Arca, doğduğu gün çok ağlamıştı, bütün gece. Bense yorgunluktan hastane yatağında sızıp kalmıştım. Gören de günlerce sancı çekip doğurdum sanacak, gayet planlı bir sezaryendi.
İlker o gece bana kıyamamış, koltukta otururken Arca’yı göğsüne yatırmış, tam dört saat gözünü kırpmadan öylece durmuş. Uyandığımda kolları tutulmuştu, bir hemşire gelsin de bari televizyonu filan açsın diye beklemekteydi.
Bu naif, iç burkan gülümseten anıyı hiç de naif duygularla anlatmıyorum çünkü işin aslını biliyorum. Ta o günden bugünlerin tohumlarının ekildiğini biliyorum.
İşbirlikçiler… kuyumu kazıyorlar…
Hep böyle değillerdi. Özellikle bir yaş civarı tamamen bir “anne aşığı” olan Arca’nın, çok defalar İlker’i döt etmişliği vardı. Benim bulunmadığım ortamda son derece sevişken olan bu baba-oğul çifti, ben geldim mi İlker’in oyun dışı bırakılmasıyla birbirlerinden koparlardı. Bir ara “neden İlker’e bu kadar tepkili bilmeden yanlış bir şey mi yaptık acaba?” diye sorunsallara dalmıştık. İlker çok bedbahtı, laf aramızda çoğu zaman ben de! ”Al şu çocuğu başımdan, yeter ulen! Çişe bile gidemiyorum” diye yakındığım günleri mumla arayacağım aklıma gelmezdi.
Çok değil birkaç sene içinde baba-oğul, denize girip, top oynayıp uçurtma uçururlarken ben kitap okuyup uyuyacaktım, kendime vakit ayıracaktım. Üç yaş sonrasını tamamen İlker’e devredeceğimi düşünüyordum. O günlerin bu kadar çabuk kapımı çalacağı da hiç aklıma gelmezdi.
Ben gayet iyimser yaklaşıyordum, onların ilişkilerinin iyi olmasını gönülden diliyordum. Hain planlarını üzerimde uygulayacakları hele, katiyen aklıma gelmezdi. Pis işbirlikçiler!
Aralarından su sızmamaya başladı beridir, sürekli bana karşı bir takım planlar içindeler. Durumun farkına vardım sonunda!
Hani geçenlerde birlik olup kitap ayraçlarımı saklıyorlar diye şikayet etmiştim. Hah işte fark ettim ki, üzerimde oynanan oyunlar o kadar masum değil!
Arca’nın bir litreye yakın süt içtiğini fark edince, doktora sormuştum, ne kadar içmeli diye. Çünkü demir emilimini azalttığını duymuştum. Üç bardak ile sınırlandırmamızı önerdi. O günden beri meyve suyu girdi hayatımıza. Aslında o meyve suyu daha doğrusu şeftali suyu hayatımıza yazlıkta geçirdiğimiz tatil süresince girmişti, annem sağ olsun Arca ve Duru’ya günde en az iki defa taze şeftali suyu hazırlıyordu. Eve döndüğümüzde meyve sularının sadece anneanneler tarafından hazırlandığı yalanı ile cüceyi kandırmış, benden talep etmesini engellemiştim.
Ben şeftaliden nefret ederim, dokunamam, yiyemem, koklayamam. Suyunu mu sıkıcam? Hem de annem gibi elle, süzgeçten geçire geçire? HAYIR!!!
Geçtiğimiz günlerde İlker, Arca’yı türlü fitne fücur ile şeftali suyu konusunda ayaklandırdı. Anneanne hazırlar diyorum yok, Ümit teyzen hazırlar diyorum yok! Bir de alternatif sunamıyorum, balık yenecek, süt ve ayrana yanaşmak istemiyorum. Arca zaten tutturmuş şeftali suyu diye.
Yüzüm iğrenç şekilde buruşmuş bir halde parmak uçlarımla soydum şeftaliyi. Bir de nasıl olgun, ezik ezik… ıy tam benlik! Süzgeçten geçireceğim, ezemiyorum ki, midem kalkıyor, koktukça kokuyor şerefsiz, ben nefessiz. Tahta kaşıklarla uzun bir süre uğraştıktan sonra hazırdı.
Var ya başka hiç kimse bana o şeftali suyunu hazırlatamazdı. (fedakar anne takdimimdir!) Kendisine katiyen şeftali soymayan karısından aldığı intikam ile epey eğlenen pis İlker ve onunla işbirliği yapan hain evlat Arca’yı huzurlarınızda kınıyorum. Bak aylar geçti o şeftali kokusu hala burnumda öf be ya!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder