4 Temmuz 2011 Pazartesi

Hadi kalk gidelim

"Hemen şu anda
Kapa telefonunu
Bulamasın arayan da"


........

Yok hadi kalk gidelim olmadı. Öyle zamanlarımız çoktur da bu defa totomuzu kaldırmak epey zamanımızı aldı. Karar verebildiğimizde bütün gün malak gibi yattığımız koltuktan birbirimize bakıp "ulen bugünden gidebilirmişiz yazlığa orda malak gibi yatardık" diye güldük.

Sokak köpeklerinden başka canlı kalmadı mı sokaklarda, anla ki İzmir'de bir yaz cumartesisi yaşıyorsun. Köpekler de zaten sıcaktan park etmiş arabaların altında gölgeye çekilir, hatta İzmir'in kanı perşembe akşamından başlar çekilmeye de biz insaflı kesimden bahsediyoruz. Nitekim bizim kasaptaki son etleri biz aldık, arkamızdan dükkan kapandı, o da Çeşmeye vınladı.

Akşam uğraşamadık, balıktan vazgeçip balkonda biraya çevirdik keyfi. Üstüne dondurma üstüne kiraz hatta unutulan kağıt helvalar kemirildi sohbetin peşi sıra... Pisboğaz olduğumuzu söylememe bilmem lüzum var mı?

"Açarız radyoyu
Kafa nereye biz orayaaaa"


.......

Yok Arca kendine özel Sıla CD'sini sever, Emre Aydın'dan "son defa"yı sever. Radyo çok riskli çookkk. Bi de kafa nereye derken? Yok biz direkt yazlıktayız.

"İyi gelmez mi hiç deniz havası
Bir oda bulur sokarız başımızı
Bi de koyarız iki kadeh
Kafa nereye biz oraya"


.......

İyi geldi deniz havası, uykudan gözler kayana kadar denizin içindeydi cüce. Geçen yıl çekindiği deniz bu yıl kankası oldu. Kızgın kumlardan serin sulara bıraktı minik bedenini. Şeftaliden sonra ellerini denizde yıkaması için epey gaz vermiş olacağız baktık beline kadar suya girmiş. "NAPIYOZ BİZ?" surat ifadesine dehşet karıştı ve bastı yaygarayı. Bizim oranın denizi bir anda derinleşir de Arca yeni keşfetti.

Koşar adım gittiği sahilden sürünerek döndü eve. Öğle yemeğini tıkınıp serin ve uzun öğle uykusuna teslim oldu. Ben de yarım tepsi midye ile birayı götürdüm söylemesi ayıp. (Bir daha bu satırlardan "yok kilo aldım yok cırcır oldum" diye yazanı eşekler depsin!)

Çenesi, eli kolu hiç durmuyor. Konuşmasa şarkı söylüyor. Senelerdir eşsiz billur sesim ile kafasını miktiğim İlkerin usul usul intikamını alıyor. Susması için bol bol yemek tıktım ağzına. Bu aralar ketçap özentisi oldu. Eser miktarda ketçap sürülen gıdayı hamuduyla götürüyor. Nitekim dün akşam "doydim" demesinin üzerine iki şiş tavuk daha yiyebildi. Haliyle hazımsızlıktan gece sık sık kabuslar gördü, üç bardak su üzerine süt içti, kesmedi. İlkeri uyandırıp soda versek mi diyecektim, ya da Talcid. Bir ara horluyordu, et kokan terler döküyordu.

Bazen onun iki yaşında olduğunu unutuyoruz ve sadece yemek yerken susması gerçeği bizi çok pis yedirmeye teşvik ediyor.

Adet olduğu üzere bir hafta sonu yazısını burada noktalarken yazlıktan karelerle baş başa bırakıyorum gözleri...

"ananeyle biberleri çapaladı, t-shirt'ünün eteğinde biberleri taşıdı, defalarca bahçe ile teras arasında gidip geldi."

"çapalarken biber fideleriyle konuşuyor"


"yemek masasında arabalarıyla oynarken konuşuyor. (arabalar babamın gençliğinden kalma)"


"Babamın mutlaka çek dediği meşhur ortancaları"


"ve bütün bir kış boyunca uğraşıp tek başına inşaa ettiği barbeküsü. Patenti kendisine aitmiş. Vaktiyle uzay mangalı diye adlandırdığı ex-icraatı artık bir nostalji, şimdi devir barbekü devri"

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Zamane ana babalarının işi zor azizim #1 : Araştırma mevzusu

Toplumumuzda televizyonda/internette söylenenin çok ciddiye alınması gibi bir durum var. Böyle bir kültür oluşmuş.

Geçen Arca’nın doktoru anlattı, yıllar önce yerel bir kanalda sağlık programı yapıyormuş. Kendi teyzesi o dönem torununu bizim doktora getirmekteymiş. Neyse, tıbbi hadiseyi tam hatırlamıyorum, bizim doktor muayene sırasında bir tıbbi öğütte bulunmuş. Bizim teyze bunu sallamamış. Sonra benzer bir öğüdü televizyondan vermiş doktor. Bir sonraki muayenede teyze bu öğütten bahsetmiş, bizim doktor da “teyzecim sana burada söyledim, takmadın, televizyonda da aynı şeyi söyledim…” diyecek olmuş, teyze lafı yapıştırmış “sen televizyondaki doktordan daha mı iyi bileceksin” diye. Doktor aynı doktor, üstelik kendi yeğeni!

Fıkra gibi ama yurdum insanı böyle işte.

Doktorun geyikleri hiç bitmez. İnternette araştırıp, not alıp, soruyu sorup, doktorun tıbbi bilgisini ölçmeye çalışan ana babalardan bahsettiğinde kopmuştum.

Neyse gülüyoruz ama zamane ana babası olmak çok zor.

Sürekli okumak, bilgi alışverişinde bulunmak, araştırmak iyi güzel de bazen “yeter ulen” diyesim geliyor.

Çokça aklıma takılan şey, “cehalet mutluluk mu getirir acaba?”

Mutluluğu bilmem ama gerginliğimiz ortadan kalkardı eminim.

En çok da “doğal, organik” muhabbetinden geriliyorum.

Örneğin organik pamuk diye dünya para bayıldığımız o yeni doğan penyelerinin deterjanla temasının akabinde ne doğallığı kalıyor ne organikliği. Tamamen pazarlama stratejisi.

Ya kreşlerde “organik” yediriyoruz iddiasını ortaya koyan yetkililerin bildiğimiz pazardan alması sebzeyi meyveyi?

Organik ile ekolojik arasındaki farkı bilmeden, sertifikasının kaç yıl önceden geldiği belli olmayan organikçi satıcılardan alışverişi iki defa düşünmek gerekir derim. O iş öyle kolay değil çünkü.


"Bizimkilerin ballandıra ballandıra anlattıkları bahçelerinde yetişen organik salatalıkları, sadece torunlar yiyebiliyor, biz market salatalığı yiyoruz:) ama bunun bile ne kadar organik olduğu tartışılır, aman ha bizimkilerle kesinlikle tartışılamaz:)"

Yiyeceklerden yana bildiğimiz tanıdığımız yerlerden alışveriş yapıyoruz da, doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu öğrenmek çok rahatsız ediyor.

Misal kuzu eti çok kokar, belki Arca yemez diye genellikle etli yemekleri dana etinden tercih ediyordum. Öğrendim ki en çok hormon giren dana etiymiş. Kuzu hormona gelmezmiş. Hadii buyurun buradan yakın!

Çilekteki hormon o kadar fazla imiş ki bazı kız çocukları bu hormon yüklemesinden erken ergenlik ile karşı karşıya kalıyormuş. (Arca’nın fazla çilek sevmemesine sevinemiyorum bile, çilek seven ne çok çocuk var)

Hadi yiyeceklerden geçtim. O işin artık ne ucu bucağı kaldı ne de benim takip etmek için enerjim.

Olaya son noktayı güneş koruyucular koydu. Dünya para bayılıp 50 faktör aldığımız, üstelik de doktorun tavsiye ettiği güneş koruyucusunun parabensiz ve maksimum 28 faktör olanının makbul olduğunu, ayrıca kimyasal değil fiziksel mineralli denilen cinsinin doğrusu olduğunu okuduğumda gözlerim dehşetle açıldı.

Peki biz bebemizi iki senedir öldürücü ürünlerle mi koruduğumuzu sanıyorduk?

Hani "zararın neresinden dönersek kardır" mı desek, "bak iki senedir çocuğun vücuduna kimya nüfuz ettiriyormuşuz" diye dövünsek vicdan mı yapsak bilemedim.

Şimdi fellik fellik Trukid arıyoruz.

Çok okumanın çok bilmenin huzur getirmediği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bugünün araştırması yarının yalanı oluyor.

Samimiyetle söylüyorum, insanın “yemişim araştırmasını” diyesi geliyor şerefsizim.

1 Temmuz 2011 Cuma

Cuma cuma cuma cuma cuma

Yoğurtlu yağsız makarna kesmedi, yağsız tost ile ayran söyledim. Cırcır ertesi verdiğim bir kiloyu koşar adım almak niyetindeyim.

Cuma miskinliği vardı üzerimde ama Zara’da ucuzluk başlamış tüyosunu alınca bir canlılık geldi nedense. Öğleni Forum’da o dükkan senin bu dükkan benim gezmekle geçirdim. Her birinde güzide indirimler.

Zara bana uymaz olmuş. Karşıdan bir parçayı kesiyorum, bir değer biçiyorum. Diyelim 25 TL, üstündeyse kesinlikle almıyorum. Cevabım hazır : “ederi 25 TL kardeşim bir kuruş vermem!” Bir de öyle aman aman indirim yok. Beğendiremedi kendini bana. Hoş çok da umrunda olduğunu sanmıyorum ya: ) Ofiste giyecek pek üst kalmamış, dolaptakileri çokça eleyip sağa sola verdim giyecek bir şey kalmadı.

Zara’dan umduğumu bulamayınca tasarımlarının hastası olduğum Massimo Dutti’ye girdim. Ama beni pek “dutmadi” zira nasıl indirim anlamadım. Benzer parçaları yarı fiyatına başka yerden bulursun. Nitekim sezon içindeki hissiyatımı korumuş oldum.

Allahım nasıl iç karartıcı bi kadınım ya…

Neyse Tchibo’dan kahve almak iki tur atmak her zaman zihne ve bedene iyi gelir. Karşısı Mango. Niyetim o askılı penyelerden almak. Siyah ve beyaz, her zaman kullanılır. İşe giyilecek iki üst ve bir etek ile kasanın önündeydim. İndirim dedin mi 70% olacak kardeşim!

Hafta sonu plan yapmalıyım, aksiyon hoş beş dost sohbeti sıkıştırmalıyım. Ne bileyim birilerini yemeğe çağırıp balkonda balık sofrası kurmalıyım, illa ki karides güveç yanına, bandıra bandıra. Uzun sohbetler eşliğinde alkol almalıyım. Bu hastalık psikolojisinden acilen kurtulmalıyım.

Derken akşama hemen plan yaptık. Zeynepler organize edildi, sahilde yemek ve yürüyüş için karara varıldı. Yarın akşam da İlknurlar mı gelse? Pazar kuzenleri mi görsek yoksa yazlığa mı gitsek?

Daha bu sabah İlkerle yatakta gözlerimizi açamazken “evde tatil yapalım cüceyi sepetleyip sabah uyanalım ve tekrar uyuyalım. Hatta kalkıp bir şeyler tıkınıp sonra tekrar yatalım. Hatta yemeği dışarıdan söyleyelim. Yok yok yatağa gitmeye kasmayalım anlamsızca televizyon izlerken koltukta uyuyakalalım” hayalleri kuruyorduk.

Yok kuyuya inilecek ise benim ipimi tercih etmeyiniz, ben adamı çok pis satarım.

Geveze köylü nineden bir öykü okuyorum

Lale abla en sevdiği kitapları sıralamış. Tabii notlar düşüldü, son kitap siparişine eklendi. Sebep yazarın ilk kitabı oluşuydu biraz da. Çünkü ben yazarların ilk kitaplarını severim, kaygısız amatör ruhlarını katarlar esere.

Neyse aslında Floransa Büyücüsünü okumaya başlamıştım. Acayip de ilginç bir kitap. Ama daha hani o flört dönemindeyiz, ısınma turları yapıyoruz. Henüz ön sevişmeye bile geçmemişiz.

Derken bu kitap geldi. Şöyle bir karıştırayım dedim. Acayip sardı. Kendisini son zamanların en hızlı saran kitabı ilan ediverdim ilk elli sayfada.

Cırcır olduğum gece klozette eşlik etti bana, sonra metroya bineceğim elim boş kalmasın diye çantaya attım, hastanede sıra beklerken elimde telefon yerine bu kitap vardı.

Köylü geveze bir nine anlatıyor öyküyü sanırsın. Hiç susmuyor, sürekli anlatıyor. Bir konu bitiyor hop öbürüne atlıyor. “es” yok, nefes yok. Bi dur çişim geldi dedirten cinsi. Haha çişin olsa ne yazar alır götürürsün tuvalete yanında. Bazı kelimeleri bilmiyorum. O yörenin dilinden kanımca. Ya da ben 500 kelime ile hayat geçirir oldum. Çok içten, çok bizden, çok yurdum kokan bir kitap.

Kitaptan yana pek mesudum bu aralar.

Kitabın adını unuttuk iyi mi? “Sevgili Arsız Ölüm” Yazarı Latife Tekin

30 Haziran 2011 Perşembe

Dumur diyalog #11

Seriye epey ara vermişiz, çokça not birikmiş, unutmadan hafızaya alalım.



İlknur'la sohbet ediyorlar.

Arca: Annem saat on yatağa kon diyor
İlknur: Sen ne diyorsun
Arca: uyumayım diyorum
İlknur: anne napıyor?
Arca: kitap okuyalım diyor
İlknur: Sonra napıyorsunuz?
Arca: Kitap okuyoz, uyuyom

Seçim günü

Y: Oy kullanacağız bugün Arca seçim var.
A: (İşaret parmağı ile havada bir boşluğu göstererek) böyle seçelim!

(en azından Arca'nın bir seçim kriteri var, 50% nin kriteri neydi acaba? onlar da mı barnakla seçtiler diye sorasım var)




Otelde,

Eteği totosunda bir oyun aplası vardı. Biz tabii sıfır selülit aplaya İlknur ile gıcık olduk. Neyse mini discodan sonra çizgi film açtılar çocuklara. Arca ise oturmadan önce gitti, oyuncak kamyon ve itfaiye arabaları aldı, bıcır bıcır konuşuyor. Oyun aplası pek bi gıcık tavırla Arca'ya;

OA: şşşt sessiz ol bakiim, oyuncaklarla oynamıyoruz, ablaların yanına otur bakiim
A: Bunlar da izleyecek bizimle bak koydum böyle buradan izleyecekler

deyip baş köşeye sıraladı kamyonları, bizim apla sesini çıkaramadı:P



Yine otelde,

öğle uykusunu kestane denen çadırın içinde uyudu. Bir ara gözlerini açtı, herkes başında, beş kişiyiz. Etrafına mahmur gözlerle şöyle bir baktı, kafa sayımı yaptı ve ne zaman birlikte birşeyler yapsak (oyun oynamak, salata/yemek yapmak, koşup oynamak arasında bir duraklama anında) dediği gibi ;

NAPIYOZ BİZ?

dedi ve tekrar uykuya döndü!

Tatil dönüşü (bu aralar araba markalarına ve damperli kamyonlara hasta)
Babaneyle sohbet ediyorlar.


B: Arca, sen büyüyünce neyin olsun? damperli kamyon mu Opel mi?
A: OPELLİ KAMYON

29 Haziran 2011 Çarşamba

Üzerinize afiyet

cırcır olmuşum diyeceğim, pek bi seviye düşecek, barsak enfeksiyonu ile yumuşatayım.

Akşam zamanımın çoğunu klozette geçirdim. Arca'nın tuvalet alışkanlığı güme gitti haliyle.

En kötüsü ateş ve halsizlik. Bütün gece uyudum, sabah hala kafamı koyacak yer arıyordum.

Ve şimdi de tuzlanmış haşlanmış patates tıkınıyorum. Yanına kola. Açım aç!



Ben bu bloğu orta yaşa kadar sürdürebilirsem, böyle postları "sızlanma" etiketi altında bile biriktirebilirim.

Artık menopozumdan tut da belimin fıtığına kadar anlatırım.
A-handa işte böyle bacaktan çekiyo....

Neyse...

Aylar sonra dün halkın arasına inip toplu taşıma araçlarıyla işe geldim. Hiç de züppe değilim, evim ile işim arasında otobüs-metro-dolmuştan oluşan üç vesait yapıyorsun, yani araba konfordan öte gereklilik benim durumumda. Ve inanmazsınız sadece yakıt masrafını düşünürsen (kasko, bakım, vergi hariç) daha ucuza geliyor.

Ama özlemişim be. Kitap okumayı, arka koltuktakilere kulak kabartmayı, sonra insanların tiplerine bakıp hayat hikayelerini uydurmayı, itişip kakışıp önden inmeye çalışmayı...

Hala çalışmaktayım, karın ağrım ve ben... Akşam Tuğçe'yi görmeye gidebilecek halim olacak mı? Şimdi tek düşündüğüm bu!

28 Haziran 2011 Salı

Bezden dona geçiş sorunlarına mucize çözümler

BEKLEMEYİN!

Tracy ablamın önerdiği çözümlerin mucize olduğunu düşünüp pek çok anne bebelerini telef etti biliyorum, o yüzden baştan uyarıyorum. “Her bebek farklıdır” kuralı her zaman geçerli.

Ama bu havalı başlık hoşuma gidiyor be!

“Acaba daha hazır değil miydi?”

Bu fitne fücur sorusu epeyce zihnimi kurcaladı.

Ama ben azimliyim, hep öyleydim. Hiç öyle benim bebeme vahiy indi, bu işi çözdü demeyeceğim. Bütün veriler hazır olduğunu gösteriyordu, tecrübeler (Ümit abla) oluru vermişti, tıbbi otoriteler (doktoru) “tamamdır” demişti.

Aksiyon zamanı gelmişti!

Bir yıldır lazımlığa zıçan bebenin çiş konusunda kendi kendine “ben artık çişimi beze yapmayacağım” yaklaşımı sergileyeceğini düşünüp boşa heves etmişim. İşi biz ele almasaydık daha çok kıçında paket ile yaşardı düdük. Demem o ki “benim bebem muhteşem” değil!

Tabii biz de muhteşem anababa değiliz, elbet hatalarımız oluyordur. Lakin yavaş fakat emin adımlarla ilerliyoruz. Geri adım yok. Bezden dona geçişi bir “süreç” olarak kabul ettiğimden beri o fitne fücur sorular pek kafamı kurcalamıyor.

(hehe baktım iş uzayacak, yiğitliğe bok sürdürmüyorum, en kaçamağından süreç diyorum yırtıyorum)

Öyle ki hayatımızı kesinlikle değiştirmiyoruz. Zaten eve tıkılacak olsak mıçtık zira hala tam kotarmış değiliz : )

Tatile gittik. Dışarı çıkıyoruz, geziyoruz. Misafirliğe gidiyoruz. Halıları kaldırmadık, muhtemelen bu iş bitince direkt yıkamaya göndereceğiz.

Dışarıdayken çiş olayı süper eğlenceli oluyor, çünkü pet şişe denen icat var. Şekil 1’de tatil dönüşü kupkuru öğle uykusunu alan Arca’nın köpürte köpürte işediği pet şişeyi görüyoruz.

Bu aklı veren annenin elini öperim!

Ben çayır çimen olayına karşıyım. Sağa sola işemesin kardeşim. İşetene de kızıyorum. Ha zorunlu kalırsın ne bileyim, kız çocuklarında iş daha zor anlarım ama o pipilerin bi faydasını görelim değil mi ya! Hem cidden çok eğlenceli oluyor, acayip seviyor şişeye işemeyi. Laf aramızda ben de çocukken ayakta işemeye acayip özenirdim.

Sonra klozete ters oturma oyunu acayip eğlenceli. Yazının başında bok attım ama Tracy’nin önerisiydi, kimi çocuklar çıkardıkları mahsulleri görmekten hoşlanır diyordu. Arca'da işe yaradı.

Kaçırmalara çare çok. Çok çok kıyafet, bir de şu marketlerde satılan yatak koruyucuları. Oto koltuğuna filan seriyoruz, içimiz rahat.

Ve yine biliyorum ki … “Tünelin sonunda ışık var”

Bu da aynı adlı tema fotoğraf kompozisyon çalışması.



Arabanın torpidosu üzerinde önceki günün kazalarından sonra yıkanmış ama kurumamış donlar sabah güneşi ile kurumaya bırakılıyor. 75. Yıl tünelinin sonundan ışık görünüyor. Bu manzara karşısında motive olmamak mümkün değil!

Unutmadan;

Yaz dönemi blogları en çok meşgul eden iki konudan biri tatil ise ikincisi tuvalet maceralarıdır.

Yüksek müsaadenizle ben de takip ettiğim blogger dostlarının linklerini paylaşmak istiyorum, hem bana hem de bu mevzuda çaba gösterenlere referans olur kanımca:
Fadiş ve Deniz
Hülya ve Tuna
Nehir ve Ada
Seyhan ve Defne Nil
Evrim ve Demir
Alev ve Yiğit
Kaymaklı kadayıfın yazısı
Gamze ve Ege

27 Haziran 2011 Pazartesi

Masal dedik bağrımıza bastık

Bu masal işi biraz sarpa sardı son günlerde.

Hani ben totomdan masallar uyduruyorum ya, bazı dostlar sağolsunlar çocuk kitabı yazmamı bile önerdiler, hani hazır ilham perileri gaza getirmişken...

Peri deyince...

Eskiden günlerce üst üstüne anlatsam sıkılmayan Arca için at çiftliğinden kaçan Doru Tay ile Miki ve Tiki’nin orman maceraları hatta bunları ormanda buluşturan versiyonlar aylarca popülerliğini korudu. Ancak son zamanlarda her güne bir masal uydurmamı talep eder oldu.

Lakin bu masal olayı bi tarafımda patladı. Yine Arca yeni masal istedi, tabir-i caizse eskileri pişirip koyma önüme dedi. Ben de uyumak bilmeyen cüceye “uyku perileri” adlı şaheserimi (!) uydurdum. İşte bunlar dört taneymiş, minicikmiş, kanatları varmış kelebek gibi, biri masal anlatır, biri ninni söyler, biri sırtını kaşır (babası kılıklı:P) biri öpermiş. Hepsi ayrı renkmiş, bık bık bık bık…

Neyse perileri tasvir ederken biraz abartmışım. Arca ilgilendi filan diye pek seviniyorum. Gel gör ki bizim Arca meğer bunlardan tırsmış. Gece uyanır, periler geldi diye mızıklar, karanlıkta perileri görür…. Hehe benim totom tutuştu tabii.

Demek ki neymiş?

Orman maceralarından ve hayvanlarından vazgeçilmeyecekmiş,
Hayali kahramanlar fazla abartılmayacakmış,
Veee çok büyüdüğümde bir gün ben de Esra Özlem gibi gerçek bir masal yazmayı düşünürsem kesinlikle ve kesinlikle bir pedagogdan görüş istenecekmiş.

Unutmadan;

Hayatımızda çok özel bir yeri olan "Bir Kar Masalı"nın yaratıcıları canım arkadaşım Esra Özlem ve hastası olduğum OIP ile iphone ve ipad'de uygulamalarını hazırlayan eski dostum kertenkele :P Özgürüm , şahane bir röportaj vermişler, tatil arasında kaynamış.

Kuvvetle muhtemel olay vukuu bulduğunda ben açık büfe mamaları dıkınmakla meşgul idim:)

Neyse cıvıtmadan Türkiye sizinle gurur duyuyor : Buyrun röportaja

Tatil

İlk günler tekne ile dalış, sonra dağ bisikleti turu ile epey kalori yaktık.

Hep oda kahvaltı pansiyonlarda kaldık.

Dağa tırmandık, tarihi yerleri gezdik, her gün ayrı bir lezzetle tanıştık. Sabahlara kadar o bar senin bu bar benim gezdik, Arca da bize ayak uydurdu. Yorulunca sırtımıza attık tepelere tırmandık, kah arabada sızdı. Bol bol hatıra objeleri alışverişi yaptık. Çarşı gezdik.

Raftingten girdik, yamaç paraşütünden çıktık. Bilmediğimiz diyarlarda kaybolduk.

Kahvaltılarımız yerine göre gözleme yerine göre köy kahvaltısı, kırmızı lezzetli domatesler... Öğlen yemeklerimizi uyduruk soğuk sandviçlerle geçirdik. Akşam salaş lokantalarda rakı balık. Kimi zaman sokak arası köftecisi.

Bünyemiz bu hareketi kaldıramadı bir kaç gün içinde döndük.

Bol aksiyon bol heyecan bol adrenalin bol bol bol….

Desem de inanmayın puahhaha: )

“Ultra” her şey dahil bir oteldeydik. İlknurla babane, maaile tatilde. Arca umumiyetle babaneye satıldı. Arca’nın tanıştığı en büyük adrenalin yüklü an yemek kırıntılarına gelen vahşi serçeleri kovalamaktı. Yemekten miskinleşmiş hayvanların pek vahşi yanı kalmamıştı gerçi.



Günde sekiz öğün yedik. Yedik yattık yedik yattık. Aman kalori harcamayalım dedik, havuzun en kenarından kestane denen rüzgar kesen çadırlardan yer tuttuk. Arca bu kestanede uyuduğu gün pek mesuttuk, ee odaya kadar çıkmayacaktık, daha ne!


Kalkıp bir bardak su almaya üşendik. Çok yorulmuş olacağız çokça uyuduk. Sırtıma krem sürmeye üşendiğimden ciğerden hallice gezdim ilk günün ertesi.

Sabahları deniz kıyısında kumda oynamaca,


öğle uykusundan sonra havuzda takılmaca.


Bol bol yattık ki, açık büfedeki sıralarda milleti dirseklemeye ve öne geçmeye enerjimiz olsun. Hep birbirimizin elindeki tabakları kestik, acaba şu köfteleri ne taraftan almıştı şu ecnebi hatun? Aman o mamadan yiyemezsek kalori alımını tamamlayamazdık. Taze profitrolün mutfaktan çıkışını bekledik. Baktık fırından gevrek geç çıkacak, hemen masaya dönüp diğerini görevlendirdik. Hiç bilmediğimiz bir lezzet ya:)

Elimizde zilyon kalori mamalar taş Rus ablaları kestik. Bu kadar biraya nasıl selülitleri yok diye şaşırdık. Doğurup doğurup taş kalmalarının sırrını tam çözecektik ki tatil bitti.

Zaten bünye de bu kadar yiyip yatmayı kaldıramazdı. İyi ki sadece dört gün kalmışız.

Ulen Arca büyü de artık özümüze dönelim, eski tatillerimize kavuşalım. Yetti len başlayacağım senin havuzuna, mamana, kumuna denizine, +2 kilo ile İzmir sınırlarına teşrif ettik.

Unutmadan;
Sakarlıkta sınır tanımayan hizmetlerim devam ediyor. Daha tatile çıkmak üzere arabaya binerken Arca arkamdaymış, kapıyı açtığım gibi BAM! arabanın kapısı Arcanın kafasında patladı.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Çişten moktan mevzular


Bu kadar uzun süreceğini bilsem başlar mıydım?

Hazır olduğunu düşündüğüm bebenin bu işi en geç birkaç günde bitireceğini hayal etmek saçmalık mıymış?

“Söylemiyor Ümit abla, biz hatırlatırsak ne ala! Hatırlatmazsak söylemiyor, hazır değilmiş galiba” dediğimde ve Ümit abla “sabredeceksin, bu yaz böyle geçecek” diye cevapladığında çok büyük hayal kırıklığına uğradım.

Arca’nın yaklaşık bir senedir kakayı lazımlığa yapması beni acayip gaza getirmişti. Kesinlikle beze yapmıyordu, illa ki lazımlığa yapılacak. Bezler sıkmaya başladığında kendimi iyice Arca'nın hazır olduğuna ikna ettim.

Doktoru son gittiğimizde, “zamanı gelmiş” dedi, Ümit abla “tamamdır, kışa kalmasın, halledelim” dedi, benim iç sesim zaten bunları duymaya hazırdı hatta Ümit abla hali hazırda piyasadayken iki koldan çalışmamız işime geldi, ama bu kadar uzun süreceğine belli ki hazırlamamışım kendimi.

Dönüş yok, yola devam.
(Azimle mıçan betonu deler lafı tam benim karakterime uygun)

Kimi zaman güzel bir gün geçiyor, kimi zaman kazaların ardı arkası kesilmiyor. Misal bütün bir gün dışarıdaydık, Pazar gününü Alpi’nin doğum gününde ve devamını yazlıkta geçirdik, klozete bile yaptı, sıfır kaza ile günü bitirdi. Ama bütün günü evde geçirdiğimiz önceki gün bile isteye halıya yaptı.

İnatlaşmıyorum, cidden, (hadi şunu inatlaşmamaya çalışıyorum diye düzeltelim) benim gibi inadın önde gideninden beklenmeyecek bir kayıtsızlık yerleştiriyorum suratıma ama eminim bakışımdan bile anlıyordur düdük. O var ya o, o Arca denen velet çok iyi tanıyor beni. Çünkü dışımdan çaktırmasam da içimden "inadına yaptı biliyorum" diye dişlerimi sıkıyorum.

Bir defasında "bir dahaki sefere haber verirsin çişini lazımlığa yapmak için koşarız" dediğimde, "o zaman bezimi takalım" dedi. İçim kıyıldı. Neyse ki aynı numarayı Ümit ablaya da yapmış, hiç oralı olmadık.

Çok pis bir ittifak kurduk cüceye karşı!

Çişin geldiğini anlayıp lazımlığa kendiliğinden koşmayı ne zaman başaracak? O günler bize çok uzak görünüyor. İlla ki bizim onu götürmemizi istiyor.

Çişini kendi söyler ve kesinlikle kaçırmadan lazımlığa yaparsa, panomuz var, sticker yıldız yapıştıracağız diye sevindirik oldu.

Sonra benim yıldız sticker'lar pek motive edici olmasa gerek, sallamamaya başladı.



El emeği göz nuru iğrenç panom ve sticker’ım. Evet o sol tarafta görünen ne idüğü belirsiz yeşil şeyler yıldız.

"Bir çocuk tuvaletten nasıl soğutulur?" konulu çalışma takdimimdir.

Ah ulen Füsun olsa keçeden yapardı şerefsizim, ben kipitapın gönderdiği stickerdan eciş bücüş yıldız kesmeye çalıştım. Yeteneksizim diyorum kimse inanmıyor.

Motivasyonun dibe vurduğu anda ablam imdadıma yetişti, cars sticker'ları getirmiş de biraz panoya adapte olmaya başladı düdük.

Sonra başka bir motivasyon da arkadaşları. Berk, Tuna, Ege ve Ela da benzer süreçlerden geçiyor, bizimkine şahane motivasyon oluyor.

En sevdiğimiz şarkı (güya Tuna’nın söylediği):
“Lazımlığa çişimi yapıyom, çişimi yapıyom popom kuru kalıyo!”

Gündemimiz şimdilerde bu…

Şimdilik "çişte başarıya ulaşmanın yolları" postu yazmam mümkün değil, çünkü bunun bir başarı öyküsü olmasına daha çoook var.

Unutmadan bu arada şimdilik gece bez var, uyuduktan sonra takıyoruz, sabaha karşı yatak ıslak oluyor. Hani bez de olmasa halimiz ne olacak?

Arca der ki: “Çok eğlendik di mi! Çok eğlendik!”

Öyle vallaha çok eğlendik. Yazlığa gitmemiz gerektiği için erkenden kaçmak zorunda olmamıza rağmen Alpi’nin doğum günü partisi süperdi.

Hatta sonrasında Duru ile yazlıkta oynamaktan helak oldu.

Unutmadan rakamlarla:

0: Arca’nın çiş kaçırma adedi. Etrafta çokça bezi atma aşamasında çocuk ve günün devamında hava atmaya çalıştığı Duru olunca, 0 kaza ile günü tamamladık. Söylüyor mu? Hayır hala biz hatırlatıyoruz ama artık gündüzleri bez yok!

1: Tam takım ve 1 fazlası partideydi, Nurturia’nın Ortadoğu şubesi Zelal ve Loran da bizimleydi. Yeay!!

2: Arca’nın yediği kurabiye sayısı, Alpi’nin çikolatalı kurabiyelerini çok beğendi.


3: Arca’nın scooter denemesi sayısı. İlkinde itti, İlker’in “üstüne bineceksin”
uyarısı ile tepesine çıktı. Üçüncü defasında doğruyu buldu ama sıkıldı bıraktı.


5: Alperen’in doldurduğu yaş! Kocaman bir delikanlı artık!

10: Ela’nın topu oyun olsun diye rampadan yuvarlayıp İlker’i peşinden koşturduğu rutinin yaklaşık sayısı

20: Ela’nın yanlışlıkla düşüp bunun Arca ile birlikte yerlerde yuvarlanma oyunu haline dönüştürülmesinin yaklaşık sayısı!

14: O muhteşem günden çekebildiğim fotoğraf karesi sayısı ve doğum günü çocuğunun tek karesi yok:( (shutter cimrisi Yeliz :P)
Neyse onu da anasının bloğundan okuyun gari:)

8: Duru ile Arca’ın zavallı tavşana yedirdikleri marul yaprağı sayısı

20+ : Arca’nın yazlığın etrafını tavaf etme tekrarı

4: Gül dikenlerinin Arca’nın kolunda açtığı çizik sayısı
.
.
.
Çok eğlendik ama çooookkkk!!

21 Haziran 2011 Salı

Koltuksuz köyden bildiriyorum

Hani aile toplantıları olur, halalar teyzeler kuzenler hep beraber akşam gezmeleri yapılır. Çocukken çok yapardık, hemen her hafta birinin evinde toplanılırdı. Televizyon izlenecek ise, koltuklar yetmez haliyle, çocuklar yerde otururdu. “Annelerimizin babalarımızın dizinin dibinde oturmak” deyimi lugata o zamanlar yerleşmiş demek ki.

Bünyeye de yerleşmiş olacak, şu yaşıma geldim hala koltukta oturmayı sevmem. Dostlar oturmaya geldiğinde gecenin ilerleyen saatleri kendimizi yerde buluruz İlkerle. Onu da kendime benzettim. Ya da televizyona bakarken, meyve mi atıştırıyoruz, hop o koca sehpanın yanına çöküvermişiz. Etrafta yaklaşık on tane koltuk ama bizim totomuz zemin istiyor.

Çıplak ayak da bir nevi geçmişe gönderme! Evde terlik giydiğimi bilmiyorum. Annemin “karnın ağrıyacak” lafları kulağımda, ama ben kulak arkası ediyorum. Ümit abla olmasa Arca’ya çorap giydirmek aklıma gelmeyecek. İşin kötüsü çocuğa “terlik giy!” diye baskı yapamayacağım, “önce sen giy!” demez mi?

Dün resmen hastalıktan yerde sürünüyordum. Bütün akşam uyudum, Arca’ya yaklaşmadım. Bir de benim mikrop başka mikropsa, Arca bi de benimkini kaparsa! …. komple teorileri vol.bilmemkaç!

İlker de hasta, Ümit abla halimize acıdı, Arca’yı alıp götürmeyi teklif etti. Cüce canımıza okumayı tercih etti.

Ben sızdığımda İlker bakmış Arca’ya ama çok pis yüz göz olmuşlar. İlker’in tüm iyi niyet ve sakinliğini kötü emellerine alet etmiş, çizgi film açtırmış. Uyandığımda İlker’in şurup içirme girişimlerini sallamıyordu. Depolanmış enerjimi sert yapmaya yönlendirdim.

Pek de yapmacık oluyor, içim gülüyor ama kaşlar çatık ses yüksek ve kararlı!

“hmmm hadi bakim, şurup içilecek”

“hmmm çabuk tuvalete çiş vakti!”

“saat on yatağa kon! Hayır bu akşam anne hasta duş yok, yat bakim yatağa!”

“hmmmm kapat gözlerini, görmiycem açtığını, tatili düşün, hayal kur, kapat bakim! Çabuk uyu!”

“hmmm” çok önemli, genizden gelecek, seviyesine inilecek, eller belde, gözünün içine bakılacak, taviz yok, kaşlar mutlaka çatılacak!

Ulen bu düdük yüzünden iki kaşımın ortası kırışacak.

Neye uğradığını şaşırdı cüce, tüm direktifler anında yapıldı, kıçına motor takılmış gibi. İyi polis kötü polis numarasını çok feci yedi : )

Geçici bir süre için sergilediğim bu despot tavrımdan zerre kadar pişmanlık duymuyorum.

Bu da böyle biline!

20 Haziran 2011 Pazartesi

yeter ulen!

mutsuzum
başım ağrıyor
burnum akıyor
o Arca denen veledi elime geçirirsem çok pis ısıracağım
ulen yapılır mı bu bana
yeter ulen
bu velet her mikropla tanıştığında beni de hasta etmek zorunda mı kardeşim!

yetkililere sesleniyorum, öpmesin bu cüce beni, gecenin bi vakti uyandığında yanına gidişimi fırsat bilip kafamı mikroplu yastığına gömüp yanaklarımı sulu öpücüklerle sömürmesin

yeter ulen başlayacağım betasına mikrobuna alayına

kafamı tutamıyorum, çalışamıyorum, antibiyotiğe başladım, daha fenası İlker de limoni, ecdadımıza turp sıktı düdük!

üç gün içinde iyileşip tatile zımba gibi gidemezsem o Arca denen cüceyi çıtır çıtır yiyeceğim!

ahanda buraya yazıyorum

Tatilim geldi

Hemen her gün Uzundere’den otobana çıkmanın arifesinde “bir delilik yapsam” diye aklımdan geçer. Yolun solu Aydın, sağı Çeşme. Son anda direksiyonu kırsam Çeşme yoluna, pencerelerden püfür püfür esen rüzgar yol arkadaşım olsa, sağımda deniz, bomboş yolda sağdan sağdan gitsem. Belki liseden Deniz Çeşmededir, çocuksuz günlerimin kankası, yoldan ararım, geliyorum diye. Annesi bir koşu omleti koyar ocağa.

Tasasız günlerimizden bahsederiz. Belki denize gireriz, Ayayorgi’deki o eski salaş cafede tavla oynarız. Tabii yerine “beach club” yapılmadıysa. Biz lisedeyken Alaçatı da köyümsü bir şeydi.

Ayağımı uzatıp kitap okurum, gazete karıştırırım, öğle vakti bira kalamar illa ki.

Birkaç saat geçince önce İlker düşer aklıma, kalamarı çok sever, onsuz kalamar mı yenir? Hem onu tavlada yendiğim tek yer tatil beldeleri, bu fırsat kaçmaz, o da gelsin, birlikte kaçalım.

Akşama doğru baktık ki sohbet sürekli Arca cücesine dönüyor, “oh ne iyi ettik kaçamak yaptık” cümleleri, garanti “ay cüce de olsaydı ne biçim eğlenirdik”lere dönüşmeye başlar. O akşamı hatırlarız kesin. Hani Ümit teyzesi ile bizden önce ananeye gittiği, bizim de işten dönüp evi bomboş bulduğumuz o akşam düşer aklımıza. İçimiz de, elimiz kolumuz da bomboş kalmıştı.

Bir bakmışım hayalin sonunda maaile deniz kıyısındayız.

Bir bakmışım çoktan direksiyonu Aydın yönüne kırmışım, istikamet ofis!

Tatilim geldi biliyorum ben. Ondan zırt pırt hayaller kurmam. Neyse ki bu hafta sadece 3 geceliğine de olsa maaile tatildeyiz.

Geçen yıl yine bu zamanlar yazlığa kaçmıştık ama yağmurdan kaçamamıştık. Şimdi yağmursuz sıcak günler bekliyormuş bizi, öyle diyorlar havayı koklayanlar. Ama bu defa da mikroplardan antibiyotikten kaçamadık, beni de betalandırdı cüce, kaçınılmaz son!

Neyse… sağlık olsun.

17 Haziran 2011 Cuma

Alfa beta sigma!

Beta kalmıştı, eksikti.

Mikrop diyorum.

Arca bir yerlerden duymuş olacak, “kapayım, boğaz enfeksiyonu koleksiyonum eksik kalmasın” dedi, buldu kaptı, hoop ateş.

Bünyesine giren antibiyotik sayısını ben bilmiyorum açıkçası. Doktora sorsan bizden beteri varmış. Ama henüz kreşe gitmeyen çocuklar arasında antibiyotik kullanımında bayrak Arca’nın elinde, açık ara önde, liderliği kimseye bırakmıyor.

Kreş demişken “başlayabilir mi sizce sorun olur mu?” dedik. Duygusal anlamda sorun olmaz, kolay alışırsınız dedi (bizim oyun grubu maceramızdan haberi yok tabii: ) ) Fiziksel anlamda akciğerle ilgili bulgu edinmek ve karar vermek için daha zamanımız var, dedi.

Dişlerindeki lekelerin düzelmesi mümkün değil, diş etlerindeki bir bakteri sebep olurmuş. Diş hekimine gitmemizi tavsiye etti. Çürük değil ama siyah lekelerin görüntüsü çok can sıkıcı. Üstelik diş fırçalıyor, fazla şekerli gıda almıyor. Temizlense bile yine olurmuş, bünye meselesi, hay senin bünyene!

Ve iki küsür senelik ömründe Arca’nın kilo verdiğini de görmüş olduk! Evet her ay olması gereken kilosunun epey üzerinde olan Arca cücesi ilk defa kilo vermiş.

Ümit abla yemiyor deyip duruyordu. Ben de kendisi klasik annemler kategorisinde ve çok yedirme meraklısı olduğu için dikkate almıyordum. Gerçekten Ümit ablanın azmi takdire değer. Öğlen az mı yedi hemen puding yapılıyor. Sabah yumurtasının yarısı yenmedi mi hemen öğlene takviye yemek yapılıyor.

Bu arada biz birlikteyken bence yiyor. Kilo verdiğine göre, yeterli değilmiş, Ümit abla haklıymış.

Bu yemek meselesi göreceli, misal 33 yaşıma geldim ve öküzden hallice bir yeme potansiyelim var ama annem hala az yediğimi düşünür. Ve bu sebepten “doydim” diyen Arca’nın önünden alırım tabağı. Dünyadaki en gıcık şey yemek istemeyen insana yedirmeye çalışmaktır. İşkence yav! Dolayısı ile kilo durumu insan normallerinin altına düşmediği sürece yemeği burnundan sokmayacağım.

Neyse ateş ufaktan devam, antibiyotik tam gaz.

Hayatımızın değişmezleri...

Lakin soramadan edemiyorum, bu kadarlık ömründe geniş bir antibiyotik yelpazesi ile hastalıklarla mücadele veren Arca kreşe gidince ne yapacak? Farmatoloji dünyasının önümüzdeki aylarda çok sıkı çalışıp yeni antibiyotikler piyasaya sürmesi lazım, zira Arca'nın mikroplar piyasadaki tüm antibiyotiklerle kanka oldu.

Haa bir de aklıma gelmişken, bu anne sütü şehir efsanesi olabilir mi? Zira bir yıldan fazla emen, ilk altı ay ağzına anne sütünden başka şey sürmeyen Arca, ya hiç emmemiş olsaydı? Bir velet bu kadar mı hasta olur bu kadar mı enfeksiyon kapar kardeşim!

Son söz: Bunlar geçici dertler aman biz bu EHEC denen hastalığa dikkat edelim, araştıralım, bize gelmez bizi bulmaz demeyelim. Hayatta miktiri moktan beta mikrobundan daha ciddi dertler var.

En son söz: Annemle telefonda konuşmak 10 dakika ise, "hadi çocum görüşürüz, öptüm" kısmı 15 dakika sürer, kapanışlar bir türlü kapanmaz, hatta ben bazen uzayacağını anlayınca zırt diye kapatıveriyorum (itiraf:P). Bu postun kapanışı da annemin telefon konuşmasına benzedi.
hadi iyi hafta sonları

15 Haziran 2011 Çarşamba

Alışveriş ince iş



Son dönem “alışverişten kaçınalım, kredi kartlarımızı keselim atalım, aman harcamayalım” trendini yaz ayları gelmeden bikini giymek için başlatılan diyet seferberliğine benzetiyorum. Yeme alışkanlıklarını ve hayat tarzını değiştirmediğin sürece verdiğin kilolar katlanarak sana döner.

Kaldı ki Nurturia’daki favori gruplar listesinde ilk sıraları hep alışveriş ile ilgili gruplar elde tutuyor. Hala alışveriş dedin mi akan sular duruyor. Çünkü alışmadık dötte don durmuyor : )

“Sen alışveriş gurusu musun?” sorusu akıllara gelebilir, katiyen! Ama maydanoza pazarlık eden bir annenin çocuğuyum. Hiçbir zaman para sıkıntısı çekmememize rağmen ancak belirli zamanlarda üst baş alındığını, bir bilemedin iki çift ayakkabı ile kış geçirdiğimizi hatırlıyorum. Ablam ve kuzenimin üzerindeki kıyafetleri çok pis keserdim, büyüseler de ben giysem diye. Hatta onlardan kalanlar daha özel, daha değerliydi. Keşke Arca’nın önden giden bir erkek kuzeni olsaydı.

O yıllar, baba da memur olmayınca taksit olayına hiç girmediğimizi hatırlıyorum, para olunca alışveriş yapılırdı. Hatta evlenmeden önce maaşımı biriktirip beyaz eşyalarımı peşin parayla almıştım, ee aileden öyle görmüşüz.

Derken kapitalist düzenin çarkına girdim, girip de kredi kartı sahibi olmamak mümkün mü? Mümkündür tabii de, ben kredi kartının maaşlı insan için sakıncalı olduğunu düşünmüyorum. Maaşından fazla harcamamayı başarabilmek, tek kredi kartı, ay sonunda borcunu kapatmak ve en çok üç taksitle sınırlı tutmakla kredi kartı mağduru olunmaz. Bir de biriktirdiğin puan-bonus-para neyse işte, yanına kar kalır.

Unutmadan her yıl kart parası tırtıklamaya çalışıyorlarsa hop kapattırırsın kartını, iki gün içinde arayıp “biz size hediye edelim kart parasını aman gitmeyin” derler.

Alışveriş ince iş, stratejik iş, akıllı işi… Paran olsa da en ucuza mal etme becerin olacak. Fırsat kuponları biriktirip, çok cüzi fiyatlara alabilen, internet başında süper araştırma yapıp üçte bir fiyatına dünyanın öbür ucundan bir şeyler bulabilen arkadaşlarım var. İndirim harici alışveriş yapmamak, pazara mutlaka uğramak, internetten alışveriş gibi daha pek çok bilindik numarayı saymaya gerek yok.

İnsanoğlu akımların peşi sıra sürüklenmeye müsait bir canlı, sürü psikolojisini seviyoruz, benim de hala çokça güldüğüm bir anım var, Arca o kumaş parçalarını ne zaman giyse aklıma gelir gülerim : ) Gülse Birsel'in aylar önce Amerika'dan yayılan trendi anlattığı yazı da aynı postun içinde.

İşte yazının başından beri bahsettiğim bu, Amerikanyalardan ithal trendimiz:)

Lakin akımlar geçicidir, bünye ana fikri sindiremediyse, böyle neşeli bir anı olarak kalır.

Not: Siz bu yazıyı okurken ben Mothercare'in pırlantalı günlerinde alışveriş yapıyor olacağım :)

14 Haziran 2011 Salı

karınca kararınca

Herşey kararında güzel, karınca da öyle. Az olsun canımı yesin. Zaten bizi yemeleri yakındır!

İnsan sekizinci katta oturunca doğanın kendisine pek uğramayacağını sanıyor. Halbuki doğa bir yolunu buluyor. Karıncalar da son birkaç yıldır bizim evin yolunu ezbere biliyor. Hatta hiç gitmediklerini, parkelerin altında bir şehir kurduklarını, kışın kış uykusuna yatıp yazın bizimle yaşamak için ikametlerini yanımıza aldırdıklarını düşünüyoruz.

Kurtulamıyoruz.



Kışın elinde bisküvi ile gezen Arca yazın ambargoya maruz kalıyor, o da tam anlamıyor çelişkinin sebebini.

Her gece yatmadan önce iki tur atıyorum salonun içinde, bir minik kırıntı, ya da meyva tabağı bırakmayalım aman diyim! Sabah gözümü ovuştururken, karınca ordusu istilaya başlamış oluyor.

Misafirlerin eline bakar oldum, aman kırıntı dökülmesin. Utanmasam "kurabiyenizi lavaboya iki büklüm eğilerek yiyin" diyeceğim. Ya da ayaklarının altına sofra bezi sereceğim.

Daha misafirler gitmeden Arca kırıntı dökmüş bahanesi ile elimde şarjlı el süpürgesi her ikramın ardından süpürüyorum salonu.

İçimdeki gestapoyu dışarı çıkarıyor bu minik yaratıklar!

En fenası beni ısırdıklarında kocaman kabarıyor derim ve deli gibi kaşınıyorum.

Önceden yoktu böyle kaşıntılar, kocaman işçi karıncaları avucumun içinde taşırdım, kedi köpekten hazzetmeyen evcil hayvan sevgisini uğur böcekleri ve karıncalarla dışa vuran bir çocuktum.

Diyorum ki o karıncalara vaktiyle yapmış olduğum eziyetin intikamı torunları tarafından mı alınıyor?

Görseli buradan aldım.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Malum yıl sonu...

Kreş gezerken hangisine girsek, bir yıl sonu gösterisi telaşı vardı. Kostümler yerlerde, provalar yapılıyor. Serbest zaman verilmiş çocukların başındaki öğretmenlerin elinde bir dekor, bitirmeye uğraşıyor.

İlk bir kaç tanesine "yıl sonu gösterisi yapıyor musunuz?" diye sorduğumda "tabii tabii" demişlerdi. Zaten bir süre sonra vazgeçip "yıl sonu gösterilerinde nasıl bir tutum sergiliyorsunuz?" diye sormaya başlamıştım.

Bir müdür, "biz zaten çocuklar için yapmıyoruz, veliler istiyor bekliyor diye yapıyoruz" dediğinde kopmuştum. Her ne kadar tavra kızsam da aslında dürüstçe bir yanıttı.

Karar verdiğimiz kreşte nasıl tecrübeler bekliyor bizi bilmiyorum açıkçası.

Ama canım Nil ve yavrum Bevkim'in yaşadığı tecrübeden çok dersler çıkardım. Üstelik Nil, okullarından çok çok memnun, buna rağmen acı bir olayı bizlerle paylaşmış, ben de yıl sonu gösterilerine bir de bu açıdan bakın demek istiyorum.

Kitubi'deki Nil'in yazısı için lütfen buraya tıklayınız.

Domestik bir hafta sonu

Misafirler geldi, biz misafirliğe gittik, evcilik oyunları.

Arca inat konusunda master programına dahil oldu yakında doktorasını verecek. Ailecek kendisini kariyerindeki bu atılımlar için destekliyoruz.

Öğle uykusu öncesi babayla yüksek dozda tepişme, ve dolayısı ile yorulma, sinir krizleri, duş ister duşu açarsın suyun sıcaklığını beğenmez ağlar, gel kitap okuyalım okumaz, sonunda ağlamaktan helak olup kucakta sırt kaşıma ile sonuçlanan bir uyku öncesi yaşattı bize eksik olmasın.

Öyle bir ruh haline soktu ki beni, salonda kucağımda kaşınırken açık televizyonda bir düğün sahnesi görüp "aa gelin" dedikten sonra "gelin olmuş gidiyorsun" dizeleriyle şarkı söylediğimi, İlker'in korku dolu gözlerle bana bakıp acıdığını hatırlıyorum.

Bu arada bizim oğlanın bütün dişleri çıkmış, 20 tane olması gerekiyor değil mi? Arka azılar ne ara çıktı? Hastane dönüşü birkaç defa "dişim acıyo" demişti ama başka sorunlardan fark etmemişiz. Dişlerindeki lekelere kafayı taktım, o ara ağzını açınca saydım. Lekeler fena ve nasıl kurtulacağımızı bilmiyorum. Yatmadan önce sütü kaldırdım, yemeklerden sonra diş fırçalanıyor zaten, şekerli yediği tek şey puding, kek. Neyse sağlığı yerinde olsun, bık bıklamayacağım.

Çoğunluk evde olmamıza rağmen keyifli bir hafta sonuydu. Arca'nın uzun öğlen uykularında püfür püfür esen pencere kenarında keyif yapmak iyi geldi. Bir de hayatımda ilk defa baştan sona Muhteşem yüzyılı izledim. Hep bölük pörçük bakıyordum. Diziye uzun süre maruz bırakılan bünye bir süre sonra kocaya hünkarım, velede şehzadem demeye başlıyor.

Pazar akşamı Nazlılara yemeğe gittik. Maksat Cansu ile Arca tepişirken biz de seçim sonuçlarını değerlendirelim.

Kendimiz gibi insanlarla yaşadığımız bir kabuğumuz var. Aslında ne kadar azınlıkta kaldığımızı bir defa daha görmüş olduk. Daha da bu ülkenin insanlarından "açız, işsiziz, çocuklarımızın sınavlarda hakkı yeniyor, küfür yiyoruz, aşağılanıyoruz..." gibi şikayetler duymak istemiyorum. Yurdum insanı, güllük gülistanlık bir ülkede yaşadığını cümle aleme ilan etmiştir, daha da konuşacak söz kalmamıştır.

Arca çok ama çok eğlendi ve defalarca ne kadar eğlendiğini anlattı. Cansu ile o kadar kudurdular bir şey olmadı da, tam giderayak araba oynarken kaydı ve çeneyi yere vurdu. Yarıldı, çokça kanadı. Kan tutuyor beni (bir de sırf doktor olabilmek için fen lisesine girmiştim iyi ki son sene mühendisliğe çark etmişim) üstüm başım kan olunca midem bulandı, tansiyonum düştü, neyse ki Arca'yı biraz sakinleştirebildik. Yakındaki tıp merkezine gittik dikişe gerek yok dediler, biraz façası bozuldu. Bant takıyoruz, "çok yakıştı" diyor düdük:)

12 Haziran 2011 Pazar

Gökte ararken bizim mahallede bulduk

İzmir'in hatırı sayılır bir kısmını gezdikten ve ufaktan keyfimiz kaçtıktan sonra, dıdının dıdısının memnun olduğunu duyduğumuz bir kreş gündeme geldi. Bizim mahallede. Sonra algıda seçicilik ... Pek çok tanıdığımızın bir şekilde iyi şeyler söylediği kreşin her gün önünden geçip yüzüne bakmayan ben, üç gün üst üste yanına park edip kenardan kestim.

Bu arada izmirli anneler mail grubuna sordum, birkaç kişiden olumlu görüş aldım, Elfanam araştırdı, bir olumlu görüş de oradan geldi. Bir gezeli, tanışalım dedik.

Sevdik, niye mi?
- 23 yıldır aynı insanlar tarafından yönetiliyor (karı-koca sosyal hizmetler uzmanı ve çocuk gelişim öğretmeni)
- Görüştüğümüz sahibesi ile aynı frekansta olmamız şaşırttı bizi. Birkaç cümlesi...
"bahçeye çıkmadan olur mu canım, aktif kullanıyoruz, çıkarma diyen veliye de cevabımızı veriyoruz, hava alacak çocuk, mikroplarla mı yaşayacak, giyer montonu çıkar dışarı"
"yaşayarak öğrenir çocuklar"
"2-3 yaş grubuna 8 kişi kontenjan doldu mu, başka çocuk alınmaz"
"sinema için daha küçükler, tiyatroya götürüyoruz"
- Yemekler günlük ve kendi mutfaklarında pişiyor, malzeme bizim mahallenin esnafından geliyor.
- Yaratıcı drama için özel bir sınıf var
- İki öğretmenden biri üniversite mezunu, diğeri stajyer değil, meslek lisesi mezunu.
- Fiziksel koşullar şehir içinde gezdiğimiz tüm diğer okullardan daha iyi.

Evet çim sahası yok, halı.
Evet sürekli psikolog yok ama görüştüğümüz sahibesi çocuk gelişim uzmanı ve okul öncesi eğitim derneği başkanı.
İki dil eğitim yok ama napalım her şey bir arada olmuyor, dolayısı ile bazı fedakarlık noktalarımız oldu.

Aslında Mithatpaşa caddesinde pegagogu aklımda kalan bir okul oldu ama gerek fiziksel koşulları gerekse aynı mahallede olması açısından burası daha ağır bastı.

Öyle ki fiyatını bile sormayı unuttuk görüşmeyi bitirdikten sonra aklımıza geldi.

Şimdilik tüm yaz boyunca canları istediğinde Ümit ablayla parka gitmek yerine orada oynayacaklar, sonra Eylülde yarım gün ve Ümit ablanın ayrılması ile tam güne geçecek.

Biz planlar kuruyoruz tabii şimdilik bakalım kader planlarımız karşısında nasıl bir yol izleyecek, gülecek mi elimizden mi tutacak, göriciiizzz:)