin de ben de okuyayım diye gözünün içine bakardım.

Neyse babam imza gününe gitmiş, üşenmemiş sıraya girmiş, (normalde sıkıntıya gelemez) “Yeliz ve Yeşim” için imzalatmış.



Hayatımdaki ilk imzalı kitabım, hem de ilk hayranı olduğum yazarın kitabı. Ablamla yarışmıştık kim önce okuyacak diye. Hani yazar olunca el yazısı da güzel olacak gibi bir düşünce mi yerleşmiş ne, uzun uzun bakmıştım el yazısına.

Ben kitap dağıtan türüyüm, elimde kitap pek durmaz, illa ki birileri de okusun diye dağıtırım. Arkasını da aramam, kitaplık hep boştur. Ama o kitap hala durur, ara ara açıp Aziz Nesin’in el yazısına bakarım. Özeldir…

İzmir’de kitap fuarı vardı. İmza kuyruklarına girmeye niyetim yoktu sadece atmosferi koklamak istemiştim. Geçen hafta maaile yatak döşek yatarken İlknur arayıp bir şey istiyor musun fuardan dediğinde, kesinlikle gideceğimi söylemem bundandı.

Cumartesi aksilikler birbirini kovaladı ve yoğun programa sıkışamadı.

Bu arada istisnasız bütün gün Arca öksürdü. Burnu dolu, temizletmez… Gece bütün gece öksürmekten uyumaz, uyutmaz… Neden anlatıyorum? Çünkü Pazar günümüzün gelişi Cumartesi gecesinden belliydi.

Pazar sabahı o bütün gece uyumayan adam oymuş gibi keyifliydi. Hemen programı yaptık. Erkenden fuara gidiyoruz, Arca İlker ikilisi çimlerde debeleniyor, Yeliz kitap fuarını geziyor… Arca arıza çıkarıp 11:30’da öğle uykusuna yatınca Kitap Fuarı yalan oldu. İlker bana kıyamadı, şansımızı öğleden sonra denedik ama fuar girişi hınca hınç dolu. Ufaktan bir gösteri var, Arca protest bebek el çırparak eyleme katıldı.

Bir fuar girişine, bir de İlker ile Arca’nın o kapalı alana girmektense çimlerde koşmak isteyen ifadelerine baktım. Burnuma kitap kokusu geldi, aklıma o imzalı bir kitabın anısı düştü. Her kararımdan önce yaptığım gibi alt dudağımı dişledim,

“HADİ!!” dedim,

“Lunapark’a gidiyoruz! “



Çocukluk anılarımızı tazeledik. Arca çarpışan arabalara binmek için, İlker beni Kamikazeye bindirmek için yalvardı. Bense sadece birkaç kare fotoğraf çekmekle yetindim.

Çimlerde koştuk, kuşları kovaladık, Tea&Pot’a yürüdük.

Kitap fuarı içimde kalmadı desem yalan olur ama pişman olmadığım kesin : )

25 Nisan 2011 Pazartesi

Hastaneden rapor çıktı!

Ameliyat olmayacak Arca!

Kist iyileşmiş, görünmüyormuş!!

Bundan sonra daha dikkatli olacağız, vücudun enfeksiyonlara karşı kist oluşturması olasılığı yüksek olduğundan bağışıklık sistemi yüksek tutacağız, dikkatli olacağız...

Bundan daha iyi bir sonuç olamazdı herhalde!!

Teşekkür etmek çok kuru kalıyor, tanıyan tanımayan herkes dualarla kalbimiz oldu !

İnkar, itiraz, inat ve diğerleri

Günün çorbası ailesi “Arca’nın iki yaş halleri top 10 listesi”ni iftiharla sunar.

#10 : İnadım inat dötüm iki kanat
diye veciz bir söz vardır. Geçende bu sözü Arca’nın en inat anında söyleyiverdim. Hay bin kunduz! Anında söylemeye başladı. Annenin krizle başa çıkma yöntemine alkış alalım!

#9: Listemizin 9 numarasında Arca’nın beğendiği bir anekdotu yüzlerce defa söyletmesi var. Misal, İlker anne panda ile yavru pandayı konuşturmuş, kavuşmuşlar öpüşmüşler. Bunu yüzlerce defa yaptırmış. Başka konuya zinhar döndürmüyor. Taktı mı takıyor. Bu hikaye dönüp dolaşıp bende patladı tabii!

#8 : Çıplak gezme.
Eskiden yemeğini kendi yesin, üst baş batsın çıksın hiiç umrumda olmazdı. Allah biliyor ya şimdi üç gün ay kıyafetle gezdirebilirim, koksun umrumda değil. Gece uyuduktan sonra altını değiştirir oldum. En güzel çocuk = uyuyan çocuk! Öyle böyle değil, kızlarla Kordon’da takılmaya gittiğimizde İlker’le bizi almaya geleceklerdi, çıplak kalmakta ısrar ettiği için taksiyle eve dönmek zorunda kaldım!

#7: “Gezmeye gitmeyelim, eve dönelim, eve girmeyelim”
Bak bu çok ilginç. Evden çıkman gerekir; “Gitmeyelim evde kalalım” bir şekilde çıkarsın gittiğin yerde başlar “eve dönelim”, iyi hadi eve dönersin “eve girmeyelim, gezelim”
Yorumsuz!

#6: İtiraz!
Sık sık aşağıdakine benzer diyaloglar dönüyor evde. Kitap okuyoruz…
“…. Dülger balığı da pisibalığına anlatmış…”
“ANLATMAMIŞ”
“Anlatmış annecim.”
“ANLATMAMIŞ”
.
.
“Peki Arca anlatmamış”
Sürekli bir olumsuzluk halleri

#5: Bir de inkar var.
“Arca bugün yemeğini pek güzel yemiş”
“YEMEMİŞ!”
“Yemişsin annecim”
“YEMEDİM!”
Ümit abla devreye girer, “Arca yedin ya oğluşum”
“YEMEDİMMMMM”
“Peki Arca yemedin!”

#4: Anne gel…
bu çok şahane… başka bir şeyle ilgileniyordur, sıvışırsın, sen de başka bir şeylere yönelirsin hop ensede biter, “anne gel!” ee hadi oynayalım, yok oturacaksın onun yanında o özgürce oynayacak, sen bakacaksın.

İşin kötüsü başka birşeyle ilgilenmeye yemek yemek tuvalet ihtiyacını gidermek de dahil!

#3 : Nedensiz yere ağlama krizleri.
Aslında nedeni var kendince ama bir anda ağlayınca çözemiyorsun nedensiz geliyor. Mesela geçen akşam yemek yiyoruz. Tavukları ve patatesleri küçük parçalar halinde önündeki tabağa koyuyorum, o da yiyor. Bir patates parçası çok büyük olmuş, onun tabağında iken bölme gafletinde bulundum. Başladı ağlamaya ama nasıl ağlamak. Önce anlamadık, meğer bölmeee büyük kalsııınn diyormuş. İyi de birleştiremiyoruz da, böldük bi kere… Neyse “ağla açılırsın” ile sakinledi bir şekilde, hala içini çeke çeke büyük kalsın diyordu.

#2 : Uyumama sendromu…
Karı koca fikir ayrılığına dönüşen bu madde ayrı bir post konusudur. Sadece gözleri kapanmasına rağmen uyumaya direnen ve sonunda ayakta uyuyan bir bebem var!

#1 : Açık ara zirveye oturan hadise. Kendim yapacağım sendromu. Bunu açıklamaya gerek yok, yemeği kendi yapacak, kendi yiyecek, müziği kendi açacak, kitabı kendi alacak, kendi koyacak.

Gece uyanır, anneyi huzuruna çağırır, su verirsin, basar yaygarayı bokuyla kavgalı. Neden sonra anlarsın meğer suyunu ben vermeyecekmişim o kendisi alacakmış.

Hiç abartmıyorum, bir sabah biz kahvaltı ederken Arca’nın sesi geldi.. “olmuyo olmuyo!!” Baktık, bütün kitaplar yerde, tek bir tane kitabı en üst rafa koymaya çalışıyor. Tabii ki yardım söz konusu bile olamaz. Anlatıyorum, uğraşıyor, yine olmuyor. Neyse.. aldım tostumu, çayımı, oturdum odasında, bu uğraşıyor ben seyrediyorum. Çözemiyor kudurdu. İçimden çatlıyorum gülmekten, ama yüzüm şekilden şekle giriyor, çaktırmıyorum, bi daha dene annecim başarırsın annecim… gaz veriyorum. Neyse ki benim kadar gaddar olmayan babası taburesini hatırlattı. Allahım alkış kıyamet! Sanırsın bizim oğlan milli sporcu oldu, madalya aldı!

Ne diyelim hoşgeldin iki yaş :)

23 Nisan 2011 Cumartesi

Hafta sonu neşesi, Enjoy:)

İzmirli annelerin mail grubundan düşen yazı, çok güldüm, haftasonu neşesi, tadını çıkarın.

----- Çok bilmişin uyarısı geldi Alıntı şu adrestenmiş, valla şahane, teşekkürler:) ----------

* Aynı anda kendi çantasını, çocuğunun çantasını, çocuğunun oyuncak kutusunu, market torbasını, çocuğunun ayakkabısını ve hatta çocuğunu taşıyan; bir yandan da ev anahtarını bulmaya çalışan kişiye ANNE; bilgisayar çantasını karısına vererek sadece oğlunu kucaklayana da BABA denir.

* 5 dakikada duş alıp 10 dakika içinde hem kendisini hem de çocuğunu hazırlayana ANNE; o 15 dakika boyunca gömleğine uygun kazak aramakla uğraştıktan sonra kapının önünde çantasını toparlayan karısına 'daha hazırlanmadın mı?' diye sorana BABA denir.

* Uykusuzluktan süründüğü halde uyumamakta direnen çocuğuna söylenen kişiye ANNE; 'uykusu yok belli, olsa gider yatar zaten' diyene de BABA denir.

* 1 saatte üç çeşit yemek, üstüne de salata hazırlayıp bir yandan da çocuğunu yedirene ANNE; iki tane amerikan servis koyarak 'sofrayı hazırladım' diyene de BABA denir.

* Gecede beş kere kalktığı halde şikayet etmeye hakkı olmayana ANNE; 'dün gece uykum bölündü oğlanın ağlamalarından' diye şikayet edene de BABA denir.

* Çocuğu hastalandığında sabaha kadar başında bekleyene ANNE; işten evi arayarak karısına 'ilaçlarını verdin mi?' diye sorana BABA denir.

* Pazar sabahı havanın güzel olduğunu görüp çocuklarını parka götürmeyi planlayana ANNE; 'bu havada spor yapmalı, siz parka gidin ben koşacağım' diyerek kendini sokağa atana BABA denir.

Tüm bunları açık açık yazana ANNE; 'hiç de değil, market torbalarını sana taşıtmıyorum' diyerek duruma son noktayı koyana da BABA denir.

22 Nisan 2011 Cuma

Kısa kısa ... çok kısa ...

Geçende “Bir Kadın bir erkek” dizisine rastladım. İlker yatağa gitmiş olmasa uyandırıp zorla izletecektim. Acayip komik bir bölümdü. Zeynep karakteri aynı ben, bazen kendimi cidden onun kadar sığ hissediyorum. Hiçbir zaman derin, anlaşılmaz, gizemli, ağırbaşlı bir kadın olmadım zaten, o sorun değil de Zeynep’in sığlığında bir komiklik var, sıcaklık var, kendimden bir şeyler var o tiplemede. Neyse çok güldüğüm bölümde Zeynep fotoğrafçılığa merak salıyor (Allah Allah kime benziyor:) Daha komiği Ozan’ın olur olmaz ev hallerini çekip bir de blog açıp bir de bloga koyuyor. İlker’le ilgili çok pis fikirler verdi bana : )

Ev dekorasyon çalışmalarına başlamam yakındır. Mevsim geçişlerindeki dellenmelerim yine karnımda kelebekler uçuşturmaya başladı. Dokuz sene oldu evleneli, İstanbul’da bir başımıza çocuk aklımızla seçtiğimiz eşyalar dökülüyor artık. Nevresimler erimiş, Ayşe teyze cırtı oldu.Ee Ace kullanmazsan! Günlük kullandığımız yemek takımlarının desenleri kaybolmuş, hatırlamıyorum, çiçek mi vardı böcek mi? Çatal kaşık takımının plastikleri kırıldı, derme çatma, bardaklar bulaşık makinası lekeleri dolu… Arca sağ olsun yatak da zıplanmaktan çöktü. En çok da balkona takığım, balkon mevsimi gelmeden el atmam lazım.

Yeliz kıza yeniden çeyiz düzeceğiz bu gidişle!

Ben bütün alışveriş, fırsat sitelerine üyeyimdir, her gün yüzlerce mail gelir, hepsi başka bir klasörde toplanır. Çoğuna bakamadan hop kampanyaları biter zaten. Şimdiye kadar bir defa ilk heves bir cüzdan aldım, bir defa Topolino fırsatı yakaladık, burnumuzdan geldi, bir defa da birileri hatırlattı, fotoğrafçılık kursuna indirimli dahil oldum. Başka da bir alışverişim olmamıştı. Kendimi tuttuğumdan mı? Yoo, sadece çok cimriyim, hepsine bir kulp bulup satın almıyorum. Neyse aylar sonra ilk defa nevresim takımı aldım, bakalım nasıl olacak? Şimdiden dekorasyon yönünde bir maddenin üzerini çizebilirim.

Cuma güzeldir, candır neşedir. Güneş yüzünü göstermeye başladı, benim dilek ve şikayet kutumdan bir şikayet eksildi bile : )

Ve hayatımda çok küçük bir sayfa kapandı… Tazelenmiş, temizlenmiş, yenilenmiş, enerjik hissediyorum kendimi ve bir defa daha hayatın bana sunduğu fırsatlar için şükrediyorum.

21 Nisan 2011 Perşembe

İnsanlar konuşa konuşa ...

Arca’nın kelimelere dökülmesinden dolayı mutluyum. Yeni bir çağ başladı bizim evde. Çok işime yarıyor, derdi mi var? Anlatıyor. aklından zilyon tane düşünce geçirirken kendini ifade edememek çok sancılı olsa gerek. Ancak iki yaş civarındaki çocuklar anlayabilir, bizler için zor.

En azından acıktı mı, bir yeri acıdı mı… anlatıyor.

Konuşması çok eğlenceli, işin o kısmı da var. Sık sık dumur diyaloglar dönüyor evde.

Sonra işin duygusal boyutu var. Boynuna sarılıp “anneyi seviyom” demesi. Erimiş dondurma kıvamına getirip sonra da yalıyor beni yer cücesi. İlker’den sonra beni sevdiğini söyleyerek bu kadar mutlu edecek bir canlı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Aşk boyut değiştiriyor!

Oyuncaklarıyla konuşurken dünyayı unutuyor, biraz kulak kesilirseniz, hemen ipuçlarını yakalayıveriyorsunuz. Çocuktan al haberi: )

Tabii kafa şişirdiği de oluyor. Bazen hiç susmuyor.

Çokça seviniyoruz da,
Bi kere vicdan telini titretmeyi çözmüş dana! Artık evden çıkmak eskisi kadar kolay değil, her gün ayrı bir travma.
“İşe gitme!”
“İşe gitmek zorunda, para kazanacak…”
“İş gitme para kazanma oyuncak alma, evde kal”
Eskiden de mızırdanırdı ama şimdi bir de konuşuyor, bir de o kaşlarını sağdan soldan yay çizdirip alttan alttan bakmıyor mu! Küçük Emrah işte!

Biz okkalı küfretmeyi severiz karı koca. Meğer bizim cüce sünger gibi emermiş küfürleri. En son trafikte gayri ihtiyari sarf ettiğimiz leziz küfür o…. Çocuğunu duyunca telaffuz etmekte sakınca görmedi cüce. Hem de defalarca. Üstünde durmayarak gereğinden fazla önemsemesini engellemeye çalıştık ama o gün milattı, artık küfürsüz konuşuyoruz. Ama çok önceden emilenleri ne yapacağız?

Biz bu sünger derdine çare arayaduralım, Arca ile Cansu piyano resitalinden birkaç kare düşsün günümüze...



20 Nisan 2011 Çarşamba

Dilek ve Şikayet Kutusu

Bahar gelsin! Yetkili makamların mevsim normallerinin altında seyreden hava koşullarına acilen müdahale etmesini bekliyorum. Görev başına! Yol boyunca eşlik eden mimozalarla kimse kandıramaz beni! Benim içim üşüyor. Baldır-ı çıplak gezmek istiyorum. İliklerim ısınsın istiyorum. Güneş istiyorum yav!!

İşlerimin yoğunluğundan şikayetçiyim. İş olsun çalışalım tabii de, her gece dükkan açmaktan gece ikiden önce yatamamaktan şikayetçiyim.

Sonra zamansızlıktan şikayetim var. “Her işe yetişeyim” olayını aştım artık, en azından bazı işleri tamamlayayım istiyorum. Misal, akşam yemek yemişiz sofra dağınık, tamam sorun değil. Bakıyorum Arca oyuncaklarıyla oynuyor, hadi zamandan kazanayım diye iki tabağı makineye koymaya çalışıyorum. Derken Arca çağırıyor, kitap okurken, hop mıçını dönüp başka bir kitabı ayıcığına okuyacağını söylüyor. Eh iyi hadi çamaşır atayım makineye diyorum. Derken tam çalıştıracağım, hop bu defa İlker çağırıyor. Arca tekrar çekiştiriyor “babayla konuşma!” Peki sarılıp öpüşüyoruz, arkasını dönünce ıslak çamaşırlar aklıma geliyor, hadi asayım derken Arca olaya dahil oluyor, bütün sepet aşağı iniyor. Düdüğün aklına suyla oynamak geliyor, iyi on dakika dinleniyorum, başındayım, zira ne halt edeceği belli olmaz. “Gözüm üzerinde, havuz yapma” diyorum (lavaboyu tıkıyor sonra sular taşıyor, buna izin yok, biliyor ama yine de yapıyor) “Mutfağa git anne!” böylece rahatlıkla yasakları delecek! Hadi üst baş değiştiriyoruz, bakıyorum kirlileri artmış, bir posta da onları yıkayalım diyorum, ama bir öncekini çalıştırmamışım ki! Döndüğümde bütün kitaplığın yerde olduğunu görüyorum. Sonra bütün oyuncakların… Yatma vakti geliyor. Bir saatlik debelenmenin sonunda uyuyor. Ve bilanço… Mutfak dağınık, hiçbir çamaşır yıkanmamış, eskiler asılmamış hatta sepetteki temizler etrafa saçılmış, bütün banyo su olmuş, kitaplar zaten yerde… Bu arada banyo yapmam, dükkanı açıp iki maile cevap yazmam gerek. Bu süreçte İlker de koltukta sızdığından dolayı destek almak mümkün değil. Yani evet zamansızlık en büyük sorunum bu aralar.

Hafta sonlarının üç güne çıkarılması için nereye dilekçe vereceğiz? Ben çok ciddiyim. Nankör bir “cumartesi çalışmayan” insan olarak hafta sonlarının arttırılmasını istiyorum! Bu hafta Cansu’nun doğum günü partisi, Kitap fuarı, eve alınması gereken kap kacak, yatak vs.. alışverişi, Duru ve ablamı görme planları, Gamze gelmiş Ege’nin annesi, görebilir miyiz acaba telaşı, İzmirli annelerin 23 Nisan eğlencesi… Hangisini yapacağız?

Arca’ya doğum günü partisi yapabilmeyi diliyorum. Bir kutu parti malzemesi kargodan geldiğinden beri açılmadı. Şöyle coşmacalı bir parti yapamadım bebeme, halbuki iki yaş için çok eğlenceli parti planlarım vardı. Haftaya belki?

En çok da sağlık diliyorum, sağlık olmadan hiç biri olmuyor tabii ki… Olumlu sonuçlar, mutlu başlangıçlar… Olumsuzlukları tümden ardımızda bırakmak… Zor bir tecrübeydi, geçti, diyebilmek….

19 Nisan 2011 Salı

Arca'dan naralar

Dün hastanedeydik.

Önce röntgen çekildi. Yaygara kıyamet tabii ki. Zaten hastanenin kapısını görmesi yetti yaygara için.

Çekildi, bu defa da üzerini giymek istemez, yedi bitirdi bizi. İkna etmek mümkün değil. En nefret ettiğim yöntem işe yaradı. “Bak bu doktor amca üzerini giymezsen senin yine fotoğrafını çekecek, hemencecik giyelim de çekmesin! Yok yok doktor amcası giyiniyor Arca, sen gelme”

Elli tane kitap okumuş Yeliz, yine gitti anane yöntemine başvurdu. ALKIŞ!!

Neyse röntgenden bir şey anlamadık, bir de totmografi çekelim dediklerinde saatler öğleden sonrayı çoktan göstermeye başlamıştı. Röntgende durmayan bebe tomografide mi duracak? Durmaz tabii. Hadi uyutalım dediler. Neredeyse damar yolu açılacaktı, İlker’in yoğun ikna çabaları sonuç verdi damardan yırttık. Dediler ki o halde ilaçlı portakal suyu içireceksiniz. Tadı kötü tabii, içmek istemez, hepsini içemedi zaten. Koşarken ilaç etkisini gösterdi, BAMM! Diye yere kapaklandı. Sonrası kucak.

Sabahtan beri Arca’ya sözümüz var, hastanede cesur bir çocuk olursa oyuncakçıya gideceğiz, birlikte oyuncak alacağız. Artık nasıl şartlamışsa kendini, sızmak üzere sarhoş ama uyumamak için direniyor. Bir saatten fazla oyuncakçı diye tutturdu, tam dalıyor hoop açıyor gözlerini “oyuncakçı” diyor hadi devam.

İşte sızmadan önceki anların videosu. Biz artık yorgunluktan, sinirden ve Arca yüzünden işi iyice geyiğe vurduk. Hastane koridorlarında çatlıyoruz gülmekten, herkes bizi izliyor. Arca bir yetmişlik bitirmiş gibi. Asansörde bir hasta yakını, “ne verdiniz ben de istiyorum” diye eğlendi bizimle. Oyuncakçıya gidiyoruz, gelince uyandıracağız sen uyu diyerek ve koridorlarda yürüyerek uyumaya ikna ettik yoksa mesai bitimine yakın daha çok direnecekti.

Untitled from yeliz minareci on Vimeo.


Sonra dediler ki 4-5 saat uyur. Hay bin kunduz! Sonra da sabahlarız artık diyoruz, ümidi kestik. Bizim oğlan 2 saat sonra uyandı neyse ki, aklı hala oyuncakçıda. Adam oyuncak olayına feci motive olmuş, uyuşturucu ilaç bile tesir etmedi. Yolda giderken naralar atıyor, oyuncakçı bekle beni… Biz tabii durur muyuz? Bir çekim de ayıldıktan sonra.

Untitled from yeliz minareci on Vimeo.


Bu arada raporları haftaya kadar bize bildirmeyecekler, konsey, değerlendirme vesaire. Ama biz de boş durmayacağız tabii. İlker tüm tetkiklerin kopyasını aldı, özel doktora götürecek. Sonra Özge bir arkadaşına iletecek. İşte böyle…

Bu şahane günün anısına Arca hasta uyandı, sümüklü geziyor. Neyse bu kadarla kalsın, ateş olmasın, enfeksiyon olmasın, sağlık olsun, bol bol sağlık olsun bebelere.

Son olarak; önceki posta gönderilen yorumları okuyup okuyup telkin ettim kendimi, çok teşekkürler...

18 Nisan 2011 Pazartesi

Çok tırsıyorum çok!

Yarın tetkikler var. Çok pis olasılıklar geliyor aklıma ineğin mıçına üşüşen sinekler gibi! Elimin tersiyle kışkış. Olmuyor bazen.

Soranlara arayanlara “iyi olacak inşallah” filan diyorum, kendimden başka herkesi teselli edebilmek gibi bir görev üstlendim. Karşıdan bakan metanet timsali der.

Kalbim pıt pıt, şu bir aydır acayip tırsar oldum kendimden. Benim potansiyelimde zırt pırt ter yoklayan arkasına bez koyan ateş ölçen, iki fırkta doktora koşan bir anne varmış. Ayyuka çıktı.

Her şey olabilir:

Kist küçülmüş, biraz daha küçülsün diye bekleyelim denebilir

Kist küçülmemiş hemen alalım denebilir

En fenası “aaa enfeksiyon var, hadi hastaneye yatın, üç hafta daha geçirin burada” denebilir

Hangisi daha hayırlı hangisi daha kolay? Bilmiyorum. Hayırlısını diliyorum.

Yeni bir sınav var kapımızda.

İki gündür sürekli uyuyorum. Evet hastayım, grip mi soğuk algınlığı mı ne!
Ama ben derdimi biliyorum, psikolojim bozuksa uyurum ben, ruhumu bir sonraki aşamaya hazırlarım. Üniversite sınavından sonra 2 gün uyumuştum.

Tabii şimdi en çok uyumam gereken zamanda uyku hak getire...

Yeni gün, yeni hafta yeni şans....

16 Nisan 2011 Cumartesi

Mucize beklersin

Arca geceleri yanına gidesin onunla uyuyasın diye zırt pırt uyanır, süngün düşer ve kıvrılırsın yanına, nasıl olsa kalkacaksındır üç beş dakikaya…

Öyle olmaz tabii ki sabahlarsın iki büklüm üşümüş kanın çekilmiş. Bıkarsın her sabah üşüyerek uyanmaktan ama yine hemen her gece aynı sahne tekrarlanır.

Sonunda ömrünün en çok hastalandığın yılını geçirirsin. Üşütmek kronikleşir. Ve nihayet sesin kısılır, konuşamaz olursun. Mucize beklersin, o küçük Umca şişesinden medet umar, 30 damla pıt pıt bardağa düşerken “geçen seferi atlattım yine atlatırım” dersin.
Dedim ya mucize beklersin.

Akıllanmazsın ama mucize beklersin.

Daha çok yazmak istersin, daha çok okumak istersin.

Arkadaşlarına daha çok zaman ayırıp ara sıra aramak sormak istersin. Deniz’in yeni evine ziyarete gitmek istersin, karşı komşunun çocuğu yürüyecek, doğum tebriğine gitmek istersin, atlayıp İstanbul’a gitmek istersin ama sadece gezmek için istersin, zamanı ekler toplar tutturamazsın.

Her gece Arca uyuduktan sonra dükkanı açmayacağım, film izleyeceğim, kitap okuyacağım dersin, beceremezsin.

Yirmi dört saatin otuz saate çıkmasını dilersin, mucize beklersin.

Bık bık bık kilo vermem lazım, dikkat etmem lazım dersin, dersin ama yemeklere salata ilave etmekten başka bir şey yapmazsın.

Gecenin bir vakti ex aşkın Nutella ile yasak ilişkiye girersin.

Sonra da baskülde istediğin rakamları görmeyi beklersin.

Mucize beklersin...

Daha çoook beklersin!

15 Nisan 2011 Cuma

Dumur diyalog #9


Kafasını önüne eğip gözlerini annesine diken Arca’ya sorar;
Y: Napıyorsun Arca?
A: Çapkın çapkın bakıyom anneye.
Y: Sen çapkın ne demek biliyor musun?
A: Biliyom
Y: Neymiş?
A: çirkin demek
Y: Çirkin demek değil
A: anne söyle!
Y: Birisini beğenince çapkın çapkın bakılıyor, kötü bir şey değil yani.
A: Anneyi beğeniyom, çapkın çapkın bakıyom.

------------------------------------------------------------------------

A: ooofff çok güzelmiş
(Tavuklu pilava çala kaşık dalarken)

------------------------------------------------------------------------

A: Biyutiful
Y: Ne demek o?
A: Güzel demek
Y: HÖNK!
A: Anne biyutiful
(ben söylemiştim hatırladım, hehe bir şarkı söylüyordum, Arca bu kelimenin söylenişini sevince anlatmıştım. Heyecan yok yani boşunaymış: ) )

------------------------------------------------------------------------

A: Ay yav yu
Y: Anam bizim oğlan İngilizceyi sökmüş, bi daha de bakim
A: ay yav yu may madır
Y: (jeton düşer) Babane öğretmiş!!

14 Nisan 2011 Perşembe

Hatalıysam…

Evet itiraf ediyorum, hatalıydım, dün gün boyu hatalıydım.

Sersem lodosun fink attığı o saatlerde Konak Meydanında uçacağıma ofiste çalışmalıydım. En azından kuş yuvası saçlarımı toplamalıydım ki iyice kabarmasınlar.

Evet hatalıydım, pis parmaklarımla lenslerimi kurcalamıştım ve doktor lens üzerindeki parmak izlerini gördü. Aslında geyik bir doktorum var, sadece özel sağlık sigortasına lensleri kaktırmak için 6 ayda bir gidiyorum, hoşbeş ediyoruz, lenslerimi alıp çıkıyorum. İlişkimiz tamamen çıkar üzerine kurulu. Lensler gözümdeyken yaşadığım hadiseyi de büyük hata olarak tanımladı, ciddiyet ceketini geçiriverdi sırtına. Sonra muayene etti. “Nasıl ya! olamaz” diye haykırdı. “Lens gözünüzde kalmış, beyne yaklaşmış, olsun daha ileri görüşlü olursunuz” Geyiktir demiştim di mi? Bi de inandırıcı şerefsiz tırstım. Nerde senin hipokrat yeminin diye sorarlar adama ha nerde?

İşin geyiği bir yana miyoptan yana Benjamin Button sendromu yaşıyorum. (Hala Benazir Butto diyorum, biri beni durdursun!) Miyop yaş ilerledikçe numara düşürür ya benimki arttırıyor. Gençleşiyorum diyeceğim, sustum: ) Daha da artmasın diye numara değiştirmedik. Nemlendirici, falan filan…

23 Nisan Nurturia çekilişinde bize çıkan güzel kıza hediye almaya karar verdim.

Hata hata üstüne! Topuklu ayakkabı giyeceğim tutmuş. Şahane!

Yön duygusundan zerre kadar nasip almamış karakter yapısının cezasını ayaklar çeker, Hilton otelini iki defa tavaf ettim ama buldum!! Detay veremem hasbel kader okuyordur anası çakar sonra:P

Öğrencilik yıllarımdan beri ilk defa hediye kutusu kapladım yapışkanlı kağıtla, beceriksizliğimi tasvir etmekle vakit kaybetmeyeceğim. Bir de uzun mektup yazdım, yamuk oldu. Parmaklar klavyeye alıştı beridir, el yazısına uzak kalmışız.

Günün son hatası: Metro durağına yakın arabayı park etmiştim, malum Konak’a arabayla inilmez. O sokakta yer bulduğuma işkillenmiştim zaten, tam isabet! Geri döndüğümde çekici gelmek üzereydi, inşaat önüymüş. “Abla sen naaptın” diye işçiler etrafımı sardı. “Ne be geldik işte, hadi işinize bakın” diye savuşturdum, hop hemen kilitlersin kapıları, aynen arazi: )

Gün boyu iyi giden tek şey yeşil ışıklardan yana bonkör davranan talihimdi.

Ve en çok güldüren ise, tampon tampona trafikte şahin görünümlü beyaz Kartal’ın arka yazısı:

“Hatalıysam…
Hatalısın yaz 3310’a gönder “Hatasız kul olmaz” melodisi cebine gelsin”

Al bir hata daha! yazı gözükmüyor iyi mi? Telefonla çekilen trafik fotosu bu kadar olur.



Ne demişler?
Hatasız kul olmaz!

12 Nisan 2011 Salı

Hırsız var!!




Zaman hırsızıyım, sürekli bir araklama peşindeyim, aklım fikrim zaman araklayıp biriktirip istifleyip istediğim gibi organize etmekte!

Çalışan anne yok yok anne isen en önemli hazinen zaman! Arttıracaksın, biriktireceksin, kenara koyacaksın, ama vadesiz mevduatta kalmayacak en kötüsünden bir “elma hesabın” olacak ki bir şekilde artsın. Fiziki olarak artması mümkün olmayan tek şey zamansa da ruhen arttırdığını düşünüp sevineceksin.

Sabah yer cücesi ile 5 dakika fazla kestirmek için makyajı ofiste yapacaksın. Yok canım işten kaytarmaya gerek yok zaten sistem açılasıya allık sürülmüş oluyor. Kahvaltı ise mailleri okurken!

Öğlen yemeği hızlıca tıkınıp üst baş alışverişini, hediyeleri, kitapları hep uzatılmış öğle tatilinde halledeceksin. Evet biraz işten çalacaksın ama göndermen gereken mailler öğleden sonraya sarktıysa – nasıl olsa uzak doğuda mesai çoktan bitmiş olacak – gece göndereceksin. Çok geçse mesailerine bile yetişebilir iki hoşbeş edebilirsin.

Ev işlerine yer cücesini dahil edeceksin. Cüceyle oyundan zaman çalmış gibi olacaksın ama korkma o bayılıyor zaten bulaşık makinasını boşaltmaya. Hele çamaşır asmak!! Bırak makinedan o çıkarsın, sen o arada çamaşırlığı açarsın. Eğil kalk, uğraşmaya değmez, bir de çamaşır silkelemeyi öğrettin mi, tamam, beş dakikada biter. Biraz boyu uzasın da çamaşırları bile asar dersin.

Kendi kendine oyuna mı daldı, hiç yanaşma! Zaten “anne geeel” diye çağıracak canı sıkılınca. Kıvrıl köşeye gömül kitabına. Hani bilgisayar olsa saldırır, kitabı en fazla eline alır, bırakır. Ben böyle böyle hafta sonu kitap bitirdim.

Ruhunu doyuran şey blog yazmaksa bırakmayacaksın peşini, öğle tatillerinde gevşeyeceksin, işler kaldı mı? Hmm napıyorduk? Evin erkeklerini uyuttuktan sonra hallediyorduk!

Market – internetten sipariş
Kitap – internetten sipariş
Kozmetik – internetten sipariş
Sahi kim icat etmişti interneti? Suç ortağım internet!

Yatmadan hemen önce mutfağı toplamaktan zarar gelmez, rahatsız etmez. Tek sıkıntı çat kapı ziyaretçilerin sofrayı dağınık görmesi ki zamanla pişkinliğin ne kadar iyi bir meziyet olduğunun farkına varacaksın.

Az yoruldun mu hemen kitap okuyalım diyeceksin, ayağını uzatıp kolunun altına aldın mı cüceyi, oh günün stresi kokladığın saçların arasında eriyip gitti.

Çok mu kolay görünüyor? Değil elbet! İş biraz pratik yapmakta, çokça zaman çaldın mı, bir de bakmışsın zamandan bol bir şey yok!

11 Nisan 2011 Pazartesi

"The Tükkan"

Girişimci yaratıcı insanlara bayılıyorum. Özellikle kadınlara. Heyecanla anlatıyorum. Geçenlerde ablamla sohbet ediyoruz, şu arkadaşım şunu yaptı, bu arkadaşım böyle bir işin içinde… derken ablam şaşırdı, etrafında ne kadar çok girişimci kadın var diye. Hepsi de anne : )

Bir an o-ha Yeliz dedim bu kadar ilham perin var sen dötünün üstüne ikamet kurmuşsun çekirdek çıtlayıp seyrediyorsun. Şaka bir yana naçizane gurur duyduğum çok arkadaşım var.

Ama en bi en bi özeli Hülya. Herkes bilir Hülya’nın kalbimdeki yerini. Doğurduğum gün Tuna bebesiyle hastanedeydi ve sanal alemin ilk ete kemiğe bürünmüş haliydi benim için. Onunla bu alemin samimiyetine inandım, çünkü neyse oydu, çok gerçekti. Onunla kırdığım kabuğumdan sonra çok dostum oldu.

Özeldir, güzeldir, candır.

Tükkanı var Hülya’nın, bilmeyen kaldı mı? Vardır elbet: )

Çok sağlam fakat hızlı adımlarla yol aldı, öyküsü burada, kendi kaleminden.



Şimdi yepyeni bir adreste çok daha profesyonel hizmet ve “kapıda kredi kartı ile ödeme” imkanını sunmaya başladı.

Slingler kısmına bir göz atın, burada tanıdık birilerini görebilirsiniz: )

Yolun açık olsun bacım.

8 Nisan 2011 Cuma

Cuma yazısı

Sabahları sevmem.

Suratsızın önde gideni olurum. Her güne neşeyle (niyeyse!) başlayan İlker bana gıcık olur. Uykumu alsam da, geç yatmış olsam da fark etmez. Sabahların insanı değilim, hiç olmadım. Olanı da sevmem! (Nemrut ana)

Arca’nın yatağını açtık ya, hop soluğu yanımızda alıyor. Küçük elleriyle yüzümü okşayıp zeytin gözlerini gözlerime dikiyor, tam gülümseyeceğim, bu reklam filminden fırlamış sahneyi bozarcasına anırıyor; “GALKKK!”

Bu emir benim keyifsizliğime hiç yardımcı olmuyor.

Arca’ya yumulma, hoşbeş etme, çıplak ayaklarını yeme, yatakta tepişme, İlker’le sabah keyiflerini izleme gibi bir dizi aktiviteden sonra kendime gelmeye başlıyorum. İşe gelip de kahvaltı ettiğimde biraz daha canlanıyorum. Ama ilk sabah kahvesinden önce kimse benden güler yüz beklemesin. Böyle de uyuz bir tipim.

Bu sabah saçmalıkları hayat rutinimin değişmezleri. Ama son bir haftadır her şey daha da zor. Saçma bir hayat döngüsü içindeyim.

İş çok yoğun bir döneme girdi. Normalde bu zamanlar akşam dokuzlara kadar mesai kalır, cumartesi de çalışırdım. Arca’dan beri böyle bir mesai sistemi tarafımdan iptal edildi. Akşam eve gidiyorum. Arca ile geçirilen akşamın ardından dükkanı açıyorum. Yani bilgisayarı. Gece sen de iki ben diyeyim üç.

Dün haftanın yorgunluğu çökmüş üzerime. Derken bir haftalık alkol diyetim şarap için aldığımız peynirlere kurban gitti. Sadece şarap, peynir ve ekmek ile yaşayabilirim. Hatta ekmeğe gerek yok. Neyse bizim evin diğer sakinleri dün akşam şaraba zeytinyağlı enginarın da eşlik ettiğine şahit oldular. Eh insan yeniliklere açık olmalı.

Arca ile İlker odada takılırken hafiften sızmışım, gözümde lensler. Neyse, Arca’yı uyuttum. – Unutturmayın son masal şaheserim küçük uzaylı Lulu ve Arca’nın maceralarını anlatayım bir ara, çocuk kitaplarından arakçılıkta son nokta!! –

Ne diyordum… Kahveyi koydum, dükkanı açtım. Gece iki gibi mesaiyi bitirdim.

Yatma ritüellerim de uzundur benim. Makyaj ve lensler çıkar, envai çeşit krem boca edilir, el dirsek vakit kalırsa bacaklar kremlenir, evin odalarının kapıları kapanır (bkz. Arca'nın yatağını açtık cümlesi) , kapı kilitlenir. Saatler kurulur, telefonlar şarja takılır, Arca’nın üzeri zilyonuncu defa örtülür, çanta hazırlanır, illa beraber yatağa gideceğiz diye kasan ve koltukta uyuyakalan İlker uyandırılır, beraber yatağa gidilir.

Ancak dün gece hayatım renklendi, lens adımında arıza çıktı. Birini çıkardım, sonra parmağı öbür göze soktum, yok lens yok! Arada kıvrılır girer göz kapağının içine uğraşır çıkarırım. Bu defa hiç görünmüyor. Gecenin tam üçündesin dertlerin en gücündesin! Bir “GALLLK” da İlker’e gelsin. Gözümü kurcalar, ışık tutar içine yok yok yok.

Üf yatalım dedim, düşmüştür. Bu defa İlker’in aklına takıldı, düşer miymiş, yok kalk acile gidelimmiş. Ben uyumak için ölüyorum lens umrumda değil, İlker başımda nöbet tutuyor. Öyle öyle uyuyaklamışız.

Kuvvetle muhtemel düştü, zaten düşmediyse vücudumun bir parçası oldu yapacak bir şey yok. 27 yaşından sonra miyop olan bir ben varımdır herhalde! Yaş kemale erdi hala numarası düşmedi, yakındır çizdireceğim!

İşte bu korkunç hafta ve gecenin ardından bir iş günü hiç çekilmiyor. Ben de bankayı bahane ettim, çıktım. Çok bahane de sayılmaz. Haftalardır parasız geziyorum, evden almayı unutuyorum, bankaya gitmeye üşeniyorum. Ofisin kasasından tırtıklayıp duruyorum. Hava pek güzel, kuş cıvıltıları, öğlen tatili kaçamakçılarının mekanı olmuş Forum. Vitrin baktım, fiyatlar tavan, ee sezon başı, olacak o kadar.

Pencereler açık, radyo açık, saçlarım açık… döndüm ofise.

Yani neymiş? Hayatında anlatacak bir şeyi olmayan sefil blogger blogu böyle eften püften yazılarla işgal edermiş!

derken... BAAM diye bir trafik kazası oldu, hasar tespitine gidiyorum - döneceğim:)

Güzel bir hafta sonu olsun mu? OLSUN: )

Hasar tespit: biri birine yol vermemiş, öbürü diğerinin tamponunu indirmiş. Mala gelmiş, canlar sağolsun.

7 Nisan 2011 Perşembe

Baskül mevzuları


Hamilelik öncesi kiloya döndüm döneceğim derken bir bakmışım hamilelik sonrası kiloma geri gelmişim.

Hangi ara ? Ne zaman?

Faturayı kime kessem?

Hastanede bütün gün oturup ha boyuna tıkındığım, mutlu olmak için çikolata ağırlıklı beslenmeme mi?

Hastaneden çıktıktan sonra hemen her gece zıkkımlandığım bira şarap ve onlara eşlik eden çerez, cips, peynir vs… mi?

Akşam yemeği sonrası yorgunluktan Arca ile sızarak kalori yakımını minimuma indiren yaşam tarzıma mı?

Beni her türlü lezzetli yemek, pasta, kahveli kurabiyeler ile kandıran İlker’e mi?

Yoksa ofisteki kısır partilerine mi?

Yok bunların hepsini yapan ben olduğuma göre fatura banadır!

Kilo verdim diye pantolon daralttıran ben değil miydim? Hafta sonları öncelikli tercihimi eşofmandan yana kullanmamdan belliydi, zira kotlar pek bir germeye başlamıştı.

Ben ki, ne yediğimin içtiğimin, hafta hafta kilomun notlarını tutan ben! Ben ki nefesimi tuttum mu hamilelik öncesi elbiselerin içine girebilen ben!
Şimdi az yemeye kasıyorum. Çünkü diyet bana ters. Ama Olmuyor! Nasıl iştahım açık. Üstelik tutsam da kilo veremiyorum. Üstelik en kötüsü sıkıntımı stresimi yemek yiyerek atmaya başladım, tehlike çanları çalıyor!

Diyetisyene gidemem kapıdan kovar, bacadan girerim, bu defa tekme tokat şutlar. Lakin ben Türk standartlarına göre normal sayılacak bir gruptanım aslında. Sadece beden arttırmak, belden germek, kotların içine girememek… acayip sinirlendiriyor beni.

Eskiden böyle miydi ya? Okulda her teneffüs bir şeyler yerdim, üstüne eve gelip yarım ekmek (hatırlatırım o yıllar ekmeğin ekmek olduğu yıllardı, şimdiki gibi tost ekmeğinden bozma değildi ekmekler) tost, üstüne babam gelince akşam yemeyi de yer gram almazdım.

Şimdi su içsem yarıyor diyenlere inanacağım, az kaldı!

Yaşlandım, hadi acitasyon yapmayayım yaş aldım. İnsan otuzunu geçince anlıyor dünyanın kaç bucak olduğunu. Bucak bucak kaçmalı bu mevzudan ama geliyor çörekleniyor gitmiyor işte.

Çok değil ya hepi topu 3 kilo vermem lazım ve evet kasıyorum. Çünkü kibrit kutusu büyüklüğünde peynir ile 2 köfte büyüklüğünde protein yanına yağsız salata bana göre değil. Salataya halis muhlis zeytinyağı koymadın mı ne anlamı var? Sonra kıymalı makarnasız yaşanır mı? Hadi kıymasından geçtim, makarnasız yaşanır mı? Yani bunları yemeli ama eski mesut günlerimdeki gibi kilo almamalıyım. Böyle bir diyet yok tabii ki.

Ben de düşündüm taşındım, eylem planı hazırladım:

Adım 1:
Madem spor yapmak için dışarı çıkamıyoruz, o halde sporu eve getireceğiz. Cindy Crawford’un hoplamalı zıplamalı, ağırlık çalışmalı VCD’sini buldum evde. VCD yani düşünün ne kadar eski. İtinayla yıkadım spor ayakkabılarımı. Arca uyurken haşatım çıktığından erkene aldım spor işini, koyuyorum VCD’yi hop zıp gitsin kilolar. Bu birinci plan! Uyguladım mı ? VCD ve ayakkabı tamam da spor konusunda hayır henüz kendimi motive ediyorum. Spora başlamak çok ciddi bir adım, önce kafada bitireceksin, kendini motive edeceksin. Ben sigarayı da böyle bırakmıştım, spora da böyle başlarım herhal!

Adım 2:
Sonra Phyto slim diye bir şey okudum mail grubundan, günde iki fincan iç, kilolar gidiyor diyorlar. Ara tara hiçbir yerde yok. Cold var, normal var, slim yok.
Allahım tüm evren güçlerini bana karşı birleştirdi mi? Bünyeye kilolar sabitlensin çalışması mı yapıyorlar?

Adım 3:
Ara öğünleri sağlıklı atıştırmalıklardan hazırlamak. Bunu yapıyorum ama avuç avuç iç fındık götürmek pek yardımcı olmuyor. Öğlen yemeklerini tek tabağa düşürdüm, büyük başarı. Böylece daha çok ara öğün yapabiliyorum:)

Adım 4:
Alkole ara. Soğukalgınlığının da araya girmesi ile bir haftadan fazla oldu alkol yok. Bira kokuları geliyor. Ama yok ya feci göbek yapıyor. Cumartesi Tuğçem geliyor, Kordon'da bira patates midye yapacağız, yok o zamana kadar detokstayım. Bahanem de hazır, Tuğçe geliyor:)Haftaya da başka bahane bulurum.

Adım 5:
Sıkılaştırıcı vücut losyonları. Heh işte böyle antinkuntin işlere para sayarım. İki haftada inceltecekmiş, böyle dairesel hareketlerle masaj yapa yapa ooohh ...Göriciiiz. Sen ye ye, nasıl inceltecekse.

Neyse inanmak başarmanın yarısıdır. Diğer yarısı için hareket vaktidir!

6 Nisan 2011 Çarşamba

Dumur diyalog #8 : bak şu konuşana

Öğle yemeğinden sonra belli ki dişi kaşınıyor, rahatsız.
Ümit abla: Arca dişin mi kaşınıyor?
Arca: evet
Ümit abla: Az önce yediğin kerevizin sapı kaçmış olabilir
Arca: MUHAKKAK!

-------------------------------------------------------------

Arca bir şarkı tutturur, illa ki “anne söyle”
Y: Ama ben şarkıyı tam anlamadım. Biraz mırıldanır mısın?
A: Mırıl mırıl mırıl mırıl

--------------------------------------------------------------

Öksürüyor, burnu akıyor. Normal şartlarda ıhlamur verir geçersin, biz iyice paranoyaya bağladık ya hemen doktora gittik. Tabii doktorda Arca iyice arızaya bağladı. Ablalar Arca’ya hediyeler, bisküviler, balonlar verdi. Bu defa da fazla sevinçten “aydede ve yıldızlar” şarkısını söylemeye başladı. Arabaya binerken Arca naralar atıyor. Ben de kendi kendime söyleniyorum, hani cevabını beklemediğiniz sorulardan : “Ne verdi doktor annecim doktor sana? İyice kafayı buldun: )”
A: Balon verdi, bebe bisküvisi verdi, madalya verdi…

--------------------------------------------------------------

Kuaföre gittim. Uyandığında beni göremeyince yıkmış ortalığı, eve geldim:
A: kuaföre gitme, saçlarını kestirme!
Y: Peki o zaman kim yapacak saçlarımı?
A: kendin yap!
Y: hmm ama o zaman güzel olamam ki!
A: Güzel olma çirkin ol!
Bir taraftan da fönlü saçlarımı okşuyor.

--------------------------------------------------------------

A: Arca makarnası bu (kolay yenebilen deniz kabuğu şeklindeki makarnadan)
Y: evet senin makarnandan yiyeceğiz bugün
A: büyüklerin makarnasından istiyorum
Y: sen büyüklerin makarnasından (spagetti) yiyemiyorsun ama zor oluyor
A: anne yedir!

--------------------------------------------------------------

ilker: Küçük adam naber?
Arca: Küçük adam değilim.
İlker: ya nesin?
Arca: Çocukum ben!

--------------------------------------------------------------

Kesinlikle uyumak istemiyor. Aslında istiyor. Yani o da bilmiyor. O oyuncaklarıyla oynarken mutfağı toplamaya sıvışıyorum, hop yanımda bitiyor. Gözler fer fecir ama “uyuyalım” diyor. Emin misin? Daha erken diyorum, tutup odaya götürüyor. Belli ki kitap okuyacağız, sohbet edeceğiz, beni kendine istiyor. Kitaplara bakıyoruz, birden başlıyor şakımaya.

A : Nilda’nın oyuncaklarıyla oynadım. Nilda beni öptü. Sarıldı, üstüme çıktı. Yere düştüm. Kafamı çarptım.
Y : Nilda seni özlemiş. Seni çok seviyor. Sen de Nilda’yı seviyor musun?
A : Acıyor, burası.
Y : Nilda hediyesini beğendi mi?
A : Çok beğendiM.
Y : Nilda’nın oyuncakları güzel mi?
A : Evet
Y : Hangi oyuncaklardan var Nilda’da?
A : Arabalar var. Nilda’yı seviyom.

5 Nisan 2011 Salı

pisi pisikopatım

Bizim oğlan antibiyotik bağımlısı olmuş. Bir hafta antibiyotik alımı durunca hemen hasta oldu. Sümük, öksürük. Sümüklerini büyük keyifle ağzıma yüzüme sürdüğü için ben de nasibimi aldım.

Normal şartlar altında ateş de olmadığından ıhlamur ile geçiştireceğimiz bu hastalık hali, akciğerdeki kistin enfekte olma ihitmali söz konusu olunca, iki tıksırmadan sonra doktorun kapısını çaldırdı bize.

"Enfeks.."

cümlesini tamamlamadan , aman antibiyotik yaz doktor gözünü seveyim dedik. Yazmadı. Viralmiş, soğuk algınlığıymış, semptomatik tedavi ile atlatılacakmış, mış mış mış.

Biz de antibiyotik bağımlısı olmuşuz.

İlaçlar bir güzel uyku yaptı Arca'ya, tabii bana da. Hafta sonunun büyük kısmını uyuklayarak geçirdik.

Bugün yine doktora gideceğiz, biz psikopatız, doktoru da kendimize benzettik. Korkarım bizi artık hastası olarak kabul etmeyecek. Yok canım Hipokrata yemin ettiler bunlar hasta ayıramazlar bakacaklar bebeme.

Vakit bol olunca kitaba yumuldum. Sevgili Lale önermişti, önce "Sahilde Kafka" demişti. Hastanede epey sürünmüştü elimde, Arca'nın emri kesindi : "kitap okuma!" Hatta gecenin bir vakti ilaca gelen hemşire kitabı görmüş "Çok severim Kafka'yı, çok iyi yazardır" demiş. İlknur açıklamaya kasmamış, o Kafka bu Kafka, ammaaan boşver salla.

İşte o Kafka ... Sahilde Kafka. Bildiğimiz Kafka değil, Murakami'nin kitabı.

Olur mu herkeste öyle? Bende çok olur. İlk görüşte aşk değil. Önden bir sardırma turları atarım kitapla, flört dönemi. Hemen sarmazsa endişelenmem, hafiften zorlarım sınırları, çözülüverir hemen, kucağıma düşer, sonra bir beden oluveririz. İşte herşey böyle başlar... Sonra yemek yerken yaparken, tuvalette, seyahatte, iki arada bir derede, illa ki uyumadan önce ve hatta Arca limon sıkmazsa o oynarken yamacında... elimden düşmez.

Bitmeye yakın üzülürüm, tam o dönemde heyecanımı paylaşsın diye İlker'e de anlatırım, özet geçerim. Hiç kitap okumayan İlker'in kitaplar hakkında geniş bir bilgi yelpazesi vardır. Çok da şaşırmıyorum aslında, bir anlatan var niye okusun?

Bitirmeyi hep özel bir zamana ertelerim. Ortam hazırlamaya pek kasmasam da hangi kitabı bitirirken nasıl bir hal içerisinde olduğumu, kitabı bitirdikten çok zaman sonra hatırlarım.

Kitap demişken Nehir Ada'ya neden kitap aldığını çok güzel anlatmış ve "elim sende" demiş. Onun yazdıklarının üzerine ne yazılır bilemedim.

Sadece aklıma geldi.

Biraz manyak olduğumu itiraf ediyorum;

Alışverişe deyip üç tur atıp kitapla eve dönerim
Biri bana kitap armağan edince deliye dönerim
Giyimden arttırım kitap bütçesi yaratırım
Kamuya açık yerlerde kitap okuyan birini gördüm mü mutlaka ne okuduğuna bakarım,
Duyargalarımı her daim "Kitap" anahtar kelimesine açık tutarım
Kitap kokusuyla yaşayabilirim
Bir eve gidince kitaplığı varsa uzun süre orada vakit geçirebilirim
Eğer okuyacak kitabım kalmamışsa –ki bu çok nadir olur - kendimi çok ama çok kötü hissedebilirim

Belki de kendim gibi bir manyak olmasını istediğim için Arca'ya kitap alıyorum.

Belki;
Yorgun bir günün ardından koşup oynamaktan bıkmışken biraz dinlenmek, saçlarının kokusunu çeke çeke uyutmak için alıyorumdur.
Belki,
Hayal dünyasının sınırlarını zorlamasına yol göstermek için alıyorumdur.
Belki;
Her yeni kitapta gözlerinin ışıltısını gördüğüm için, belki ne hediye istersin diye sorduğumuzda “kitap!” cevabı aldığımız için, belki hemen hiçbir kitabı sevmezlik yapmadığı için, belki o uzun uzun kitaplara bakarken biz İlkerle iki çift laf edebildiğimiz için …

Bilmiyorum…
Belki?

Belki de sevdiğim bir şeyi onun da sevmesinden duyduğum samimi duygularla kitap alıyorum Arca’ya. Bir ortak paydaya sahip olduğumuz için mutlu oluyorumdur bencilce.

Kim bilir?

1 Nisan 2011 Cuma

"Oğlunuz nasıl oldu?"

Her gün yaptığım onlarca telefon konuşmasının hal hatırdan sonra ilk sorusu bu. Yaklaşık iki haftadır evdeyiz ama sorular henüz bitmedi.

Anlatıyorum, normal hayatını sürdürüyor, 18 Nisan'daki tetkik sonuçlarına göre yol haritası çizilecek, ... cek ...cek

Bu aralar burnunun aktığını anlatıyorum, kimsenin umru değil! Halbuki benim totom üç buçuk atıyor enfeksiyon, akciğer, kist üçlemesi aklıma geldikçe.

Bunu saymazsak, Arca gerçekten normal bir hayat sürüyor.

Geçen baktım, kamyonlarına ömür testi yapıyordu.

Şöyle ki eline kamyonu alırsın 10.000 defa yere çarparsın, ne kadar süre dayanabiliyorsa ömrü o kadardır. Oyuncak fabrikalarında ömür testi için ödenek ayrımasalar da Arca’ya gönderseler, Arca itina ile darbe uygulaması yapar.

Gurme geyiğine dönmek istemiyorum ama iyi ve ağzına göre yemek yedi mi çok yiyen ve acayip keyiflenen bir insan yavrusu! Hafta sonu Gül'ün doğum gününü kutlamak için yemeğe çıktık. Ya zaten yemek yemek için hep bi bahane!

Neyse Recep Usta var Kordon’da bizim ilk gidişimiz. Artık mama sandalyesini Poyraz'a veriyoruz, Arca büyüdü ve bizim gibi oturuyor. Tabii ona da menü verildi. Resimlerden pirzolayı seçti, parmağını üzerine koyup “et yicem, bunu yicem” dedi.

Ye yavrum, boşan da semerini ye.
Nitekim yedi. Bir porsiyon (insan porsiyonu) eti ekmeksiz götürdü. (Ya biz buna 7 aylıkken İskender yedirmiştik, niye şaşırıyorsam?) Ama her yemek olayında hatırlanacak bir iz bırakıyor sıpa!

Ayranı bakır bir kasede getiriyorlar ve küçük bir kepçe ile içiyorsun. İçti, “bunu beğendim, bu güzelmiş” dedi. Restoranın bahçesinde yarım saatlik koşturmacanın ardından bir yarım saat de Kordon turu… Üstüne evde kudurmaca. Yok iflah olmadı, korktuğumuz başımıza geldi, bütün bütün yuttuğu etler tüm geceyi ayakta geçirtti bize. Sürekli içi yandı su içti. Gecenin bir vakti kaka alarmı, yok meğer bir lazımlık işeyesi varmış. İki defa da bez değişti. Bu yeni restoran deneyimi yemeklerinden çok yaşattıklarıyla unutulmazlar arasında ilk sıralara yerleşti.

Sabah İlker’le birbirimize söz veriyorduk, Arca’ya akşam akşam et yedirmek yok. Yedirsek de çok yedirmek yok.

İlla ki parmağı ile gösterdiği yeri okuyacağız. Böyle gereksiz bir talebi var son günlerde. Parmak o yazıyı gösteriyor. “Burayı oku!” Sonra sayfa çevriliyor yine parmak “burayı oku!”. Buraya kadar sorun yok. Lakin Sihirli Mısır Tanesi kitabını okurken yine aynı şeyi yapınca içimden pislik yapmak geldi, İngilizce kısımlarını İngilizce okudum. Önceden hiç İngilizce okumamıştım. Arca acayip güldü, hem de kahkahalarla! Ne len telaffuzumu mu beğenmedin düdük! Korelilerle İngilizce pratiği yaparsan Kore aksanına dönüyor. Hayır ben niye alınıyorsam, sanki dünkü bebe İngiliz aksanını biliyor da: )) Tabii bu işin geyiği ama İngilizce okumama acayip komiğine gitti, şimdi sadece ;
"İnkilisçe oku, anne!"

Sevimli halleri dışında iki yaşın hakkını verircesine heyecan yaşattığı da oluyor:

Ümit Abla: Akıllı çocuksun sen Arca!
Arca: Akıllı çocuk değilim, aptal çocukum!

Ümit abla: Hadi ellerini yıkayalım, temiz çocuk ol.
Arca: Temiz çocuk değilim, pis çocukum!

En azından karşıt anlamları biliyor diye iyi tarafından bakmaya çalışıyoruz olaya.

Ama bezini kendi değiştirmek istemesine gösterdiği tepkiyi müteakip uyumaya direnerek gecemizi rezil eden cüce için çok pis planlarım var:

"Elbet sağlığına tamamen kavuşacaksın cüce! İşte o zaman çok pis disipline başlayacağız. Maymun edeceğim seni. Otur otur! kalk kalk! Yat uyu dediğimde saat dokuzu bir dakika geçmeyecek. Evet intikam soğuk yenen bir yemektir cüce! Elbet sağlığına kavuşacaksın ve ben seni mum edeceğim, MUM (hıhahaha - Erol Taş - kötü adam gülüşü smiley'si)"

Ben gözlerimi kısmış bu sadist planları yapadurayım İlker şaşkın ördeğe döndü.

"Babanın telefonunu almak istiyorum, elimde gezmek istiyorum" talebine red cevabı alınca yaklaşık onbeş dakika ağladı.

Ben artık alışmışım, "ağla annecim açılırsın, ben olsam ben de ağlarım" diyorum.

İlker "bu iki yaş şeysi değil mi? Geçecek değil mi? Bana geçeceğini söyle!" diye omuzlarımdan tutup beni sarsıyor (yok Türk filmi efekti koydum, sarmıyor tabii ki) İlker'i ömrü hayatımda hiç bu kadar tedirgin görmemiştim. Onun hayata tutunabilmesi için en kısa zamanda iki yaşı atlatmış, babasına tapan bir oğlan çocuğuyla tanışması lazım, yoksa İlker'i kaybedeceğiz.

31 Mart 2011 Perşembe

"Annesini arıyor" sendromu

Hastalığa tahammülüm kalmamış, özellikle de Arca'nın hasta olmasına. Burnu akıyor. Eskiden olsa iki sümkürttüp geçiştirdiğim bu hadise karabasan gibi çöktü üzerime. Dün akşam İlknur'lar bizdeydi, balık şarap... Ama Arca hasta, üşümüştür deyip geçiştirdik ama ben çalışma bahanesi ile gece üçe kadar nöbetteydim. Ateş çıkarsa acile götüreceğim kararlıyım. Sabah daha beter hastaydı, elimizde ateş ölçer, ölç ölç! Neşeli, keyifli, koşuyor oynuyor ama sümükler aklımda çıkmıyor. Az kaldı ya 18 Nisan ya.. enfeksiyon evlerden ırak olsun, sağlık olsun, sağlık olsun...

Neyse ne anlatacaktım ne anlatır buldum kendimi?

Çocuk psikolojisi literatüründe "Annesini arıyor" sendromu diye bir tanım yoksa, yetkili makamlara ulaşıp ekleteceğim.

Arca için herkes ama istinasız herkes annesini arıyor.

Babanesi bir yastıklı yer minderi yaptırmış, üzerinde bir ayıcık nakışı var, Arca hemen yapıştırıyor lafı : "annesini arıyor"

Kitap okuyoruz. Minik balık'ın macerasında anne lafı geçmiyor ama Arca minik balığı ne zaman yalnız görse hoop : "annesini arıyor"

Haksızlık etmeyeyim, Küçük ayı büyük ayı kitabında küçük ayı babasını arıyordu.

Hastane çocuk hastanesi olduğu için duvarlarına hayvan resimleri çizmişler,
Maymun ağaçta sallanıyor
Panda bambu yaprakları yiyor
Uzun kulaklı fil uçuyor
.... yok hayır hepsi annesini arıyor. Hatta koridorda kelli felli adamlar profesör odalarına bakarak dolanırken bile "annesini arıyor" Tabii dedem yaşında adamların da annesi var lafım yok da Arca'nın biraz sıyırdığını düşünmekteyim.

Yine haksızlık etmeyeyim bizim koridorun önündeki kangurulara demedi bunu, zira annesi-yavrusunun el ele kutu kutu pense oynarlarken resimleri çizilmiş.

Ha aklıma gelmişken bir de "annesi-yavrusu" sendromu alt sendrom olarak ayyuka çıkıyor bu aralar. Bir şeyden iki tane mi var? annesi-yavrusu.

İki farklı resimde farklı boyutlarda gösterilmiş aynı şey bile annesi-yavrusu.

Eğer bir üçüncü eklenirse baba da ekleniyor. Parkta kütükleri dizmişler boy boy. Arca için onlar "baba odun-anne odun-arca odun"!

Sensin odun ! Ben tazecik fidanım bi kerem!