Bu çocuklar nereye bakıyor?
Tabii ki PASTAYA!!
Çikolata kıtlığından çıkmış Arca pastanın sadece çikolatasını tırtıkladı, itinayla ayırdı. Ela dilimin tamamına daldı.
Pastadan sonra "iyi ki doğdun Tuna" şarkısı... Arca söyler , Ela oynar, lay lay lay...
Pasta biter eğlence bitmez!
Hülya süper bir sürpriz hazırlamış miniklere... Baloncuklar!
Bayıldılar!
Sihirli üç yaş hoşgeldin:)
Hep gül! Hep böyle neşeli ol, güzel gülüşlü Tunişim:)
Partiden eve dönerken Arca:
"Anne, baba sizi çok seviyom"
"Anne baba çok eğlendik di mi!"
"Baba bana sakız veliii misin" (Parti konseptine uymuyor ama araba ile sakız ve baba bağdaştığı için değişmez talep!)
19 Temmuz 2011 Salı
17 Temmuz 2011 Pazar
Otuzlu yaşlar fos çıktı!
Geçen hafta şiddetli baş ağrısı yakınmasıyla İlker’i hastaneye götürüp MR’dan kollestrole kadar ne kadar tetkik varsa yaptırdım. Öyle acı eşiği yüksek bi adamdır ki kendisi, ağrım var diyorsa hastaneliktir.. Neyse bi şey çıkmadı.
Formları doldururken 33 yaşında olduğu dank etmiş kendisine. Dolayısı ile ben de 33 oluyorum. İnsan alıştıra alıştıra söyler, öyle yüzüne pat diye vurmaz. Ama vuruyor işte.
Kendi adıma otuzlu yaşlardan büyük beklentilerim vardı. Olgunlaşacaktım mesela, yok olmadı. Oturaklı, bilge, profesyonel yapacaktı otuzlu yaşlar beni. Anne gibi anne yapacaktı, şebekyus değil! Fos çıktı otuzlu yaşlar. Hala kendimi lisede falan hissediyorum.
“Küçül de cebime gir!”
Evet benim gibi şuursuzlar için doğru cümle.
Pazar günü pazardan dönüşte Arca koşmak istedi. Koşu parkuru olarak Agora’yı seçtim, sabah saatleri pek serin ve tenha olur, İzmirim insanı daha totosunda pirelerle münasebettedir o vakitler. Onunla yarış yaparken vitrinden gördüm ikimizi. İki yaşında bir velet ve koca kadın! Her ne kadar spor ayakkabılarım ve sırt çantam da olsa, koca kadınım ayol! Utan el kadar veletle dükkanlarda dans etmeye – evet hangisinde güzel müzik çalıyorsa oraya girip kudurduk. (bu arada Arca’yı esefle kınıyorum, Koton’da 70% indirim başlamıştı, iki dakika izin vermedi anası baksın iki parça eşyaya!)
Koca kadınım ama araba yıkayıcısından resmen çocuk gibi azar işittim. Madem Agora’da vakit geçireceğiz, arabayı yıkatayım diye bıraktım. Benim eski emektarla sık kaza yaptığımdan yıkamacıya vermeye gerek olmazdı. Servis, tamirden sonra sağ olsun yıkayıp teslim ederlerdi. Bu arabada daha temkinliyim kanımca, ama bu defa da yıkanmıyor araba. Dolayısıyla yıkamacı abi beni çekti kenara “abla sen napıyorsun, pasta cila yaptır buna, hiç bakmamışsın arabaya, olmaz böyle, bak pütür olmuş, yıka yıka temizlenmedi be..” diyemedim “ulen ne diyon ben 33 yaşında çoluk çocuk sahibi kadınım, sen kimi azarlıyon!”, içimde kaldı.
Tabii bunda adamın haklı oluşunun ve benim bilinçaltımda bir yerlerde kendimi küçük hissetmemin payı büyük!
Zaman denen şey benim bilinçaltımı pek kaale almadan bildiği gibi ilerliyor. Göz çevresi kırışıklıklarım yaşımı fazlasıyla ele veriyor ve kozmetik denen sektör benim derdime mucize bir çare icat etmedi henüz. Botoksa bile sempati duymaya başlamıştım ki Ajda Pekkan’ı gördüm televizyonda, jüri üyesiymiş. Ne zamandır alıcı gözle bakmamışım. Pek biyonik göründü gözüme.
Yok yok bu fotoğraftakinden çok çok farklı gördüğüm yüz...
Sonra bir gazetenin magazin sayfalarını tıklarken onu gördüm... Vahide Gördüm.
1965 doğumlu olmasına rağmen yaşından daha yaşlı göründüğünü haber yapmışlar.
Ne saçma!
33 sene sonra Ajda Pekkan gibi görüneceğime, 13 sene sonra Vahide Gördüm gibi görünmeyi tercih ederim!
Yaş alma ile ilgili bakış açımı değiştiren bir anı da OIP'ten... Çok seviğim bir yazı. Ne zaman kırışıklıklarıma baksam, o yazı geliyor aklıma.
Formları doldururken 33 yaşında olduğu dank etmiş kendisine. Dolayısı ile ben de 33 oluyorum. İnsan alıştıra alıştıra söyler, öyle yüzüne pat diye vurmaz. Ama vuruyor işte.
Kendi adıma otuzlu yaşlardan büyük beklentilerim vardı. Olgunlaşacaktım mesela, yok olmadı. Oturaklı, bilge, profesyonel yapacaktı otuzlu yaşlar beni. Anne gibi anne yapacaktı, şebekyus değil! Fos çıktı otuzlu yaşlar. Hala kendimi lisede falan hissediyorum.
“Küçül de cebime gir!”
Evet benim gibi şuursuzlar için doğru cümle.
Pazar günü pazardan dönüşte Arca koşmak istedi. Koşu parkuru olarak Agora’yı seçtim, sabah saatleri pek serin ve tenha olur, İzmirim insanı daha totosunda pirelerle münasebettedir o vakitler. Onunla yarış yaparken vitrinden gördüm ikimizi. İki yaşında bir velet ve koca kadın! Her ne kadar spor ayakkabılarım ve sırt çantam da olsa, koca kadınım ayol! Utan el kadar veletle dükkanlarda dans etmeye – evet hangisinde güzel müzik çalıyorsa oraya girip kudurduk. (bu arada Arca’yı esefle kınıyorum, Koton’da 70% indirim başlamıştı, iki dakika izin vermedi anası baksın iki parça eşyaya!)
Koca kadınım ama araba yıkayıcısından resmen çocuk gibi azar işittim. Madem Agora’da vakit geçireceğiz, arabayı yıkatayım diye bıraktım. Benim eski emektarla sık kaza yaptığımdan yıkamacıya vermeye gerek olmazdı. Servis, tamirden sonra sağ olsun yıkayıp teslim ederlerdi. Bu arabada daha temkinliyim kanımca, ama bu defa da yıkanmıyor araba. Dolayısıyla yıkamacı abi beni çekti kenara “abla sen napıyorsun, pasta cila yaptır buna, hiç bakmamışsın arabaya, olmaz böyle, bak pütür olmuş, yıka yıka temizlenmedi be..” diyemedim “ulen ne diyon ben 33 yaşında çoluk çocuk sahibi kadınım, sen kimi azarlıyon!”, içimde kaldı.
Tabii bunda adamın haklı oluşunun ve benim bilinçaltımda bir yerlerde kendimi küçük hissetmemin payı büyük!
Zaman denen şey benim bilinçaltımı pek kaale almadan bildiği gibi ilerliyor. Göz çevresi kırışıklıklarım yaşımı fazlasıyla ele veriyor ve kozmetik denen sektör benim derdime mucize bir çare icat etmedi henüz. Botoksa bile sempati duymaya başlamıştım ki Ajda Pekkan’ı gördüm televizyonda, jüri üyesiymiş. Ne zamandır alıcı gözle bakmamışım. Pek biyonik göründü gözüme.
Yok yok bu fotoğraftakinden çok çok farklı gördüğüm yüz...
Sonra bir gazetenin magazin sayfalarını tıklarken onu gördüm... Vahide Gördüm.
1965 doğumlu olmasına rağmen yaşından daha yaşlı göründüğünü haber yapmışlar.
Ne saçma!
33 sene sonra Ajda Pekkan gibi görüneceğime, 13 sene sonra Vahide Gördüm gibi görünmeyi tercih ederim!
Yaş alma ile ilgili bakış açımı değiştiren bir anı da OIP'ten... Çok seviğim bir yazı. Ne zaman kırışıklıklarıma baksam, o yazı geliyor aklıma.
15 Temmuz 2011 Cuma
Adanmışlık, aldanmışlık
Biz küçükken ev işlerine kısmen dahil edilirdik, kendi isteğimiz ölçüsünde. Salata benim işimdi misal, bulaşık ablamın. Temizlik gibi ağır ve ciddi işlerde annem bizi çok zorlamazdı. Toz almak gibi sıkıcı işler belki, ablam da lavabo ovardı. Yemeği tam olarak yurtta kalmaya başladığımda pişirmeye başladığımı, temizliği ise evlendiğimde yaptığımı hatırlıyorum, ütü sadece yazın elimize verilirdi. Hep “siz dersinize çalışın” denirdi bize.
Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.
Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...
Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!
İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…
“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.
Herkes ve her şey için geçerli hayatta.
J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…
Annelikten başladık, annelikten bitirelim…
Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.
Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.
Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.
Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.
Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.
Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.
Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...
Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…
Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …
Annem fedakar neslin bayrak sallayanıydı. Hem ana babasının ihtiyaçlarına koşan hem çocuklarının fedakar annelerinden. Hemen herkesin annesi olanlardan. Bir ailesine adanmışlık timsali.
Eleştirmek ne haddime! Sadece bazen keşke bu kadar adamasaydı kimseye kendini diye içimden geçiririm, onun iyiliği için...
Kendini bir insana / bir şeye ne kadar adarsan o kadar çok aldanıyorsun aslında. Ona olduğundan fazla anlam yüklediğinde beklentilerin de aynı ivme ile artıyor. O yerinde sayıyor halbuki, sen yüceltiyorsun. Gün geliyor, kendini delicesine adadığın insanın / şeyin aslında o mertebede olmadığını anladığında, aldandığını fark ediyorsun. Hayal kırıklığı, yıkıntı… Aldandığını fark ettiğinde ne yaşanırsa işte o!
İşin kötüsü suçlayabileceğin kimse yok! Kendinden başka…
“Kendim ettim kendim buldum” meselesi özetle.
Herkes ve her şey için geçerli hayatta.
J. Christophe demiş ki … 'hayatınızda bir denge sorunu varsa daha dikkatli bakın kesin birini yanlış yere koymuşsunuzdur.' Ne güzel söz…
Annelikten başladık, annelikten bitirelim…
Biz annelerimizin nesli gibi saçımızı süpürge etmesek de bir şekilde fazlası ile adıyoruz kendimizi çocuklarımıza… Biz belki ev işlerini paylaşacağız ileride, kendimizi feda etmeyeceğiz ev işlerine, ama biz saçımızı başka türlü süpürge edeceğiz.
Kendimden bunun sinyallerini şimdiden alıyorum.
Doğdu beridir yemesini içmesini dert edindik, giymesini, ilacını, kozmetiğini iş edindik. Sonraki aşama okul olacak. Sonra kim bilir ne? Annelerimiz kadar olmasa da kendi neslimizin adanmışı olacağız korkarım.
Kendimden biliyorum dedim ya… Öyle işte… Çokça kendimi aşarcasına sabrediyorum mesela, kendimi eğitirken kendimden ödün veriyorum. Sabırlı, sakin, metanetli, cool annelik benim kumaşımda yok ama ben kendime annelikten takım elbise dikmeye çalışıyorum. Dikiş yerleri patlıyor tabii.
Ben sabırlı bir insan değilim, anne olduktan sonra edindiğim bir özellik sabır. Ve doğal olarak herhangi bir sonradan edinilmeye çalışılmış meziyet gibi fire veriyor kriz anlarında, açık ediyor kendini, ele veriyor aslında sabırsız bir insan olduğumu yüzüme vuruyor keyifle.
Anneliğe de gereğinden fazla önem verdiğimde en küçük bir kriz, belki bir "höt otur len yerine" diyerek savuşturacağın yerde, "Allahım ben ne kadar kötü bir anneyim ki bir krizi bile atlatamıyoruz" halinde yeni bir içsel krize dönüşebiliyor. Çokça kafa yorduğum için daha çok üzüyor beni.
Nerden mi çıktı bunca laf salatası...
Çok küçük bir hadise aslında, normalde gülüp geçeceğin kadar küçük...
Rahatça yesin diye önündeki köfteyi ikiye böldüğümde, kopan kıyamete tepkim, kapkara güneş gözlüklerinin arkasından dökülen birkaç damla yaş olduğunda, aslında üzüldüğüm çaresizliğim değil, üzüldüğüm bu kadar anlam yüklediğim iki yaş, o yaştaki çocuğum ve tabii ki anneliğim…
Ben de anneliğe, çocuğuma gereğinden fazla kafa yorduğum an, adamaya başlamışım kendimi, dolayısı ile aldanmaya …
14 Temmuz 2011 Perşembe
İşte öyle bir şey
Sıkıcı bir ofis günü…
Şirketin yarısı tatilde, dolayısı ile öyle aman aman yoğun değilim. Dosyalama arşivleme bilgisayarı hafifletme… Ama hani evde de bir dolap düzenlemeye girersin, sonra işin içinden çıkamaz yarı yolda vazgeçersin ya, daha doğrusu vazgeçmek istersin ama o dağınıklığı eninde sonunda sen temizleyeceğin için elin mahkum vazgeçemezsin, işte öyle bir şey…
Sıkıcı bir ofis gününde yapılacak en iyi şey en az bir saatliğine Foruma kaçmaktır. Ama tembelliğin tutar, üşengeçliğin tutar, hava sıcaktır ve beyninde yumurta pişirecek kadar sıcaktır ve çıktığın an her bir ter bezin infilak edecekmiş gibi ter salgılamaya başlar, vazgeçersin işte öyle bir şey…
Hem eve gitmeyi iple çekersin hem de gidince ofiste yorulmuş zihnine yorgun bir bedenin de ekleneceğini düşünüp istemezsin işte öyle bir şey…
Naneli sakızın çiğnedikçe tadının gitmesine gıcık olursun, magnum yerine öğlenden kalma üç dilim karpuzu yediğine gıcık olursun, karpuzun çekirdeklerinin küçüklüğüne , çekirdekleri kibarlık edeceğim diye illa ki çatal bıçakla ayıklamak zorunda oluşuna gıcık olursun… hani hemen hiçbir ayrıntıdan mutluluk çıkaramazsın ya … işte öyle bir şey
Derken ayaklarım takıldı gözüme. Güdük boyuma asla uymayan babetlerim var. Belli ki öğlen gezeyim diye düşünmüş, giymişim. Hayır boşuna giymişim diye bıkbıklamayacağım. Çok ucuza aldım ben onları. Ve hemen her gün ayağımda. Hiç yakışmadığını biliyorum, - bunları alırken İlker yanımda olsa kesinlikle aldırmazdı, o bana hep topuklu ayakkabı alır - , beni iyice götten bacak gösterdiklerini biliyorum ama çok ucuza aldım ben onları!! Evet keyfimin yerine gelmesi için iyi bir ayrıntı…
Şimdi dükkanı kapatıp, eve dönüş yolunda marketten Miller alabilirim. Akşam cüceyi uyuttuktan sonra, buz gibi yıkanmış balkonda çerezimi yanına katık edip ayakkabılarımı ne kadar ucuza aldığımı kutlayabilirim.
Hani kutlamak için bahane ararsın ya, hani yorgunluğun üzerine bir oh çekip ayağını uzatırsın ya, hani her şey gözüne daha olumlu görünmeye başlar ya…
işte öyle bir şey … işte öyle bir şey…
Şirketin yarısı tatilde, dolayısı ile öyle aman aman yoğun değilim. Dosyalama arşivleme bilgisayarı hafifletme… Ama hani evde de bir dolap düzenlemeye girersin, sonra işin içinden çıkamaz yarı yolda vazgeçersin ya, daha doğrusu vazgeçmek istersin ama o dağınıklığı eninde sonunda sen temizleyeceğin için elin mahkum vazgeçemezsin, işte öyle bir şey…
Sıkıcı bir ofis gününde yapılacak en iyi şey en az bir saatliğine Foruma kaçmaktır. Ama tembelliğin tutar, üşengeçliğin tutar, hava sıcaktır ve beyninde yumurta pişirecek kadar sıcaktır ve çıktığın an her bir ter bezin infilak edecekmiş gibi ter salgılamaya başlar, vazgeçersin işte öyle bir şey…
Hem eve gitmeyi iple çekersin hem de gidince ofiste yorulmuş zihnine yorgun bir bedenin de ekleneceğini düşünüp istemezsin işte öyle bir şey…
Naneli sakızın çiğnedikçe tadının gitmesine gıcık olursun, magnum yerine öğlenden kalma üç dilim karpuzu yediğine gıcık olursun, karpuzun çekirdeklerinin küçüklüğüne , çekirdekleri kibarlık edeceğim diye illa ki çatal bıçakla ayıklamak zorunda oluşuna gıcık olursun… hani hemen hiçbir ayrıntıdan mutluluk çıkaramazsın ya … işte öyle bir şey
Derken ayaklarım takıldı gözüme. Güdük boyuma asla uymayan babetlerim var. Belli ki öğlen gezeyim diye düşünmüş, giymişim. Hayır boşuna giymişim diye bıkbıklamayacağım. Çok ucuza aldım ben onları. Ve hemen her gün ayağımda. Hiç yakışmadığını biliyorum, - bunları alırken İlker yanımda olsa kesinlikle aldırmazdı, o bana hep topuklu ayakkabı alır - , beni iyice götten bacak gösterdiklerini biliyorum ama çok ucuza aldım ben onları!! Evet keyfimin yerine gelmesi için iyi bir ayrıntı…
Şimdi dükkanı kapatıp, eve dönüş yolunda marketten Miller alabilirim. Akşam cüceyi uyuttuktan sonra, buz gibi yıkanmış balkonda çerezimi yanına katık edip ayakkabılarımı ne kadar ucuza aldığımı kutlayabilirim.
Hani kutlamak için bahane ararsın ya, hani yorgunluğun üzerine bir oh çekip ayağını uzatırsın ya, hani her şey gözüne daha olumlu görünmeye başlar ya…
işte öyle bir şey … işte öyle bir şey…
O bir "Survivor"
Sakarım demiş miydim? Evet demiştim, hatırlıyorum.
Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.
Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.
Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.
Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.
Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.
Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.
Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?
Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )
Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.
Kucağımda ağlayan Arca, orasını burasını öperken “of canım çocuğum çok özür dilerim, neresi acıyor? Neresi? Of çok özür dilerim ya, dur bakim, of ya of!!!” diyerek sakinleştirmeye çalıştığım sahneler öyle çok ki. Hayatımızın değişmez bir parçası adeta.
Tatile çıkmak için arabaya binerken arabanın kapısını açmak suretiyle Arca’nın kafasına bamlattığımın üzerinden henüz bir hafta geçmedi ki, bu defa kafasını yardım çocuğun.
Yazlıkta kucağımdan inmemek için direnç gösterirken kafasını arkaya attı ve BAM! Açık kepengin vidası kafasına girdi. İşin komiği fark etmedik, başka yere lasonil sürdük. Denize gittiğimizde kafasını ıslatırken şişliği ve kurumuş kanı görünce fark ettim. İş işten geçmişti.
Tırnağını keserken parmağını dolama yaptığım, emeklerken eline bastığım öyle çok anımız var ki.
Bir de çok pis nazarım değiyor. Yazlıkta bankonun üzerinde kirazları görünce bir güzel çekti sandalyeyi, İlker’le dadandılar tabağa. “Ah yavrum ne güzel yiyor” demeye kalmadı ayağı kaydı çene bankoya çarptı Arca yerde.
Yine aynı gün sehpanın üzerinde arabalarıyla oynuyor. “Ya bak ne güzel kendi kendine oynuyor” cümlesini kurmadım sadece aklımdan geçirmem yetti. Sehpanın ağırlık merkezi bir anda değişti, Arca yerde sehpa kafasında.
Güneşten koruyabiliyorsun, hormonlu gıdalardan, yok efendim çikolatadan uzak tutabiliyorsun, televizyona dikkat ediyorsun da benim şerrimden kim koruyacak?
Derya Büyükuncu halt etmiş en bi survivor benim oğlum: )
Unutmadan, pek çaktırmamaya çalışıyor ama ben inceden fark ediyorum, İlker beni Arca ile mümkün mertebe baş başa bırakmıyor, nolur nolmaz.
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Hay peri gibi!
Bir ara bir ormanda kaybolma fantezisi hakimdi masallara, şimdi periler musallat oldu. Hay dilim tutulaydı da peri demeyeydim. Önceden tırsmışlığı var biliyorum bir de!
Kendime perilerden bahsetmek yok diye söz vermiştim güya…
Bezli yatırıp sabaha karşı unutup da fark ettiği bez için gayri ihtiyari “aa hay Allah kim takmış bu bezi? Gece bez perileri gelip takmış herhalde” diye saçma bir laf çıkınca, o içine periler kaçasıca ağzımdan, mecbur iki satır bir şeyler uydurdum.
Tabii Arca’nın hoşuna gitmedi, iki sefer daha bez görünce “bez perileri gelmesin, bez takmasın” dedi.
Perilerden yana bu ısrarcı tutumumun son bulması için gece bezi çıkardık. Ama nasıl yapacağım bilmiyorum. Mıkırdandığını duyarsam yanına gidiyorum, kuvvetle muhtemel çiş gelmiş oluyor, klozete tutunca hop salıveriyor. Ama işler sarpa sardı, son dönemde mıkırdamalarına hemen gitmiyordum, bu bez işi çıkınca kaçmasın uyanmasın diye yeni doğan anası gibi saniyesinde soluğu yanında alıyorum.
Daha kötüsü ben mıkırdanmayı kaçırırsam Arca da çişi kaçırıveriyor, üşütecek diye korkuyorum. Bence henüz gece bezi bırakmaya hazır değil. Kimi tecrübeliler gece gündüz beraber bırakılmasından yana ama Arca deve gibi su içiyor ve şimdiye kadar hemen hemen hiç kuru kalkmadı yataktan. Dolayısıyla yine tecrübelilerin önerisi üzerine arayı fazla açmamayı düşünmekle birlikte, bir süre kaçak göçek bezle idare edelim diyordum.
Tenhada sıkıştırılasıca periler sağ olsun gece bez çıktı.
Dolayısı ile benim de yine uyku ile imtihanım başladı!
Annenin bebesine notu: Büyü len artık, çişini de tut sabaha kadar arıza çıkarmadan bi uyu be! Tam uyumaya başladın dedik, çiş çıktı başıma, hay senin çişine!
Annenin okuyanlara notu: Merak edenler için Arca’nın gündüz bez olayı tamamen bitti. Tabii kazalar oluyor arada ama çoğunlukla kendisi söylüyor, arıza yapmıyor.
Annenin sorusu : Gece bez işi nasıl halledilir? Bu adam tutmayı öğrenecek mi? Yoksa saat kurup ben mi götüreceğim hep işetmeye?
Kendime perilerden bahsetmek yok diye söz vermiştim güya…
Bezli yatırıp sabaha karşı unutup da fark ettiği bez için gayri ihtiyari “aa hay Allah kim takmış bu bezi? Gece bez perileri gelip takmış herhalde” diye saçma bir laf çıkınca, o içine periler kaçasıca ağzımdan, mecbur iki satır bir şeyler uydurdum.
Tabii Arca’nın hoşuna gitmedi, iki sefer daha bez görünce “bez perileri gelmesin, bez takmasın” dedi.
Perilerden yana bu ısrarcı tutumumun son bulması için gece bezi çıkardık. Ama nasıl yapacağım bilmiyorum. Mıkırdandığını duyarsam yanına gidiyorum, kuvvetle muhtemel çiş gelmiş oluyor, klozete tutunca hop salıveriyor. Ama işler sarpa sardı, son dönemde mıkırdamalarına hemen gitmiyordum, bu bez işi çıkınca kaçmasın uyanmasın diye yeni doğan anası gibi saniyesinde soluğu yanında alıyorum.
Daha kötüsü ben mıkırdanmayı kaçırırsam Arca da çişi kaçırıveriyor, üşütecek diye korkuyorum. Bence henüz gece bezi bırakmaya hazır değil. Kimi tecrübeliler gece gündüz beraber bırakılmasından yana ama Arca deve gibi su içiyor ve şimdiye kadar hemen hemen hiç kuru kalkmadı yataktan. Dolayısıyla yine tecrübelilerin önerisi üzerine arayı fazla açmamayı düşünmekle birlikte, bir süre kaçak göçek bezle idare edelim diyordum.
Tenhada sıkıştırılasıca periler sağ olsun gece bez çıktı.
Dolayısı ile benim de yine uyku ile imtihanım başladı!
Annenin bebesine notu: Büyü len artık, çişini de tut sabaha kadar arıza çıkarmadan bi uyu be! Tam uyumaya başladın dedik, çiş çıktı başıma, hay senin çişine!
Annenin okuyanlara notu: Merak edenler için Arca’nın gündüz bez olayı tamamen bitti. Tabii kazalar oluyor arada ama çoğunlukla kendisi söylüyor, arıza yapmıyor.
Annenin sorusu : Gece bez işi nasıl halledilir? Bu adam tutmayı öğrenecek mi? Yoksa saat kurup ben mi götüreceğim hep işetmeye?
12 Temmuz 2011 Salı
Dikkat! Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir?
İlker esnaf sever, manavcıdır. Mahallenin esnafı ile arkadaştır. Onun manav kankası vardır, benim pazarcı teyzelerim. Ben pazar severim. Küçükken annem kaptı mı beni pazara götürür, dört tur dolaştırmadan getirmezdi. İki tur atılır, üçüncüde fiyattan ve kaliteden yana en uygunları alınır, bir şey unutulmuş olmasın diye de son bir tur atılıp eve dönülürdü. Alışkanlık, aşinalık var. İstanbul’daki evimiz Zuhuratbaba’daydı, Salı günleri kurulan pazarı kaçırmazdım. Sor şimdi – ölmediyse – köy biberi satan teyzeyi elimle koymuş gibi bulurum. Ancak Arca doğdu beridir, pek imkan olmadı. İlker’in de yolunun üstündeki manav kanka olunca tembellik ağır bastı.
Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.
Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.
Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.
Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.
Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.
--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------
Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.
Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!
Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)
“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.
Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.
Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.
Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.
Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.
Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )
Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.
Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.
Pazar günü İlker arkadaşları ile PS oynamaya karar verdi. Biz de kahvaltıdan sonra pazara gittik. Pazarda kesinlikle pusette inilmeyecek dedim, tartışmadık malum şahısla. Oturduğu yerden domateslere saldırdı, tezgahlara burnunu dayadı, kokladı.
Pazara gitmeye gitmeye paslanmışım. Sebzenin iyisinden anlamaz olmuşum. Zilyon tezgahta birbirinden güzel domateslere bir türlü karar veremeyince, yanımızdaki teyzelerin sohbetine kulak kabarttım. Biri "bak bu güzelmiş, pembe domates dediklerinden, alalım burdan" diğeri "yok abla, şu ilerideki adamdan alacağız, her hafta alırım, hiç şaşmaz" dedi.
Dedim "oğlum Arca sıkı tutun pusete bu teyzelerin peşine takılıyoruz!" Domates alıyorum, pazarcıya "acele et, şu teyzeleri yakalamam lazım" diye bıdı bıdı yapıyorum. Böyle böyle fasulye, bamya, patlıcan birkaç tezgah gezdik.
Birbirimize aşina olmaya başladık, peşlerine takıldığım çakozlanmasın diye, "her hafta buradan alırım, çok iyidir patlıcanı" türünden cümleler kuruyorum. Karşılıklı kafa sallıyoruz, onaylıyoruz birbirimizi.
Eskiden utanmazdım, annemin şehirdışında olduğu zamanlarda evin alışverişini yaptığımızı hatırlıyorum. Pazara gittiğimizde, açıkça sorardık; "teyzecim nerden alalım fasulyeyi?" Şimdi koca kadın oldum, utanıyorum.
--- Pazarda sebzenin iyisi nasıl seçilir konulu önerileri okudunuz :) ------
Pazar da nereden çıktı diyecek olanlar devamı okuyabilir, vaktim yok diyenler, ekranının sağ üst köşesindeki çarpı işaretini tıklayabilir, zira postun faydalı bilgiler kısmı bitti.
Cumartesi günü Poyraz'ın yaşgünü partisi akşama kayınca Kordon tayfasına erken katılabildim. İlker ile Arca beni bıraktılar, arazi oldular. Ben limonlu Miller’ları patates tava ve sohbet eşliğinde götürürken İlker ile Arca, Alsancak’ın yakın mahallelerinden birinde, – kuvvetle muhtemel kolibasili içeren körfez suyunda kaynatılmış – mısırları götürmekte, Arca’yı mikroplarla tanıştırma procesinin uygulamasına geçmekteydiler!
Hal böyle olunca pazara gitmek ve bebeme mısır alıp haşlamak farz oldu. (duyarlı ana takdimimdir!)
“Bu resimde gördüğünüz nedir?” demeyeceğim direkt anlatacağım.
Vaktiyle çevreci hücrelerimiz gaza gelmiş olacak, "Migrosun tek kullanımlık hatta anında yırtılan torbalarından almayacağız, çok kullanımlık çantalardan kullanacağız", demiş ancak bunları da tek sefer kullanmıştık. Arca ile baş başa pazara gitmek gündeme gelince, pusete bağlanabilecek başka bir poşet alternatifi kalmadığından dolabın ücra köşelerinden çıkardım bunları.
Bu iki torbanın içinde iki kilo domates, yarımşar kilo fasulye, bamya, mantar, altı adet mısır, iki bostan patlıcan ve iki kilo limon vardı. Bir de sırtımda sırt çantası. Arca da arabada uyuduğu için kucağımda idi. Asansöre kadar Arca sakız paketini elinden düşürdü, çöktüm aldım. Asansörde anahtar düştü, çöktüm aldım. Arca’yı yatağa yatırıp bunları yere öyle bırakabildim.
Haltere başlayayım diyorum, hazır kol kaslarım güçlenmişken.
Mikroplu mısır tükettiği gün, limonata da içmiş yer cücesi! Anasının limonatasını da içsin bebem, ev yapımı limonata içsin ferahlasın dedim.(duyarlı ana vol.2) Evde toz şeker olmayınca kesme şekerle uğraştım, hadi nanesini abartmayayım deyip tarifi modifiye edince epey kötü bir sürahi limonatamız oldu.
Hehe güzel olur da buradan tarif veririm diye umutlanmış olacağım, yapım aşamasında fotoğrafını çekmiştim, koyayım bari yazık olmasın: )
Bu arada Arca bayıldı içti. Şekil itibari ile b.ka benzeyen kurabiyelerimi de yalana yalana yemişti. Arca’nın pek seçici bir ağız tadı yok kanımca.
Neyse Ümit abla, pek güzel yaparmış, kalan limonlar ellerinden öper. O gidince biz ne yapacağız işte onu hiç bilmiyorum.
11 Temmuz 2011 Pazartesi
"Şampiyon olmamıza altı takım kaldı, ha gayret!"
İşe giderken NTV radyonun Trabzonspor başkanının da tutuklandığını bildiren son dakika haberini duyunca ilk iş İlker’i arayıp böyle dedim. Son bir haftadır şikeyle yatıp kalkıyorduk. Biliyordum, kendinden öndeki yedi takımın başkanlarının şike iddiası ile tutuklanmasının ardından sıra GS’ye gelecekti, tüm yıl GS’ye üzülen canım İlker’im sonunda sevinecekti, bunun hayallerini kuruyordu.
Şaka bir yana, İlker iyi bir futbol oyuncusu (Göztepe’nin altyapısı geçmişi var) ve izleyicisidir. Ben hemen hemen hiç televizyon izlemediğim için fazla umursamam, hep spor kanalları açıktır.
Transfer dönemini severim mesela, kim kime gitmiş. Öyle eskileri hatırlıyorum ki…
“Hani dişlek bir Barcelona oyuncusu vardı böyle kırıta kırıta gider gol atardı, zayıf bir şey saçları kıvırcık uzun, kimdi o? Napıyo şimdi? Hangi takımda?”
“Ya bu Televoleden tanıştığı manken kızla evlenen bir savunma oyucusu vardı. Dünya üçüncüsü olduğumuz sene milli takımdaydı. Yav nasıl bilmiyorsun hani İzmirli? Kimdi o çocuk?”
Genelde sorularım cevapsız kalsa da bazen monologların diyaloğa döndüğü de oluyor. Mesela bir liste yapmışlar, anlatıyorlar televizyonda.
Y: AA birinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: İkinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: Vay İspanya bayağı iyiymiş Avrupa’da di mi?
İ: Yeliz lig İspanya ligi, bütün takımlar İspanyol
Y: Haydaa niye izliyorsun yerel ligleri? Transfer haberi yok mu?
Güya ben koltukta gazete okuyorum, televizyondan “Forvete ihtiyacımız var” diyen GS yetkilisine kulak kabartıp heyecanlandım mesela … “Arda gitti mi İlker?” “Niye?” “Ee baksana forvet lazımmış o çocuk işe yaramıyor mu?” “Orta saha oyuncusu o” “Nasıl gol atıyor orta sahadan? Hep gol atıyor?” “Böyle kanatlardan gelip… ya of Yeliz ya piç ettin haberi, sana ne ya? Hadi canım sen oku, takılma anlatırım ben sana sonra”
Anlaşıldığı üzere futboldan zerre kadar anlamam. Daha kötüsü anlıyormuş gibi yapıp İlker’i epey gıcık ederim. Bu son bir haftadaki olaylar bence futboldan başka bir şey. Öncesinin olduğunu da düşünüyorum, hep olduğunu da düşünüyorum. Olay takımlar üstü bence. Aziz Yıldırım’ı tutuklamışlar ve belki daha birçokları peşinden gidecek. Geçtiğimiz günlerde FB’li olduğunu öğrendiğim bir yazar tabii ki adını hatırlamıyorum, televizyonda “FB lig düşürülürse bütün lig bundan zarar görür, tüm takımlar, şifreli televizyonlar maddi olarak çöker” gibi cümlelerle gözdağı veriyordu. Hani şikeyi küçük takım yapmış olsa yerin dibine geçirelim de büyük takım yapmışsa sineye çekelim alt metni ile konuşuyordu. Tüylerimin diken diken olması için futboldan anlamam gerek yok!
Son olarak tutuklama kararının da henüz hüküm giymemiş biri için gelmesi çok garip ya. Hukuk sistemimiz mi böyle anlamadım. Ergenekon şüphelileri yıllardır içeride, hüküm bile giymediler, belki bu davanın şüphelileri de aynı akıbete uğrayacak. Hani deliller karartılmasın da, maksat oymuş. Deniz Feneri şüphelisi Zahit Akman’ın delil karartmayacağına inanılmış olacak tutuklanması için üç yıl geçmesi beklendi.
Of neyse...
İlker bilse de söylemiyor, gıcıklığından , ya cidden o çocuğun adı neydi? Hani şu Televole’den mankenle evlendi de İngiltere’ye gitti, İzmirli ya, savunmada oynuyor hani? Kimdi o?
Şaka bir yana, İlker iyi bir futbol oyuncusu (Göztepe’nin altyapısı geçmişi var) ve izleyicisidir. Ben hemen hemen hiç televizyon izlemediğim için fazla umursamam, hep spor kanalları açıktır.
Transfer dönemini severim mesela, kim kime gitmiş. Öyle eskileri hatırlıyorum ki…
“Hani dişlek bir Barcelona oyuncusu vardı böyle kırıta kırıta gider gol atardı, zayıf bir şey saçları kıvırcık uzun, kimdi o? Napıyo şimdi? Hangi takımda?”
“Ya bu Televoleden tanıştığı manken kızla evlenen bir savunma oyucusu vardı. Dünya üçüncüsü olduğumuz sene milli takımdaydı. Yav nasıl bilmiyorsun hani İzmirli? Kimdi o çocuk?”
Genelde sorularım cevapsız kalsa da bazen monologların diyaloğa döndüğü de oluyor. Mesela bir liste yapmışlar, anlatıyorlar televizyonda.
Y: AA birinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: İkinci hangi ülkeden?
İ: İspanya
Y: Vay İspanya bayağı iyiymiş Avrupa’da di mi?
İ: Yeliz lig İspanya ligi, bütün takımlar İspanyol
Y: Haydaa niye izliyorsun yerel ligleri? Transfer haberi yok mu?
Güya ben koltukta gazete okuyorum, televizyondan “Forvete ihtiyacımız var” diyen GS yetkilisine kulak kabartıp heyecanlandım mesela … “Arda gitti mi İlker?” “Niye?” “Ee baksana forvet lazımmış o çocuk işe yaramıyor mu?” “Orta saha oyuncusu o” “Nasıl gol atıyor orta sahadan? Hep gol atıyor?” “Böyle kanatlardan gelip… ya of Yeliz ya piç ettin haberi, sana ne ya? Hadi canım sen oku, takılma anlatırım ben sana sonra”
Anlaşıldığı üzere futboldan zerre kadar anlamam. Daha kötüsü anlıyormuş gibi yapıp İlker’i epey gıcık ederim. Bu son bir haftadaki olaylar bence futboldan başka bir şey. Öncesinin olduğunu da düşünüyorum, hep olduğunu da düşünüyorum. Olay takımlar üstü bence. Aziz Yıldırım’ı tutuklamışlar ve belki daha birçokları peşinden gidecek. Geçtiğimiz günlerde FB’li olduğunu öğrendiğim bir yazar tabii ki adını hatırlamıyorum, televizyonda “FB lig düşürülürse bütün lig bundan zarar görür, tüm takımlar, şifreli televizyonlar maddi olarak çöker” gibi cümlelerle gözdağı veriyordu. Hani şikeyi küçük takım yapmış olsa yerin dibine geçirelim de büyük takım yapmışsa sineye çekelim alt metni ile konuşuyordu. Tüylerimin diken diken olması için futboldan anlamam gerek yok!
Son olarak tutuklama kararının da henüz hüküm giymemiş biri için gelmesi çok garip ya. Hukuk sistemimiz mi böyle anlamadım. Ergenekon şüphelileri yıllardır içeride, hüküm bile giymediler, belki bu davanın şüphelileri de aynı akıbete uğrayacak. Hani deliller karartılmasın da, maksat oymuş. Deniz Feneri şüphelisi Zahit Akman’ın delil karartmayacağına inanılmış olacak tutuklanması için üç yıl geçmesi beklendi.
Of neyse...
İlker bilse de söylemiyor, gıcıklığından , ya cidden o çocuğun adı neydi? Hani şu Televole’den mankenle evlendi de İngiltere’ye gitti, İzmirli ya, savunmada oynuyor hani? Kimdi o?
10 Temmuz 2011 Pazar
Dumur diyalog #12
Arca: KAmyonlarla oynayım
İlker: kamyon değil bunlar kamyonet. Ne taşıyalım bunların kasasında?
Arca: kamyon-et. Et taşıyalım!!
----------------------------------------
Her pazartesi sabahı istisnasız olduğu üzere,
Arca: İşe gitme!
Yeliz : Anlıyorum anne hep seninle kalsın istiyorsun, gitmesin istiyorsun, birlikte oynayalım istiyorsun.
Bu pazartesi istisna olarak, yeni bir fikir!
Arca: Beraber işe gidelim!
----------------------------------------
Arca: Poyraz (11 aylık) benim arabalarımla oynamasın, almasın arabalarımı
Yeliz: Vermek istemediğin oyuncakları ayır, hangilerini vermek istiyorsan onları çıkar o halde.
Arca: Bunları. Poyraz istesin benden.
Yeliz : Poyraz küçük daha konuşamıyor
Arca: Konuşsun istesin sorsun!
----------------------------------------
Sabahın köründe, tuvalette (mok muhabbetinin arasında);
Arca: Lokantaya gidelim
İlker: Ne zaman gidelim?
Arca: iki gün gidelim
İlker: Ne yapacaksın lokantada?
Arca: Pide yiycem, lahmacun yiycem, seninkileri de yicem, hepsini yicem!
----------------------------------------
Yeliz : Ümit teyzesi Arca okulda bi abi ile oynadı, çok eğlendi. Biraz anlatsana Arca.
Arca: Abi vardı. Oynadık.
ÜA: Büyük müydü?
Arca: Evet yemiş yemiş büyümüş.
İlker: kamyon değil bunlar kamyonet. Ne taşıyalım bunların kasasında?
Arca: kamyon-et. Et taşıyalım!!
----------------------------------------
Her pazartesi sabahı istisnasız olduğu üzere,
Arca: İşe gitme!
Yeliz : Anlıyorum anne hep seninle kalsın istiyorsun, gitmesin istiyorsun, birlikte oynayalım istiyorsun.
Bu pazartesi istisna olarak, yeni bir fikir!
Arca: Beraber işe gidelim!
----------------------------------------
Arca: Poyraz (11 aylık) benim arabalarımla oynamasın, almasın arabalarımı
Yeliz: Vermek istemediğin oyuncakları ayır, hangilerini vermek istiyorsan onları çıkar o halde.
Arca: Bunları. Poyraz istesin benden.
Yeliz : Poyraz küçük daha konuşamıyor
Arca: Konuşsun istesin sorsun!
----------------------------------------
Sabahın köründe, tuvalette (mok muhabbetinin arasında);
Arca: Lokantaya gidelim
İlker: Ne zaman gidelim?
Arca: iki gün gidelim
İlker: Ne yapacaksın lokantada?
Arca: Pide yiycem, lahmacun yiycem, seninkileri de yicem, hepsini yicem!
----------------------------------------
Yeliz : Ümit teyzesi Arca okulda bi abi ile oynadı, çok eğlendi. Biraz anlatsana Arca.
Arca: Abi vardı. Oynadık.
ÜA: Büyük müydü?
Arca: Evet yemiş yemiş büyümüş.
8 Temmuz 2011 Cuma
Zamane ana babasının işi zor azizim #3 : Mahalle baskısı
Gıdaya, kimyaya dikkat etti.
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.
Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?
I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.
Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.
Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.
Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.
Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.
"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!
Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.
Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.
Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.
Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.
Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.
Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!
Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….
Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.
Yemişim cümlesini der, kaçar!
Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2
Eh iyicene okuyup öğrendi, teçhizatlarını da donandı.
Şimdi sırtı yere gelmez diyoruz zamane ana babasının değil mi?
I-ıh! Asıl serüven şimdi başlıyor.
Acıların zorlukların en babasını yakın ve uzak çevresinden görür zamane ana babası.
Taa hamileyken başlar kabus. Sezaryenle mi doğuracaksındır, normal mi? Gebeş halini gören yoldan geçen yurdum insanının bile gündemidir bu soru. Laf etmek isteyenin her ikisine de lafı çoktur. Kimi “sezaryen varken ne diye bağıra bağıra doğuracaksın” der. Kimi normal doğum yapmazsan seni anneden saymaz. Hep uçlardadır insanlar, rahatlatmaya değil kendi kutbuna çekmeye çalışır gebeyi.
Kazasız belasız doğurdum dersin loğusa iken devam eder eziyetler.
Süt mafyası girer devreye, “sütün mü az? Mama takviyesi yap” derken gaz mafyası açığını kollar. “Ayakların çıplak gezdin sütünden gaz geçti bebeğe!” İşin anatomisini çözmüştür de tıp dünyasının haberi yoktur.
"Aman bebenin memeden ayırma" diyen meme ucu düşmanları etrafını sarmışken iki saatte bir emzireceğim diye saatine gizli saklı bakarsın. Zamanlı uyutayım düzenli olsun dersin, askeri nizamda çocuk büyütmekle itham edilirsin. Kucağında tutarsın, yok kucağa alıştırmaktasındır, aman ha!
Beben anne sütü obezi olmuşsa bile edecek lafı vardır mafyanın “hmm az mı süt sağdın?” kimisi de inanmaz “mümkün değil gizliden mama verip şişiriyor çocuğu” der.
Tam yırttım dersin, beben yaşını doldurur, evden parka, sokağa açılır, topluma karışırsın. BAM!! En beteri çıkar yoluna. Haminneler!! Her yerdeler.
Oyuncak köpeğini yerde sürüye sürüye dolaşan çocuğuna anası laf etmezken “sen onu bence pusetinde taşı!” diye akıl veren teyzeler … hiç vazgeçmezler.
Çocuk toplumun çocuğudur, o da çocuk üstünde söz söylemeye hak bulur kendinde, sahiplenir.
Zamane ana babası cabbar ise “höyt!” der, suçlu olur, terbiyesiz olur. Kibarca açıklamaya çalışsa “çok bilmiş” olur.
Neden hemen her yetişkin tanıdık tanımadık çocuklara şeker, çikolata vermek konusunda bu kadar heveslidir? Amaç çocuk onu sevsin midir? Toplumbilimciler bu konuyu araştırmış mıdır? Zamane ana babasının aklından bunlar geçerken aslında istediği çok da büyük bir şey değildir. Etrafından çocuğuna bir şey verilmeden önce kendisine sorulması bu kadar zor mudur? Ne malum kurabiye verdiğin çocuğun glütene allerjisi olmadığı!
Hele ki çocuğun başına bir şey gelmesin sağlıktan yana, hemen eş dost akraba Hipokrat yemini etmişe döner. Bizim örnekte misal, herkes akciğer mütehassısı kesildi. “Yün alet giysin”, “hmm artık hiç terletmeyeceğiz, terini hemen kurutacağız”….
Araştırmalardan, kitaplardan, mahalle baskısından illallah demiş zamane ana babası, uykunun en ballı yerinde sere serpe yatan miniğin terden ekşimiş bebek kokusunda bulur huzuru.
Yemişim cümlesini der, kaçar!
Zamane ana babası üçlemesi #1
Zamane ana babası üçlemesi #2
7 Temmuz 2011 Perşembe
Arca napar?
Domates salatalığına limon zeytinyağı sever. Suyuna illa ki ekmek banar.
Çok ama çok süt içer. Sütünü suyunu illa ki soğuk sever.
Çikolatalı pudinge bayılır ve tabii ki dondurmaya.
Domatesli bulgur pilavının yanına mutlaka ayran ister. Yoğurdu kendi çırpmak ister, ayranı kendi yapmak ister.
“ü” harfini söyleyemez. Bir – iki – uç : ) Ümit’in adı Umittir. Kızlarının adı Guzin ile Gulçin.
On’a kadar sayar.
Kamyon sever. Her türlüsüne bayılır.
Cars filminden sahneler canlandırır.
Kafadan hikayeler yazar. Bazıları çok inandırıcı olur.
Çocuk sever, fazla sever, tanımadığı çocuklara doğru koşar ve onlara Elmayra’nın hayvanlara yaptığı muameleden çeker. (sıkıca sarılıp “en çok seni sevicem seni sevicem” ) Bazı çocuklar tarafından şüpheyle yaklaşılan bu davranışlarından şiddete maruz kalsa da vazgeçmez.
Duru’ya bayılır. Durup durup “Duru gelsin” der ama gelince de yıllardır oynamadığı oyuncakları kıymete biner.
Kaydırağın tepesine çıkar. Sonra arkasındaki çocuk yığınına ve anasının “hadi oğlum kay artık” yakınmalarına takılmaksızın kaydırağın tepesinde ufka dalar, mal mal bakar kıpırdamaz. Kıpır anasının içine fenalıklar gelir durağan hallerinden, yine de kıpırdamaz. Arkadan çocuklar itekler, döner "SIRAYLA!" diye çemkirir ama yine de kıpırdamaz.
Saklambaç oynamayı sever, hep aynı yere saklanır, sen farklı yere saklanınca arıza çıkarır.
Pelüş oyuncakları çok sever, onlarla konuşur, onları konuşturur, en çok da ayıyı sever. Hikaye uydurmaktaki yaratıcılığı isim koyarken kaybolur. Köpeğin adı köpek, kedinin adı kedi, pandanın adı panda, ayının adı ayıdır.
Uyumamak için direnir. Uykudan önce mutlaka duş almak ister. Yatağı yastığı serin sever.
Bu aralar en çok “Maymun Kral” kitabını okutur, bir seferde beş defa okutabilir. Kitaplarda, masallarda kafiye sever.
Bir yerlerinde yara gördü mü o yara geçinceye kadar öper.
Bir gün içinde yüzlerce defa “seni seviyom” der. Yakaladığı an (ayakkabısını giydirmeye yardım ederken, kucağına aldığında, kitap okurken, gece uyandığında … ) kaçırmaz öper.
Çok ama çok süt içer. Sütünü suyunu illa ki soğuk sever.
Çikolatalı pudinge bayılır ve tabii ki dondurmaya.
Domatesli bulgur pilavının yanına mutlaka ayran ister. Yoğurdu kendi çırpmak ister, ayranı kendi yapmak ister.
“ü” harfini söyleyemez. Bir – iki – uç : ) Ümit’in adı Umittir. Kızlarının adı Guzin ile Gulçin.
On’a kadar sayar.
Kamyon sever. Her türlüsüne bayılır.
Cars filminden sahneler canlandırır.
Kafadan hikayeler yazar. Bazıları çok inandırıcı olur.
Çocuk sever, fazla sever, tanımadığı çocuklara doğru koşar ve onlara Elmayra’nın hayvanlara yaptığı muameleden çeker. (sıkıca sarılıp “en çok seni sevicem seni sevicem” ) Bazı çocuklar tarafından şüpheyle yaklaşılan bu davranışlarından şiddete maruz kalsa da vazgeçmez.
Duru’ya bayılır. Durup durup “Duru gelsin” der ama gelince de yıllardır oynamadığı oyuncakları kıymete biner.
Kaydırağın tepesine çıkar. Sonra arkasındaki çocuk yığınına ve anasının “hadi oğlum kay artık” yakınmalarına takılmaksızın kaydırağın tepesinde ufka dalar, mal mal bakar kıpırdamaz. Kıpır anasının içine fenalıklar gelir durağan hallerinden, yine de kıpırdamaz. Arkadan çocuklar itekler, döner "SIRAYLA!" diye çemkirir ama yine de kıpırdamaz.
Saklambaç oynamayı sever, hep aynı yere saklanır, sen farklı yere saklanınca arıza çıkarır.
Pelüş oyuncakları çok sever, onlarla konuşur, onları konuşturur, en çok da ayıyı sever. Hikaye uydurmaktaki yaratıcılığı isim koyarken kaybolur. Köpeğin adı köpek, kedinin adı kedi, pandanın adı panda, ayının adı ayıdır.
Uyumamak için direnir. Uykudan önce mutlaka duş almak ister. Yatağı yastığı serin sever.
Bu aralar en çok “Maymun Kral” kitabını okutur, bir seferde beş defa okutabilir. Kitaplarda, masallarda kafiye sever.
Bir yerlerinde yara gördü mü o yara geçinceye kadar öper.
Bir gün içinde yüzlerce defa “seni seviyom” der. Yakaladığı an (ayakkabısını giydirmeye yardım ederken, kucağına aldığında, kitap okurken, gece uyandığında … ) kaçırmaz öper.
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Boğulma hakkında - çok önemli
Bizimkilerin yazlığının olduğu mevkide deniz hemen derinleşiverir, bir bakmışsın su bilekte bir bakmışsın belde. Yüzme bilmiyorsan tehlikelidir. Aslında yüzme bilene de tehlikeli. Annem ben çok küçükken boğulma tehlikesi atlatmıştı, Ege Üniversitesinin kampının önünde olmamız ve tıp öğrencilerinin kampta olmasına çokça dua etmiştik, abiler kurtarmıştı annemi dalgaların arasından.
Bu hafta dinlediğim olaydaki grafiker kadın annem kadar şanslı değilmiş. Eşi ve kızı ile biraz açılmış. Sonra onlar kıyıya dönmüşler, kadın bir türlü dönmemiş. Pazar günü ve çok kalabalık olmasına rağmen kadına ulaşılamamış.
Bir hafta sonra bi kilometre kadar uzakta ulaşmışlar kadının boğulmuş bedenine. Epey konuştuk, nasıl kimse fark etmemiş? Yüzme bilen kadın, belki rahatsızlandı filan dedik ama bir türlü aklımız ermedi.
Bugün Nurturia'da gündeme geldi.
Burada, Nurturia'nın bugulogunda çok faydalı bir yazı var.
Hafta sonu bir türlü akıl erdiremediğimiz sorularımıza cevap oldu.
Bu hafta dinlediğim olaydaki grafiker kadın annem kadar şanslı değilmiş. Eşi ve kızı ile biraz açılmış. Sonra onlar kıyıya dönmüşler, kadın bir türlü dönmemiş. Pazar günü ve çok kalabalık olmasına rağmen kadına ulaşılamamış.
Bir hafta sonra bi kilometre kadar uzakta ulaşmışlar kadının boğulmuş bedenine. Epey konuştuk, nasıl kimse fark etmemiş? Yüzme bilen kadın, belki rahatsızlandı filan dedik ama bir türlü aklımız ermedi.
Bugün Nurturia'da gündeme geldi.
Burada, Nurturia'nın bugulogunda çok faydalı bir yazı var.
Hafta sonu bir türlü akıl erdiremediğimiz sorularımıza cevap oldu.
Zamane ana babalarının işi zor azizim #2 : Eğitim mevzusu
Zamane ana babası olmak kolay değil demiştim. Sadece gıdası, kimyası değil… düşünmemiz gereken çok şey var.
Eğitim şart!
Çok okur zamane ana babası… “Ana babalığın okulu vardı da biz mi gitmedik! “ der, kitaplara verir zihnini. Eğitilmelidir ki kendi de eğitebilsin, anasına babasına benzemesin, onun yaptığı pedagojik hataları yapmasın.
En nefret ettiği laf “biz sizi böyle büyüttük! Fena mı oldu!”dur.
İş okumakla bitse iyi.
Çok iyi muhakeme yapabilmelidir zamane ana babası. Okuduğu onlarca kitabın arasından hangisinin doğru olduğunu, hangisinin kendisinin doğrusu olduğunu anlayabilmelidir. İşte işin bu kısmının zorluğu, hedef satış adetlerini arttırma stratejilerini bile sollar.
Tracy’nin dediği gibi EASY mi uygulamalı, Harvey Karp sar sarmala bedeninden ayırma der, ona mı yanaşmalı?
Ferber’i yerin dibine mi sokmalı, “family bed” fikrine mi hafiften alışmalı? Burası yatır kaldır dedi, kendini helak etti misal!
Çocuğu yatır kaldır yaptığım yetmedi bir süre bizzat kendim “Bezsiz bebek” kitabı ile yatıp kalktım. Öte tarafta çok güvendiğimiz doktorumuz ile İlker iki yaşını geçsin demekteydiler. Aklıma çok yatmış olacak ki, azmetmişim, biraz da şansın yardımı ile kaka işini halletmiştik ama çişe devam etmeye ne muhalefetin desteği vardı ne de benim enerjim.
Öyle bir gömüldüğüm kitapların içinden çıkamadığımda,
Arca krizden yerde tepinirken ne yapacağımı bilmez şokta,
gözlerim boşlukta kalakaldığımı biliyorum, bir Pazar sabahıydı.
Arca’nın krizini geçmiştim ben kendimi sorguluyordum o kısa zaman diliminde. Bu kadar okumaya ambale olmuş kafamı rafa kaldırıp eski dostum edebiyata yelken açmıştım, o da beni şefkatli kollarında sarıp sarmalamıştı.
Lakin o “eğitim şart” zehri bir defa zamane ana babasının damarına enjekte edilmiştir.
“Artık okumayacağım” dese de, "bunlar benim kafamı karıştırıyor" dese de, elinde güzide bir edebi eser varken bile yan gözle komodinin üzerindeki çocuk eğitim kitaplarını keser. Baş ucu kitabı olmuş onlar, kendine hakim olamaz, hmm şu yöntem neydi diye başladı mı “aman sabahlar olmasın!”
İçine düştüğü "eğitim" çukuru öyle derindir ki, zamane ana babasını, kendi ana babası bile çıkaramaz.
Eğitim şart!
Çok okur zamane ana babası… “Ana babalığın okulu vardı da biz mi gitmedik! “ der, kitaplara verir zihnini. Eğitilmelidir ki kendi de eğitebilsin, anasına babasına benzemesin, onun yaptığı pedagojik hataları yapmasın.
En nefret ettiği laf “biz sizi böyle büyüttük! Fena mı oldu!”dur.
İş okumakla bitse iyi.
Çok iyi muhakeme yapabilmelidir zamane ana babası. Okuduğu onlarca kitabın arasından hangisinin doğru olduğunu, hangisinin kendisinin doğrusu olduğunu anlayabilmelidir. İşte işin bu kısmının zorluğu, hedef satış adetlerini arttırma stratejilerini bile sollar.
Tracy’nin dediği gibi EASY mi uygulamalı, Harvey Karp sar sarmala bedeninden ayırma der, ona mı yanaşmalı?
Ferber’i yerin dibine mi sokmalı, “family bed” fikrine mi hafiften alışmalı? Burası yatır kaldır dedi, kendini helak etti misal!
Çocuğu yatır kaldır yaptığım yetmedi bir süre bizzat kendim “Bezsiz bebek” kitabı ile yatıp kalktım. Öte tarafta çok güvendiğimiz doktorumuz ile İlker iki yaşını geçsin demekteydiler. Aklıma çok yatmış olacak ki, azmetmişim, biraz da şansın yardımı ile kaka işini halletmiştik ama çişe devam etmeye ne muhalefetin desteği vardı ne de benim enerjim.
Öyle bir gömüldüğüm kitapların içinden çıkamadığımda,
Arca krizden yerde tepinirken ne yapacağımı bilmez şokta,
gözlerim boşlukta kalakaldığımı biliyorum, bir Pazar sabahıydı.
Arca’nın krizini geçmiştim ben kendimi sorguluyordum o kısa zaman diliminde. Bu kadar okumaya ambale olmuş kafamı rafa kaldırıp eski dostum edebiyata yelken açmıştım, o da beni şefkatli kollarında sarıp sarmalamıştı.
Lakin o “eğitim şart” zehri bir defa zamane ana babasının damarına enjekte edilmiştir.
“Artık okumayacağım” dese de, "bunlar benim kafamı karıştırıyor" dese de, elinde güzide bir edebi eser varken bile yan gözle komodinin üzerindeki çocuk eğitim kitaplarını keser. Baş ucu kitabı olmuş onlar, kendine hakim olamaz, hmm şu yöntem neydi diye başladı mı “aman sabahlar olmasın!”
İçine düştüğü "eğitim" çukuru öyle derindir ki, zamane ana babasını, kendi ana babası bile çıkaramaz.
5 Temmuz 2011 Salı
İmza: despot ana
Arca’nın halası İlknur ve Arca’nın Emmesinin bebekleri olacak yakında! Bir heyecan bir neşe, mutluyuz vesselam.
Bir akşam sohbet ederken, Arca ile ilgili şimdiye kadar yaptığım en doğru ve en yanlış şeyi sordular bana. (Anket sorusu gibi değil mi?)
Yanlış yaptığım çok şey var. Biliyorum. Liste yapsam uzar gider.
Doğru yaptığım tek şey var, bir çırpıda söyleyebilirim.
KARARLI OLMAK!
Benim gibi yükselenini sürekli denge arayan bir Terazi’den almış kararsız mizaçta birisi için ironik ama gerçek!
Bu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, Arca’ya şapka giydirmenin hemen akabinde çekilmiş.
Arca mutlu mesut topu ile oynamakta, anne, elleri belinde şapkanın kafadan kesinlikle çıkmadığından emin olmak için gözünü bile kırpmamaktadır. Az önce şapka takmak istemeyen Arca’ya “şapka giyilecek, yoksa topu alırım!” şeklinde bir ön bildirim (tehdit:P) savrulmuş, hemen yerini bulmuştur. Arca bilmektedir ki bu anne denen kadın kararlıdır, alırım dediyse alır.
Sonuç : şapka düşmesin diye bir eliyle şapkasını tutan Arca diğer eliyle yarım yamalak topa hakim olmaya çalışır. Bir göz yan yan annede.
Bu şapka konusunda kararlılığın biraz bokunu çıkarmış olacağım, yukarıda yaşanan hadiseden çok sonraları çekilmiş karelerde el hep şapkada : )
“Aman ha manyak bu kadın, bi uçarsa şapka vallahi eve götürür beni, aman diyim”
Yemek yemiyor mu? İkinci defa sormak yok, işitme kaybı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sofradan naş! (tabii bu kilo kaybı olarak bize geri döndü ama yiğitliğe pok sürdürmüyoruz şimdilik)
Alarm!
Uyumak istemiyor mu? 5 dakikadan henüz anlamıyor mu? Hop alarmı kurdun mu bitti!
“Zil çalar oyun biter!”
Giyinmiyor mu? “Zil çalar giyinilir!”
Suyla mı oynayacak? “Zil çalar su kapanır!”
Bizim evde kısa aralıklarla alarm çalar. Anlarsın ki bir şeyler bitmiş!
İster tehdit, ister alarm, ister sofradan şut… Yöntem ne olursa olsun, Arca bir tek şeyi çok iyi bilir. Yaparım dersem yaparım, yanlış da olsa kararım, dönmem.
İmza: despot ana
Bir akşam sohbet ederken, Arca ile ilgili şimdiye kadar yaptığım en doğru ve en yanlış şeyi sordular bana. (Anket sorusu gibi değil mi?)
Yanlış yaptığım çok şey var. Biliyorum. Liste yapsam uzar gider.
Doğru yaptığım tek şey var, bir çırpıda söyleyebilirim.
KARARLI OLMAK!
Benim gibi yükselenini sürekli denge arayan bir Terazi’den almış kararsız mizaçta birisi için ironik ama gerçek!
Bu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, Arca’ya şapka giydirmenin hemen akabinde çekilmiş.
Arca mutlu mesut topu ile oynamakta, anne, elleri belinde şapkanın kafadan kesinlikle çıkmadığından emin olmak için gözünü bile kırpmamaktadır. Az önce şapka takmak istemeyen Arca’ya “şapka giyilecek, yoksa topu alırım!” şeklinde bir ön bildirim (tehdit:P) savrulmuş, hemen yerini bulmuştur. Arca bilmektedir ki bu anne denen kadın kararlıdır, alırım dediyse alır.
Sonuç : şapka düşmesin diye bir eliyle şapkasını tutan Arca diğer eliyle yarım yamalak topa hakim olmaya çalışır. Bir göz yan yan annede.
Bu şapka konusunda kararlılığın biraz bokunu çıkarmış olacağım, yukarıda yaşanan hadiseden çok sonraları çekilmiş karelerde el hep şapkada : )
“Aman ha manyak bu kadın, bi uçarsa şapka vallahi eve götürür beni, aman diyim”
Yemek yemiyor mu? İkinci defa sormak yok, işitme kaybı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sofradan naş! (tabii bu kilo kaybı olarak bize geri döndü ama yiğitliğe pok sürdürmüyoruz şimdilik)
Alarm!
Uyumak istemiyor mu? 5 dakikadan henüz anlamıyor mu? Hop alarmı kurdun mu bitti!
“Zil çalar oyun biter!”
Giyinmiyor mu? “Zil çalar giyinilir!”
Suyla mı oynayacak? “Zil çalar su kapanır!”
Bizim evde kısa aralıklarla alarm çalar. Anlarsın ki bir şeyler bitmiş!
İster tehdit, ister alarm, ister sofradan şut… Yöntem ne olursa olsun, Arca bir tek şeyi çok iyi bilir. Yaparım dersem yaparım, yanlış da olsa kararım, dönmem.
İmza: despot ana
4 Temmuz 2011 Pazartesi
Hadi kalk gidelim
"Hemen şu anda
Kapa telefonunu
Bulamasın arayan da"
........
Yok hadi kalk gidelim olmadı. Öyle zamanlarımız çoktur da bu defa totomuzu kaldırmak epey zamanımızı aldı. Karar verebildiğimizde bütün gün malak gibi yattığımız koltuktan birbirimize bakıp "ulen bugünden gidebilirmişiz yazlığa orda malak gibi yatardık" diye güldük.
Sokak köpeklerinden başka canlı kalmadı mı sokaklarda, anla ki İzmir'de bir yaz cumartesisi yaşıyorsun. Köpekler de zaten sıcaktan park etmiş arabaların altında gölgeye çekilir, hatta İzmir'in kanı perşembe akşamından başlar çekilmeye de biz insaflı kesimden bahsediyoruz. Nitekim bizim kasaptaki son etleri biz aldık, arkamızdan dükkan kapandı, o da Çeşmeye vınladı.
Akşam uğraşamadık, balıktan vazgeçip balkonda biraya çevirdik keyfi. Üstüne dondurma üstüne kiraz hatta unutulan kağıt helvalar kemirildi sohbetin peşi sıra... Pisboğaz olduğumuzu söylememe bilmem lüzum var mı?
"Açarız radyoyu
Kafa nereye biz orayaaaa"
.......
Yok Arca kendine özel Sıla CD'sini sever, Emre Aydın'dan "son defa"yı sever. Radyo çok riskli çookkk. Bi de kafa nereye derken? Yok biz direkt yazlıktayız.
"İyi gelmez mi hiç deniz havası
Bir oda bulur sokarız başımızı
Bi de koyarız iki kadeh
Kafa nereye biz oraya"
.......
İyi geldi deniz havası, uykudan gözler kayana kadar denizin içindeydi cüce. Geçen yıl çekindiği deniz bu yıl kankası oldu. Kızgın kumlardan serin sulara bıraktı minik bedenini. Şeftaliden sonra ellerini denizde yıkaması için epey gaz vermiş olacağız baktık beline kadar suya girmiş. "NAPIYOZ BİZ?" surat ifadesine dehşet karıştı ve bastı yaygarayı. Bizim oranın denizi bir anda derinleşir de Arca yeni keşfetti.
Koşar adım gittiği sahilden sürünerek döndü eve. Öğle yemeğini tıkınıp serin ve uzun öğle uykusuna teslim oldu. Ben de yarım tepsi midye ile birayı götürdüm söylemesi ayıp. (Bir daha bu satırlardan "yok kilo aldım yok cırcır oldum" diye yazanı eşekler depsin!)
Çenesi, eli kolu hiç durmuyor. Konuşmasa şarkı söylüyor. Senelerdir eşsiz billur sesim ile kafasını miktiğim İlkerin usul usul intikamını alıyor. Susması için bol bol yemek tıktım ağzına. Bu aralar ketçap özentisi oldu. Eser miktarda ketçap sürülen gıdayı hamuduyla götürüyor. Nitekim dün akşam "doydim" demesinin üzerine iki şiş tavuk daha yiyebildi. Haliyle hazımsızlıktan gece sık sık kabuslar gördü, üç bardak su üzerine süt içti, kesmedi. İlkeri uyandırıp soda versek mi diyecektim, ya da Talcid. Bir ara horluyordu, et kokan terler döküyordu.
Bazen onun iki yaşında olduğunu unutuyoruz ve sadece yemek yerken susması gerçeği bizi çok pis yedirmeye teşvik ediyor.
Adet olduğu üzere bir hafta sonu yazısını burada noktalarken yazlıktan karelerle baş başa bırakıyorum gözleri...
"ananeyle biberleri çapaladı, t-shirt'ünün eteğinde biberleri taşıdı, defalarca bahçe ile teras arasında gidip geldi."
"çapalarken biber fideleriyle konuşuyor"
"yemek masasında arabalarıyla oynarken konuşuyor. (arabalar babamın gençliğinden kalma)"
"Babamın mutlaka çek dediği meşhur ortancaları"
"ve bütün bir kış boyunca uğraşıp tek başına inşaa ettiği barbeküsü. Patenti kendisine aitmiş. Vaktiyle uzay mangalı diye adlandırdığı ex-icraatı artık bir nostalji, şimdi devir barbekü devri"
Kapa telefonunu
Bulamasın arayan da"
........
Yok hadi kalk gidelim olmadı. Öyle zamanlarımız çoktur da bu defa totomuzu kaldırmak epey zamanımızı aldı. Karar verebildiğimizde bütün gün malak gibi yattığımız koltuktan birbirimize bakıp "ulen bugünden gidebilirmişiz yazlığa orda malak gibi yatardık" diye güldük.
Sokak köpeklerinden başka canlı kalmadı mı sokaklarda, anla ki İzmir'de bir yaz cumartesisi yaşıyorsun. Köpekler de zaten sıcaktan park etmiş arabaların altında gölgeye çekilir, hatta İzmir'in kanı perşembe akşamından başlar çekilmeye de biz insaflı kesimden bahsediyoruz. Nitekim bizim kasaptaki son etleri biz aldık, arkamızdan dükkan kapandı, o da Çeşmeye vınladı.
Akşam uğraşamadık, balıktan vazgeçip balkonda biraya çevirdik keyfi. Üstüne dondurma üstüne kiraz hatta unutulan kağıt helvalar kemirildi sohbetin peşi sıra... Pisboğaz olduğumuzu söylememe bilmem lüzum var mı?
"Açarız radyoyu
Kafa nereye biz orayaaaa"
.......
Yok Arca kendine özel Sıla CD'sini sever, Emre Aydın'dan "son defa"yı sever. Radyo çok riskli çookkk. Bi de kafa nereye derken? Yok biz direkt yazlıktayız.
"İyi gelmez mi hiç deniz havası
Bir oda bulur sokarız başımızı
Bi de koyarız iki kadeh
Kafa nereye biz oraya"
.......
İyi geldi deniz havası, uykudan gözler kayana kadar denizin içindeydi cüce. Geçen yıl çekindiği deniz bu yıl kankası oldu. Kızgın kumlardan serin sulara bıraktı minik bedenini. Şeftaliden sonra ellerini denizde yıkaması için epey gaz vermiş olacağız baktık beline kadar suya girmiş. "NAPIYOZ BİZ?" surat ifadesine dehşet karıştı ve bastı yaygarayı. Bizim oranın denizi bir anda derinleşir de Arca yeni keşfetti.
Koşar adım gittiği sahilden sürünerek döndü eve. Öğle yemeğini tıkınıp serin ve uzun öğle uykusuna teslim oldu. Ben de yarım tepsi midye ile birayı götürdüm söylemesi ayıp. (Bir daha bu satırlardan "yok kilo aldım yok cırcır oldum" diye yazanı eşekler depsin!)
Çenesi, eli kolu hiç durmuyor. Konuşmasa şarkı söylüyor. Senelerdir eşsiz billur sesim ile kafasını miktiğim İlkerin usul usul intikamını alıyor. Susması için bol bol yemek tıktım ağzına. Bu aralar ketçap özentisi oldu. Eser miktarda ketçap sürülen gıdayı hamuduyla götürüyor. Nitekim dün akşam "doydim" demesinin üzerine iki şiş tavuk daha yiyebildi. Haliyle hazımsızlıktan gece sık sık kabuslar gördü, üç bardak su üzerine süt içti, kesmedi. İlkeri uyandırıp soda versek mi diyecektim, ya da Talcid. Bir ara horluyordu, et kokan terler döküyordu.
Bazen onun iki yaşında olduğunu unutuyoruz ve sadece yemek yerken susması gerçeği bizi çok pis yedirmeye teşvik ediyor.
Adet olduğu üzere bir hafta sonu yazısını burada noktalarken yazlıktan karelerle baş başa bırakıyorum gözleri...
"ananeyle biberleri çapaladı, t-shirt'ünün eteğinde biberleri taşıdı, defalarca bahçe ile teras arasında gidip geldi."
"çapalarken biber fideleriyle konuşuyor"
"yemek masasında arabalarıyla oynarken konuşuyor. (arabalar babamın gençliğinden kalma)"
"Babamın mutlaka çek dediği meşhur ortancaları"
"ve bütün bir kış boyunca uğraşıp tek başına inşaa ettiği barbeküsü. Patenti kendisine aitmiş. Vaktiyle uzay mangalı diye adlandırdığı ex-icraatı artık bir nostalji, şimdi devir barbekü devri"
2 Temmuz 2011 Cumartesi
Zamane ana babalarının işi zor azizim #1 : Araştırma mevzusu
Toplumumuzda televizyonda/internette söylenenin çok ciddiye alınması gibi bir durum var. Böyle bir kültür oluşmuş.
Geçen Arca’nın doktoru anlattı, yıllar önce yerel bir kanalda sağlık programı yapıyormuş. Kendi teyzesi o dönem torununu bizim doktora getirmekteymiş. Neyse, tıbbi hadiseyi tam hatırlamıyorum, bizim doktor muayene sırasında bir tıbbi öğütte bulunmuş. Bizim teyze bunu sallamamış. Sonra benzer bir öğüdü televizyondan vermiş doktor. Bir sonraki muayenede teyze bu öğütten bahsetmiş, bizim doktor da “teyzecim sana burada söyledim, takmadın, televizyonda da aynı şeyi söyledim…” diyecek olmuş, teyze lafı yapıştırmış “sen televizyondaki doktordan daha mı iyi bileceksin” diye. Doktor aynı doktor, üstelik kendi yeğeni!
Fıkra gibi ama yurdum insanı böyle işte.
Doktorun geyikleri hiç bitmez. İnternette araştırıp, not alıp, soruyu sorup, doktorun tıbbi bilgisini ölçmeye çalışan ana babalardan bahsettiğinde kopmuştum.
Neyse gülüyoruz ama zamane ana babası olmak çok zor.
Sürekli okumak, bilgi alışverişinde bulunmak, araştırmak iyi güzel de bazen “yeter ulen” diyesim geliyor.
Çokça aklıma takılan şey, “cehalet mutluluk mu getirir acaba?”
Mutluluğu bilmem ama gerginliğimiz ortadan kalkardı eminim.
En çok da “doğal, organik” muhabbetinden geriliyorum.
Örneğin organik pamuk diye dünya para bayıldığımız o yeni doğan penyelerinin deterjanla temasının akabinde ne doğallığı kalıyor ne organikliği. Tamamen pazarlama stratejisi.
Ya kreşlerde “organik” yediriyoruz iddiasını ortaya koyan yetkililerin bildiğimiz pazardan alması sebzeyi meyveyi?
Organik ile ekolojik arasındaki farkı bilmeden, sertifikasının kaç yıl önceden geldiği belli olmayan organikçi satıcılardan alışverişi iki defa düşünmek gerekir derim. O iş öyle kolay değil çünkü.
"Bizimkilerin ballandıra ballandıra anlattıkları bahçelerinde yetişen organik salatalıkları, sadece torunlar yiyebiliyor, biz market salatalığı yiyoruz:) ama bunun bile ne kadar organik olduğu tartışılır, aman ha bizimkilerle kesinlikle tartışılamaz:)"
Yiyeceklerden yana bildiğimiz tanıdığımız yerlerden alışveriş yapıyoruz da, doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu öğrenmek çok rahatsız ediyor.
Misal kuzu eti çok kokar, belki Arca yemez diye genellikle etli yemekleri dana etinden tercih ediyordum. Öğrendim ki en çok hormon giren dana etiymiş. Kuzu hormona gelmezmiş. Hadii buyurun buradan yakın!
Çilekteki hormon o kadar fazla imiş ki bazı kız çocukları bu hormon yüklemesinden erken ergenlik ile karşı karşıya kalıyormuş. (Arca’nın fazla çilek sevmemesine sevinemiyorum bile, çilek seven ne çok çocuk var)
Hadi yiyeceklerden geçtim. O işin artık ne ucu bucağı kaldı ne de benim takip etmek için enerjim.
Olaya son noktayı güneş koruyucular koydu. Dünya para bayılıp 50 faktör aldığımız, üstelik de doktorun tavsiye ettiği güneş koruyucusunun parabensiz ve maksimum 28 faktör olanının makbul olduğunu, ayrıca kimyasal değil fiziksel mineralli denilen cinsinin doğrusu olduğunu okuduğumda gözlerim dehşetle açıldı.
Peki biz bebemizi iki senedir öldürücü ürünlerle mi koruduğumuzu sanıyorduk?
Hani "zararın neresinden dönersek kardır" mı desek, "bak iki senedir çocuğun vücuduna kimya nüfuz ettiriyormuşuz" diye dövünsek vicdan mı yapsak bilemedim.
Şimdi fellik fellik Trukid arıyoruz.
Çok okumanın çok bilmenin huzur getirmediği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bugünün araştırması yarının yalanı oluyor.
Samimiyetle söylüyorum, insanın “yemişim araştırmasını” diyesi geliyor şerefsizim.
Geçen Arca’nın doktoru anlattı, yıllar önce yerel bir kanalda sağlık programı yapıyormuş. Kendi teyzesi o dönem torununu bizim doktora getirmekteymiş. Neyse, tıbbi hadiseyi tam hatırlamıyorum, bizim doktor muayene sırasında bir tıbbi öğütte bulunmuş. Bizim teyze bunu sallamamış. Sonra benzer bir öğüdü televizyondan vermiş doktor. Bir sonraki muayenede teyze bu öğütten bahsetmiş, bizim doktor da “teyzecim sana burada söyledim, takmadın, televizyonda da aynı şeyi söyledim…” diyecek olmuş, teyze lafı yapıştırmış “sen televizyondaki doktordan daha mı iyi bileceksin” diye. Doktor aynı doktor, üstelik kendi yeğeni!
Fıkra gibi ama yurdum insanı böyle işte.
Doktorun geyikleri hiç bitmez. İnternette araştırıp, not alıp, soruyu sorup, doktorun tıbbi bilgisini ölçmeye çalışan ana babalardan bahsettiğinde kopmuştum.
Neyse gülüyoruz ama zamane ana babası olmak çok zor.
Sürekli okumak, bilgi alışverişinde bulunmak, araştırmak iyi güzel de bazen “yeter ulen” diyesim geliyor.
Çokça aklıma takılan şey, “cehalet mutluluk mu getirir acaba?”
Mutluluğu bilmem ama gerginliğimiz ortadan kalkardı eminim.
En çok da “doğal, organik” muhabbetinden geriliyorum.
Örneğin organik pamuk diye dünya para bayıldığımız o yeni doğan penyelerinin deterjanla temasının akabinde ne doğallığı kalıyor ne organikliği. Tamamen pazarlama stratejisi.
Ya kreşlerde “organik” yediriyoruz iddiasını ortaya koyan yetkililerin bildiğimiz pazardan alması sebzeyi meyveyi?
Organik ile ekolojik arasındaki farkı bilmeden, sertifikasının kaç yıl önceden geldiği belli olmayan organikçi satıcılardan alışverişi iki defa düşünmek gerekir derim. O iş öyle kolay değil çünkü.
"Bizimkilerin ballandıra ballandıra anlattıkları bahçelerinde yetişen organik salatalıkları, sadece torunlar yiyebiliyor, biz market salatalığı yiyoruz:) ama bunun bile ne kadar organik olduğu tartışılır, aman ha bizimkilerle kesinlikle tartışılamaz:)"
Yiyeceklerden yana bildiğimiz tanıdığımız yerlerden alışveriş yapıyoruz da, doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu öğrenmek çok rahatsız ediyor.
Misal kuzu eti çok kokar, belki Arca yemez diye genellikle etli yemekleri dana etinden tercih ediyordum. Öğrendim ki en çok hormon giren dana etiymiş. Kuzu hormona gelmezmiş. Hadii buyurun buradan yakın!
Çilekteki hormon o kadar fazla imiş ki bazı kız çocukları bu hormon yüklemesinden erken ergenlik ile karşı karşıya kalıyormuş. (Arca’nın fazla çilek sevmemesine sevinemiyorum bile, çilek seven ne çok çocuk var)
Hadi yiyeceklerden geçtim. O işin artık ne ucu bucağı kaldı ne de benim takip etmek için enerjim.
Olaya son noktayı güneş koruyucular koydu. Dünya para bayılıp 50 faktör aldığımız, üstelik de doktorun tavsiye ettiği güneş koruyucusunun parabensiz ve maksimum 28 faktör olanının makbul olduğunu, ayrıca kimyasal değil fiziksel mineralli denilen cinsinin doğrusu olduğunu okuduğumda gözlerim dehşetle açıldı.
Peki biz bebemizi iki senedir öldürücü ürünlerle mi koruduğumuzu sanıyorduk?
Hani "zararın neresinden dönersek kardır" mı desek, "bak iki senedir çocuğun vücuduna kimya nüfuz ettiriyormuşuz" diye dövünsek vicdan mı yapsak bilemedim.
Şimdi fellik fellik Trukid arıyoruz.
Çok okumanın çok bilmenin huzur getirmediği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bugünün araştırması yarının yalanı oluyor.
Samimiyetle söylüyorum, insanın “yemişim araştırmasını” diyesi geliyor şerefsizim.
1 Temmuz 2011 Cuma
Cuma cuma cuma cuma cuma
Yoğurtlu yağsız makarna kesmedi, yağsız tost ile ayran söyledim. Cırcır ertesi verdiğim bir kiloyu koşar adım almak niyetindeyim.
Cuma miskinliği vardı üzerimde ama Zara’da ucuzluk başlamış tüyosunu alınca bir canlılık geldi nedense. Öğleni Forum’da o dükkan senin bu dükkan benim gezmekle geçirdim. Her birinde güzide indirimler.
Zara bana uymaz olmuş. Karşıdan bir parçayı kesiyorum, bir değer biçiyorum. Diyelim 25 TL, üstündeyse kesinlikle almıyorum. Cevabım hazır : “ederi 25 TL kardeşim bir kuruş vermem!” Bir de öyle aman aman indirim yok. Beğendiremedi kendini bana. Hoş çok da umrunda olduğunu sanmıyorum ya: ) Ofiste giyecek pek üst kalmamış, dolaptakileri çokça eleyip sağa sola verdim giyecek bir şey kalmadı.
Zara’dan umduğumu bulamayınca tasarımlarının hastası olduğum Massimo Dutti’ye girdim. Ama beni pek “dutmadi” zira nasıl indirim anlamadım. Benzer parçaları yarı fiyatına başka yerden bulursun. Nitekim sezon içindeki hissiyatımı korumuş oldum.
Allahım nasıl iç karartıcı bi kadınım ya…
Neyse Tchibo’dan kahve almak iki tur atmak her zaman zihne ve bedene iyi gelir. Karşısı Mango. Niyetim o askılı penyelerden almak. Siyah ve beyaz, her zaman kullanılır. İşe giyilecek iki üst ve bir etek ile kasanın önündeydim. İndirim dedin mi 70% olacak kardeşim!
Hafta sonu plan yapmalıyım, aksiyon hoş beş dost sohbeti sıkıştırmalıyım. Ne bileyim birilerini yemeğe çağırıp balkonda balık sofrası kurmalıyım, illa ki karides güveç yanına, bandıra bandıra. Uzun sohbetler eşliğinde alkol almalıyım. Bu hastalık psikolojisinden acilen kurtulmalıyım.
Derken akşama hemen plan yaptık. Zeynepler organize edildi, sahilde yemek ve yürüyüş için karara varıldı. Yarın akşam da İlknurlar mı gelse? Pazar kuzenleri mi görsek yoksa yazlığa mı gitsek?
Daha bu sabah İlkerle yatakta gözlerimizi açamazken “evde tatil yapalım cüceyi sepetleyip sabah uyanalım ve tekrar uyuyalım. Hatta kalkıp bir şeyler tıkınıp sonra tekrar yatalım. Hatta yemeği dışarıdan söyleyelim. Yok yok yatağa gitmeye kasmayalım anlamsızca televizyon izlerken koltukta uyuyakalalım” hayalleri kuruyorduk.
Yok kuyuya inilecek ise benim ipimi tercih etmeyiniz, ben adamı çok pis satarım.
Cuma miskinliği vardı üzerimde ama Zara’da ucuzluk başlamış tüyosunu alınca bir canlılık geldi nedense. Öğleni Forum’da o dükkan senin bu dükkan benim gezmekle geçirdim. Her birinde güzide indirimler.
Zara bana uymaz olmuş. Karşıdan bir parçayı kesiyorum, bir değer biçiyorum. Diyelim 25 TL, üstündeyse kesinlikle almıyorum. Cevabım hazır : “ederi 25 TL kardeşim bir kuruş vermem!” Bir de öyle aman aman indirim yok. Beğendiremedi kendini bana. Hoş çok da umrunda olduğunu sanmıyorum ya: ) Ofiste giyecek pek üst kalmamış, dolaptakileri çokça eleyip sağa sola verdim giyecek bir şey kalmadı.
Zara’dan umduğumu bulamayınca tasarımlarının hastası olduğum Massimo Dutti’ye girdim. Ama beni pek “dutmadi” zira nasıl indirim anlamadım. Benzer parçaları yarı fiyatına başka yerden bulursun. Nitekim sezon içindeki hissiyatımı korumuş oldum.
Allahım nasıl iç karartıcı bi kadınım ya…
Neyse Tchibo’dan kahve almak iki tur atmak her zaman zihne ve bedene iyi gelir. Karşısı Mango. Niyetim o askılı penyelerden almak. Siyah ve beyaz, her zaman kullanılır. İşe giyilecek iki üst ve bir etek ile kasanın önündeydim. İndirim dedin mi 70% olacak kardeşim!
Hafta sonu plan yapmalıyım, aksiyon hoş beş dost sohbeti sıkıştırmalıyım. Ne bileyim birilerini yemeğe çağırıp balkonda balık sofrası kurmalıyım, illa ki karides güveç yanına, bandıra bandıra. Uzun sohbetler eşliğinde alkol almalıyım. Bu hastalık psikolojisinden acilen kurtulmalıyım.
Derken akşama hemen plan yaptık. Zeynepler organize edildi, sahilde yemek ve yürüyüş için karara varıldı. Yarın akşam da İlknurlar mı gelse? Pazar kuzenleri mi görsek yoksa yazlığa mı gitsek?
Daha bu sabah İlkerle yatakta gözlerimizi açamazken “evde tatil yapalım cüceyi sepetleyip sabah uyanalım ve tekrar uyuyalım. Hatta kalkıp bir şeyler tıkınıp sonra tekrar yatalım. Hatta yemeği dışarıdan söyleyelim. Yok yok yatağa gitmeye kasmayalım anlamsızca televizyon izlerken koltukta uyuyakalalım” hayalleri kuruyorduk.
Yok kuyuya inilecek ise benim ipimi tercih etmeyiniz, ben adamı çok pis satarım.
Geveze köylü nineden bir öykü okuyorum
Lale abla en sevdiği kitapları sıralamış. Tabii notlar düşüldü, son kitap siparişine eklendi. Sebep yazarın ilk kitabı oluşuydu biraz da. Çünkü ben yazarların ilk kitaplarını severim, kaygısız amatör ruhlarını katarlar esere.
Neyse aslında Floransa Büyücüsünü okumaya başlamıştım. Acayip de ilginç bir kitap. Ama daha hani o flört dönemindeyiz, ısınma turları yapıyoruz. Henüz ön sevişmeye bile geçmemişiz.
Derken bu kitap geldi. Şöyle bir karıştırayım dedim. Acayip sardı. Kendisini son zamanların en hızlı saran kitabı ilan ediverdim ilk elli sayfada.
Cırcır olduğum gece klozette eşlik etti bana, sonra metroya bineceğim elim boş kalmasın diye çantaya attım, hastanede sıra beklerken elimde telefon yerine bu kitap vardı.
Köylü geveze bir nine anlatıyor öyküyü sanırsın. Hiç susmuyor, sürekli anlatıyor. Bir konu bitiyor hop öbürüne atlıyor. “es” yok, nefes yok. Bi dur çişim geldi dedirten cinsi. Haha çişin olsa ne yazar alır götürürsün tuvalete yanında. Bazı kelimeleri bilmiyorum. O yörenin dilinden kanımca. Ya da ben 500 kelime ile hayat geçirir oldum. Çok içten, çok bizden, çok yurdum kokan bir kitap.
Kitaptan yana pek mesudum bu aralar.
Kitabın adını unuttuk iyi mi? “Sevgili Arsız Ölüm” Yazarı Latife Tekin
Neyse aslında Floransa Büyücüsünü okumaya başlamıştım. Acayip de ilginç bir kitap. Ama daha hani o flört dönemindeyiz, ısınma turları yapıyoruz. Henüz ön sevişmeye bile geçmemişiz.
Derken bu kitap geldi. Şöyle bir karıştırayım dedim. Acayip sardı. Kendisini son zamanların en hızlı saran kitabı ilan ediverdim ilk elli sayfada.
Cırcır olduğum gece klozette eşlik etti bana, sonra metroya bineceğim elim boş kalmasın diye çantaya attım, hastanede sıra beklerken elimde telefon yerine bu kitap vardı.
Köylü geveze bir nine anlatıyor öyküyü sanırsın. Hiç susmuyor, sürekli anlatıyor. Bir konu bitiyor hop öbürüne atlıyor. “es” yok, nefes yok. Bi dur çişim geldi dedirten cinsi. Haha çişin olsa ne yazar alır götürürsün tuvalete yanında. Bazı kelimeleri bilmiyorum. O yörenin dilinden kanımca. Ya da ben 500 kelime ile hayat geçirir oldum. Çok içten, çok bizden, çok yurdum kokan bir kitap.
Kitaptan yana pek mesudum bu aralar.
Kitabın adını unuttuk iyi mi? “Sevgili Arsız Ölüm” Yazarı Latife Tekin
30 Haziran 2011 Perşembe
Dumur diyalog #11
Seriye epey ara vermişiz, çokça not birikmiş, unutmadan hafızaya alalım.
İlknur'la sohbet ediyorlar.
Arca: Annem saat on yatağa kon diyor
İlknur: Sen ne diyorsun
Arca: uyumayım diyorum
İlknur: anne napıyor?
Arca: kitap okuyalım diyor
İlknur: Sonra napıyorsunuz?
Arca: Kitap okuyoz, uyuyom
Seçim günü
Y: Oy kullanacağız bugün Arca seçim var.
A: (İşaret parmağı ile havada bir boşluğu göstererek) böyle seçelim!
(en azından Arca'nın bir seçim kriteri var, 50% nin kriteri neydi acaba? onlar da mı barnakla seçtiler diye sorasım var)
Otelde,
Eteği totosunda bir oyun aplası vardı. Biz tabii sıfır selülit aplaya İlknur ile gıcık olduk. Neyse mini discodan sonra çizgi film açtılar çocuklara. Arca ise oturmadan önce gitti, oyuncak kamyon ve itfaiye arabaları aldı, bıcır bıcır konuşuyor. Oyun aplası pek bi gıcık tavırla Arca'ya;
OA: şşşt sessiz ol bakiim, oyuncaklarla oynamıyoruz, ablaların yanına otur bakiim
A: Bunlar da izleyecek bizimle bak koydum böyle buradan izleyecekler
deyip baş köşeye sıraladı kamyonları, bizim apla sesini çıkaramadı:P
Yine otelde,
öğle uykusunu kestane denen çadırın içinde uyudu. Bir ara gözlerini açtı, herkes başında, beş kişiyiz. Etrafına mahmur gözlerle şöyle bir baktı, kafa sayımı yaptı ve ne zaman birlikte birşeyler yapsak (oyun oynamak, salata/yemek yapmak, koşup oynamak arasında bir duraklama anında) dediği gibi ;
NAPIYOZ BİZ?
dedi ve tekrar uykuya döndü!
Tatil dönüşü (bu aralar araba markalarına ve damperli kamyonlara hasta)
Babaneyle sohbet ediyorlar.
B: Arca, sen büyüyünce neyin olsun? damperli kamyon mu Opel mi?
A: OPELLİ KAMYON
İlknur'la sohbet ediyorlar.
Arca: Annem saat on yatağa kon diyor
İlknur: Sen ne diyorsun
Arca: uyumayım diyorum
İlknur: anne napıyor?
Arca: kitap okuyalım diyor
İlknur: Sonra napıyorsunuz?
Arca: Kitap okuyoz, uyuyom
Seçim günü
Y: Oy kullanacağız bugün Arca seçim var.
A: (İşaret parmağı ile havada bir boşluğu göstererek) böyle seçelim!
(en azından Arca'nın bir seçim kriteri var, 50% nin kriteri neydi acaba? onlar da mı barnakla seçtiler diye sorasım var)
Otelde,
Eteği totosunda bir oyun aplası vardı. Biz tabii sıfır selülit aplaya İlknur ile gıcık olduk. Neyse mini discodan sonra çizgi film açtılar çocuklara. Arca ise oturmadan önce gitti, oyuncak kamyon ve itfaiye arabaları aldı, bıcır bıcır konuşuyor. Oyun aplası pek bi gıcık tavırla Arca'ya;
OA: şşşt sessiz ol bakiim, oyuncaklarla oynamıyoruz, ablaların yanına otur bakiim
A: Bunlar da izleyecek bizimle bak koydum böyle buradan izleyecekler
deyip baş köşeye sıraladı kamyonları, bizim apla sesini çıkaramadı:P
Yine otelde,
öğle uykusunu kestane denen çadırın içinde uyudu. Bir ara gözlerini açtı, herkes başında, beş kişiyiz. Etrafına mahmur gözlerle şöyle bir baktı, kafa sayımı yaptı ve ne zaman birlikte birşeyler yapsak (oyun oynamak, salata/yemek yapmak, koşup oynamak arasında bir duraklama anında) dediği gibi ;
NAPIYOZ BİZ?
dedi ve tekrar uykuya döndü!
Tatil dönüşü (bu aralar araba markalarına ve damperli kamyonlara hasta)
Babaneyle sohbet ediyorlar.
B: Arca, sen büyüyünce neyin olsun? damperli kamyon mu Opel mi?
A: OPELLİ KAMYON
29 Haziran 2011 Çarşamba
Üzerinize afiyet
cırcır olmuşum diyeceğim, pek bi seviye düşecek, barsak enfeksiyonu ile yumuşatayım.
Akşam zamanımın çoğunu klozette geçirdim. Arca'nın tuvalet alışkanlığı güme gitti haliyle.
En kötüsü ateş ve halsizlik. Bütün gece uyudum, sabah hala kafamı koyacak yer arıyordum.
Ve şimdi de tuzlanmış haşlanmış patates tıkınıyorum. Yanına kola. Açım aç!
Ben bu bloğu orta yaşa kadar sürdürebilirsem, böyle postları "sızlanma" etiketi altında bile biriktirebilirim.
Artık menopozumdan tut da belimin fıtığına kadar anlatırım.
A-handa işte böyle bacaktan çekiyo....
Neyse...
Aylar sonra dün halkın arasına inip toplu taşıma araçlarıyla işe geldim. Hiç de züppe değilim, evim ile işim arasında otobüs-metro-dolmuştan oluşan üç vesait yapıyorsun, yani araba konfordan öte gereklilik benim durumumda. Ve inanmazsınız sadece yakıt masrafını düşünürsen (kasko, bakım, vergi hariç) daha ucuza geliyor.
Ama özlemişim be. Kitap okumayı, arka koltuktakilere kulak kabartmayı, sonra insanların tiplerine bakıp hayat hikayelerini uydurmayı, itişip kakışıp önden inmeye çalışmayı...
Hala çalışmaktayım, karın ağrım ve ben... Akşam Tuğçe'yi görmeye gidebilecek halim olacak mı? Şimdi tek düşündüğüm bu!
Akşam zamanımın çoğunu klozette geçirdim. Arca'nın tuvalet alışkanlığı güme gitti haliyle.
En kötüsü ateş ve halsizlik. Bütün gece uyudum, sabah hala kafamı koyacak yer arıyordum.
Ve şimdi de tuzlanmış haşlanmış patates tıkınıyorum. Yanına kola. Açım aç!
Ben bu bloğu orta yaşa kadar sürdürebilirsem, böyle postları "sızlanma" etiketi altında bile biriktirebilirim.
Artık menopozumdan tut da belimin fıtığına kadar anlatırım.
A-handa işte böyle bacaktan çekiyo....
Neyse...
Aylar sonra dün halkın arasına inip toplu taşıma araçlarıyla işe geldim. Hiç de züppe değilim, evim ile işim arasında otobüs-metro-dolmuştan oluşan üç vesait yapıyorsun, yani araba konfordan öte gereklilik benim durumumda. Ve inanmazsınız sadece yakıt masrafını düşünürsen (kasko, bakım, vergi hariç) daha ucuza geliyor.
Ama özlemişim be. Kitap okumayı, arka koltuktakilere kulak kabartmayı, sonra insanların tiplerine bakıp hayat hikayelerini uydurmayı, itişip kakışıp önden inmeye çalışmayı...
Hala çalışmaktayım, karın ağrım ve ben... Akşam Tuğçe'yi görmeye gidebilecek halim olacak mı? Şimdi tek düşündüğüm bu!
28 Haziran 2011 Salı
Bezden dona geçiş sorunlarına mucize çözümler
BEKLEMEYİN!
Tracy ablamın önerdiği çözümlerin mucize olduğunu düşünüp pek çok anne bebelerini telef etti biliyorum, o yüzden baştan uyarıyorum. “Her bebek farklıdır” kuralı her zaman geçerli.
Ama bu havalı başlık hoşuma gidiyor be!
“Acaba daha hazır değil miydi?”
Bu fitne fücur sorusu epeyce zihnimi kurcaladı.
Ama ben azimliyim, hep öyleydim. Hiç öyle benim bebeme vahiy indi, bu işi çözdü demeyeceğim. Bütün veriler hazır olduğunu gösteriyordu, tecrübeler (Ümit abla) oluru vermişti, tıbbi otoriteler (doktoru) “tamamdır” demişti.
Aksiyon zamanı gelmişti!
Bir yıldır lazımlığa zıçan bebenin çiş konusunda kendi kendine “ben artık çişimi beze yapmayacağım” yaklaşımı sergileyeceğini düşünüp boşa heves etmişim. İşi biz ele almasaydık daha çok kıçında paket ile yaşardı düdük. Demem o ki “benim bebem muhteşem” değil!
Tabii biz de muhteşem anababa değiliz, elbet hatalarımız oluyordur. Lakin yavaş fakat emin adımlarla ilerliyoruz. Geri adım yok. Bezden dona geçişi bir “süreç” olarak kabul ettiğimden beri o fitne fücur sorular pek kafamı kurcalamıyor.
(hehe baktım iş uzayacak, yiğitliğe bok sürdürmüyorum, en kaçamağından süreç diyorum yırtıyorum)
Öyle ki hayatımızı kesinlikle değiştirmiyoruz. Zaten eve tıkılacak olsak mıçtık zira hala tam kotarmış değiliz : )
Tatile gittik. Dışarı çıkıyoruz, geziyoruz. Misafirliğe gidiyoruz. Halıları kaldırmadık, muhtemelen bu iş bitince direkt yıkamaya göndereceğiz.
Dışarıdayken çiş olayı süper eğlenceli oluyor, çünkü pet şişe denen icat var. Şekil 1’de tatil dönüşü kupkuru öğle uykusunu alan Arca’nın köpürte köpürte işediği pet şişeyi görüyoruz.
Bu aklı veren annenin elini öperim!
Ben çayır çimen olayına karşıyım. Sağa sola işemesin kardeşim. İşetene de kızıyorum. Ha zorunlu kalırsın ne bileyim, kız çocuklarında iş daha zor anlarım ama o pipilerin bi faydasını görelim değil mi ya! Hem cidden çok eğlenceli oluyor, acayip seviyor şişeye işemeyi. Laf aramızda ben de çocukken ayakta işemeye acayip özenirdim.
Sonra klozete ters oturma oyunu acayip eğlenceli. Yazının başında bok attım ama Tracy’nin önerisiydi, kimi çocuklar çıkardıkları mahsulleri görmekten hoşlanır diyordu. Arca'da işe yaradı.
Kaçırmalara çare çok. Çok çok kıyafet, bir de şu marketlerde satılan yatak koruyucuları. Oto koltuğuna filan seriyoruz, içimiz rahat.
Ve yine biliyorum ki … “Tünelin sonunda ışık var”
Bu da aynı adlı tema fotoğraf kompozisyon çalışması.
Arabanın torpidosu üzerinde önceki günün kazalarından sonra yıkanmış ama kurumamış donlar sabah güneşi ile kurumaya bırakılıyor. 75. Yıl tünelinin sonundan ışık görünüyor. Bu manzara karşısında motive olmamak mümkün değil!
Unutmadan;
Yaz dönemi blogları en çok meşgul eden iki konudan biri tatil ise ikincisi tuvalet maceralarıdır.
Yüksek müsaadenizle ben de takip ettiğim blogger dostlarının linklerini paylaşmak istiyorum, hem bana hem de bu mevzuda çaba gösterenlere referans olur kanımca:
Fadiş ve Deniz
Hülya ve Tuna
Nehir ve Ada
Seyhan ve Defne Nil
Evrim ve Demir
Alev ve Yiğit
Kaymaklı kadayıfın yazısı
Gamze ve Ege
Tracy ablamın önerdiği çözümlerin mucize olduğunu düşünüp pek çok anne bebelerini telef etti biliyorum, o yüzden baştan uyarıyorum. “Her bebek farklıdır” kuralı her zaman geçerli.
Ama bu havalı başlık hoşuma gidiyor be!
“Acaba daha hazır değil miydi?”
Bu fitne fücur sorusu epeyce zihnimi kurcaladı.
Ama ben azimliyim, hep öyleydim. Hiç öyle benim bebeme vahiy indi, bu işi çözdü demeyeceğim. Bütün veriler hazır olduğunu gösteriyordu, tecrübeler (Ümit abla) oluru vermişti, tıbbi otoriteler (doktoru) “tamamdır” demişti.
Aksiyon zamanı gelmişti!
Bir yıldır lazımlığa zıçan bebenin çiş konusunda kendi kendine “ben artık çişimi beze yapmayacağım” yaklaşımı sergileyeceğini düşünüp boşa heves etmişim. İşi biz ele almasaydık daha çok kıçında paket ile yaşardı düdük. Demem o ki “benim bebem muhteşem” değil!
Tabii biz de muhteşem anababa değiliz, elbet hatalarımız oluyordur. Lakin yavaş fakat emin adımlarla ilerliyoruz. Geri adım yok. Bezden dona geçişi bir “süreç” olarak kabul ettiğimden beri o fitne fücur sorular pek kafamı kurcalamıyor.
(hehe baktım iş uzayacak, yiğitliğe bok sürdürmüyorum, en kaçamağından süreç diyorum yırtıyorum)
Öyle ki hayatımızı kesinlikle değiştirmiyoruz. Zaten eve tıkılacak olsak mıçtık zira hala tam kotarmış değiliz : )
Tatile gittik. Dışarı çıkıyoruz, geziyoruz. Misafirliğe gidiyoruz. Halıları kaldırmadık, muhtemelen bu iş bitince direkt yıkamaya göndereceğiz.
Dışarıdayken çiş olayı süper eğlenceli oluyor, çünkü pet şişe denen icat var. Şekil 1’de tatil dönüşü kupkuru öğle uykusunu alan Arca’nın köpürte köpürte işediği pet şişeyi görüyoruz.
Bu aklı veren annenin elini öperim!
Ben çayır çimen olayına karşıyım. Sağa sola işemesin kardeşim. İşetene de kızıyorum. Ha zorunlu kalırsın ne bileyim, kız çocuklarında iş daha zor anlarım ama o pipilerin bi faydasını görelim değil mi ya! Hem cidden çok eğlenceli oluyor, acayip seviyor şişeye işemeyi. Laf aramızda ben de çocukken ayakta işemeye acayip özenirdim.
Sonra klozete ters oturma oyunu acayip eğlenceli. Yazının başında bok attım ama Tracy’nin önerisiydi, kimi çocuklar çıkardıkları mahsulleri görmekten hoşlanır diyordu. Arca'da işe yaradı.
Kaçırmalara çare çok. Çok çok kıyafet, bir de şu marketlerde satılan yatak koruyucuları. Oto koltuğuna filan seriyoruz, içimiz rahat.
Ve yine biliyorum ki … “Tünelin sonunda ışık var”
Bu da aynı adlı tema fotoğraf kompozisyon çalışması.
Arabanın torpidosu üzerinde önceki günün kazalarından sonra yıkanmış ama kurumamış donlar sabah güneşi ile kurumaya bırakılıyor. 75. Yıl tünelinin sonundan ışık görünüyor. Bu manzara karşısında motive olmamak mümkün değil!
Unutmadan;
Yaz dönemi blogları en çok meşgul eden iki konudan biri tatil ise ikincisi tuvalet maceralarıdır.
Yüksek müsaadenizle ben de takip ettiğim blogger dostlarının linklerini paylaşmak istiyorum, hem bana hem de bu mevzuda çaba gösterenlere referans olur kanımca:
Fadiş ve Deniz
Hülya ve Tuna
Nehir ve Ada
Seyhan ve Defne Nil
Evrim ve Demir
Alev ve Yiğit
Kaymaklı kadayıfın yazısı
Gamze ve Ege
27 Haziran 2011 Pazartesi
Masal dedik bağrımıza bastık
Bu masal işi biraz sarpa sardı son günlerde.
Hani ben totomdan masallar uyduruyorum ya, bazı dostlar sağolsunlar çocuk kitabı yazmamı bile önerdiler, hani hazır ilham perileri gaza getirmişken...
Peri deyince...
Eskiden günlerce üst üstüne anlatsam sıkılmayan Arca için at çiftliğinden kaçan Doru Tay ile Miki ve Tiki’nin orman maceraları hatta bunları ormanda buluşturan versiyonlar aylarca popülerliğini korudu. Ancak son zamanlarda her güne bir masal uydurmamı talep eder oldu.
Lakin bu masal olayı bi tarafımda patladı. Yine Arca yeni masal istedi, tabir-i caizse eskileri pişirip koyma önüme dedi. Ben de uyumak bilmeyen cüceye “uyku perileri” adlı şaheserimi (!) uydurdum. İşte bunlar dört taneymiş, minicikmiş, kanatları varmış kelebek gibi, biri masal anlatır, biri ninni söyler, biri sırtını kaşır (babası kılıklı:P) biri öpermiş. Hepsi ayrı renkmiş, bık bık bık bık…
Neyse perileri tasvir ederken biraz abartmışım. Arca ilgilendi filan diye pek seviniyorum. Gel gör ki bizim Arca meğer bunlardan tırsmış. Gece uyanır, periler geldi diye mızıklar, karanlıkta perileri görür…. Hehe benim totom tutuştu tabii.
Demek ki neymiş?
Orman maceralarından ve hayvanlarından vazgeçilmeyecekmiş,
Hayali kahramanlar fazla abartılmayacakmış,
Veee çok büyüdüğümde bir gün ben de Esra Özlem gibi gerçek bir masal yazmayı düşünürsem kesinlikle ve kesinlikle bir pedagogdan görüş istenecekmiş.
Unutmadan;
Hayatımızda çok özel bir yeri olan "Bir Kar Masalı"nın yaratıcıları canım arkadaşım Esra Özlem ve hastası olduğum OIP ile iphone ve ipad'de uygulamalarını hazırlayan eski dostum kertenkele :P Özgürüm , şahane bir röportaj vermişler, tatil arasında kaynamış.
Kuvvetle muhtemel olay vukuu bulduğunda ben açık büfe mamaları dıkınmakla meşgul idim:)
Neyse cıvıtmadan Türkiye sizinle gurur duyuyor : Buyrun röportaja
Hani ben totomdan masallar uyduruyorum ya, bazı dostlar sağolsunlar çocuk kitabı yazmamı bile önerdiler, hani hazır ilham perileri gaza getirmişken...
Peri deyince...
Eskiden günlerce üst üstüne anlatsam sıkılmayan Arca için at çiftliğinden kaçan Doru Tay ile Miki ve Tiki’nin orman maceraları hatta bunları ormanda buluşturan versiyonlar aylarca popülerliğini korudu. Ancak son zamanlarda her güne bir masal uydurmamı talep eder oldu.
Lakin bu masal olayı bi tarafımda patladı. Yine Arca yeni masal istedi, tabir-i caizse eskileri pişirip koyma önüme dedi. Ben de uyumak bilmeyen cüceye “uyku perileri” adlı şaheserimi (!) uydurdum. İşte bunlar dört taneymiş, minicikmiş, kanatları varmış kelebek gibi, biri masal anlatır, biri ninni söyler, biri sırtını kaşır (babası kılıklı:P) biri öpermiş. Hepsi ayrı renkmiş, bık bık bık bık…
Neyse perileri tasvir ederken biraz abartmışım. Arca ilgilendi filan diye pek seviniyorum. Gel gör ki bizim Arca meğer bunlardan tırsmış. Gece uyanır, periler geldi diye mızıklar, karanlıkta perileri görür…. Hehe benim totom tutuştu tabii.
Demek ki neymiş?
Orman maceralarından ve hayvanlarından vazgeçilmeyecekmiş,
Hayali kahramanlar fazla abartılmayacakmış,
Veee çok büyüdüğümde bir gün ben de Esra Özlem gibi gerçek bir masal yazmayı düşünürsem kesinlikle ve kesinlikle bir pedagogdan görüş istenecekmiş.
Unutmadan;
Hayatımızda çok özel bir yeri olan "Bir Kar Masalı"nın yaratıcıları canım arkadaşım Esra Özlem ve hastası olduğum OIP ile iphone ve ipad'de uygulamalarını hazırlayan eski dostum kertenkele :P Özgürüm , şahane bir röportaj vermişler, tatil arasında kaynamış.
Kuvvetle muhtemel olay vukuu bulduğunda ben açık büfe mamaları dıkınmakla meşgul idim:)
Neyse cıvıtmadan Türkiye sizinle gurur duyuyor : Buyrun röportaja
Tatil
İlk günler tekne ile dalış, sonra dağ bisikleti turu ile epey kalori yaktık.
Hep oda kahvaltı pansiyonlarda kaldık.
Dağa tırmandık, tarihi yerleri gezdik, her gün ayrı bir lezzetle tanıştık. Sabahlara kadar o bar senin bu bar benim gezdik, Arca da bize ayak uydurdu. Yorulunca sırtımıza attık tepelere tırmandık, kah arabada sızdı. Bol bol hatıra objeleri alışverişi yaptık. Çarşı gezdik.
Raftingten girdik, yamaç paraşütünden çıktık. Bilmediğimiz diyarlarda kaybolduk.
Kahvaltılarımız yerine göre gözleme yerine göre köy kahvaltısı, kırmızı lezzetli domatesler... Öğlen yemeklerimizi uyduruk soğuk sandviçlerle geçirdik. Akşam salaş lokantalarda rakı balık. Kimi zaman sokak arası köftecisi.
Bünyemiz bu hareketi kaldıramadı bir kaç gün içinde döndük.
Bol aksiyon bol heyecan bol adrenalin bol bol bol….
Desem de inanmayın puahhaha: )
“Ultra” her şey dahil bir oteldeydik. İlknurla babane, maaile tatilde. Arca umumiyetle babaneye satıldı. Arca’nın tanıştığı en büyük adrenalin yüklü an yemek kırıntılarına gelen vahşi serçeleri kovalamaktı. Yemekten miskinleşmiş hayvanların pek vahşi yanı kalmamıştı gerçi.
Günde sekiz öğün yedik. Yedik yattık yedik yattık. Aman kalori harcamayalım dedik, havuzun en kenarından kestane denen rüzgar kesen çadırlardan yer tuttuk. Arca bu kestanede uyuduğu gün pek mesuttuk, ee odaya kadar çıkmayacaktık, daha ne!
Kalkıp bir bardak su almaya üşendik. Çok yorulmuş olacağız çokça uyuduk. Sırtıma krem sürmeye üşendiğimden ciğerden hallice gezdim ilk günün ertesi.
Sabahları deniz kıyısında kumda oynamaca,
öğle uykusundan sonra havuzda takılmaca.
Bol bol yattık ki, açık büfedeki sıralarda milleti dirseklemeye ve öne geçmeye enerjimiz olsun. Hep birbirimizin elindeki tabakları kestik, acaba şu köfteleri ne taraftan almıştı şu ecnebi hatun? Aman o mamadan yiyemezsek kalori alımını tamamlayamazdık. Taze profitrolün mutfaktan çıkışını bekledik. Baktık fırından gevrek geç çıkacak, hemen masaya dönüp diğerini görevlendirdik. Hiç bilmediğimiz bir lezzet ya:)
Elimizde zilyon kalori mamalar taş Rus ablaları kestik. Bu kadar biraya nasıl selülitleri yok diye şaşırdık. Doğurup doğurup taş kalmalarının sırrını tam çözecektik ki tatil bitti.
Zaten bünye de bu kadar yiyip yatmayı kaldıramazdı. İyi ki sadece dört gün kalmışız.
Ulen Arca büyü de artık özümüze dönelim, eski tatillerimize kavuşalım. Yetti len başlayacağım senin havuzuna, mamana, kumuna denizine, +2 kilo ile İzmir sınırlarına teşrif ettik.
Unutmadan;
Sakarlıkta sınır tanımayan hizmetlerim devam ediyor. Daha tatile çıkmak üzere arabaya binerken Arca arkamdaymış, kapıyı açtığım gibi BAM! arabanın kapısı Arcanın kafasında patladı.
Hep oda kahvaltı pansiyonlarda kaldık.
Dağa tırmandık, tarihi yerleri gezdik, her gün ayrı bir lezzetle tanıştık. Sabahlara kadar o bar senin bu bar benim gezdik, Arca da bize ayak uydurdu. Yorulunca sırtımıza attık tepelere tırmandık, kah arabada sızdı. Bol bol hatıra objeleri alışverişi yaptık. Çarşı gezdik.
Raftingten girdik, yamaç paraşütünden çıktık. Bilmediğimiz diyarlarda kaybolduk.
Kahvaltılarımız yerine göre gözleme yerine göre köy kahvaltısı, kırmızı lezzetli domatesler... Öğlen yemeklerimizi uyduruk soğuk sandviçlerle geçirdik. Akşam salaş lokantalarda rakı balık. Kimi zaman sokak arası köftecisi.
Bünyemiz bu hareketi kaldıramadı bir kaç gün içinde döndük.
Bol aksiyon bol heyecan bol adrenalin bol bol bol….
Desem de inanmayın puahhaha: )
“Ultra” her şey dahil bir oteldeydik. İlknurla babane, maaile tatilde. Arca umumiyetle babaneye satıldı. Arca’nın tanıştığı en büyük adrenalin yüklü an yemek kırıntılarına gelen vahşi serçeleri kovalamaktı. Yemekten miskinleşmiş hayvanların pek vahşi yanı kalmamıştı gerçi.
Günde sekiz öğün yedik. Yedik yattık yedik yattık. Aman kalori harcamayalım dedik, havuzun en kenarından kestane denen rüzgar kesen çadırlardan yer tuttuk. Arca bu kestanede uyuduğu gün pek mesuttuk, ee odaya kadar çıkmayacaktık, daha ne!
Kalkıp bir bardak su almaya üşendik. Çok yorulmuş olacağız çokça uyuduk. Sırtıma krem sürmeye üşendiğimden ciğerden hallice gezdim ilk günün ertesi.
Sabahları deniz kıyısında kumda oynamaca,
öğle uykusundan sonra havuzda takılmaca.
Bol bol yattık ki, açık büfedeki sıralarda milleti dirseklemeye ve öne geçmeye enerjimiz olsun. Hep birbirimizin elindeki tabakları kestik, acaba şu köfteleri ne taraftan almıştı şu ecnebi hatun? Aman o mamadan yiyemezsek kalori alımını tamamlayamazdık. Taze profitrolün mutfaktan çıkışını bekledik. Baktık fırından gevrek geç çıkacak, hemen masaya dönüp diğerini görevlendirdik. Hiç bilmediğimiz bir lezzet ya:)
Elimizde zilyon kalori mamalar taş Rus ablaları kestik. Bu kadar biraya nasıl selülitleri yok diye şaşırdık. Doğurup doğurup taş kalmalarının sırrını tam çözecektik ki tatil bitti.
Zaten bünye de bu kadar yiyip yatmayı kaldıramazdı. İyi ki sadece dört gün kalmışız.
Ulen Arca büyü de artık özümüze dönelim, eski tatillerimize kavuşalım. Yetti len başlayacağım senin havuzuna, mamana, kumuna denizine, +2 kilo ile İzmir sınırlarına teşrif ettik.
Unutmadan;
Sakarlıkta sınır tanımayan hizmetlerim devam ediyor. Daha tatile çıkmak üzere arabaya binerken Arca arkamdaymış, kapıyı açtığım gibi BAM! arabanın kapısı Arcanın kafasında patladı.
22 Haziran 2011 Çarşamba
Çişten moktan mevzular
Bu kadar uzun süreceğini bilsem başlar mıydım?
Hazır olduğunu düşündüğüm bebenin bu işi en geç birkaç günde bitireceğini hayal etmek saçmalık mıymış?
“Söylemiyor Ümit abla, biz hatırlatırsak ne ala! Hatırlatmazsak söylemiyor, hazır değilmiş galiba” dediğimde ve Ümit abla “sabredeceksin, bu yaz böyle geçecek” diye cevapladığında çok büyük hayal kırıklığına uğradım.
Arca’nın yaklaşık bir senedir kakayı lazımlığa yapması beni acayip gaza getirmişti. Kesinlikle beze yapmıyordu, illa ki lazımlığa yapılacak. Bezler sıkmaya başladığında kendimi iyice Arca'nın hazır olduğuna ikna ettim.
Doktoru son gittiğimizde, “zamanı gelmiş” dedi, Ümit abla “tamamdır, kışa kalmasın, halledelim” dedi, benim iç sesim zaten bunları duymaya hazırdı hatta Ümit abla hali hazırda piyasadayken iki koldan çalışmamız işime geldi, ama bu kadar uzun süreceğine belli ki hazırlamamışım kendimi.
Dönüş yok, yola devam.
(Azimle mıçan betonu deler lafı tam benim karakterime uygun)
Kimi zaman güzel bir gün geçiyor, kimi zaman kazaların ardı arkası kesilmiyor. Misal bütün bir gün dışarıdaydık, Pazar gününü Alpi’nin doğum gününde ve devamını yazlıkta geçirdik, klozete bile yaptı, sıfır kaza ile günü bitirdi. Ama bütün günü evde geçirdiğimiz önceki gün bile isteye halıya yaptı.
İnatlaşmıyorum, cidden, (hadi şunu inatlaşmamaya çalışıyorum diye düzeltelim) benim gibi inadın önde gideninden beklenmeyecek bir kayıtsızlık yerleştiriyorum suratıma ama eminim bakışımdan bile anlıyordur düdük. O var ya o, o Arca denen velet çok iyi tanıyor beni. Çünkü dışımdan çaktırmasam da içimden "inadına yaptı biliyorum" diye dişlerimi sıkıyorum.
Bir defasında "bir dahaki sefere haber verirsin çişini lazımlığa yapmak için koşarız" dediğimde, "o zaman bezimi takalım" dedi. İçim kıyıldı. Neyse ki aynı numarayı Ümit ablaya da yapmış, hiç oralı olmadık.
Çok pis bir ittifak kurduk cüceye karşı!
Çişin geldiğini anlayıp lazımlığa kendiliğinden koşmayı ne zaman başaracak? O günler bize çok uzak görünüyor. İlla ki bizim onu götürmemizi istiyor.
Çişini kendi söyler ve kesinlikle kaçırmadan lazımlığa yaparsa, panomuz var, sticker yıldız yapıştıracağız diye sevindirik oldu.
Sonra benim yıldız sticker'lar pek motive edici olmasa gerek, sallamamaya başladı.
El emeği göz nuru iğrenç panom ve sticker’ım. Evet o sol tarafta görünen ne idüğü belirsiz yeşil şeyler yıldız.
"Bir çocuk tuvaletten nasıl soğutulur?" konulu çalışma takdimimdir.
Ah ulen Füsun olsa keçeden yapardı şerefsizim, ben kipitapın gönderdiği stickerdan eciş bücüş yıldız kesmeye çalıştım. Yeteneksizim diyorum kimse inanmıyor.
Motivasyonun dibe vurduğu anda ablam imdadıma yetişti, cars sticker'ları getirmiş de biraz panoya adapte olmaya başladı düdük.
Sonra başka bir motivasyon da arkadaşları. Berk, Tuna, Ege ve Ela da benzer süreçlerden geçiyor, bizimkine şahane motivasyon oluyor.
En sevdiğimiz şarkı (güya Tuna’nın söylediği):
“Lazımlığa çişimi yapıyom, çişimi yapıyom popom kuru kalıyo!”
Gündemimiz şimdilerde bu…
Şimdilik "çişte başarıya ulaşmanın yolları" postu yazmam mümkün değil, çünkü bunun bir başarı öyküsü olmasına daha çoook var.
Unutmadan bu arada şimdilik gece bez var, uyuduktan sonra takıyoruz, sabaha karşı yatak ıslak oluyor. Hani bez de olmasa halimiz ne olacak?
Arca der ki: “Çok eğlendik di mi! Çok eğlendik!”
Öyle vallaha çok eğlendik. Yazlığa gitmemiz gerektiği için erkenden kaçmak zorunda olmamıza rağmen Alpi’nin doğum günü partisi süperdi.
Hatta sonrasında Duru ile yazlıkta oynamaktan helak oldu.
Unutmadan rakamlarla:
0: Arca’nın çiş kaçırma adedi. Etrafta çokça bezi atma aşamasında çocuk ve günün devamında hava atmaya çalıştığı Duru olunca, 0 kaza ile günü tamamladık. Söylüyor mu? Hayır hala biz hatırlatıyoruz ama artık gündüzleri bez yok!
1: Tam takım ve 1 fazlası partideydi, Nurturia’nın Ortadoğu şubesi Zelal ve Loran da bizimleydi. Yeay!!
2: Arca’nın yediği kurabiye sayısı, Alpi’nin çikolatalı kurabiyelerini çok beğendi.
3: Arca’nın scooter denemesi sayısı. İlkinde itti, İlker’in “üstüne bineceksin”
uyarısı ile tepesine çıktı. Üçüncü defasında doğruyu buldu ama sıkıldı bıraktı.
5: Alperen’in doldurduğu yaş! Kocaman bir delikanlı artık!
10: Ela’nın topu oyun olsun diye rampadan yuvarlayıp İlker’i peşinden koşturduğu rutinin yaklaşık sayısı
20: Ela’nın yanlışlıkla düşüp bunun Arca ile birlikte yerlerde yuvarlanma oyunu haline dönüştürülmesinin yaklaşık sayısı!
14: O muhteşem günden çekebildiğim fotoğraf karesi sayısı ve doğum günü çocuğunun tek karesi yok:( (shutter cimrisi Yeliz :P)
Neyse onu da anasının bloğundan okuyun gari:)
8: Duru ile Arca’ın zavallı tavşana yedirdikleri marul yaprağı sayısı
20+ : Arca’nın yazlığın etrafını tavaf etme tekrarı
4: Gül dikenlerinin Arca’nın kolunda açtığı çizik sayısı
.
.
.
Çok eğlendik ama çooookkkk!!
Hatta sonrasında Duru ile yazlıkta oynamaktan helak oldu.
Unutmadan rakamlarla:
0: Arca’nın çiş kaçırma adedi. Etrafta çokça bezi atma aşamasında çocuk ve günün devamında hava atmaya çalıştığı Duru olunca, 0 kaza ile günü tamamladık. Söylüyor mu? Hayır hala biz hatırlatıyoruz ama artık gündüzleri bez yok!
1: Tam takım ve 1 fazlası partideydi, Nurturia’nın Ortadoğu şubesi Zelal ve Loran da bizimleydi. Yeay!!
2: Arca’nın yediği kurabiye sayısı, Alpi’nin çikolatalı kurabiyelerini çok beğendi.
3: Arca’nın scooter denemesi sayısı. İlkinde itti, İlker’in “üstüne bineceksin”
uyarısı ile tepesine çıktı. Üçüncü defasında doğruyu buldu ama sıkıldı bıraktı.
5: Alperen’in doldurduğu yaş! Kocaman bir delikanlı artık!
10: Ela’nın topu oyun olsun diye rampadan yuvarlayıp İlker’i peşinden koşturduğu rutinin yaklaşık sayısı
20: Ela’nın yanlışlıkla düşüp bunun Arca ile birlikte yerlerde yuvarlanma oyunu haline dönüştürülmesinin yaklaşık sayısı!
14: O muhteşem günden çekebildiğim fotoğraf karesi sayısı ve doğum günü çocuğunun tek karesi yok:( (shutter cimrisi Yeliz :P)
Neyse onu da anasının bloğundan okuyun gari:)
8: Duru ile Arca’ın zavallı tavşana yedirdikleri marul yaprağı sayısı
20+ : Arca’nın yazlığın etrafını tavaf etme tekrarı
4: Gül dikenlerinin Arca’nın kolunda açtığı çizik sayısı
.
.
.
Çok eğlendik ama çooookkkk!!
21 Haziran 2011 Salı
Koltuksuz köyden bildiriyorum
Hani aile toplantıları olur, halalar teyzeler kuzenler hep beraber akşam gezmeleri yapılır. Çocukken çok yapardık, hemen her hafta birinin evinde toplanılırdı. Televizyon izlenecek ise, koltuklar yetmez haliyle, çocuklar yerde otururdu. “Annelerimizin babalarımızın dizinin dibinde oturmak” deyimi lugata o zamanlar yerleşmiş demek ki.
Bünyeye de yerleşmiş olacak, şu yaşıma geldim hala koltukta oturmayı sevmem. Dostlar oturmaya geldiğinde gecenin ilerleyen saatleri kendimizi yerde buluruz İlkerle. Onu da kendime benzettim. Ya da televizyona bakarken, meyve mi atıştırıyoruz, hop o koca sehpanın yanına çöküvermişiz. Etrafta yaklaşık on tane koltuk ama bizim totomuz zemin istiyor.
Çıplak ayak da bir nevi geçmişe gönderme! Evde terlik giydiğimi bilmiyorum. Annemin “karnın ağrıyacak” lafları kulağımda, ama ben kulak arkası ediyorum. Ümit abla olmasa Arca’ya çorap giydirmek aklıma gelmeyecek. İşin kötüsü çocuğa “terlik giy!” diye baskı yapamayacağım, “önce sen giy!” demez mi?
Dün resmen hastalıktan yerde sürünüyordum. Bütün akşam uyudum, Arca’ya yaklaşmadım. Bir de benim mikrop başka mikropsa, Arca bi de benimkini kaparsa! …. komple teorileri vol.bilmemkaç!
İlker de hasta, Ümit abla halimize acıdı, Arca’yı alıp götürmeyi teklif etti. Cüce canımıza okumayı tercih etti.
Ben sızdığımda İlker bakmış Arca’ya ama çok pis yüz göz olmuşlar. İlker’in tüm iyi niyet ve sakinliğini kötü emellerine alet etmiş, çizgi film açtırmış. Uyandığımda İlker’in şurup içirme girişimlerini sallamıyordu. Depolanmış enerjimi sert yapmaya yönlendirdim.
Pek de yapmacık oluyor, içim gülüyor ama kaşlar çatık ses yüksek ve kararlı!
“hmmm hadi bakim, şurup içilecek”
“hmmm çabuk tuvalete çiş vakti!”
“saat on yatağa kon! Hayır bu akşam anne hasta duş yok, yat bakim yatağa!”
“hmmmm kapat gözlerini, görmiycem açtığını, tatili düşün, hayal kur, kapat bakim! Çabuk uyu!”
“hmmm” çok önemli, genizden gelecek, seviyesine inilecek, eller belde, gözünün içine bakılacak, taviz yok, kaşlar mutlaka çatılacak!
Ulen bu düdük yüzünden iki kaşımın ortası kırışacak.
Neye uğradığını şaşırdı cüce, tüm direktifler anında yapıldı, kıçına motor takılmış gibi. İyi polis kötü polis numarasını çok feci yedi : )
Geçici bir süre için sergilediğim bu despot tavrımdan zerre kadar pişmanlık duymuyorum.
Bu da böyle biline!
Bünyeye de yerleşmiş olacak, şu yaşıma geldim hala koltukta oturmayı sevmem. Dostlar oturmaya geldiğinde gecenin ilerleyen saatleri kendimizi yerde buluruz İlkerle. Onu da kendime benzettim. Ya da televizyona bakarken, meyve mi atıştırıyoruz, hop o koca sehpanın yanına çöküvermişiz. Etrafta yaklaşık on tane koltuk ama bizim totomuz zemin istiyor.
Çıplak ayak da bir nevi geçmişe gönderme! Evde terlik giydiğimi bilmiyorum. Annemin “karnın ağrıyacak” lafları kulağımda, ama ben kulak arkası ediyorum. Ümit abla olmasa Arca’ya çorap giydirmek aklıma gelmeyecek. İşin kötüsü çocuğa “terlik giy!” diye baskı yapamayacağım, “önce sen giy!” demez mi?
Dün resmen hastalıktan yerde sürünüyordum. Bütün akşam uyudum, Arca’ya yaklaşmadım. Bir de benim mikrop başka mikropsa, Arca bi de benimkini kaparsa! …. komple teorileri vol.bilmemkaç!
İlker de hasta, Ümit abla halimize acıdı, Arca’yı alıp götürmeyi teklif etti. Cüce canımıza okumayı tercih etti.
Ben sızdığımda İlker bakmış Arca’ya ama çok pis yüz göz olmuşlar. İlker’in tüm iyi niyet ve sakinliğini kötü emellerine alet etmiş, çizgi film açtırmış. Uyandığımda İlker’in şurup içirme girişimlerini sallamıyordu. Depolanmış enerjimi sert yapmaya yönlendirdim.
Pek de yapmacık oluyor, içim gülüyor ama kaşlar çatık ses yüksek ve kararlı!
“hmmm hadi bakim, şurup içilecek”
“hmmm çabuk tuvalete çiş vakti!”
“saat on yatağa kon! Hayır bu akşam anne hasta duş yok, yat bakim yatağa!”
“hmmmm kapat gözlerini, görmiycem açtığını, tatili düşün, hayal kur, kapat bakim! Çabuk uyu!”
“hmmm” çok önemli, genizden gelecek, seviyesine inilecek, eller belde, gözünün içine bakılacak, taviz yok, kaşlar mutlaka çatılacak!
Ulen bu düdük yüzünden iki kaşımın ortası kırışacak.
Neye uğradığını şaşırdı cüce, tüm direktifler anında yapıldı, kıçına motor takılmış gibi. İyi polis kötü polis numarasını çok feci yedi : )
Geçici bir süre için sergilediğim bu despot tavrımdan zerre kadar pişmanlık duymuyorum.
Bu da böyle biline!
20 Haziran 2011 Pazartesi
yeter ulen!
mutsuzum
başım ağrıyor
burnum akıyor
o Arca denen veledi elime geçirirsem çok pis ısıracağım
ulen yapılır mı bu bana
yeter ulen
bu velet her mikropla tanıştığında beni de hasta etmek zorunda mı kardeşim!
yetkililere sesleniyorum, öpmesin bu cüce beni, gecenin bi vakti uyandığında yanına gidişimi fırsat bilip kafamı mikroplu yastığına gömüp yanaklarımı sulu öpücüklerle sömürmesin
yeter ulen başlayacağım betasına mikrobuna alayına
kafamı tutamıyorum, çalışamıyorum, antibiyotiğe başladım, daha fenası İlker de limoni, ecdadımıza turp sıktı düdük!
üç gün içinde iyileşip tatile zımba gibi gidemezsem o Arca denen cüceyi çıtır çıtır yiyeceğim!
ahanda buraya yazıyorum
başım ağrıyor
burnum akıyor
o Arca denen veledi elime geçirirsem çok pis ısıracağım
ulen yapılır mı bu bana
yeter ulen
bu velet her mikropla tanıştığında beni de hasta etmek zorunda mı kardeşim!
yetkililere sesleniyorum, öpmesin bu cüce beni, gecenin bi vakti uyandığında yanına gidişimi fırsat bilip kafamı mikroplu yastığına gömüp yanaklarımı sulu öpücüklerle sömürmesin
yeter ulen başlayacağım betasına mikrobuna alayına
kafamı tutamıyorum, çalışamıyorum, antibiyotiğe başladım, daha fenası İlker de limoni, ecdadımıza turp sıktı düdük!
üç gün içinde iyileşip tatile zımba gibi gidemezsem o Arca denen cüceyi çıtır çıtır yiyeceğim!
ahanda buraya yazıyorum
Tatilim geldi
Hemen her gün Uzundere’den otobana çıkmanın arifesinde “bir delilik yapsam” diye aklımdan geçer. Yolun solu Aydın, sağı Çeşme. Son anda direksiyonu kırsam Çeşme yoluna, pencerelerden püfür püfür esen rüzgar yol arkadaşım olsa, sağımda deniz, bomboş yolda sağdan sağdan gitsem. Belki liseden Deniz Çeşmededir, çocuksuz günlerimin kankası, yoldan ararım, geliyorum diye. Annesi bir koşu omleti koyar ocağa.
Tasasız günlerimizden bahsederiz. Belki denize gireriz, Ayayorgi’deki o eski salaş cafede tavla oynarız. Tabii yerine “beach club” yapılmadıysa. Biz lisedeyken Alaçatı da köyümsü bir şeydi.
Ayağımı uzatıp kitap okurum, gazete karıştırırım, öğle vakti bira kalamar illa ki.
Birkaç saat geçince önce İlker düşer aklıma, kalamarı çok sever, onsuz kalamar mı yenir? Hem onu tavlada yendiğim tek yer tatil beldeleri, bu fırsat kaçmaz, o da gelsin, birlikte kaçalım.
Akşama doğru baktık ki sohbet sürekli Arca cücesine dönüyor, “oh ne iyi ettik kaçamak yaptık” cümleleri, garanti “ay cüce de olsaydı ne biçim eğlenirdik”lere dönüşmeye başlar. O akşamı hatırlarız kesin. Hani Ümit teyzesi ile bizden önce ananeye gittiği, bizim de işten dönüp evi bomboş bulduğumuz o akşam düşer aklımıza. İçimiz de, elimiz kolumuz da bomboş kalmıştı.
Bir bakmışım hayalin sonunda maaile deniz kıyısındayız.
Bir bakmışım çoktan direksiyonu Aydın yönüne kırmışım, istikamet ofis!
Tatilim geldi biliyorum ben. Ondan zırt pırt hayaller kurmam. Neyse ki bu hafta sadece 3 geceliğine de olsa maaile tatildeyiz.
Geçen yıl yine bu zamanlar yazlığa kaçmıştık ama yağmurdan kaçamamıştık. Şimdi yağmursuz sıcak günler bekliyormuş bizi, öyle diyorlar havayı koklayanlar. Ama bu defa da mikroplardan antibiyotikten kaçamadık, beni de betalandırdı cüce, kaçınılmaz son!
Neyse… sağlık olsun.
Tasasız günlerimizden bahsederiz. Belki denize gireriz, Ayayorgi’deki o eski salaş cafede tavla oynarız. Tabii yerine “beach club” yapılmadıysa. Biz lisedeyken Alaçatı da köyümsü bir şeydi.
Ayağımı uzatıp kitap okurum, gazete karıştırırım, öğle vakti bira kalamar illa ki.
Birkaç saat geçince önce İlker düşer aklıma, kalamarı çok sever, onsuz kalamar mı yenir? Hem onu tavlada yendiğim tek yer tatil beldeleri, bu fırsat kaçmaz, o da gelsin, birlikte kaçalım.
Akşama doğru baktık ki sohbet sürekli Arca cücesine dönüyor, “oh ne iyi ettik kaçamak yaptık” cümleleri, garanti “ay cüce de olsaydı ne biçim eğlenirdik”lere dönüşmeye başlar. O akşamı hatırlarız kesin. Hani Ümit teyzesi ile bizden önce ananeye gittiği, bizim de işten dönüp evi bomboş bulduğumuz o akşam düşer aklımıza. İçimiz de, elimiz kolumuz da bomboş kalmıştı.
Bir bakmışım hayalin sonunda maaile deniz kıyısındayız.
Bir bakmışım çoktan direksiyonu Aydın yönüne kırmışım, istikamet ofis!
Tatilim geldi biliyorum ben. Ondan zırt pırt hayaller kurmam. Neyse ki bu hafta sadece 3 geceliğine de olsa maaile tatildeyiz.
Geçen yıl yine bu zamanlar yazlığa kaçmıştık ama yağmurdan kaçamamıştık. Şimdi yağmursuz sıcak günler bekliyormuş bizi, öyle diyorlar havayı koklayanlar. Ama bu defa da mikroplardan antibiyotikten kaçamadık, beni de betalandırdı cüce, kaçınılmaz son!
Neyse… sağlık olsun.
17 Haziran 2011 Cuma
Alfa beta sigma!
Beta kalmıştı, eksikti.
Mikrop diyorum.
Arca bir yerlerden duymuş olacak, “kapayım, boğaz enfeksiyonu koleksiyonum eksik kalmasın” dedi, buldu kaptı, hoop ateş.
Bünyesine giren antibiyotik sayısını ben bilmiyorum açıkçası. Doktora sorsan bizden beteri varmış. Ama henüz kreşe gitmeyen çocuklar arasında antibiyotik kullanımında bayrak Arca’nın elinde, açık ara önde, liderliği kimseye bırakmıyor.
Kreş demişken “başlayabilir mi sizce sorun olur mu?” dedik. Duygusal anlamda sorun olmaz, kolay alışırsınız dedi (bizim oyun grubu maceramızdan haberi yok tabii: ) ) Fiziksel anlamda akciğerle ilgili bulgu edinmek ve karar vermek için daha zamanımız var, dedi.
Dişlerindeki lekelerin düzelmesi mümkün değil, diş etlerindeki bir bakteri sebep olurmuş. Diş hekimine gitmemizi tavsiye etti. Çürük değil ama siyah lekelerin görüntüsü çok can sıkıcı. Üstelik diş fırçalıyor, fazla şekerli gıda almıyor. Temizlense bile yine olurmuş, bünye meselesi, hay senin bünyene!
Ve iki küsür senelik ömründe Arca’nın kilo verdiğini de görmüş olduk! Evet her ay olması gereken kilosunun epey üzerinde olan Arca cücesi ilk defa kilo vermiş.
Ümit abla yemiyor deyip duruyordu. Ben de kendisi klasik annemler kategorisinde ve çok yedirme meraklısı olduğu için dikkate almıyordum. Gerçekten Ümit ablanın azmi takdire değer. Öğlen az mı yedi hemen puding yapılıyor. Sabah yumurtasının yarısı yenmedi mi hemen öğlene takviye yemek yapılıyor.
Bu arada biz birlikteyken bence yiyor. Kilo verdiğine göre, yeterli değilmiş, Ümit abla haklıymış.
Bu yemek meselesi göreceli, misal 33 yaşıma geldim ve öküzden hallice bir yeme potansiyelim var ama annem hala az yediğimi düşünür. Ve bu sebepten “doydim” diyen Arca’nın önünden alırım tabağı. Dünyadaki en gıcık şey yemek istemeyen insana yedirmeye çalışmaktır. İşkence yav! Dolayısı ile kilo durumu insan normallerinin altına düşmediği sürece yemeği burnundan sokmayacağım.
Neyse ateş ufaktan devam, antibiyotik tam gaz.
Hayatımızın değişmezleri...
Lakin soramadan edemiyorum, bu kadarlık ömründe geniş bir antibiyotik yelpazesi ile hastalıklarla mücadele veren Arca kreşe gidince ne yapacak? Farmatoloji dünyasının önümüzdeki aylarda çok sıkı çalışıp yeni antibiyotikler piyasaya sürmesi lazım, zira Arca'nın mikroplar piyasadaki tüm antibiyotiklerle kanka oldu.
Haa bir de aklıma gelmişken, bu anne sütü şehir efsanesi olabilir mi? Zira bir yıldan fazla emen, ilk altı ay ağzına anne sütünden başka şey sürmeyen Arca, ya hiç emmemiş olsaydı? Bir velet bu kadar mı hasta olur bu kadar mı enfeksiyon kapar kardeşim!
Son söz: Bunlar geçici dertler aman biz bu EHEC denen hastalığa dikkat edelim, araştıralım, bize gelmez bizi bulmaz demeyelim. Hayatta miktiri moktan beta mikrobundan daha ciddi dertler var.
En son söz: Annemle telefonda konuşmak 10 dakika ise, "hadi çocum görüşürüz, öptüm" kısmı 15 dakika sürer, kapanışlar bir türlü kapanmaz, hatta ben bazen uzayacağını anlayınca zırt diye kapatıveriyorum (itiraf:P). Bu postun kapanışı da annemin telefon konuşmasına benzedi.
hadi iyi hafta sonları
Mikrop diyorum.
Arca bir yerlerden duymuş olacak, “kapayım, boğaz enfeksiyonu koleksiyonum eksik kalmasın” dedi, buldu kaptı, hoop ateş.
Bünyesine giren antibiyotik sayısını ben bilmiyorum açıkçası. Doktora sorsan bizden beteri varmış. Ama henüz kreşe gitmeyen çocuklar arasında antibiyotik kullanımında bayrak Arca’nın elinde, açık ara önde, liderliği kimseye bırakmıyor.
Kreş demişken “başlayabilir mi sizce sorun olur mu?” dedik. Duygusal anlamda sorun olmaz, kolay alışırsınız dedi (bizim oyun grubu maceramızdan haberi yok tabii: ) ) Fiziksel anlamda akciğerle ilgili bulgu edinmek ve karar vermek için daha zamanımız var, dedi.
Dişlerindeki lekelerin düzelmesi mümkün değil, diş etlerindeki bir bakteri sebep olurmuş. Diş hekimine gitmemizi tavsiye etti. Çürük değil ama siyah lekelerin görüntüsü çok can sıkıcı. Üstelik diş fırçalıyor, fazla şekerli gıda almıyor. Temizlense bile yine olurmuş, bünye meselesi, hay senin bünyene!
Ve iki küsür senelik ömründe Arca’nın kilo verdiğini de görmüş olduk! Evet her ay olması gereken kilosunun epey üzerinde olan Arca cücesi ilk defa kilo vermiş.
Ümit abla yemiyor deyip duruyordu. Ben de kendisi klasik annemler kategorisinde ve çok yedirme meraklısı olduğu için dikkate almıyordum. Gerçekten Ümit ablanın azmi takdire değer. Öğlen az mı yedi hemen puding yapılıyor. Sabah yumurtasının yarısı yenmedi mi hemen öğlene takviye yemek yapılıyor.
Bu arada biz birlikteyken bence yiyor. Kilo verdiğine göre, yeterli değilmiş, Ümit abla haklıymış.
Bu yemek meselesi göreceli, misal 33 yaşıma geldim ve öküzden hallice bir yeme potansiyelim var ama annem hala az yediğimi düşünür. Ve bu sebepten “doydim” diyen Arca’nın önünden alırım tabağı. Dünyadaki en gıcık şey yemek istemeyen insana yedirmeye çalışmaktır. İşkence yav! Dolayısı ile kilo durumu insan normallerinin altına düşmediği sürece yemeği burnundan sokmayacağım.
Neyse ateş ufaktan devam, antibiyotik tam gaz.
Hayatımızın değişmezleri...
Lakin soramadan edemiyorum, bu kadarlık ömründe geniş bir antibiyotik yelpazesi ile hastalıklarla mücadele veren Arca kreşe gidince ne yapacak? Farmatoloji dünyasının önümüzdeki aylarda çok sıkı çalışıp yeni antibiyotikler piyasaya sürmesi lazım, zira Arca'nın mikroplar piyasadaki tüm antibiyotiklerle kanka oldu.
Haa bir de aklıma gelmişken, bu anne sütü şehir efsanesi olabilir mi? Zira bir yıldan fazla emen, ilk altı ay ağzına anne sütünden başka şey sürmeyen Arca, ya hiç emmemiş olsaydı? Bir velet bu kadar mı hasta olur bu kadar mı enfeksiyon kapar kardeşim!
Son söz: Bunlar geçici dertler aman biz bu EHEC denen hastalığa dikkat edelim, araştıralım, bize gelmez bizi bulmaz demeyelim. Hayatta miktiri moktan beta mikrobundan daha ciddi dertler var.
En son söz: Annemle telefonda konuşmak 10 dakika ise, "hadi çocum görüşürüz, öptüm" kısmı 15 dakika sürer, kapanışlar bir türlü kapanmaz, hatta ben bazen uzayacağını anlayınca zırt diye kapatıveriyorum (itiraf:P). Bu postun kapanışı da annemin telefon konuşmasına benzedi.
hadi iyi hafta sonları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)